DÖRTLÜ TAKRİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DÖRTLÜ TAKRİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2016 Pazartesi

12 TEMMUZ BEYANNAMESİNİN SİYASAL ETKİLERİ VE ÖNEMİ BÖLÜM 1





12 TEMMUZ BEYANNAMESİNİN SİYASAL ETKİLERİ VE ÖNEMİ BÖLÜM 1





Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU 
Yrd. Doç. Dr., Dicle Üniversitesi İİBF. Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi. 
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Yıl: 2012/ 2, Sayı:16 
Journal of Süleyman Demirel University Institute of Social SciencesYear: 2012/2, Number:16 


   Siyasal Hayatımızda Çatışma Çözümüne Bir Başarı Örneği 



ÖZET 

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan iki kutuplu dünya düzeninde Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan tehdit, toplumsal değişim ihtiyacı, tek parti zihniyetinin sürdürülemezliği ve demokratik ülkeler safının ön şartı olarak altı ay içinde çok partili siyasal hayata geçmiştir. Ancak tek partinin otoriter politikacıları, kurumları ve bürokratları bir muhalefetin yaşamasını imkânsız hale getirmişti. Bu süreçte Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, iktidar ve muhalefet partileri arasına tarafsız olarak girmiş ve muhalefetin de iktidar kadar yasal olduğunu belirten, 12 Temmuz Beyannamesi’ni yayımlamıştır. Bu makalenin amacı siyasi tarihimizde iktidar muhalefet ilişkilerinin kilitlendiği durumlara bir başarı örneği olarak gösterilen, 12 Temmuz Beyannamesi’nin önemini ve siyasal etkilerini analiz etmektir. 


Anahtar Kelimeler: Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, 12 Temmuz Beyannamesi, İsmet İnönü, DÖRTLÜ TAKRİR, 



Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU 
Yrd. Doç. Dr., Dicle Üniversitesi İİBF. Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi. 


GİRİŞ 


II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yenidünya düzeninde, Türkiye’de gerek dışarıda gerekse içeride yeni bir siyasal yapının kurulma zarureti artık ertelenemez hale gelmişti. Bu nedenle Türkiye kısa sürede çok partili siyasal hayata geçmiştir. Ancak buna siyaset, bürokrasi hatta halk bile hazır değildi. Örneğin, İsmet İnönü’nün liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) için, çok partili siyasal hayat Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) gibi muvazaalı bir muhalefet isteği olarak görülüyordu. Demokrat Parti (DP) ise hem halkın gazını almaya yönelik muvazaalı bir parti, hem de Batı’nın demokratik ülkeleri sınıfına dâhil edilme koşulu olarak görülmekteydi. Ancak Demokrat Parti’nin Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi aktif liderleri, halkın kararlı tutumu, uluslar arası koşullar ve kendiliğinden değişen iç dengeler nedeniyle süreç, İnönü ve CHP için istenildiği gibi gitmemiştir. Bu çıkmazda yayımlanan 12 Temmuz Beyannamesi ile İsmet İnönü, gerek bu baskılar ve gerekse 1945 yılından sonra başlayan çok partili siyasal hayatı kurumsallaştırmak adına, ulusal ve uluslararası konjonktürün de etkisiyle muhalefeti korumaya alır .“ Ne iktidarı 
devirmek isteyen bir muhalefet partisi ne de muhalefeti boğmak isteyen bir iktidar” düşüncesiyle iktidar ile muhalefetin arasına bir hakem gibi girer. 
Bu durum hiç şüphesiz Türk siyasal hayatı için daha önce siyasi baskılarla kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TPCF) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası ile karşılaştırıldığında oldukça önemli bir tarihi başarıdır. Bu nedenle 12 Temmuz 1947 tarihli beyanname, Türk Siyasal hayatının temel taşlarından biri olarak görülmektedir. Çalışma süresince TPCF, SCF ve DP muhalefetleri karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. DP’nin önceki partiler gibi kapatılmamasının ve 12 Temmuz Beyannamesi’nin CHP, DP ve Devlet üzerindeki etkilerinin ve 
öneminin ne olduğu araştırma soruları cevaplandırılmaya çalışılmıştır. 


I. ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ (1923-1945) 


29 Ekim 1923 yılında kurulan Cumhuriyet’in ilanından önce, Kurtuluş Savaşı sırasındaki önceliğin ülkenin kurtarılmasında görülmesi ve henüz iktidar nimetlerinden maddi ve manevi olarak yararlanıl (a) maması gibi nedenlerle iktidar-muhalefet mücadelesi başlamamıştır. Ancak cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra CHF ve TpCF olarak iki rakip siyasal düşünceyle bu mücadele ortaya çıkacaktır. Çünkü CHP, iktidarı kendinden başka kimseyle paylaşmayacak ve on yıl içinde devletle tamamen bütünleşecektir. 


I.a Terrakiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Kurulması (17 Kasım 1924) 

23 Nisan 1920 yılında, I. TBMM açıldıktan sonra, vatanın bağımsızlığı ve ülkenin işgalden kurtarılması her şeyin üstünde görüldüğünden dolayı, meclisteki gruplaşmalar henüz karşılıklı bir cepheye dönüşmemişti. 

Birinci TBMM dönemine baktığımızda, Kurtuluş Savaşı’nı yapanların, TBMM, Başkomutanlık gibi bir “ Millî temsil ” üzerinde uzlaşmışsalar da, savaş sonrası Türkiye’sinin toplumsal, kamusal alan düzenlenmesinin, dinin yerinin ve halifelik gibi siyasi kurumların ne olacağı konularında Birinci ve İkinci Grup’ların uzlaşamadığı görülmektedir. 

Birinci Grup’un temel düşüncesi (İttihat ve Terakkinin devamı olarak) devrimci, radikal, rasyonalist ve seçkinci bir zümre anlayışına dayanmaktadır. İkinci Grup (Prens Sabahattin ve muhafazakârların devamı) ise muhafazakâr eğilime sahip, hâkimiyet-i milliye ilkesinin tam olarak öne çıkmasını isteyen ve Osmanlının tadili ile devamının da mümkün olabileceğini savunan bir anlayışla1 Tek Adam’ın yetkilerini sınırlandırmaya yönelmiş ve zümre seçkinciliğine karşı bir politik anlayış ortaya koymuştur2. İkinci Grup mensupları TBMM’nin gerçek şurevi (görüşme, tartışma) fonksiyonu bulunmazsa, siyasî saltanatın şekil değiştirmekle beraber bu kez şahıs veya parti diktatörlükleri ile devam edeceğini savunmuş3 ve aslında hedefin Mustafa Kemal Paşa olduğu da iddia edilmiştir 4. 

Meclis’in yorgunluğu ve asıl önemlisi İkinci Grup’un, Birinci Grup’u zorlayacak kadar güçlenmesi üzerine, Mustafa Kemal liderliğindeki TBMM, seçim kararı almıştır. Haziran 1923’teki genel seçimlere girecek milletvekili adaylarının, bizzat Mustafa Kemal’in onayından geçerek belirlenmesi, İkinci Grubun temsilcilerinin tamamına yakının tasfiye edilmesiyle sonuçlanmıştır. 

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından hemen sonra başlayan iktidar paylaşımı sürecinde, Birinci Grup, Mustafa Kemal’in önderliğinde toplanıp Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) çatısı altında kurumsallaşmıştır (11 Eylül 1923). İkinci Grup ise, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele’nin öncülüğünde ve Kazım Karabekir başkanlığında 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TpCF) kurmuşlardır. Ancak mutedil ve demokratik olma çabalarına ve İstiklal Mahkemeleri’nin 

TPCF’nin Şeyh Said isyanıyla herhangi bir ilişkisini kanıtlayamaması na rağmen TPCF, Bakanlar Kurulu kararı ile 3 Haziran 1925 tarihinde kapatılmıştır. 

Böylece Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk Demokratik Siyasal hareketi sona ermiştir. 


1- Ahmet DEMİREL, Birinci Meclis’te Muhalefet, İletişim Yayınları, İstanbul, 1995, s. 499; Süleyman Seyfi ÖĞÜN, “Türk Muhafazakârlığının Kültürel Politik Kökleri”, Türkiye’de Siyasi Düşünce Muhafazakârlık, Cilt:5, (Der. Ahmet ÇİĞDEM), İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 539. 

2- Faruk ALPKAYA, “Kazım Karabekir”, Türkiye’de Siyasi Düşünce Muhafazakârlık, Cilt:5, (Der. Ahmet Çiğdem), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003b, s. 49. 

3- Emin KARACA, Birinci Meclis’te Muhalifler, Altın Kitapları, İstanbul, 2007, s.222. 

4- Osman DEMİRBAŞ, “Birinci TBMM’de İkinci Grup’un “Milletvekili Seçim Yasası’nın değiştirilmesine İlişkin Önergesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın Yurttaşlık Hakları”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ekim 2000-Mart 2001, s. 23–24. 


I.b. Serbest Cumhuriyet Fırkası (12 Ağustos 1930) 

Yaklaşık beş yıl süren muhalefetsizlikten sonra Mustafa Kemal, yeni bir parti kurulması için İstiklal Savaşı’nda önemli görevler almış, 1922 ve 1924 tarihlerinde iki kez başbakanlık görevinde bulunmuş ve partinin kurulacağı tarihlerde, Paris’te elçilik yapmakta olan Ali Fethi Okyar’a, 12 Ağustos 1930 tarihinde Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (SCF) kurdurmuştur. Atatürk’ün iktidara geçecek bir parti değil de iktidarın yanlışlarını gösterecek muvazaalı, kontrollü bir parti olmasını istediği SCF, kurulduğu andan itibaren geniş halk kitleleri tarafından gerçek bir muhalefet partisi gibi algılanmış ve CHP karşıtı muhaliflerin toplandığı bir savunma menziline dönüşmüştür. Sitembölükbaşı’ya göre SCF’ye yönelen destek şu kesimlerden oluşmaktadır 5: 

TPCF’de olduğu gibi SCF’nin yöneticileri liberal görüşlü, CHP içinden çıkan ve devletle bağlantılı kimseler olmasına karşılık partiye destek verenler çoğunlukla 
geleneksel görüşlü, Mustafa Kemal’in yaptığı reformlardan hoşlanmayan ve CHP’nin politikalarından olumsuz etkilenen halk yığınları İdı. 

Kuruluşundan çok kısa bir süre içinde geniş halk ve aydın desteğine kavuşan SCF’ye yönelen desteğin gerekçesini Ağaoğlu ise şöyle değerlendirmiştir 6: 

Yoksulluk ve ağır bürokratik baskıdan bunalan insanların SCF'ye olan teveccühü 1930 yılının Ekim ayında yapılan belediye seçimlerinde meyve vermiştir. Bazı 
yörelerde SCF adaylarının seçimi kazanması CHP'lileri endişelendirmiştir. SCF'nin başarıları karşısında gerek mecliste gerek basında SCF'liler aleyhine eleştiriler in ve ithamların dozu artmaya başlamış, zaman zaman iftiralara kadar uzanmıştır. Tabiri caizse CHP'li bürokratlar, milletvekilleri ve gazeteciler belden aşağı vurma siyasetini tercih etmişler, siyasetin gerginleşmesine neden olmuşlardır. SCF'nin gelmiş olduğu nokta CHP'liler tarafından yalnızca kendi parti iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak değil, doğrudan doğruya rejime yönelik bir tehlike olarak yorumlanmıştır. 

Bu algılama nedeniyle SCF ve taraftarları Resmi ağızlarca " Mürteci ", " Serseri ", " Saltanatçı ", " Rejim düşmanı ", " Vatan haini " gibi kavramlarla tanımlanması na neden olmuştur. 

Fethi Bey, Aydın, Manisa ve İzmir’i kapsayan Batı Anadolu seçim çalışmalarında halktan büyük destek görmüştür. 

Özellikle İzmir’de, CHP’lilerle çatışmaların yaşandığı ve İzmir Valisi’nin itirazına rağmen yaklaşık 50.000 kişinin katıldığı büyük bir miting yapılmıştır. Bir kişinin de öldüğü mitingde Fethi Bey, alana girinceye kadar gelenlerin kendisini protestoya mı yoksa desteğe mi geldiğini anlayamamıştır. Çünkü muhalefet bir kurtarıcı aramaktadır. 


5- Şaban SİTEMBÖLÜKBAŞI, Parti Seçmenlerinin Siyasal Yönelimlerine Etki Eden Sosyoekonomik Faktörler, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2001, s.114. 
6- Ahmet AĞAOĞLU, Serbest Fırka Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 226. 

Ancak daha teşkilatlanmasını bile tamamlayamadan, kontrol altında bile olsa, “ Halkın henüz Demokratik bir olgunluğa sahip olmadığı ” gerekçesiyle SCF de 17 Kasım 1930 tarihinde bizzat Atatürk’ün isteği üzerine feshedilmiştir. Koçak’a göre kapatma sürecindeki asıl etken, SCF’nin Belediye seçimlerindeki üstün başarısıydı7. 

SCF’nin muhalefet anlayışını gerçekleştiremeden siyaset sahnesinden çekilmesi, CHF’nin on beş yıl sürecek olan “II. Tek Parti Dönemi” yönetimini başlatmış oluyordu. Başbakan İsmet İnönü’nün, 1 Haziran 1936 günlü genelgesiyle İçişleri Bakanı’nı parti genel sekreteri, illerin valilerini de parti il başkanı yapmasıyla8 artık siyaset de tamamen ortadan kaldırılmış oluyordu. 

Özetle önce TpCF ardından SCF'nin de kapatılması üzerine CHP, 1925 yılında kazandığı Tek Parti kimliğine tekrar dönmüş ve bu niteliğini 1945 
yılı ortalarına kadar sürdürmüştür 9. 

II. ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇIŞ (1945) 


1938 yılında Atatürk'ün ölümünden sonra cumhurbaşkanlığı makamına geçen İsmet İnönü ve onun kontrolündeki CHP, Türkiye’yi otoriter bir yönetim anlayışıyla kontrol altına almış ve bu süreç İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürmüştür. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya siyasî dengeleri, ABD önderliğinde Batı Blok’u ve SSCB önderliğinde Doğu Blok’u arasında, iki kutuplu dünya düzeni şeklinde kurulmuş ve Türkiye’de Batı Blok’una dâhil olmak için siyasal açılımlarda bulunmak zorunda kalmıştır. 

Şeflik sistemlerinin hâkim olduğu İtalya ve Almanya, demokratik ülkeler tarafından yenilgiye uğratılırken Türkiye’nin de Tek Adam, Tek Parti sistemiyle, en azından Batılı kamuoyları ve ülkeleri tarafından kabulü mümkün değildir. Aynı zamanda SSCB’de 7 Kasım 1945 yılında süresi bitecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşmasını, “savaş sonrasında ortaya çıkan köklü değişiklikler nedeniyle feshedeceğini” bir notayla Türkiye'ye bildirmiştir. Türkiye bunu reddetmişse de Türkiye’nin SSCB karşısında askerî olarak çok zayıf kalmasından dolayı, Sovyetler isteklerinde daha da ileri giderek, Boğazlarda üs ve Doğu Anadolu’dan toprak talep ederek Türkiye’ye, 24 Eylül 1946 tarihinde ikinci bir nota daha vermiştir. Türkiye, notanın tehdit algısını, SSCB’nin İran’dan da henüz çekilmemesinden dolayı çok ciddiye almıştır 10. 


7- Cemil KOÇAK, Belgelerle İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yayınları, 2006, İstanbul, s.163. 
8- Kemal KARPAT, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Nisan 2010, s. 68. 
9- Mete TUNÇAY, "Cumhuriyet Halk Partisi (1923–1950)", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, s. 2021. 
10- Taner TİMUR, Türkiye'de Çok Partili Hayata Geçiş, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s. 42– 47.


Bu nedenlerle Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ülkenin selameti için, tek partili düzene son verirken, “memleket güvenliğinin ancak demokratik devletler topluluğu içerisinde sağlanabileceğini”11 ifade etmiş ve böylece Türkiye, çok partili siyasal hayata acilen geçmek zorunda kalmıştır. 

İnönü, Batılı ülkelerin önderliğinde toplanan San Francisco Konferansı’na iki yıl sonra iki kez başbakan olacak olan Hasan Saka liderliğinde bir Türk heyetini gönderir. İnönü, Saka’ya ABD’li yetkililerin sorması halinde “Türkiye’nin çok partili siyasal rejime en kısa zamanda geçeceği” konusunda bilgi vermesini ister. Türkiye’de ise, çok partili siyasal hayata geçiş konusunda düşüncelerini ilk kez 19 Mayıs 1945 tarihinde, 19 

Mayıs kutlamalarında yaptığı konuşmayla pratiğe dökmüştür 12. 

Bunun yanı sıra, çok partili siyasal hayata geçişi isteyen bir diğer kesim ise İkinci Dünya Savaşı’nın ulusal ve uluslararası koşullarından yararlanan, karaborsacı yeni bir zenginler zümresidir. Aşırı yoksullaşan kesim ve geleneksel sosyal değerlerinin ezildiğini düşünen kesimler de iktidara gelme arzusuna düşmüşlerdir. Bu durum ilerde DP’nin iktidara gelme sürecine, itici bir kalkış gücü olarak büyük katkı sağlayacaktır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1 Kasım 1945 tarihli konuşmasında daha fazla demokratikleşme için kesin olarak karar aldığı da görülmektedir. İnönü’nün konuşması şöyledir 13: 


Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu 
yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar teşvik 
olunarak teşebbüsse girişmiştir. İlk defa memlekette çıkan tepkiler karşısında 
teşebbüsün muvaffak olmaması bir talihsizliktir. Fakat memleketlerin ihtiyaçları 
sevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde başka siyasî 
partilerin de kurulması mümkün olacaktır. (…) Tek dereceli olmasını dilediği miz 1947 seçiminde milletin çoklukla vereceği oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa bunun meclis içinde mi dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bu siyasî kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların, kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasî hayatımızın gelişmesi için daha doğru yol, milletin menfaati ve siyasî olgunluğu için daha yapıcı bir tutumdur. 

Özetle, çok partili siyasal hayata geçiş için ilk ulusal ve uluslar arası koşullar nedeniyle artık dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. 



11 Rıfkı Salim BURÇAK, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945–1950, Olgaç Yayınevi, İstanbul, 1979, s.41. 
12 Mustafa ALBAYRAK, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phoenix Yayınları, Ankara, 2004, s.30–31. 
13 TC Resmi Gazete, Sayı:6147 (2 Kasım 1945), s.9567. 


Bu yolun kilometre taşı ise Çiftçi Toprak Reformu ile gündeme gelecek ve bunun sonucunda Demokrat Parti ortaya çıkacaktır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE  DEVAM EDECEKTİR..


..


18 Eylül 2015 Cuma

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 8




TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   

BÖLÜM 8



İDAMA BAŞI DİK GİDEN BAŞBAKAN  ADNAN MENDERES  


HAYATI





Adnan Menderes, Türkiye Cumhuriyeti’nin 9.Başbakanı, demokrasi kahramanı, halkın büyük teveccühünü kazanmış; yıllar sonra dahi unutulmayacak işlere imza atmış; adını Türk siyasi literatürüne eşsiz şekilde yazdırmış; bir mayıs sabahı almış olduğu on yıllık iktidarı yine bir mayıs sabahı ordu müdahalesiyle sona ermiş, ondan sonra gazetelerde büyük puntolarla ‘Devrik Başbakan’ şeklindeki haberlerle lanse edilmiş; aslı astarı olmayan suçlamalara maruz bırakılarak ve dönemin mahkeme heyeti tarafından çeşitli şekillerde aşağılanarak  halkın gözündeki itibarı düşürülmeye çalışılmış lider… Her ne şekilde tanımlarsak tanımlayalım şurası inkâr edilemez ki O, bu milletin sevgisini ve muhabbetini kazanmış benzersiz ve unutulmayacak bir lider. Her adem oğlunun olduğu gibi onun da hataları elbette olmuştur; bize düşen tarih tekerrürden ibarettir sözünü ‘’tarih, eğer ders almazsak tekerrürden ibarettir’’ şeklinde düzelterek ve yaşayarak, siyasi tarihimize kara bir leke olarak sürülmüş bu darbeden -ve tabii ki diğerlerinden- ve eğrisi doğrusuyla on yıllık Demokrat Parti iktidarından dersimizi almaktır zannımca. Ama bu yazımda kalkıp da bunu size empoze etmeye kalkışmayacağım. Ben size Adnan Menderes’in siyasi portresini, onun çevresinde gelişen on yıllık iktidarını ve cumhuriyet tarihimizin ilk darbesine giden  süreci anlatmaya çalışacağım.

Bu tarz yazılarda klasiktir kahramanın künyesini vermek; anası babası kimdir, kimlerdendir, nerelidir vs. Biz de bu çizgiden şaşmayalım ve Başvekilimizin künyesine kısaca bir göz atalım.

1899’da Aydın’da doğmuştu ve Aydın’ın köklü bir ailesindendi. Babası Kâtipzâde ailesinden İbrahim Ethem Bey idi. Annesi ise Aydın’ın ileri gelen ailelerinden Hacı Ali Paşazâdeler’e mensup Tevfika Hanım’dı. Dedesi Hacı Ali Paşa Kırım tatarlarındandır. Siyasete atılmadan evvel 60 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin Bey’i konumundaydı. İzmir Amerikan Koleji’nden mezun olduktan sonra savaş sebebiyle bir müddet ara vermiş, 1935 senesinde milletvekili iken Ankara Üni. Hukuk Fakültesi’nden mezuniyetini almıştır.(milletin admları)

Politikaya atılması ise 1930’ların başlarına rastlar. Gazi Paşa tarafından genç Cumhuriyetimizi demokrasiyle daha da kaynaştırmak ve mecliste Halk Fırkası’na karşı muhalefet oluşturmak için Fethi Okyar’a kurdurtulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Aydın il başkanıydı. Ta ki bu fırka muhalif kesimin sesini oldukça yükselttiği ve mürteci kesimin sığındığı bir liman olup da kapatılana kadar. Partinin kapatılmasından sonra ise CHP’ye girmiş, yine Aydın il başkanı olmuştu. Menderes’in siyasete bakışının ve dolayısıyla Türk demokrasi tarihin şekillendiği hadise de işte bu yıllarda Aydın’da gerçekleşmişti. Gazi Paşa Aydın gezisi esnasında CHP binasını ziyaret etmiş, Adnan adında bir genç ile tanışmış ve uzun saatler sohbet etmişti. Öyle ki heyecan içerisinde geçen bu konuşma sırasında, teklif edilen tek sigarayı bile almayan Gazi Paşa, Menderes’i dinlerken duyduğu alaka sebebiyle olsa gerek bir paket sigarayı dört kahve içerek bitirmişti. Menderes ile tanıştıktan sonra Başbakan  Recep Peker’e dönen Gazi Paşa:
‘’Bugün tanıştığım bu genci yarınlara taşıyacağız’’ direktifini de vermişti.(milletin adamları) Zira öyle de oldu, Adnan Menderes CHP bünyesinde dört dönem  Aydın milletvekilliği yaptı. Demirkırat belgeselinden öğrendiğimize göre ‘’bir parça çekingen hatta silikti, genel kurulda en arkalarda otururdu’’  böyle bilinirdi; ta ki 1946 senesinde Meclis’te arazilerin kamulaştırılmasına yönelik Toprak Reformu görüşmelerine kadar. Bu tasarı CHP içerisindeki toprak ağalarını rahatsız etti. Bu rahatsızlığı da dile getiren Menderes oldu. Elinde kalın bir dosyayla kürsüye çıkmış, uzun ve etkili bir konuşma yapmış, tabir yerindeyse adam akıllı muhalefet etmişti. Kürsüden indiğinde yıldızı iyiden iyiye parlamıştı.demirkırat)
Mayıs ayı bütçe oylamasında yedi kırmızı oy çıktı. Bu oyların sahibi  yaklaşık sekiz ay sonra kurulacak olan DP’nin kurucu kadrosuydu. Bir ay sonrasında ise Haziran 1945’te tarihimize ‘’4’lü Takrir’’ adıyla geçmiş olan üç sayfalık bir önerge sunuldu. Önergenin altında Celal Bayar’ın, Refik Koraltan’ın, Fuat Köprülü’nün ve Adnan Menderes’in yani DP kurucu kadrosunun imzası vardı. Bu durum CHP grubu içinde sansasyon yarattı. Tüm çevrelerde bu işin sonunun yeni bir partiye gittiği sezgisi hâkimdi. Yıllar sonra Celal Bayar verdiği bir demeçte aslında kendisinin yeni bir parti kurma niyetinde olmadığını, sadece parti içerisinde ıslahatlar yapmak gerektiğini söylemek istediklerini belirtmişti. Ama Milli Şef İsmet Paşa aynı kanaatte değildi. ‘’Muhalefeti parti içerisinde yapmasınlar, çıksınlar, teşkilatlansınlar,  ayrı bir parti olarak karşımızda dursunlar.’’ Diyerek ayrı bir parti fikrini ortaya atmıştı. Nitekim 21 Eylül 1945’te Köprülü ve Menderes partiden ihraç edildi. Ardından Bayar milletvekilliğinden istifa etti. Bu esnada İnönü ise kasım 1945’te meclisin açılış konuşmasında iktidarın kontrolünü mümkün kılmak için muhalefete ihtiyaç duyulduğunu yüksek sesle belirtiyor, deyim yerindeyse Bayar ve arkadaşlarına parti kurmaları için yeşil ışık veriyordu. Tabi ki bu gelişmeyi dönemin tarihinden ayrı düşünemeyiz. O sıralarda İkinci Dünya Savaşı henüz sona ermiş, faşist ve diktatör rejimlerin dünyayı ne hale soktuğu acı olaylarla tecrübe edilmiş ve demokrasinin, insan haklarının, çok sesliliğin zorunluluğu anlaşılmıştı. Hatta İnönü 12 Temmuz beyannamesinde(1947) siyasal partilerin Türk demokrasisinin vazgeçilmez unsurları olduğunu vurgulamıştı.(milletin adamları) Geçmişte yaşanmış iki başarısız girişimin bizzat tanığı olmuş İnönü’nün bile bu girişimi desteklemesi söz konusu olan zorunlulukların kaçınılmazlığını ortaya koyuyor diye düşünüyorum. Tüm bu gelişmelerin ışığında 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti ya da halkın ağzındaki adıyla Demirkırat kuruldu.


Bir sonraki seçimler 1947 temmuzundaydı,  ama artık İsmet Paşa DP’yi hazırlıksız yakalamak istediğinden midir yoksa başka nedenden midir bilinmez erken seçim kararı alınarak bir yıl öncesine yani temmuz  1946’ya takvim verildi. DP daha altı aylık bir oluşumdu, teşkilatlanma tamamlanmamış birçok yerde adaylar bile belirlenmemişti. Zaten seçimler geldiğinde de yeterli aday çıkaramamıştı. DP yetkilileri seçime girip girmeme arasında gidip geliyordu. Vaziyet böyle iken seçime girmek kesin mağlubiyet demekti; aksi durumda ise korkaklıkla itham edilecekler ve imajları daha oluşmadan halk nezdinde zedelenecekti.  Tüm bu ahval içinde seçimlere girme kararı alındı ve 21 Temmuz 1946 seçimleri ya da tarihe geçen adıyla ‘taşlı sopalı seçim-hileli seçim’ gerçekleşti. O dönemde günümüzden oldukça farklı bir seçim sistemi olduğunu da belirtmeliyiz. O tarihe kadar hep iki dereceli seçim sistemi kullanılmıştı. Bu seçimler hem ilk çok partili seçimimiz hem de genel oy ve tek dereceli seçimle ilk tanışmamızdı. Ayrıca açık oy-gizli tasnif denilen bir sistem vardı ki bugünkü gizlilik ilkesiyle kesinlikle bağdaşmayan bir sistemdi. Öyle ki seçimlerde her partinin sandığı ayrıydı ve oy pusulaları da açık bir şekilde sandık kurulunun önünde duruyordu. Gayet açık bir şekilde oy kullanmanıza rağmen sayımlar gizli yapılıyordu. Seçimlere hile karıştığı iddiası her yerde dillendiriliyordu, bugün bile. En nihayetinde resmi sonuçlar açıklandığında 465 vekilin CHP 395’ini; DP 66’sını almış; 4 de bağımsız vekil meclise girmişti.

Demokrat Parti, dört yıl boyunca muhalefet görevini yerine getirdi, kurultaylar düzenledi kararlar aldı, mitinglerde halkla kucaklaştı. Bu arada çok önemli bir gelişme yaşandı ve seçimlerin gizlilik ilkesiyle hiç bağdaşmayan açık oy-gizli tasnif sistemi yerini bugünkü gizli oy-açık tasnife bıraktı. Türkiye bu şartlar altında daha sonraları Beyaz İhtilal diye anılan 14 Mayıs 1950 seçimlerine girdi. %89luk  bir oranla cumhuriyet tarihinin katılım rekoru kırıldı, sekiz milyon seçmen oy kullandı, ve DP %52,7 lik oranla meclisteki sandalyelerin 408’ine sahip oldu. Bu, 27 yıllık tek parti iktidarının sonunun geldiğinin en kesin ifadesiydi. CHP cephesinde ise bunca yıllık iktidarı hem de böylesine ezici bir yenilgiyle kaybetmenin üzüntüsü hüküm sürüyordu. Bu arada belki de on yıl sonrasındaki 27 Mayıs sabahının kaderini çizen bir gelişme yaşanıyordu. Sonuçların alındığı aynı gece bazı yüksek rütbeli komutanlar İnönü’yü arıyor, yeşil ışık yakması halinde seçimlerin komünistlerin hile karıştırdığı gerekçesiyle kendileri tarafından iptal ettirilebileceğini söylüyorlardı. İnönü ise bu durumu soğukkanlılıkla karşılıyor; yıllar sonra darbe sabahı arayıp da tebrik ettiği darbecileri bu kez engelliyordu. Ordu, bununla da kalmadı. On yıllık iktidarı boyunca Bayar ve yol arkadaşları her gün darbenin soluğunu enselerinde hissettiler. 29 Mayıs 1950’de Menderes hükümet programını açıkladı, şöyle bir cümle kullanmıştı: ‘’Millete mâl olmuş inkılaplar mahfuz tutulacaktır.’’ Bu, aslında iki hafta sonra mecliste onaylanacak olan ezanın aslına dönüş kanununun ayak sesleriydi. Muhalefet cephesinde irtica söylemleri yeniden hortlamış, bunun inkılaplara bir ihanet olduğu vurgulanmıştı. Hatta inkılapların koruyucusu konumundaki TSK’ya gizliden gizliye çağrı yapanlar bile vardı. -28 Şubat sürecini hatırlatmıyor mu sizlere de?- Nitekim 5 Haziran 1950’de Menderes’i görmeye gelen bir albay ordu içerisindeki, yüksek kademelerde darbe yapmayı düşünen komutanların varlığından söz etti. Menderes o günkü görüşmelerini iptal ettikten sonra bazı bakanlarla birlikte Çankaya’nın yoluna koyuldu. Toplantının sonunda alınan karar Genelkurmay Başkanı’nın ve bazı kuvvet komutanlarının görevden alınmaları oldu. İktidarı almalarından bu yana yalnızca üç hafta olmasına rağmen daha şimdiden iki kez darbe tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardı. DP ve özellikle Menderes boyun eğmemekte ısrarcıydı ve Hükümet olarak yaptıkları ilk kanun seneler sonraki ihtilalin ana sebeplerinden birini oluşturacak olan ezanın aslına dönüş kanunuydu. Ezanın aslına dönüşü halkın ezana olan 18 yıllık hasretini bitirmiş, millet Menderes’i bağrına basmıştı.
Hükümet boş durmuyordu,  içeride yasaları yürürlüğe koyarken dış politikada Türkiye’nin yalnızlığına son vermek için çabalıyordu.  İkinci Dünya Harbi’nden sonra Soğuk Savaş’ın ilk sıcak çatışması olan Kore Savaşı çıktığında tarih 25 Haziran 1950 idi. Menderes ve hükümeti iki kutuplu bu yeni dünyada saflarını Batı’dan yana almak istiyordu, bunu da NATO yoluyla kanalize etmeyi umut ediyordu. Ama çeşitli şekillerdeki çabalarımıza rağmen kabul haberi gelmeyince Türkiye, Kore’deki savaşa BM himayesinde asker göndererek bir anlamda Batı’nın gözüne girmeye çalışıyor bir anlamda da NATO’ya girme konusundaki istekliliğini kanıtlıyordu. Bu kez mücadelenin semeresi alındı ve 52 senesinin 18 Şubatında Türkiye NATO’ya girdi. O gün Adnan Menderes Meclis tutanaklarına geçen şu konuşmayı yapıyordu(Başbakanlık genel kurul konuşmaları) :  ‘’Muhterem Arkadaşlar, bu Pakta girişimiz hâdisesinin, memleketimiz için olduğu kadar, bütün dünya için de hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederken heyecanımın daha fazla söz söylemeye müsaade etmediğini görmüş olmanızı talimin ederek, özür diliyorum ve huzurunuzdan ayrılıyorum.’’

Birinci ve II. Menderes Hükümeti memleketi her alanda imar ediyor, fabrikalar açıyor, gerek tohum gerek traktör yardımıyla çiftçinin yüzünü güldürüyordu. Projelerini tek tek hayata geçiriyor, gittiği her yerde kendilerini 2 Mayıs 1954’te siyasi tarihimiz boyunca görülmemiş bir oy oranıyla yeniden seçecek olan halk tarafından muhabbetle karşılanıyordu. Zira DP katılımın %88’e ulaştığı 2 Mayıs ’54 seçiminde %56’nın üzerinde oy almış, iktidardaki yerini sağlamlaştırmıştı. İşte bu noktada genç demokrasimiz tekrardan tecrübesizliğinin kurbanı oldu. DP belki de hiç yapmaması gereken bir işe girişerek zafer sarhoşluğuna kapılarak basına bazı kısıtlamaları öngören kanunlar getirdi, birkaç gazeteci tutuklandı. Ezanın Arapça aslına döndürülmesinden yani iktidarın ilk icraatinden bu yana Ordu rahatsızdı. Üstüne üstlük Menderes her alanda olduğu gibi Ordu’da da reform yapmak istiyordu. Milli Savunma Bakanı askeri mahkemelerin kaldırılmasını ve askeri personelin de sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören bir tasarıyla Menderes’in karşısına çıkmış; Menderes Ordu’ya bu konu hakkındaki görüşünü sorduğunda aldığı tepki karşısında Hükümeti’nin MSB istifa etmek zorunda kaldı. Asker ile iktidarın arası hep bozuktu ki bunu en basit örneğiyle on yıllık iktidarı süresince Menderes’in Milli Savunma Bakanı’nı 4 kez değiştirmesinden anlayabiliriz kanaatimce.

6-7 Eylül 1955 tarihine gelindiğinde ise İstanbul-Beyoğlu’ndaki Rumların dükkânları kelimenin tam anlamıyla yağmalanmış ve ayaklanma çıkmıştı. Tam da Harbiye Vekili Fatin Rüştü Zorlu’nun Yunanistan’la Kıbrıs Sorunu’ nu ele aldığı esnada patlak vermişti olaylar ki bunlar sebebiyle Fatin Rüştü konferansı terk etmek zorunda kalmıştı. Olaylar, onlarca dükkânın yağmalanmasının ve Vali Kerim Gökay’ın ve Dahiliye Vekili Namık Gedik’ in istifasının yanında daha da önemlisi ve kötüsü Türkiye’nin imajını dışarıda oldukça zedelemişti. Şöyle ki,  İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi adlı kitabının 110. sayfasında bu konu ile ilgili şunları yazmış:  ‘’(…) Bununla birlikte 1955 yılı 6-7 Eylül olayları Türkiye’nin dışarıdaki adına çok zararı dokunan, aleyhte abartılan bir propagandayı daima besleyen yüz karası bir tertip ve kontrolsüzlük demektir. Anadolu’daki ve Rumeli’deki bin yıllık Türk hakimiyetinin tanımadığı, bilmediği bu saçma tertip, imparatorluğun bıraktığı miras üstünde bir lekedir.’’

Bu noktada ‘57 seçimlerine girmeden evvel dört Menderes Hükümeti’nin(19, 20, 21 ve 22. Hükümetler) bu süre zarfında ne işlere imza attığını görmek amacıyla birtakım verilere birlikte göz atalım. Bunu da ( 22 Şubat’ta ) 1956 Mali Yılı Genel Bütçe görüşmeleri esnasında Menderes’in Genel Kurul’da yaptığı konuşmadan kesitler sunarak yapalım.
‘’(…)Şimdi tezayüt (artış) yalnız taş kömüründe değil, linyitlerde de mevcuttur. 1949’da Devlet sektöründe 777 bin ton iken, 1955’te 1.118.000 tondur. Hususi teşebbüsün linyit istihsali ( üretimi ), 257 bin tondan 500 bin tona yükselmiş bulunuyor. Taş kömürü 2 milyon 706 bin tondan 3 milyon 900 bin tona yükselmiş. Yani 4 milyon tona yükselmiş. İşte bunlar kendisinin de gayretinin gerçekleştirdiği envestismanlar ( yatırımlar ) devrimize rastlayan, Demokrat Partinin büyük cehdü gayretinin neticesi olarak ve seneden seneye birbirini takip eden muntazam bir artışlar silsilesinin neticesinde vâsıl olduğumuz yekûnlardır. ( toplamlardır ) ’’1 Menderes anlatmaya devam ediyor:

‘’(…) Muhterem Arkadaşlar, tasavvur ediniz, 1956-1957 şeker kampanyasında 300 bin ton şeker istihsal edeceğiz. Eğer 120 bin ton şeker kapasitesi içinde kalsaydık, 180 bin ton şeker ithal edecektik. 30 milyon dolara yakın bir para tutuyor. Bugün istihsalde 1950 standartlarında kalmış olsaydık, sadece bu yatırımlardan dolayı 100-150 milyon dolar fazla ödemek zorunda kalacaktık.’’2

‘’(…)Demirde vaziyet nedir? Biz 1950’de demir istihsalini ( üretimini ) 70 bin tonda bulduk. Bu sene 157 bin ton istihsal yaptık. Ne demektir bu arkadaşlar? İki mislinden fazla bir istihsal. Bunun bir hesabını yapacak olursak demirden kazandığımız şey, 100 milyon liradan fazladır. Bugüne kadar 30 milyon dolardan fazla bir dış tediye kazanmış olduğunu görmek mümkündür. (…) Bunun manası, büyük istihsal yapmak devrine artık gereği gibi girmiş olmamızdır.’’3(başbakanlık genel kurul konuşmaları)

‘’(…) Üç kalemde;  tekstil, çimento, şeker… Eğer sadece bu üç kalemde üretimimiz 1950’de ele aldığımız kapasitelerde kalmış olsaydı, şimdiki üretim seviyesine göre bugün sadece bu üç kalem için dışarıya 280-300 milyon lira döviz ödemek mecburiyetinde kalacaktık’’4 (milletin adamları)

Tabii ki bu altı yıllık icraatı iki satıra sığdırmak gibi bir şey söz konusu değil. Nitekim buraya alamadığımız ve memleketin çeşitli alanlarda ulaştığı daha birçok gelişmeyle alakalı başka rakamlar mevcuttur. Bu rakamlar hakkında daha fazla malumat sahibi olmak isteyen okuyucularımız ‘Başbakanlarımız ve Genel Kurul Konuşmaları- Cilt 4’ adlı kitabın 607. sayfasının ‘’22 Şubat 1956 Çarşamba – 1956 Malî Yılı Muvazenei Umumiye Kanunu Münasebetiyle’’ başlığını okuyabilirler.

Peki bu sırada darbe hazırlıkları nasıldı? İstanbul ve Ankara’da subaylar tarafından kurulan iki komita 1957’de birleştirilmiş, genç subayların da katılımıyla genişlemiş, darbe hazırlıkları özellikle 56 yılından sonraki ekonomik dar boğazdan ötürü ve çıkarılan ‘Basın Yasası’ ve ‘Toplantı ve Yürüyüş Yasası’ sonrası hız kazanmıştı. İktidar, basına ve muhalefete tam anlamıyla bir baskı uyguluyordu. Çıkarılan yasalar doğrultusunda birtakım tutuklamalar yapılıyor, bazı hapis cezaları veriliyordu. .(Burada bir karşılaştırma yapmak ihtiyacı hissetim. Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) 1956’da Türkiye’de basına baskı yapıldığını açıklamıştı. Ama hükümet bunu içişlerine müdahale olarak gördü ve tepki verdi. IPI 2011’de Gül ve Erdoğan’a da aynı içerikli bir mektup yazmış ama yine benzer bir tepki verilmişti. Görüldüğü üzere bazı şeyler değişmiyor.) Komitacılar darbe tarihi olarak 27 Ekim 1957’deki seçimlerden iki gün sonrasını yani 29 Ekim’i belirlemişlerdi. Kaybedeceklerini öngördükleri DP iktidarını törenler esnasında tutuklayarak bu işi nihayete erdirmeyi planlıyorlardı. Ama öyle olmadı, DP seçimleri kıl payıyla kazandığında müdahale tarihi, Şubat 1958’e ertelenmişti. Lâkin bu sefer de 9 Subay olayı yaşanmış, komitanın ileri gelen subayları, Menderes’e Bnb. Samet Kuşçu tarafından verilen ihtilal hazırlığı haberi üzerine 16 Ocak 1958’de tutuklanmıştı. Menderes, daha iktidarının ilk ayında iki kez karşılaştığı darbe tehdidiyle bu kez daha kesif bir şekilde yüzleşiyordu. 6 ay süren mahkemeler sonunda sekiz subay serbest kalırken ihbarı yapan Bnb. Kuşçu iki yılla cezalandırıldı.
Erken seçim kararıyla mayıs elli sekiz seçimleri 27 Ekim 1957’ye alınmıştı ve seçim sonuçları geldiğinde demokrat parti azınlığın iktidarı konumuna düşmüştü, seçimi görünürde kazanmıştı. Şöyle ki DP %48 oy oranıyla 424 vekil çıkarırken CHP %41 ile bir önceki seçimlerde 31 olan vekil sayısını 178’e çıkarmıştı. 4’er vekil çıkaran Hürriyet Partisi ve Cumhuriyetçi Milet Parti’sinin de oyları hesaba katıldığında muhalefetin oyları iktidardan fazlaydı. Tehlike çanları DP için çalıyordu, bir anlamda sonun başlangıcıydı ve bu zamandan sonra da iktidar daha sert bir politika izlemeye devam etmişti. Aslında Yassıada’daki sayısız davaların temelini oluşturacak olan Anayasayı İhlal davasını meydana getiren birçok hadise de seçimlerden sonraki bu dönemde cereyan etmişti. Dediğimiz gibi iktidar ve muhalefet arasında seçimlerden önce başlayan gerilim hala devam ediyordu ve hava son derece sertti. Ta ki 17 Şubat 1959’ta Başvekil Menderes’i taşıyan uçağın Londra yolculuğu esnasında kaza yapmasına kadar. 5-11 şubat 1959 tarihlerinde Zürih Konferansı’nda Kıbrıs’ın durumu İngiltere-Türkiye-Yunanistan arasında müzakere edilmiş ve bağımsız bir devlet kurulması kararına varılmıştı. İmzalanan Zürih Anlaşması’nda sonra taraflar Londra Anlaşması’nı imzalamak üzere 18 Şubat’ı belirlemişlerdi. İşte Menderes’in uçağı bu amaçla yoldaydı ama bu kaza aralarında vekillerin bakanların gazetecilerin bulunduğu 14 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmış, Menderes mucize eseri kurtulmuştu. Bu durum siyasetteki o sert rüzgarı azıcık da olsa yumuşatmıştı. Menderes halk tarafından büyük bir muhabbetle ve özlemle karşılanmıştı. Tabi ki bu durum uzun sürmedi ve her şey eski haline döndü. Ordu’ya göre iktidarın yanlış politikaları işleri iyice çıkılmaz bir noktaya sürüyordu. Bu dönemde cereyan eden ve orduya için ihtilali kaçınılmaz kılan bir iki hadiseye baktıktan sonra darbe sabahına ve ardından Yassıada yargılamalarına geçelim.

Bunlardan biri Topkapı Olayları olarak adlandırılan, 4 Mayıs 1959’da İnönü’nün İstanbul ziyareti esnasında aracının durdurulması ve sonrasında halkın saldırısına maruz kalmasını kapsayan olaylardır. Daha fazla uzatmıyorum ve doğrudan iddianamede geçen kısmı alıyorum (zaman gazetesi mayıs’10): ‘’Sanık Celal Bayar ve Adnan Menderes, tek parti diktatörlüğünü gerçekleştirmek amacıyla ve muhalefetin görevini yapamaması yolunda yıllardır tatbik eyledikleri kanun, karar ve fiillere ilaveten, bu partinin mevcudiyetinin en önemli unsuru olarak gördükleri İnönü’yü öldürerek muhalefetin başını koparmak yollarını aradıkları, bu istikamette politikalarıyla anayasa dışına çıktıkları…  Bu politikalarını da Topkapı’da uygulamaya koyduklarını görüyoruz.’’

Bir diğeri Kayseri Olayları idi ve baş aktör yine İnönü’ydü. 2 Nisan 1960’ta Kayseri’ye hareket eden İnönü’nün treni güvenlik tedbirlerinin yeterli olmadığı gerekçesiyle durduruldu. Kendisinin şehre girmemesi yahut gerekli tedbirler alındıktan sonra girmesi istenmesine rağmen bu karara sert bir tepki gösteren İnönü yoluna devam etti. Ordunun gözünde hala Başkomutan olarak görülen İnönü’nün yolunun bu şekilde iki kez kesilmesi ve O’na karşı olayların vuku bulması tabi ki ordunun darbe sebeplerinden birini teşkil edecekti. Bu hadisede ordu ciddi anlamda tarafını seçmişti.

İhtilalden bir ay önce yani nisan 1960’ta DP, ahval böyle iken hiç yapmaması gereken bir şekilde CHP ve basının faaliyetlerini incelemek üzere bir tahkikat komisyonu kurdurdu. Basın üzerindeki baskı akıl almaz bir hal almıştı. (İktidarının ilk döneminde basın özgürlüğü ve demokrasi adına olumlu işlere imza atmış bir kadronun birkaç yıl içinde bu tarz kararlara vasıl olmasını anlamak mümkün görünmüyor. Belki ekonomik zorluklarla birlikte muhalefetin yarattığı panik, belki demokrasi tecrübesizliği, belki alınan yüzde elli küsur oyun verdiği güvenle ben bilirimci tavır… Bugün ile mukayese etmek amacıyla baktığımda ben, yüzde elli küsur oyla alınan bir desteğin iktidara aşırı güven verdiğini, sanki ne istersem yaparım havasına soktuğunu inkar edemeyeceğimiz kanaatindeyim.) Cuntacıların ifadesiyle bardağı taşıran son damlaydı. İnönü 18 Nisan 1960’ta mecliste orduya gerekli mesajları içeren şu cümleleri kurdu: ‘’Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır, bu yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam.’’

28-29 Nisan’da İstanbul ve Ankara’da öğrenci protestoları yaşanmış, bu olayları 555K (5 mayısta Kızılay’da) takip etmişti. Öğrenciler ‘’Kahrolası diktatörlük!’’ ve ‘’Hürriyet isteriz!’’ sloganları atıyorlardı. Olayların önü alınamıyordu. 21 Mayıs’ta Harbiyelilerin yürüyüşü artık kesinkes darbenin kendisiydi. Bu yürüyüş organizasyonundan cuntanın haberi yoktu. Kaldı ki yürüyüşten sonra Harbiye’nin taşınması kararı üzerine belki daha sonra yapılacak olan darbe için son ve kesin hazırlıklar tamamlandı. 27 Mayıs 1960 sabahı saat dört civarı Kurmay Albay Alpaslan Türkeş, ordunun yönetime el koyduğunu radyodan ilan etti.
Darbe haberini alan Cumhurbaşkanı Bayar giyindikten sonra salonda ne yapacağını bilemez halde beklerken onu tutuklamakla görevlendirilen Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı Albay Osman Köksal, Bayar’a istifa etmesini söylemiş, Bayar cevaben milletin kararıyla geldiğini ve gitmesinin de aynı şekilde olacağını söylemişti. Elindeki silahı önce askerlere doğrulttu sonra kendisine. Askerlerin ısrarıyla silahı bıraktıktan sonra diğerleri gibi Harp Okulu’na götürüldü.

Menderes ise haberi Eskişehir’de seyahatteyken almış, Kütahya’ya doğru yola koyulmuştu. Her ne kadar burada Valilik binasında direnmeyi düşünse de sonra vazgeçmiş ve tutuklanarak Harp Okulu’na konulmuştu.

CHP tarafında uzun zamandan beri bekledikleri ‘müjdeli’ haberi almanın sevinci vardı. Milli Birlik Komitesi (MBK) Başkanı Cemal Gürsel, İnönü’yü aramış, bir emrinin olup olmadığını sorumuştu. İnönü’nün cevabı şu şekildeydi: ‘’Büyük bir iş yaptınız, asıl ben sizin emrinizdeyim’’(zaman- 27 mayıs 2010).  Zaten birkaç gün sonraki MBK yemin töreninde İnönü de yer alacaktı.

Harp Okulu’ndan yargılamaların yapılacağı ve DP’lilerin türlü kötü muamelelere maruz kalacağı Yassıada’ya tahliyeler birkaç hafta içinde yapıldı. 14 Ekim 1960’ta başlayan duruşmalar 15 Ekim 1961’de sona erdi. Menderes ve arkadaşları 19 ayrı davadan yargılandı. 202 oturum yapıldı. 1100 sanık ifade verdi. Yargılama sırasında 6 sanık öldü. 15 kişi için idam cezası verilirken bunlardan yalnızca 3’ü uygulandı. 402 sanık müebbet dahil çeşitli cezalara çarptırılırken 135 sanık tahliye edildi.(zaman-27 mayıs 2010)

Yargılamalarla ilgili araştırma yaparken internette bazı ses kayıtlarına rastladım. Bunlar Menderes’in kendi ağzından savunmalarıydı ve tabi ki Başsavcı Altay Ömer Egesel ve Hakim Salim Başol’un aşağılamalarını da içeriyordu. Buna karşılık Menderes hiçbir şekilde nezaketi ve saygıyı elden bırakmıyordu. Her söz aldığında ‘Muhterem Beyefendi’  ‘Reis Beyefendi, bir konuya temas buyurmak istiyorum müsaade ederseniz’  şeklinde karşısındakilere hitap ediyordu.

Tutuklandıktan itibaren beş ay boyunca kimseyle görüşmesine izin verilmeyen ve özellikle adaya getirildikten sonra duruşmalara kadar kimseyle konuşmayan Menderes ilk duruşmasında sözlerine şöyle başlıyor: ‘Pek muhterem Başkan ve Yüce Divan, muhterem yüksek iddia makamı; sözlerime başlamadan önce not ettiğim müdafaamda tekrarlar, hatalar ve dil sürçmeleri olursa mazur görmenizi son derece istirham ederim.’  Gerçekten de adaya getirilen 120 özel askere eğitimleri esnasında konuşmamaları sürekli biçimde telkin edilmişti. Hatta konuşursan arkadaşının kurşunuyla ölürsün denilmişti. Nöbetçi subaylar ve askerler hiçbir şekilde konuşmuyorlardı. Hayatının son on senesini meydanlarda, mitinglerde, kalabalık meclislerde geçiren ve son derece iyi bir hatip olan bir insan için ne büyük bir eziyet olduğunu düşünebiliyor musunuz? Menderes de bunu şöyle ifade ediyor: ‘Hiç kimseyle konuşmamak ve 24 saat karşı karşıya bulunmak tahammül edilemez bir şeydir.’

Aslında duruşmalar başlamadan çok önce bu işi yapanlar Menderes’i asmayı kafalarına koymuşlar. Öyle ki idamlara ortam oluşturmak amacıyla ve belki de olası bir halk isyanını önlemek amacıyla Menderes’i önce halkın nezdinde küçük düşürmeye uğraştılar. Bazen bu kendisine yöneltilen bu şekildeki suçlamalara dayanamayan Menderes gözyaşlarını tutamıyordu. Bu amaçla Savcı Egesel, Menderes’i camiye abdestsiz gitmekle itham ediyor, Kadir Gecesi’nde camiye gitmesini ise sadece cemaatin arasında görünmek amacıyla ilişkilendiriyordu. Ve hatta Yassıada’da Kuran’ı abdestsiz okuduğunu söylüyordu. Tabi ki tüm bunlar akşam radyolarda ‘Yassıada Saati’ propaganda programında bütün Türkiye’de dinleniyordu.

Propaganda bunla sınırlı değildi. Adaya getirilmelerinden sonra şiddet gördüklerine yönelik haberleri yalanlamak maksadıyla bir gece tüm tutuklular ayağa kaldırılarak sanki ilk defa adaya geliyorlarmış havası yaratılan bir mizansenle filme alınıyorlardı. Menderes ve Bayar yemek yerken kayda alınıyor, dış ses arkadan ‘sofrada bir tek havyar eksik’ yahut Menderes’e ithafen ‘Poz vermeden edemez’ şeklindeki sözlerle aşağılıyordu. Öyle ki yıllar sonra Bayar, kızı Nilüfer Gürsoy’a bu filmler yüzünden intihar girişiminde bulunduğunu söylemişti. Bu propaganda filmleri sinemalarda gösteriliyordu.

Menderes ve arkadaşlarının bu ve bunun gibi birçok aşağılamalara maruz kaldılar. Yazmaya kalkışsak en az iki sayfa daha süreceğinden uzatmamak maksadı ile burada kesmek zorundayız.

Daha kararlar açıklanmadan, mahkeme sonlanmadan İmralı adasında hazırlıklar yapılmıştı. Darağaçları kurulmuş, mezarlar kazılmıştı. Son duruşmada idam kararları açıklanmıştı. Bundan sonrasını ben değil, Yassıada’da görev yapmış ve idamlarda bulunmuş bir asker olan Muzaffer Erkan anlatsın:

‘’Savcı Egesel, hakaret içeren konuşmalar yapıyordu. Son celse sonunda Menderes’e, ‘Ya Menderes, nasıl da ölüme çarptırıldın değil mi?’ gibi olmayacak cümleler sarf etti. Bir başbakana söylenmemesi gereken laflar söyledi.(…)Celal Bayar hiçbir zaman korkmadı. Beni kimse idam edemez, biz bu memleketin münevver adamlarıyız diyordu. İmralı’ya botla gidilirken Hasan Polatkan’ı teselli etmeye çalıştı. Polatkan’a, ‘Oğlum Hasan, üzülme. Yarın öbür gün bizi tahliye edecekler, bizi asamazlar.’ diyordu. Polatkan, ‘Beni asamazsınız, ben suçsuzum.’ diyordu. İmralı’ya gittik. Önce Celal Bayar’ı gardiyanlara teslim ettik. Her sanık, ayrı ayrı tek kişilik hücrelere koyuldu. Bayar ve Menderes’le 14 bakan o gece idam edilecekti. O gece telsizler çalışmadı. Ada komutanı Tarık Güryay, hücumbotla adaya geldi ve infazların durduğunu söyledi ama Zorlu ve Polatkan infaz edildi. İnfazların durdurulma emri Ankara’dan, Cevdet Sunay’dan geldi ama infazlar olacaktı zaten.(…)İçeride Adnan Menderes ve tabip tümgeneral vardı; Menderes hasta olduğu için idam edilmesine izin vermiyordu. Sonra İstanbul’a telefon ettiler, deniz hastanesinden başka bir doktor getirttiler. Yeni gelen doktor, Menderes’in burun deliklerine ve gırtlağına merhem sürdü, bir hap içirdi. Oradakilere,  ‘Birazdan düzelir.‘ dedi. Menderes iyi değildi, çok hastaydı. Verilen ilaçlarla biraz kendine gelir gibi oldu ama hala ayakta durmakta zorlanıyordu. O ilaçları verdikten sonra İstanbul’dan gelen doktor, ‘İdam edilebilir’ kağıdını imzaladı. Menderes’i alarak bota bindirdik; iki teğmen ve bir yüzbaşının yanındaydı. Yanındaki subaylara, ‘Nereye gidiyoruz?’ diye sordu. Subaylardan biri, ‘Seni deniz hastanesine, İstanbul’a götüreceğiz. Orada muayene olduktan sonra da Ankara’ya götüreceğiz. Çocuklarına, ailene kavuşacaksın.’ diye yalan söyledi. Menderes buna çok sevindi ve ‘Ne mutlu bana, kurtuldum.’ dedi. Fatin Rüştü’nün ve Hasan Polatkan’ın asıldığından haberi yoktu-İmralı’ya gelince durumu anlayarak yanındakilere,  ‘Yanlış yere mi geldik evladım?’ diye sordu. Yanındaki subaylar, ‘Hayır efendim, görevimiz bu.’ dedi. Menderes’in ellerini kelepçeleyip dinlenme salonuna aldılar. Üç saat başında nöbet tuttum. Bu arada Savcı Ömer Egesel geldi, Menderes’in ceketine ölüm fermanını astı ve ona, ‘Ya Menderes, aradığını buldun, sen de asılacaksın.‘ gibi alaycı laflar söyledi. Bir başsavcının bunu söylememesi gerekir. Sonra Menderes’i odadan çıkardılar. Ada komutanı Tarık Güryay, Menderes’in arkasından, ‘Hayırlı yolculuklar Menderes!’ diye bağırdı. Adnan Menderes, sehpaya çıktığında son sözleri şöyle oldu: ‘Türkiye’ye 10 sene başbakanlık yaptım. Türk tarihi sekiz senemi yazacak, son iki senemi de dalkavuklar. Oğlum Yüksel’in devlet tarafından okutulmasını istiyorum. Kaleminden altın damlasın, bizim gibi olmasın.’ Bu sözlerden sonra cellat taburesini indirdi ve Menderes can verdi. Uzun süre bir şey yememişti, midesi boştu. Sadece bir süre önce bir tane şeftali yemişti. Asılınca şeftalinin suyu, ölüm fermanı kağıdını ıslattı.”( internethaber.com 18.09.2012 tarihli haber)

Ne kadar uğraştılarsa da O’nun gibi bu milletin büyük sevgisine vasıl olmuş bir Başbakanı gönüllerden silemediler.

Bu darbe demokrasimizin ilk darbesiydi ama maalesef sonuncusu olmadı. Allah ülkemizi dikta rejiminden ve darbelerden muhafaza etsin diyerek yazımı sonlandırıyorum. Önümüzdeki haziran seçimlerinin huzurlu bir ortamda geçmesini ve ülkemiz için en hayırlı olacak bir biçimde neticelenmesini umut ediyorum.

http://kuresel.org/adnan-menderes-portresi/





Reklam veya Propaganda Bağlamında Türkiye’de  Siyasal Reklamcılık


3 CÜMLE 3 DÖNEM İKTİDAR ( 4 LÜ TAKRİR VE SONRASI )

 '' YETER ARTIK SÖZ MİLLETİNDİR '' VE  '' DEMOKRAT PARTİNİN KURULUŞU ''




Kavramsal Bir Değerlendirme: 


İkna etme ve ikna olma süreci insanların dünyadaki varlığıyla paralellik göstermektdir. Aralarında iletişim olmayan insanların  kullandığı ilk ikna 
yöntemi sert güçtür.(hardpower)  Bir başka deyişle, fiziksel gücü olanın istediğini karşı tarafa yaptırmasıdır. Bu yöntem güncelliğini korumakta, 
2008 yılındaki güney Osetya savaşı* olduğu gibi devletlerin güvenlik politikaları na bağlı olarak kullanılmaktadır. Bu klasik yöntemin dışında insanları yumuşak güç(softpower) ile ikna etme yani kendi rızalarıyla ikna etme yöntemi bulunmaktadır. Çalışmamız içerisinde İnsanları kendi rızalarıyla  ikna etme yöntemlerinden propaganda ve reklam kavramları incelenecek , Türkiye’deki siyasal reklamcılık kavramının anlamsal olarak yaslandığı reklam bağıntısı incelenip,siyasal reklamcılığın propagandayla ilişkisi Türkiyedeki “siyasal reklamcılık” örnekleri ile ortaya konmaya çalışılacaktır.

Siyasal reklam veyahut Propaganda

Yüzyılın başlarında herkes tarafında mucize ikna yöntemi olarak kullanılan propaganda artık sadece bir kimseyi kötülemek için kullanılmaktadır. Halbuki 2.dünya savaşında propaganda ikna yöntemi herkes tarafından kullanılır, Propagandayı sistemli bir şekilde yürütmek isteyen devletler ise Propagan  da bakanlığı kurmuştur.[1]
19.yüzyıl’daki ilk iletişim teorisyenleri politik ve ticari ikna oyunlarını  birlikte kullanmışlardır. Propaganda devlet adamlarının kamuoyunu iknasında ,
 reklam ise kamuyu ticari etkinliklere iknada kullanılmıştır.[2] Çıkış noktası olarak, ‘’Propagere’’kelimesinden gelen Propaganda kelimesi ilk olarak 16. Yüzyılda Katolik kilisesi tarafından Protestanlara karşı kullanılmış kilise içi dini bir terimdir. Kelime anlamı olarak “ bahçıvanın taze bir bitkinin filizlerinin yeni bitkiler üretmek için(bu yeni bitkiler kendi hayatlarını yaşamaya başlıyacaklardır) toprağa dikmesi anlamına gelmektedir. 
Konuyu Oxford sözlüğü, ‘’bir doktrin yada uygulamayı yaymak için desteklemek ya da tasavvurda bulunmak” olarak açıklamış,[3]  TDK* ise “Bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışma, yaymaca” olarak tanımlanmıştır.  Reklam ise Fransızca kökenli “réclame” kelimesindengelmekte, TDK ise reklamı “Bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol   “[4] Bir başka tanıma göre “bir ticari, sinai vb. Bir kuruluşu tanıtmayı ve harhangi malın satılını artırmayı amaçlamıştır.”Bu amacını gerçekleştirirken kitle iletişim araçlarını kullanmaktadır.[5]

Reklam ve Propaganda ile ilgili her iki tanımın tarihsel kökeni eski de olsa modern anlamdaki kullanımları kitle iletişim araçları ile gerçekleşmiştir. 
Ancak günümüzde propaganda kelimesi kullanılmamakta, politikacılar propagan da yaptıkları halde propaganda kelimesini kullanmaktan kaçınmaktadırlar. Bunun yerine reklam kelimesi kullanmakta, seçim dönemlerinde halkı ikna ederken yaptıkları propagandaya bile siyasal reklam demektedirler. Hatta seçim döneminde bir siyasetçi propaganda yaparken diğer bir siyesetçiyi,seçim kanununa göre yasal olmasına rağmen[6],  

Propaganda yapmakla suçlu olduğunu söylemekte, diğer politikacının meşru bir yöntem izlemediğini ifade etmektedir.Aslında Propaganda kelimesi nötr bir kelimedir[7] ve kullanılma amacına göre değişir, propagandaya karşı kötü algı oluşmasının en büyük etkisi 2. Dünya savaşında açık olarak kötü amaçlarla* Hitler’in yaptığı propagandalardır. Halbuki tanım ve uygulama bakımından reklam ve propaganda arasında bir fark yoktur. Çünkü reklam  sadece ticari bir amaçla, kaynağın hedeflediği amaç için, tüketiciyi ikna ettiğinden anlam kötüleşmesi yaşamamıştır. Yapılan tanımlamalardan reklamın da aslında bir ürün propagandası olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, siyesetçiler tarafından 
yapılan siyasal propagandaya siyasal reklam demek sadece propaganda kelimesinin kötü algısından kaçmak olacaktır.

Bir başka görüşe göre, reklamın propagandadan farklı bir ikna  yöntemi olduğu ile ilgili görüşler bulunmaktadır. Ancak reklam, tanım, teknik ve amaç bakımından propaganda ile aynıdır. Reklam propagandadan pazarlama yönüyle ayrılmaktadır.
Öte yandan, bir siyasal partinin ideolojisini halka tanıtmasını, anlatmasını ve o ideoloji ile  vaat ettiği hayatı, ticari amaçlarla ortaya çıkmış, reklam gibi yansıtmak küreselleşme ile gelen serbest piyasa ekonomisinin bir etkisidir. Siyaset endüstrileşmiş, bir pazarlama kampanyasına dönüşmüştür. Bu durum, siyaset algısının  da değiştiğini gösterir. Bir başka deyişle, siyaset ticarileşmiştir. Böyle olunca , Partiler ürün ,seçmen ise tüketiciye dönüşür. Ürünün sahibi yani parti başkanları, üyeleri ve paydaşları tüketiciye(seçmene) ürünü sattırmak için, para karşılığında reklam yaptırmaları siyasal reklam olacaktır.[8] Reklam, propagandanın tüm yönlerini kullanır ve yeni teknikler uygular. Ancak amaç itibariyle,ister ticari olsun, ister siyasi , propaganda ile aynı amacı paylaşır. Bir başka deyişle, reklam da bir propagandanın türüdür. Bu sebeple, siyasal “propaganda” veya “reklam” özü itibariyle aynı anlamı taşıyacaktır.
Sonuç olarak, reklam ve propaganda birebir özdeş olmamakla birlikte, reklam propagandanın bir türüdür. Kitlelerin rızalarının üretilmesinde, devletler demokratik ve daha şeffaf bir yönetime geçmesi, propagandada daha sofistike yöntemlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu amaçla da propagandanın sadece nazi ve stalin rusyasındaki gibi totaliter rejimlerde olduğunun algılatılması, siyasal reklam adında propagandanın devam etmesini sağlamaktadır.[9] Bu yöntem, ikna konusunda propagandadan daha masum gözüktüğü için , yöntemin alıcı gözündeki güvenilirliğini korumaktadır. Bu sebeple, siyasal reklamda siyasal propagandanın bir alt türü olmaya devam edecek, iktidara giden yolun temel dinamiği olacaktır.

Türkiye’de Siyasal Reklamcılık

Türkiye’de  1950 yılında çok partili yaşama geçilmesiyle CHP ve DP arasında rekabet artmıştır. Yalnız 1950 ve 1977 yılları arasındaki dönemde klasik propaganda araçlarından  basılı yayın ve radyo kullanılmıştır.  Bu sebeple, pazarlama stratejisiyle hazırlanan bir siyasal reklam yoktur. Ayrıca bu dönem içerisinde paralı propaganda yoktur. Bu dönemde, 2 slogan önemlidir.1950 yılındaki Demokrat Partinin seçin sloganı “ yeter söz miletindir”  ve  1973 yılındaki CHP genel başkanı Ecevitin “Karaoğlan” lakabı,  akılda kalıcılık bakımından başarılıdır. 1950 yılında DP tek slagonu “ yeter söz milletindir” olmuştur. Slagonu bulan ve afişi hazırlayan Teknik Öğretim Müşteşarlığında görevli bir memur olan Selçuk Milardır. Bu slogan, kendisinin Urfa’da bir şantiyeye sürgün edilmesine sebep olmuştur.[10] 1973 yılında ortaya çıkan Ecevit’in Karaoğlan lakabı ise Sivasın yıldızeli ilçesindeki bir nineye borçludurlar.[11]

Paralı Propaganda devri: 

Siyasal reklamlar Türkiye’de ilk siyasal reklam 1983 seçimlerinde uygulanmıştır. Resmi gazetinin 7 temmuz 1983 kararıyla gazetelerde paralı ilan yayınlatma hakkı tanınır. Bu dönemde özellikle Milliyetçi Demokrasi parti ve Anavatan partisi ajanslarla anlaşarak, siyasal reklam kampanyaları oluşturmuşturlar. MDP’nin reklam sloganları :” Dünü unutma Türkiyem, yarına güvenle bak.”, “Türkiye için Evet” şeklinde oluşturulmuş, Anavatan Partisi ise :” Sokaktan korkmamak güzel şey”, Kimse işsiz kalmayacak”, “Taş yerinde ağırdır” şeklinde seçim afişleri oluşturulmuştur.

1987 ve 1991 seçimlerinde siyasal reklam, lider imaj çalışmasına dönmüştür. Bu dönemde farklı bir yöntem izleyen lider, Turgut Özaldır. Özellikle TRT’de yayınlanan “icraatın içinden” programında düzenli propaganda yapma imkanı bulmuştur.

2002 seçimlerinde ise dikkat çeken partiler, AKP, MHP, CHP  seçim reklamları, afişleri, şarkıları ve sloganlarıyla  ciddi reklam bütçeli partiler olmuştur. “2002 seçimleri sonucunda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk yaşanmış, daha önceki dönemde TBMM’de bulunan siyasi partilerden hiçbiri 3 Kasım 2002 seçimlerinde seçmenden bekledikleri ilgiyi görememiş ve ülke barajının altında kalarak mecliste temsil edilememişlerdir.”[12] Ak parti 40 günde 68 miting yapmıştır. Ak partinin seçim kampanyalarını hazırlayan Alter ajans ise bu durumu: “Tayyip Erdoğan Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasi markalarından biridir.” Şeklinde açıklamıştır.[13] CHP ise Deniz baykal önderliğinde mitingler düzenlemiş, başarılı olunamamıştır. Bunun sebebi olarak daha önceki seçimlerdeki “ Ocağınıza incir ağacı dikicekler” sloganın etkili olduğu belirtilmektedir.

2007 ve 2011 seçimlerindeki siyasal reklamlara baktığımız zaman, 3 partinin siyasal reklam bütçeleri dikkat çekicidir. Bunlar, AKP, MHP ve CHP’nin reklamlarıdır. Böyle olmasında yüzde onluk barajına göre yapılan devlet yardımlarının da etkisi vardır. Bu iki seçim döneminde Akp iktidarını korumuş ve bu durum seçim sloganlarını etkileşmiştir. Akp daha çok istikrar vurgulu, icraatlarını anlatan afişler kullanmıştır. Özellikle “ haydi bir daha, bir daha bir daha” seçim şarkısı ve “hedef 2023” sloganları  bu durumu örneklemektedir. [14]Chp ise 2002 yılından beri, muhalefeti korumaktadır.  Seçim sloganlarında da özel konulara değinmiştir. Bunlar “intibak yasası, 2b sorunu ve yoksulluk maaşı” gibi konular olmuştur. [15]

Mhp’nin ise 2011 seçim sloganı “ Ses ver Türkiye” olmuştur. Mhp’de sosyal konulara ağırlık varmıştir. “yoksula aş, esnafa iş, hilal kart, helal kart” bunun örneklemektedir.[16]

2007 ve 2011 seçimlerinin bir başka özelliği ise siyasal partiler propaganda yaparken sadece siyasi reklam olarak klasik mecraların yanında internet ve sosyal medyayı kullanmaya başlamışlardır. Özellikle Twitter’ı kullanarak, interaktif bir etkileme süreci başlamıştır.


SONUÇ

İknanın öncesindeki inanma eylemini etkileyen kavramlar, algılamamızı etkileyen önemli etkenlerdir. Bu sebeple, reklam ve propaganda 
kavramlarının gerçek anlamları ve algılandıkları anlamlarını, birbirleriyle ilişkisini, siyaset çerçevesinde açıklamaya çalıştık. Bu bağlamda , 
Türkiyede’ki  seçim dönemlerideki siyasal reklamcılık örnekleri incelenmiştir.

KAYNAKÇA

1.QUENTIN, Pol. La Propagande Politique.Paris:Librairie Plon, 1943.
2.BROWN, J.a.c. Siyasal Propaganda. Çev., Yusuf Yazar. İstanbul:Ağaç yayıncılık,1992
3.ÇINARLI, İnci. Stratejik İletişim Yönetimi. İstanbul: Beta yayım dağıtım a.ş, 2009
4.DALKIRAN, Nesrin. Siyasal Reklamcılık. İstanbul:Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yayınları, 1995
5.ÖZKAN, Necati, Seçim Kazandıran Kampanyalar. İstanbul:Kapital Medya a.ş, 2004
6.UZTUĞ, Ferruh, Siyasal Marka. Ankara:Mediacat yayınları,1999
7.AZİZ, Aysel, Siyasal iletişim. Ankara:Nobel yayın dağıtım,2003
8.KALENDER, Ahmet. Konya:Çizgi kitapevi yayınları,2000
9.DI JORIO, Irene, POUİLLARD, Vérenonique. “Le savon, le président et le dictateur”, Vingtiéme siécle, Revue d’histoire, 3-9.

DUMAN, Doğan, SUN İPEKŞEN, Serçin. , “Türkiyede Genel seçim kampanyaları (1950-2002)”,Turkısh studies- International Periodical For The 
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/7 Summer:2013


*Güney osetya savaşı, Ağustos 2008 tarihinde Güney Osetya – Rusya – Gürcistan ve son olarak Abhazya‘nın katılımı ile aralarında gerçekleşen 
gerilim ve çatışmalarla başlayan savaştır.

**Türk Dil Kurumu

[1] Pol Quentin, La Propagande Politique(Paris: Librairie Plon,1943), 22.
[2] Irene Di Jorio et Véronique Pouillard, “Le savon, le président et le dictateur”, Vingtiéme siécle, Revue d’histoire, 3-9.
[3]J.a.c Brown, Siyasal Propaganda. Çev. Yusuf Yazar(İstanbul:Ağaç yayıncılık,1992), 11.
[4] Türk Dil Kurumu, “Güncel Türkçe sözlük,”Reklam
[5] Nesrin Dalkıran, Siyasal Reklamcılık ve basının rolu, (İstanbul:Türkiye Gazeteciler cemiyeti,1995) 1.
[6] Yüksek seçim kurulu, “seçim kanunu”
*Hitler, 2. Dünya savaşı öncesi, propaganda bakanlığı ile halkı savaşa hazırlamıştır.
[7] İnci Çınarlı, Stratejik iletişim yönetimi,(İstanbul:Beta basım yayım,2009)
[8]Şengül Özerkan, Yasemin İnceoğlu, iletişimde etkileme süreci,(İstanbul:Metinler matbacılık,1997)
[9] İnci Çınarlı, a.g.k,2009,25.
[10] Necati Özkan, Seçim Kazandıran Kampanyalar,(İstanbul:Kapital Medya Aş.,2004) 33.
[11] Necati Özkan, a.g.k,2004, 37.
[12] Doğan Duman, Serçin sun ipekşen, “Türkiyede Genel seçim kampanyaları (1950-2002)”,Turkısh studies- International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/7 Summer: (2013) 133.
[13] Doğan Duman, Serçin sun ipekşen, a.g.m.(2013) 134.
[14] Ak parti, “dosya arşivi”, önceki yıllara ait seçim şarkıları
[15] Cumhuriyet halk Partisi, “seçim 2011”, seçim bilboard ve raket reklamları
[16] Milliyetçi Hareket Partisi, “medya”,(Erişim:25.10.14), http://www.mhp.org.tr/mhp_index.php


http://kuresel.org/reklam-veya-propaganda-baglaminda-turkiyede-siyasal-reklamcilik/

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

..