25 Nisan 2015 Cumartesi

23 NİSANDA KABİNE DEĞİŞİKLİĞİ



23  NİSANDA  KABİNE DEĞİŞİKLİĞİ

Barzani, Başbakanımız olsun. 

BOP Eşbaşkanı Teccaldan nesi eksik, kökenleride topukcu Yakupun torunlarına kadar iner ikisininde? Hem çifte avrata izin verdi.
Talabani Cumhurbaşkanımız olsun. 

İnönüden nesi eksik kuklanın? Neymiş efendim, adam abd lilerle yatıp kalkıyormuş.
İnönü, abd askerlerine TBMM etrafına karargah kurdurmadı mı?
Milli Eğitimi 1948 de abd lilere teslim etmedi mi?
Talabani, Türklere kedi bilem vermem demiş, Eşkiyalara kol kanat germiş.
Eee, İnönü, Bağımsızlık Savaşımız karşıtları, iç düşmanlarla, Dolmabahçe Sarayının Bahçesinde, Barış Yemeği yemedi mi?
Hem, Talabani bizim eski vatandaşımız değil mi?

 Anayasaya bir delik açan, bankerler kanunu ile, hazineyi ilistire çeviren TÖın hurilerin ortasında kulağı çınlasın,  haramla dolu göbeği hoplasın.
Öcalan Genelkurmay Başkanımız olsun.

Herifcioğlu öğrenciliğinden beri, MİTin, afedersiniz yerli CIAnın, bir dediğini iki etti mi?

Öldürt dediler, geberttirmedi mi?
Güpe gündüz, dört yüz kadar kandırılmış, yoksul doğu köylüsü çocuklarını, Irakdan, hadi kurbanlar, Türkiyeye hücum.
Şimdi siz kesimlik kuzlar oldunuz demedi mi?
Bunun üzerine,
Bizim havada kendikendine düşen 13 fantomdan bazıları, bu müthiş düşmanlara karşı korkunç, ani bir hava saldırısı ile bu zavallı kürt çocuklarının üç yüz tanesinin cesetlerini, hamsi gibi yanyana dizilmiş olarak, boyalı basında hepimiz ibretle görmedik mi?
Bekka Vadisinde, ‘Kürtler, korkak, kalleş, cahil ve alçakları çok olan bir halk’ diyerek basına demeç vermedi mi? Hangi kürt genelkurmay başkanı bunu yaptı?
İnönü, Gürsel, Büyükanıt, Güneş, elini kudüsde taşın altına sokan Başbuğ?
Bunların hepsi, haçlı ordusu Natonun emrindeyiz demediler mi?
Adam hapisten ağrı kaş gözle, ışmarla eğitim verdiği çetesine, TSK daki ABD oğlanlarının eğitim verdiği askerlerimize karşı oldukça başarılı saldırılar düzenletiyor.
Düşünün bu kıymetli kürt vatandaşımız Öcalan,  ABD oğlanları generaller yerine,  Genelkurmay Başkanlığna yayılmış, göbeğini kaşıyarak emir yağdırıyor.
-Ulan, Bolu Dağ Komando Birliği ne bok yiyor? 

Hemen gitsinler, İncirlik Hava Üssünü yerle bir etsinler, hepsini toplayıp Akdamar Kilisesine doldursunlar, onlara ben gidip soracam, siz gardaşı gardaşa gırdırmaya galkarsınız ha!
Sizi tepe gözler sizi, kızılderili soykırımcıları, canlılar alemine iki atom bombası atmak ha, alın bakim bunuda benden.
-Ulan, şu Eğridir Komando Birliği ne halt ediyor, ha?
Pakistana, Afganistana işbirlikci hain yetiştiriyor ha.
Getirin ulan komutanlarını, sünnet edecem Ermeniyi.
Nedir ulan bu yurdun hali?

Sanki yer yarılmış yerin dibine girmiş, haçlı ordusu işbirlikci generalleri?
Çekilsin, ulan şu abdliler, israilliler vede İngilizler hem Ortadoğudan hemde Ortaasyadan,
Yoksa Hürriyet Anıtını, Beyaz Sarayın başına geçiririm,
İngiliz Avam Kamarasını, timsahlara yem ederim,
İsraillileri iki bin yıl geriye götürürüm, diye nara atar ve dediğini de yapar,
bu zamana kadar olduğu gibi, herifin arkasında nede olsa, kapı gibi CIA, FBI, Mossad, M16 ve Glodya var.
Adamın sırtı yere gelirmi, kucaktan kucağı hop hop atlıyor.
Bizim Generallerin Pabucunu Genelkurmayın damına atar, ihanette.
 
Leyla Zana Kültür Bakanımız olsun.

Kültür bakanlığını herşeyi ile iyi doldurur.
CHP nin ilbaşkanının, milletvekilinin, genelbaşkan adayının, Beyazitteki kuleye kızıl bayrak çeken sosyalistinin yaptığı kültürbakanlığını bir kalça hareketiyle geçer.
Ne demişti Yeşiller Milletvekili C. Rota.
-Rol yapma çekil.
Bizim Powerle ihanet anlaşması yapan Gülümüz var.
Diyarbakırlı Osman Fırça Atma Bakanımız olsun.
BOP Eşbaşkanı Teccala ve tüm hain devlet görevlilerine adam dümdüz gitti.
Demeye terbiyemin müsade etmediği bir dille adam milyonların kalbine tercuman oldu.
-Meclise gireriz, BOP Eşbaşkanınıda, çetesinide asarız!
-Bunula yetinmeyip,
Rockefeller Beslemesini, çarşaflı toplumcuyu ve çetesini de halleder,
erken seçim kararı alan milliyetçiyi ve çetesinide kendi ipiyle çeşni olarak asarız.
-Tüm özelleştirme adı altında yağmalanan, kamu mallarını alanıda, satanıda anasından doğduğuna pişman eder, Sorarız ulan,
Mal sahibi, mülk sahibi nerede ulan bunun ilk sahibi, uçlan ulan tapuları, diye.
İçişleri Bakanlığına Cemil Bıyık gelsin.
Tüm imam hatipleri, tamir edilen kiliseleri, özel üniversiteleri, kapatılan KİTleri tutuk evi yapar,
Son hainler meclisi üyelerini,
Tüm parti il başkanlarını ve çetelerini,
Nato eğitim birimlerinde eğitilen, ajan polis ve generalleri, Tüsiad üyelerini doldurur içeri.
Yargılıyacak, savcı ve hakim bulmakta güçlük çekmez.
Silivridekileri hemen oraya atar.
Evet, amaç devlet ise,
İçte Türk Devleti,
Dün olduğu gibi, bu günde onun bunun elinde.
Ha onalar, ha bunlar ne fark eder?
Dil işine gelince, biz Türkler ganayak milletiz.
Kürtcede öğreniriz, önce yedi Kürtce şivesinin, ağzının hangisini öğreneceğiz?
Antalyadaki yahudi kökenli 200 bin alman, 200 bin ingiliz, 200 bin rusda kürtçe herhalde öğrenecekler. Yoksa hep beraber ibranice mi öğreneceğiz?
Hem osmanlı döneminde devlet dili Türkçe olmadı da ne oldu, sazımız sağ olsun, türkülerimiz susmasın.
Yeterki ayrılık olmasın!

Ölüm Allahın emri.
Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar,

28-29 kere sıçrar mı?
El kaşığı ile çorba yiyenin ağzı yanmaz mı?
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış,
Hırant Dinki bu dünyadan kovdurdu, topukcu Yakupun torunları ve uşakları,’ halimize bakında ibret alın’ dediği için!
Tüm silah fabrikalarının kapandığı bir dünyada, Mutlak barış içinde hep beraberce yaşamak dileklerimle.
Saygılarımla,
 İsmet Aydemir,


21 Nisan 2015 Salı

İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜKLERE AYKIRI BULARAK KALDIRILMASINA KARAR VERMİŞTİ.






AİHM, TÜRKİYE’DEN BİR ALEVİ YURTTAŞIN TALEBİ ÜZERİNE, ZORUNLU DİN DERSİ UYGULAMASINI, 


İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜKLERE AYKIRI BULARAK KALDIRILMASINA KARAR VERMİŞTİ.

Son derece sahtekâr bir demokratlıkla 12 Eylül’ü yargılayıp, zorunlu din dersinin, bir 12 Eylül faşistliği olduğunu görmezden gelen iktidar yetkilileri, “Matematik, fizik zorunlu oluyor da din dersi niye zorunlu olmasın” gibi kendilerine yakışır akılcılıkta(!) cevaplar yetiştirdiler. 
Sonra da AİHM’ye “isterlerse Alevilere de Alevilik öğretiriz” mealinde pek akilâne(!) tezlerle itiraz ettiler. Ama reddedildiler. 
Aynı iktidarın 2006’da yayımladığı Nüfus Hizmetlerinin Uygulanmasına Dair Yönetmelik’te (m. 82) “Aile kütüklerindeki din bilgisine ilişkin talepler, kişinin yazılı beyanına uygun olarak tescil edilir, değiştirilir, boş bırakılır veya silinir” hükmü var. 
Pek çok yurttaş bu hakkı kullandı. Kaytarmadan araştırılsa, nüfus müdürlüklerine başvurarak kimliklerindeki “dini” bölümünü sildiren, boş bırakan, değiştiren vatandaşların sayısı hakkında, “yüzde doksan dokuzu Müslüman, yüzde 70’i muhafazakâr” sakızını çürütecek şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıkabilir. Böyle bir ülkede böyle bir uygulamaya cesaret edebilen şeriatçı bir iktidarın, din dersinin tercihe bağlı olmasına bu kadar karşı olması tuhaf.

Yasalar herkes için eşit mi? 

Ama zorunlu din dersine veya zorunlu din dersinde ısrara karşı çıkanların da konuyu sadece Sünni-Müslüman olmayanlar ve genellikle Aleviler üzerinden tartışması daha da tuhaf. 
Bu ülkede kanunların mülkiliği ilkesi geçerli: Usulüne uygun olarak parlamentodan çıkıp yürürlüğe giren bütün yasaların ülke sınırları içindeki herkese eşit olarak uygulanması gerek. 
Ama “din dersleri Sünniler için olabilir; Aleviler veya Müslüman olmayanlar için mecburi olmasın” gibi bir hava var.

Şeriatçıların inadı 

İktidar dahil şeriatçıların zorunlu din dersi inadını izah etmek mümkün. 
Ama zorunlu din dersine karşı olanların hassasiyetinin sadece Alevilerle, Hıristiyanlarla, Musevilerle vb. ilgili olması o kadar kolay izah edilemiyor ve anlaşılmıyor. 
Bir Sünni Müslüman da “ben din dersi okumak istemiyorum” diyemez mi? Özgürlük, demokrasi, Sünnilere lazım değil mi? Sen hakkı eşit olarak ver, istemeyen kullanmasın. 
Devleti yönettiklerini sananların sadece Alevileri, hele Müslüman olmayanları değil, Sünniler dahil hiç kimseyi, cennetlik Sünni Müslüman yapmak gibi bir görevi, yetkisi yok.

Din dersi zorunluluğu 

Din dersi hiç kimse için zorunlu olmamalıdır. 
Nasıl imam hatip okumanın bir hak ve özgürlük olduğu söyleniyorsa, Sünni Müslümanın dahi hiç din dersi okumamasının, hatta dinsiz olmasının da aynı saygıya layık bir hak ve özgürlük olduğu kabul edilmelidir. Mahalle baskısı zaten var; kanun metninde bari bu hak olmalıdır.

Demokrasiye ters 

İnsanlık için iyi, güzel olduğu kafalara dan dan vurulan demokrasinin, özgürlüklerin, sadece mağdur oldukları “Allah’ın emri” sayılan gruplara layık görülme saplantısından artık vazgeçilmelidir. 
Bu da çok yaralayıcı, ilkel, hatta “vahşi” bir ayrımcılıktır. 
Demokrasi, özgürlük, ne Amerika’nın Ortadoğu’da yapmak istediği gibi döve döve, insanları birbirine kırdıra kırdıra getirilir; ne de böyle ayrımcılık mantığıyla tartışılır. 

AİHM kesin bir kural koyuyor: 

Din dersi hiç kimse için zorunlu olamaz! 

Uygarlığa, demokrasiye, özgürlüğe “sadece şunlar layıktır, gerisi önemli değil” diyecekseniz, “Medeniyetler Çatışması” ukalası, kendini beğenmiş Huntington’tan farkınız yok demektir.  

Ali TARTANOĞLU 

Gazeteci Kaynak :
www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/235657/AKP_icin_Ruzg_r_Tersten_Esiyor.html



Ali TARTANOĞLU,  KİMDİR..



1954, Karaman

ÖĞRENİM

Konya Gazi Mustafa Ke­mal İlkokulu, Konya Maarif Ko­­leji, Ankara Üni­versitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (1977).
ÇALIŞMA YAŞAMI

Kamu
Bayındırlık Bakanlığı (memur), Yerel Yönetim Bakanlığı (müfettiş), Devlet İstatistik Enstitüsü (memur), Turizm ve Tanıtma Bakanlığı -daha sonra Kültür ve Turizm, sonra yine Kültür Bakanlığı-(müfettiş), memuriyetten (1978-1983) istifa. Yeniden memuriyet: 2002, Kültür Bakanlığı (Milli Kütüphane – Kültür ve Turizm Uzmanı), 2008 TBMM.
Özel sektör:
Ekinciler Holding (yatırım danışmanlığı - 1983-84).
Gazetecilik:
Yeni Halkçı (Ankara) ve Konya’nın Sesi gazeteleri: Köşe Yazarı (1974-1978)
İran Resmi Haber Ajansı (IRNA) (1984-86), Tercüman (1986-87, 89-90) ve Tur­kish Daily News (1987-88) ga­ze­te­le­ri: Diplomasi muhabiri.
Anadolu Ajansı: Bağ­dat tem­silcisi. (1988-89).
Radyo An­ki.: Haber müdürü ve program yapımcısı. (1990-94).
Ankara Bülteni ve Bizim Gündem dergileri (Ankara Büyükşehir Belediyesi yayın or­ga­nı): Yazı İşleri Müdürü. (1992-94).
Uğur Mumcu Vakfı: Yayın yönet­men­i. (1995-98).
Anti dergisi (Yunan): Ankara temsilcisi (1991-2000.)
Bursa Olay: Köşe yazarı (1994)
Ayrıca 1997’den bu yana Uğur Mumcu Vakfı Araştırmacı Gazetecilik seminerlerinde “Uğur Mumcu’nun Hayatı, Kişiliği ve Gazeteciliği” konusunda ders veriyor.
YAZILARI

İlk yazı: Yeni Halkçı gazetesi (Ankara, 1974).
Şiir: Abece (Ankara), KARŞIN Edebiyat (Ankara), Bay (Prizren-Yugoslavya) 
Öykü: Sesimiz (Ankara).
Deneme: Anadolu Ekini (Ankara), Çağdaş Türk Dili (Ankara), Düşün (Kon­ya), Sesimiz, Karşın Edebiyat.
Makale, köşe yazısı, dizi yazı: ADA Kentliyim, Ankara Bülteni, ANKARA Der­gisi, ANTİ (Yu­nanistan), Bizim Gündem, Bursa Hakimiyet, Cumhuriyet (İstanbul), Çağdaş Basın, Ça­lış­ma Ortamı, Düşün (Konya), Exim Pazar, Konya’­nın Sesi, Kuvayı Milliye, Mü­dafaai Hukuk (Antalya), MK, Mülkiye, Mülkiyeliler Birliği, Mülkiye Bülteni, Yeni Hayat, İlk Kurşun,www.heddam.com

KİTAPLARI (Çeviri)

1- “Kirli Ger­çek­ler” (Michael Parenty, Dirty Truths, İmge Yayınevi, Ankara, 1997).
2- “Tarihçinin Toplumsal So­rumluluğu” (yedi tarihçinin makaleleri, The Social Responsibility of the His­to­ri­an, İmge Yayınevi, Ağustos 2001).
3- “İlerleme ve Sonrası” (Norman Birnbaum, After Progress, Dost Kitabevi Yayınları, Haziran 2002.)
4 – “Avrupa Tarihi” (Norman Devies, A History for Europe, İmge Kitabevi Yayınları, 2006 Ankara. Dört çevirmenden biri, yayınevi ile anlaşmazlık üzerine imzasını çekti.)
5- “İktisat Düşünürleri” (Robert Heilbroner, Worldly Philosophers, Dost Kitabevi Yayınları, birinci baskı Eylül 2003, üçüncü baskı Nisan 2013, Ankara.)
KİTAPLARI (Telif)

1- Aşktadır Dervişlik, Şiirler, 2011 Ankara…
2- Irak, Saddam, Körfez (Çark Kitabevi Yayınları, 1991, Ankara).
3- Baskın “Basın”ın Mı? (Çağdaş Gazeteciler Derneği Yayınları, 1994, Ankara).
4- Yalnız Adam Mustafa Kemal (1. baskı: Öncü Yayıncılık, 2002, Ankara. 2. Baskı Barana Yayınları, 2008, Ankara).
5- Tür­ki­ye’­de Devlet Eliyle Yabancı Dil öğretimi, KMKD Yayınları No.1, 2005, Ankara.
6- Korkma, Referans Yayınları, 2005 Ankara.
7- Avrupa’dan İnme Demokrasi… Dikkaaaat!. Demokrat Olunacaaak!!!.. Referans Ya­­yın­ları, 2005 Ankara.
8- Yerel Yö­ne­tim­ler ve Rad­yo Yayıncılığı (Derleyen, Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayını, 19­93, Ankara.).
9- Uğur Mumcu’ya Armağan (-yayına hazırlayanlardan.- Çağdaş Ga­ze­te­ci­ler Der­ne­ği Ya­yını, 1994, Ankara).
10- Basın Gün­cesi (-yayına hazırlayanlardan.-Çağdaş Gazeteciler Derneği yayını, 19­94,­ Ankara).

Sürekli Basın Kartı sahibi,

İki dönem Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Sekreter Yardımcılığı görevini yürüttü.
Balkan Gazeteciler Konfederasyonu kurucu yönetim kurulu üyesi.
Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ-FIJ) üyesi
Mülkiyeliler Birliği üyesi.

Evli, iki çocuk babası.


...

Çankaya Dolaylarında Bir Vaşington Türküsü





Çankaya Dolaylarında Bir Vaşington Türküsü 


Ali Tartanoğlu 
09.02.2015 5:00   




Moskova'da çarların bile sızım sızım kemikleri Lenin'i teselli ediyor Petro!



İşçi tulumu, ezik teslim bayrağı
Şimdi Kremlin burçlarında
Marks, şaşkın!

Mavi çiçekli pembe gerdek çarşafı değil işçi tulumu
liberal Amerikan soysuzluğunun yatağındaki.

Sözde barış ve silahsızlanma ekiyorlar
dünyanın rahmine Buş'la Gorbi

Şu çile çile yüzü, ağar ağar saçı
paçavra paçavra giysileri
mavi mavi sönen gözleriyle
Kızıl Meydan'da dilenen ihtiyar teyzecik
işçi anası bir işçiydi gerçi
Ama ne gam!..
Perestroyka akıyor ya Moskova ırmağından
Vals mavisi zehirli sanayi yeşiline döndü ya Tuna'da
Budapeşte çoktaaan glasnost ya
"Acı ilaç" buyurdular ya ekonomüştler, zerdüştane

...perestroyka, glasnost, liberalizm ihracat, kredi, ticaret, akreditif
küreselleşmenin altın çağı...
akıyor ya dünyanın gettolarına
Bush'la Gorbi'nin dosyalarından
Artık daha bol ve ucuz Macar dilberi
Margit adasının liberal turistlerine;
daha bol ve ucuz ciklet, naylon çorap, adidas ayakkabı
Macar dilberlerine

Gerçekteyse, beyinlerde cehennem üşümesi
Yürek dökülüyor lağımlara si-en-en vidanjörlerinden

Atlanmamış çağların
düş ötesi ve aydınlık kuytularına büzülüp sinmiş
amerikanca bilmeyen ve hala akabilen sular,
açabilen çiçekler, yakabilen ateşler
hala okşanabilen çocuklar, doğurabilen kadınlar
ve hala sevebilen erkekler

Dolarla amerikanca kucaklaşırken bilgisayar
Kan kırmızı bir şehvetle sarılırken savaş teknolojiye

inanılmaz çıplak
ve akıl almaz yalnızlıklarının üstüne
giymişler Bolu dağlarını binlerce kömür akı adam
yürüyorlar yarık ayaklarıyla
Yorgunluklarını, emeklerini, inançlarını büyüterek

Hüdayda değil
ALLLÇAKKK!!
çalıyor sazlar Çankaya dolaylarından

Kısır çöl kişniyor taze kısrak oynaklığıyla
Mıncıklanıyor günde on bin kez
humuslanıyor erkek bombaların öldüren aşkıyla

Fizik, kimya, metal,
     asit, çelik, barut ve petrol
          kol, bacak, kan, korku, dehşet
                 uluslararası hukuk, bilim, teknoloji
                                                                  ve AHHH!..
                                                                             lakk!..

Çöl değil, artık ölüm yeşerebilir
Amerikan gübreli, Birleşmiş Milletler sulamalı
Arap çukurovasında

Lodos değil
ALLLÇAKKKK!
esiyor hava
Çöl değil kan fırtınası
Vaşington üzerinden

Aranırken ak gövdeli analarını
kara, kocaman gözlü bebeler
kapkara bir dehşetin uçuştuğu
Mezopotamya yıkıntıları arasında
Kara bomba bulutlarıyla çıldırırken
ak tenli kara talihli Ümmü Mustafalar,
Halide binti Ali’ler
kucaklarında ve düşlerinde ölen bebeleri
ve kara bıyıklı erkekleriyle
Kirletirken Dicle'yi Doğu'nun saddamlığına gizlenip
aşüfte Apaçelerin kıçından dökülen
uğursuz Batı namussuzluğu

Kopmuş bacağını sıvazlayıp duran
gazi yüzbaşı Hasan Müeyyed
bir uygar bombanın Dicle'ye gömdüğü
Cumhuriyet köprüsünün altında
Şimdi artık bir muvazzaf DELİ!

sayısız çiçek yürekli
Yürek yürek ağlarken güzelim Bağdat'a,
Şuh bir karabasan dellenmesiyle
kadın asker Melisa çökmüş
hi-ç-okmilyon satışlı Buştiyet sayfalarına


Ali Tartanoğlu
(Aşktadır Dervşlik, s.23, Ulus Dağı Yayınları, Ankara 2012)

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/cankaya-dolaylarinda-bir-vasington-turkusu-ali-tartanoglu/1816


.

Divan Şairleri İlericiydi!





Divan Şairleri İlericiydi! 


 Ali Tartanoğlu 

Divan Şairleri ve Günümüz Gericileri! 
11.01.2015 1:00    






Divan Şiiri, ilginç ve etkileyici özelliklerle doludur. Çok dikkate değer özelliklerinden biri, yüzyıllar öncesinin tutucu koşullarını aşmak için sergilediği "kanuna karşı hile"dir.

Divan şiirinin temel felsefesi, dünya görüşü "tasavvuf"tur!.. Aşk vardır. Ama bunun, erkek şairler açısından bir "kadın" olduğu her zaman anlaşılmaz. Ve nihayet üç varlığa seslenilir genellikle: Tanrı, padişah-sultan ve yar!...

Bunları açalım biraz.

Malum, tasavvuf felsefesi, bir bakıma, Hallac-ı Mansur'un "En el Hak" (ben Tanrıyım) sözlerinde ifade bulan tanrı-insan özdeşliğine dayanır. Tanrı, evrende kendisinden başka hiçbir şey yokken, varlığını, gücünü, güzelliğini göstermek için taşı toprağı, suyu ateşi, börtüsü böceği, çiçeği ve insanı ile evreni yaratmıştır. "Hüsn-ü mutlak", “vücud-u mutlak" kavramları bu şekilde açıklanır.

Hallaç Mansur'un "en el hak"ı neyse, Mevlana'nın ölümü bir düğün, sevgiliye kavuşma olarak değerlendirmesi de odur. Burada sevgili, "Tanrı"dır. Mutasavvıfın "Allah"ı, kaba sofunun yakan, cezalandıran, el kesen, recm eden Allah değildir. Tersine O, kendinden bir şeyler katarak yarattığı şeyleri doğal olarak sever; çünkü onlar nihayet kendisinin parçaları, yansımalarıdır. Baba ve ananın çocuğunu, çocuklarını sevdiği gibi…

Yaratılmışlar da, Tanrı’dan korkmak bir yana, aynı doğallıkla onu sever, hatta ona aşıktır. Tanrı o yaratılmışların, Mevlana'da olduğu gibi "sevgili"sidir hatta!..

Mutasavvıf için "aşk", yine doğal olarak Tanrı'yla bitmez; öteki yaratılmışları da kapsar. Çiçeği, suyu, ateşi, böceği, toprağı, hayvanıyla doğayı ve nihayet insanı da sever, sevmelidir. Çünkü bu yaratılmışların hepsinde tasavvufun "en el hak" anlayışı gereğince bir ortak payda, adeta bir ilahi “kardeşlik" vardır. Hatta diyebiliriz ki, hepsi bir bakıma aynı atanın çocukları gibidir zaten.

Bu yaratılmışların hepsinde, parçası, yansıması oldukları Tanrı'nın güzelliği de vardır (hüsn-ü mutlak). Ses bayrağımız, güzel Türkçe'mizdeki "Güzel sevmek sevaptır" sözünün temelindeki anlayış bu olsa gerektir.

Mutasavvıf için çiçek güzeldir, su güzeldir, toprak güzeldir, taş güzeldir, dağ, deniz, eşek, köpek, yılan bile güzeldir; elbette çocuk, erkek, kadın = insan güzeldir. Çünkü Tanrı'dan gelmişlerdir. Güzel sevilir. Öyleyse sevmek güzeldir, AŞK güzeldir.

(Bunu, Kızılderililerin doğa sevgisine, eski Türklerin doğa sevgisine dayalı Gök Tengri’de simgelenen din anlayışına benzetmek pekala mümkündür.)

Tasavvufta içtenlikli bir Tanrı sevgisi, bağlılığı vardır; ama bağnaz bir "ibadet Tanrıcılığı", hele “korku”, yoktur. Bizatihi insanı sevmek en büyük ibadettir; çünkü böylece Tanrı da sevilmiş olmaktadır. İbadet de nihayet Tanrı'ya teşekkür etmek, bağlılık sunmak değil midir zaten?!..

Bu nedenle mutasavvıf da bir Müslüman olmakla, şekli ibadet koşullarını yerine getirmekle birlikte bunu hiçbir zaman abartıp, Tanrı sevgisinin ön koşulu haline getirmez. Sözünü bile etmez. Sadece yapar. Hele hele Tanrı sevgisi, Tanrıya bağlılık, asla sadece kuru ibadet demek değildir mutasavvıf için.

Nitekim Mevlana, Konya çarşısından geçerken duyduğu, demircilerin örs üzerinde demir döverken yarattıkları tıkırtının ahengiyle cerbezeye geçip sema etmeye başlamıştır, o tıkırtıların ritmine uyarak. Yani, Mevlana ve daha geniş anlamda Mevlevi için sema da (ki tıpkı Alevilerin semahı gibi bir tür müzik eşliğinde dans olan) bir ibadettir. Çekicin, Mevlana’yı coşturan örs üzerindeki o özel ritimli tıkırtısı, zaman içerisinde müziğe dönüşmüş, başta Klasik Batı Müziği eğitimi almış Türk sanatçılar olmak üzere Batılı sanatçılar tarafından dahi hayranlıkla saygı duyulup takdir edilen muhteşem Mevlevi ayinleri işleğinde sema edilmiştir. O Mevlevi ayinleri ki, her biri yine bu yerli ve yabancı sanatçılarca da kabul edildiği üzere dört başı mamur birer “Senfoni”dir.

Akape iktidarı döneminde dinler arası diyalog, Mevlana’nın doğumunun 800’üncü yılı takiyyeleriyle bir yandan güya sahip çıkılır görünürken, öte yanda çiçek pasajı meyhanelerinin birkaç sazdan oluşan ve masalara yaklaşıp arzuya göre icrayı sanat eyleyen sokak sanatçıları misali, Konya lokantalarında arzuya göre masalara “spesiyal” gösteri yapan semazenler utancı bir yana, Anadolu insanının, Batı’ya bakıp “bizden adam olmaz” demesine bu anlamda da hiç gerek yoktur. Mevlevi ayinleri ile Batı Klasik müziğinin senfonileri en azından yaşıttır.

Semazen, müzikle, hatta müzik eşliğinde Batı’nın “bale”sine taş çıkartacak bir dans eşliğinde ibadet eder, Tanrı’ya bağlılık ve sevgi sunar. Oysa malum olduğu üzere yobaz Müslümanlık taciri için, tıpkı resim ve başka pek çok medeni ve insani faaliyet gibi müzik de, hele dans da “günah”tır!..

Bunun dışında, mutasavvıf için insani sevgi, doğal ve kaçınılmaz bir gerekliliktir. Sevgi bir gönül işidir. Gönül ise, mutasavvıf için Tanrı katıdır, Tanrı mekanıdır, hatta Kabe’dir. Ne güzel anlatmış bunu Yunus:

“Gönül Çalabın tahtı
Çalap Gönül’e baktı
İki Cihan Bedbahtı
Kim Gönül yıkar ise”

Divan şiiri, tasavvufun bütün bu çözümlemelerini son derece ustalıklı bir şekilde kullanmıştır. Yukarıda divan şairinin tanrı, padişah-sultan, yar şeklindeki muhataplarından söz edildi. Buradaki padişah ve sultan 1) bizatihi Tanrı olabilir.

“Cana meylin var ise hükmeyle teslim eyleyem
Padişahım ben senin bir bende-i fermanınam
Bin can olaydı kaş men-i dil-şikestede
Ta ki her biriyle bir kez olaydım fida sana"

derken, divan şairinin seslendiğinin kim olduğu “padişahım” sözcüğüne rağmen belli değildir. Adı üstünde, hakikaten bir hükümdarı kast ediyor olabilir.  Doğrudan Tanrı’yı kast ediyor olabilir. Yine Fuzuli’nin,

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır

veya

Ya rab belayı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem bela-yı aşktan etme cüda beni

dizelerindeki, doktora “ben çektiğim ıstıraptan şikayetçi değilim, sakın beni tedavi etmeye çalışma, asıl o zaman helak olurum” dedirtecek kadar derin, yoğun aşkın muhatabı kim olabilir? Hangi kadın?.. Sevgilisinden yüz bulamadığı için derin acılar içinde kıvranan hangi aşık, kendisini iyileştirmeye gelen doktora “çekil git başımdan” der?

Yobaz ibadet tanrıcılığı değil, inceden inceye Tanrı, Çalap sevgisi söz konusuysa der!. Divan şairinin tasavvufu, mutasavvıflığı budur, böyledir. Çünkü ölmeden Tanrı’ya kavuşulmaz. Tabibin tedavisi ise bu süreci uzatacak, kavuşmayı geciktirecektir. Öyleyse çekip gitmelidir.

Zaten Divan şiirinde aşk acısından, yani sevgiliye kavuşamamanın verdiği acıdan hep bir memnuniyet söz konusudur. Böyle bir memnuniyet ifadesi varsa, biliniz ki sözü edilen aşk, Tanrı’ya olan aşktır.

Öyle sermestim ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimim, sâkî olan kimdir mey ü sahbâ nedir
Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterim
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir

dizelerini de aynı şekilde yorumlamak mümkün. Bir başka örnek.:

Efendim pâdşâhımsın kime varıp edem şekvâ
Bana çok cevr u zulm etdin sana senden şikâyet var

Buyurun! Kim bu padişah? Sevgili mi, bildiğimiz padişah mı?
Padişah ve sultan 2) bizatihi içinde bulunulan dönemin taht ve taç sahibi padişahının, sultanının ta kendisi de olabilir. Baki'nin, Nedim'in şiirlerinde, methiyelerinde, kasidelerinde olduğu gibi… İşte Fuzuli’den bir Murabba:

Değer her dem vefasız çerh yayından bana bin ok
Kime şerh eyleyem kim mihnet ü enduh u derdim çok
Sana kaldı mürüvvet senden özge hiç kimsem yok
Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım

Fuzuli’nin buradaki muhatabı artık açıkça “devletli sultan”dır. Düpedüz ihsan istemektedir. Ama samimiyete bakın!.. Sanki bir sevgiliye seslenmektedir.

Kasideler de daha çok, şairin bir devlet büyüğüne, padişaha, sadrazama, hatta bir “vali paşa”ya övgüsüdür aslında. Ama o kadar abartılıdır ki, sanırsınız çılgınca aşık olunan sevgiliye serenattır. Nedim’in,

Bu şehr-i Sitanbul (İstanbul şehri) ki bi misl ü behâdır (paha biçilmez)
Bir sengine (taşına) yek pâre (bütün) Acem mülkü (İran) fedâdır

dizeleriyle başlayan ünlü İstanbul Kasidesi, bir yandan da dönemin sadrazamı İbrahim Paşa’ya bir methiyedir. Nitekim eski metinlerde şiirin adı “Kaside der vasf-ı İstanbul ve sitayiş-i Sadrazam İbrahim Paşa”dır.

İstanbul’un evsafını mümkin mi beyân hiç
Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır
(İstanbul’un niteliklerini anlatmak mümkün mü hiç
Asıl amaç, lütuf sahibi sadrazama övgüdür)

Padişah ve sultan, nihayet bizzat "sevgili", yani kanlı canlı bir kadın da olabilir!.. (Kadın divan şairleri de vardır. Ama onlar, bu “muhatap”larla asla kanlı canlı bir “erkek”i kast etmemiştir. Tıpkı günümüzün modern “ladini” kadın şairleri gibi!!!...)

Kimi zaman bu kanlı canlı "kadın sevgili", kara saçlarından, kara gözlerinden, ela gözlerinden, kalem gibi parmaklarından, elma yanaklarından, gül dudaklarından, boyundan posundan, endamından söz edilerek açıkça belirtilir. Anlaşılır.

Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır
Handa olsam ey perî gönlüm senin yanındadır

(Gönül kuşunun yuvası, dağınık saçlarındadır. Ey peri, nerede olursam olayım gönlüm senin yanındadır.)

Ey gül ne aceb silsile-i müşg-i terin var
Ve’y serv ne hoş cân alıcı işvelerin var
Leblerin tek la’l ü lafzın tek dür-i şeh-vâr yoh
La’l ü gevher çok lebin tek la’l-i gevher-bâr yoh

(Dudakların gibi yakut, sözün gibi değerli inci yok; gerçi yakut ve mücevher çok ama dudakların gibi mücevher yağdıran yakut yok)
      
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su

(Nasıl sarhoşa şarap, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben de senin dudağını özlüyorum, sofularsa kevser istiyorlar.)

Baki, Fuzuli’den geri kalmaz.

Bezm-i şevkün içre devr eyler felek bir câmdur
Câmda bir cür' adur aşkun şarabından şafak

(Ey sevgili; felek seni arzulamanın meclisinde dönüp dolaşmakta olan bir kadehtir. Şafağın kırmızılığı ise, senin aşkının şarabından o kadehin dibinde kalmış bir yudumdur.)

Bunlar da çapkın Nedim’den:

Bakıp o şûh ile nâz û niyâza meşk ederiz
Gülün tebessümüne bülbülün terânesine
........
Bir şeker hândeyle bezm-i şekvâ câm ettin beni
Nîm sun peymâneyi sâkî tamam ettin beni
........
Ayağın sakınarak basma aman sultânım
Dökülen mey kırılan şişe-î rîndân olsun

Hatta Nedim’in burada bu kadar ateşli bir şekilde seslendiği sevgilinin bir “cins-i latif”, bir kadın olup olmadığı konusunda rivayet muhteliftir!..
Aşağıdaki dizelerde ise hiçbir şüpheye yer yok:

Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kafir
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kafir
Kız oğlan nazı nazın şehlevend avazı avazın
Belasın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kafir

Kimi zaman da dişi sevgili, padişah veya sultanla özdeşleştirilerek gizlenir. Bu taktirde artık fizik özelliklerden pek söz edilmez. Anlayan anlar… Böylece divan şairi, yare muhabbetini, hasretini, komplimanını, tutucu baskılardan "padişahim, sultanım" diye sıyrılarak ifade etmiş olur. 

Kaldı ki divan şiiri sadece aşk terennüm etmez. Fuzuli'nin

“Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar.
Hüküm gösterdim faydasızdır diye mültefit olmadılar” dizelerindeki gibi taşlama da vardır Nef’i’nin.

“Tâhir efendi bize kelb demiş
İltifâtı bu sözde zâhirdir.
Mâlikîdir mezhebim zîrâ,
İ'tîkâdımca kelb tâhirdir” dizelerinde

"Müftü efendi bize kâfir demiş
Tutalım ben O'na diyem müselman.
Lâkin varıldıkta ruz-ı mahşere,
İkimiz de çıkarız orda yalan" dizelerinde; Sabit’in,

Muskan maraz-ı aşka ilac eylemedi hiç
Ey şeyh-i keramet-fürûş ez de suyun iç
dizelerinde olduğu gibi polemik de vardır, siyaset de vardır divan şiirinde.

Dünya ahvalinden, bize “yahu hiçbir şey değişmemiş” dedirtecek yorgun ve hüzünlü şikayet de vardır:

Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli' zebûn

Ve bakınız yüzyıllar öncesindeki “laikliğe”.:

N’ola zâhid bilse küfr-i zülfün imân olduğun
Şimdi görmüşler midir kâfir müselmân olduğun

(Sofu, sevgilinin saçındaki siyahlığının, aslında “iman” demek olduğunu keşke bilseydi… Kafir’in aslında Müslüman olduğunu şimdi görmüşler midir acaba…)

Burada hemen bir noktaya daha işaret edelim ki, yüzyıllar öncesinin laikliğinin derecesi daha iyi anlaşılsın. Arapça kafirlik, din dışılık, inanmazlık anlamındaki Küfr, aynı zamanda siyah renk demektir. Sözcüğün kafirlik ve renk-siyah şeklindeki iki anlamını kullanarak yüklenmektedir şair Nef’i burada ham sofulara.

Bir bütün bunlara, bir de memleketimin bugünkü insan manzaralarına, içtimai hal-i pür melaline bakınca, bir şeriat devleti denemese de bir teokratik düzene sahip olan Osmanlı şair atalarımızın gerisine düştüğümüz  bir gerçek. 

Ali Tartanoğlu

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/divan-sairleri-ilericiydi-ali-tartanoglu/1786

Terör bahane terörize etmek şahane




Terör bahane terörize etmek şahane



İstanbul Adliyesinde Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın “rehin alınması”yla başlayan operasyon, Hükümet ve Cumhurbaşkanı iş birliği ile muhalefeti, basını, demokrasi talebinde bulunan halk kesimlerini sindirme operasyonuna dönüştürülerek sürdürülüyor.
İhsan ÇARALAN




Saldırının ve savcının katledilmesinin üstünden geçen onca zamana karşın, en azından bu yazının yazıldığı saatlere kadar polisin, Savcı Kiraz’ın rehin alındığı odaya nasıl girdiği ve operasyonu nasıl sonuçlandırdığı, dolayısıyla Savcı Kiraz’ın kimin silahından çıkan kurşunlarla katledildiği henüz belli değildi! Ama Hükümet ve Cumhurbaşkanı (ve elbette hınk deyici yandaş basın) “Polise teşekkür edip” savcının “Teröristler tarafından şehit edildiğini” var sayan bir propaganda yürütmektedir. Operasyonun yeterince titiz yürütülmediğini söyleyenleri, savcının sağ olarak kurtarılamamasını eleştirenleri… dahası kendileri gibi tutum almayan herkesi de “Teröristlere çanak tutmakla” suçlayan bir propagandayı ilk andan itibaren sürdürmektedirler. Üstelikle de “Bugün birlik bütünlük içinde olmayacağız da ne zaman olacağız?” klişesini her lafın başına koymayı ihmal etmeden!
‘KURTARMA OPERASYONU’NDA KURTULAN YOK AMA….
Öncelikle bertelim ki, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın polisi “Başarısından dolayı kutlamaları” tamamen polisi motive etme amaçlı, bu nedenle de siyasi bir tutumdur. Yoksa ortada “başarı” denecek bir durum yoktur. Çünkü sonuçta bu operasyon, hiçbir sivilin tehdit altında olmadığı, tamamen “izole”, neredeyse “ideal” denecek bir ortamda yapılan bir “kurtarma operasyonu”dur! Burada başarının asgari şartı hiç olmazsa rehinenin sağ salim kurtarılmasıdır. Oysa bu “kurtarma operasyonu” sonunda kurtarılan kimse yoktur! 
SALDIRIYI HÜKÜMET SİYASİ RANTA DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYOR
Dahası; “Savcıyı rehin alan iki kişi binaya Savcının odasına ellerindeki silah ve bombalarla nasıl girdiler”, “Önce kim ateş etti ve Savcı Kraz’ı öldüren kurşunlar kimin silahından çıktı?” gibi sorular, yetkililer tarafından sadece “yanıt verilmeyen” değil “önemsiz sorular” olarak da görülmektedir.
Çünkü daha operasyonun ilk haber alındığı andan başlayarak, Cumhurbaşkanı ve Başbakan, rehine olayının duyulmasından itibaren, operasyonu siyasi gündemi değiştirmenin, muhalifleri, yandaş olmayan basını sindirmenin halk yığınlarının bilincini karartmanın dayanağı olarak kullanmaya yönelmiştir.
Cumhurbaşkanı, ziyaret için gittiği Slovakya’dan; Adliyedeki saldırı ile AKP’nin Kartal ilçe binasına saldıran bir “meczubu” aynı göstermekle kalmayıp, bunları PKK’nin yaptığı gibi akıl almaz bir varsayımla, “Çözüm Sürecine provokasyon” olarak göstermiştir. Başbakan da 2013’e gönderme yaparak, bu eylemlerin çözüm sürecine provokasyon olduğunu söyleyerek, bir gün arayla Cumhurbaşkanının peşine takılmıştır. 
MUHALEFET, AVUKATLAR HEDEFTE
Yetmemiş, Savcı Kiraz’ın cenazesine katılmayan muhalefet partilerinin liderlerini hedefe koyan Başbakan Davutoğlu, “birlik bütünlük ihtiyacı” edebiyatı eşliğinde bu partileri, “Teröristlere cesaret veren tutum almakla” suçlayan bir kampanya başlatmıştır.
Ve sanki avukatlar Adiye kapısından cübbelerini göstererek giriyormuş gibi, Cumhurbaşkanı bütün bir avukat camiasını aşağılayan bir biçimde, ”Neymiş cübbeliler aranmazmış. Bal gibi aranır!” diyerek yasaları çiğneme iştahını yeniden göstermiştir. Oysa bırakalım başka şeyleri, saldırgan kişilerin Adliyeye avukat cübbesiyle girdikleri de çok tartışmalıdır ve tersini gösteren görüntüler olduğu belirtilmektedir. Nitekim dün Çağlayan’daki İstanbul  Adliyesine avukatlık yasasındaki yasağa rağmen avukatların aranarak alınmak istenmesi, avukatların tepkisiyle karşılanmıştır.
HALK YIĞINLARI TERÖRİZE EDİLMEK İSTENİYOR  
Başbakan Davutoğlu,Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da geride bırakarak, sanki sokakta hak ve özgürlük talep eden kişiler Adliye basıp Savcı Kiraz’ı katletmiş gibi, “Bundan böyle sokağa izinsiz çıkanlara bir dakika bile müsamaha gösterilmeyecektir” diyerek, hak ve özgürlük mücadelesi içindeki halk kesimlerini tehdit etmeye koyulmuştur. Davutoğlu, buradan hareketle, “İç Güvenlik Yasası’nı çıkarmakta ne kadar haklı olduklarının görüldüğünü” iddia etmiştir.
Aslında Davutoğlu böylece; İç Güvenlik Yasası’nı bile aşarak, Anayasa ve ilgili yasalardaki; “Herkes önceden izin almadan gösteri yapma hakkına sahiptir” ifadesindeki temel özgürlük ilkesini tanımadığını açıkça ilan etmiş olmaktadır.
BASIN VE SİYASİ ORTAMI TERÖRİZE ETME HAMLESİ
Ve bu arada yayımladıkları haber ve görüntüler üstünden, basın kuruluşları ve gazetecilere “ayar verilmek” üzere harekete geçilmiş, önce olayla ilgili “yayın yasağı” konmuş, sonra bazı gazetelerin muhabirlerinin Savcı Kiraz’ın cenazesini izlemeleri yasaklanmıştır. Üstelik bu yasaklamayı Başbakan, “Bizzat ben emir verdim!” diyerek sahiplenip, bir kararlılık gösterisi de yapmıştır. 
Kısacası Hükümet, Savcı Kiraz’ın rehin alınarak katledilmesini; yani terörizmi siyasi mücadelesinin temeli yapan bir örgütün yaptığı terörü; hem muhalefeti, hem basını ve gazetecileri, hem de hak ve özgürlük talebiyle “sokağa çıkan” halk kesimlerini sindirme amaçlı, siyasi ortamı terörize etme operasyonuna dönüştürmüştür. En azından AKP Hükümetinin süreci bu doğrultuda geliştirmek istediği açıkça ortaya çıkmıştır.
TERÖRİZM HEP İKTİDARLARIN İŞİNE YARAMIŞTIR
Doğrusu olup bitene bakınca bu terör eyleminden en çok faydalananın AKP iktidarı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü böylece Savcı Kiraz’ın öldürülmesi; İç Güvenlik Yasası, Hükümetin çözüm sürecinde sıkışması, dış politikanın şimdi de Yemen’e yönelik Suudi Arabistan saldırısıyla yeniden sorgulanması, işsizlik ve yoksulluğun artması karşısındaki Hükümetin çaresizliği… gibi çok önemli sorunların gündemden düşürülerek, siyasal gündemin AKP için rant sağlayacak bir şekle dönüşmesini sağlamıştır. Kaldı ki, Berkin Elvan’ın öldürülmesi etrafında oluşan ve “Adil bir yargılama” talebi etrafında oluşmuş geniş halk muhalefeti de bu vesileyle tahrip edilmiştir. Ve dahası teröre başvuran örgütün kendi imajı bakımından da bu tür eylemlerin kârdan çok zarar verdiği de dünyaya az çok objektif bakan herkes için sır değildir. 
Dolayısıyla terörizm, hemen her zaman olduğu gibi onu temel bir siyaset aleti olarak kullananları da vuran bir politika yöntemidir. Hele de Türkiye’nin son yarım yüz yıllık siyasi mücadele tarihi içinde terörizmin halkların, işçi sınıfının demokrasi ve özgürlük mücadelesi bakımından nasıl tahrip edici sonuçlar doğurduğu dikkate alındığında sorunun büyüklüğü daha anlaşılır olmaktadır.
Özetlersek, ortaya çıkan ortam dikkate alındığında AKP Hükümeti için; “Terör bahane; halkları, demokrasi mücadelesini terörize etmek şahane”dir! 
PROVOKASYONLARI AŞARAK YÜRÜMEK…
Nitekim Hükümet, terörizmin yarattığı tepkiyi halkı, ilerici demokrat güçleri, muhalefeti, avukatları, “yandaş olmayan basını” terörize etmek için kullanmıştır, kullanacaktır da. 
Elbette ki, Türkiye, siyasetin provokasyonlarla iç içe yürüdüğü bir ülkedir ve seçime doğru gidilirken provokatif eylemlerin daha da çoğalması sürpriz olmayacaktır. Ancak, bu gelişmeleri Hükümetin, işçi sınıfı ve halkların talepleri için verdikleri mücadeleyi baskılamasına, demokrasi mücadelesini bölmek için kullanmasına izin vermeyen bir mücadele hattında yürüyecek demokrasi güçleri, AKP ve Hükümetinin bütün oyunlarını bozabilir; provokasyonları boşa çıkarabilir.
Türkiye’nin demokrasi güçleri ve halklarının birikimi, AKP’nin bu amacına varmasına izin vermeyecektir. 


..

Cumhuriyet'in son muhafızı PKK




Cumhuriyet'in son muhafızı PKK


Yıldıray Oğur
(Taraf, 31 Temmuz 2012)





Önceki gece Twitter’da dolaşan PKK kaynaklı “62 askeri öldürdük, denizaltılarını batırdık” kıvamındaki avcı hikâyelerine bakılırsa PKK, Şemdinli’de bir Devrimci Halk Ayaklanması ile Kürdistan’ı ilan ediverdi.

20 yıl önce Twitter yoktu ama PKK’nın devrimci yöneticilerinin devrimci halk ayaklanması rüyaları yine vardı. Tıpkı şimdi Suriye’de olan biten o zaman Türkiye sınırları içinde olmaktaydı. PKK da “şimdi tam zamanı” diyerek Kürt illerinde başlayan ayaklanmaların sonunda Botan-Behdinan Savaş Hükümeti’ni ilan etmiş, Kürdistan Ulusal Meclisi’ni kurmuştu. 18 Ağustos 1992 gecesi ise kurtarılmış bölge ilan etmek için Şırnak’ta ayaklanma başlattı. Sivil halkı tankların önüne çıkaran PKK’nın ayaklanma denemesinin bedeli ağır oldu. Şehirde sadece bir gün içinde 40 sivil hayatını kaybetti. Yıllar sonra Murat Karayılan kitabında o ayaklanma için özeleştiri verirken “erken iktidar hastalığına yakalanmıştık” deyiverdi.

20 yıl önceki o erken iktidar hastalığının Kürt halkı için en ağır bedeli kuşkusuz “ayaklanmayı bastır” emri ve sınırsız yetkilerle bölgeye gönderilen acımasız komutanlar oldu.

Ne tesadüftür ki PKK’nın 20 sonra bu kez Suriye’den hareketle kapıldığı erken iktidar hastalığının sonucu olan “Şemdinli düştü düşüyor” haberlerinin baş referansı, o komutanların en kanlısı ve acımasızı olan Osman Pamukoğlu’nu Türkiye’ye kahraman gibi tanıtan Kan Uykusu belgeselini yapan gazeteci oldu.

PKK’nın her zamanki örgütsel pragmatizmiyle Türkiye Kürdistan’ında nakde çevirmeye çalıştığı Suriye Kürdistan’ındaki heyecanı, hafta boyunca televizyon televizyon dolaşarak ânında intikal ettiği Suriye’den PYD’nin resmî görüşleri çerçevesinde aktaranın aynı gazeteci olması ise ilginç bir tesadüf olarak kayda geçti.

Kan Uykusu belgeseli yapımcısının “Kürdistan geliyor” haberleriyle heyecanlananlar arasında Kürt milliyetçiler olması çok tuhaf değil artık, ama gün boyu “Şemdinli’de neler oluyor, medya gerçekleri gizliyor, Halep’i bırak Şemdinli’ye bak, RTE hâlâ Londra’da” tepkileriyle Şemdinli’de bir Kürdistan kurulmasının memleketin ulusalcılarını ve müzmin AKP muhaliflerini heyecanlandırması epeyce tuhaftı doğrusu.

İlginç şeyler oluyor doğrusu.

Uzun süredir merkez medyanın PKK ve Kürt meselesi konusunda bir aydınlanma yaşadığı malum. Gün aşırı Demirtaş’ı Milliyet’in, Hürriyet’in ve Radikal’in birinci sayfasında görmek artık sürpriz değil. Ertuğrul Özkök ekolünden yetişmiş, hafta sonu eklerinde yazmış beyaz Türk bir yazarın “Türkleri ve Kürtleri en çok Öcalan düşünür” başlıklı yazılarında “Küçük tilkiler BDP’yi bölme kurnazlıkları peşindeyken” gibi ancak örgüt gazetesinde çıkacak cümleleri de artık kimseyi şaşırtmıyor.

Ama artık barış ve çözüm isteyen Türkler ve Kürtler olarak biraz şaşırsak iyi olacak.

Çünkü, PKK bir nevi Türkiye’nin ana muhalefet partisi haline ge(tiri)liyor. Ordu yenildi, yargı el değiştirdi, CHP’den ise AKP’den ümidi kesmiş laik liberaller haricinde kimsenin en azından iktidar ümidi kaldı. Geriye AKP’yi köşeye sıkıştıracak tek bir güç kaldı: PKK.

Her an sokaklara dökebildiği geniş halk desteği, bir kurşunla istediği anda gündemi değiştirme kabiliyetiyle PKK bugün AKP’yi yıkmak, tüketmek, etkisizleştirmek isteyenlerin son umudu hâline geliyor.

Böylece Kürt meselesine hakkaniyetli bir çözüm ihtimali yine Ankara’daki Bizans saray kavgalarına kurban ediliyor.

28 Şubatçılar, Refah Partisi ve şeriat tehlikesini, PKK ve bölücülük tehlikesinden daha ciddi görüp, Kırmızı Kitap’taki tehdit sıralamasını değiştirmekten çekinmemişti. Şimdi de AKP muhalifleri direnişin son hattını Şark cephesinde kurmaktan çekinmiyor.

Laik kesimin en zeki ve en açık sözlü yazarlarından Kadri Gürsel geçen haftalarda tam da bunu yazdı. Hak ettiğinden daha az tartışılan “Laik Türkler daha iyisini hak edebilir” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Devlet kati biçimde el değiştirdi. Ve laiklerin onu eski hâliyle geri alma şansı yok. Dolayısıyla bu devlet üniter olsa ne fark eder, olmasa ne fark eder? Özgürlüklerine ve yaşam tarzlarına musallat olanların onları Ankara’dan keyfince yönetmesi artık bu sınıfların menfaatine aykırı... Laiklerin çıkarları bu bakımdan da Kürtlerinkiyle örtüşüyor.”

Anlaşılan bu ittifak fikrinin, başından beri aklı “Kimle savaşırsan onunla barışırsın”a yatan Kandil’de de taraftarı çok.

Örgütün Öyle Bir Geçer Zaman ki’deki saf devrimci bir genç kadar saf devrimci kalmış ideologu Duran Kalkan geçen ayki röportajında tam da bir ana muhalefet lideri gibi konuşmuştu:

“Kuşkusuz içinde bulunduğumuz süreç bir çözüm sürecidir. Fakat geçmişte olduğu gibi siyasi çözüm süreci değil, askerî çözüm sürecidir. Biz iki yıl önce stratejik değişiklik yaptık. Artık mevcut AKP yönetimi devam ettikçe Kürt sorununun siyasi çözümünün gerçekleşemeyeceği kanaatine vardık. Dolayısıyla da AKP’yi siyasi yenilgiye uğratacak aktif bir mücadele konumuna geçtik, strateji değiştirdik.”

PKK’yı Kürtlerin hakları için savaşmak herhâlde artık kesmiyor o yüzden de gözünü Ankara’daki iktidarı değiştirmeye dikti.

Peki, Ankara’da iktidarı değiştirip ne yapacak PKK?

Onu da geçen haftalarda Leyla Zana’ya Aydınlık’ın birinci sayfasından “Erdoğan çözemez” diye cevap veren Aysel Tuğluk’tan öğrenelim. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti artık ‘AKP Devleti’ olmuştur. ‘Ya AKP’nin alanına gireceksiniz, ya da size hayat hakkı tanımıyorum’ diyor. Hepimiz ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Türkiye’nin başında büyük bir bela sözkonusudur” diyerek Aydınlıkçılarla birlikte ellerimizin altından kaymakta olan güzelim Türkiye Cumhuriyeti devletine ağladıktan sonra şöyle dedi Tuğluk:

“Bizim AKP iktidarının bu konuda bir çözüm getireceğine kesinlikle inancımız yok. Devletin içerisinde bir kesimin çözüm istediğini biliyoruz. AKP Kürt sorununa karşı bu devlet politikasının daha ötesinde bir politika izliyor.”

Devlet içerisinde çözüm isteyen birileri varsa onlarla AKP’ye karşı ittifak etmek gayet mantıklı görünüyor.

Herhâlde Barış Meclisi’nin “Kürt sorununun çözümü için Ergenekon, Balyoz ve KCK/PKK davalarını kapsayan bir genel af çalışması başlatılmalıdır” çağırısı da buna karşılık gelmekte.

Peki, bunun için ne yapmalı PKK? Tabii ki en iyi bildiği şeyi: Savaşmalı. Bu müzakereci demokratların barış, çözüm, müzakere zırvalamalarını bırakıp savaşmalı.

Dağlarda broşür olarak dağıtılabilecek yazısında Nuray Mert “Kürtler haysiyetleri için mücadele ediyor. Gerisi teferruat” diyerek geçen hafta barış ve çözüm isteyen “haysiyetsizlere” hak ettikleri cevabı verdi.

Kürtlerin ve Türklerin birbirini öldürmesi haysiyet gereği, kutlama yemeğine giden gencecik kızların kopan bacakları haysiyet için, Kürtlere en haysiyetsiz muameleyi yapan Esed’le işbirliği de haysiyet için.

Peki, AKP’ye karşı, Kürtleri Kan Uykusu’na daldıran eski devletle ittifak?

http://t24.com.tr/haber/cumhuriyetin-son-muhafizi-pkk,209820

.