Divan Şairleri İlericiydi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Divan Şairleri İlericiydi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2015 Salı

Divan Şairleri İlericiydi!





Divan Şairleri İlericiydi! 


 Ali Tartanoğlu 

Divan Şairleri ve Günümüz Gericileri! 
11.01.2015 1:00    






Divan Şiiri, ilginç ve etkileyici özelliklerle doludur. Çok dikkate değer özelliklerinden biri, yüzyıllar öncesinin tutucu koşullarını aşmak için sergilediği "kanuna karşı hile"dir.

Divan şiirinin temel felsefesi, dünya görüşü "tasavvuf"tur!.. Aşk vardır. Ama bunun, erkek şairler açısından bir "kadın" olduğu her zaman anlaşılmaz. Ve nihayet üç varlığa seslenilir genellikle: Tanrı, padişah-sultan ve yar!...

Bunları açalım biraz.

Malum, tasavvuf felsefesi, bir bakıma, Hallac-ı Mansur'un "En el Hak" (ben Tanrıyım) sözlerinde ifade bulan tanrı-insan özdeşliğine dayanır. Tanrı, evrende kendisinden başka hiçbir şey yokken, varlığını, gücünü, güzelliğini göstermek için taşı toprağı, suyu ateşi, börtüsü böceği, çiçeği ve insanı ile evreni yaratmıştır. "Hüsn-ü mutlak", “vücud-u mutlak" kavramları bu şekilde açıklanır.

Hallaç Mansur'un "en el hak"ı neyse, Mevlana'nın ölümü bir düğün, sevgiliye kavuşma olarak değerlendirmesi de odur. Burada sevgili, "Tanrı"dır. Mutasavvıfın "Allah"ı, kaba sofunun yakan, cezalandıran, el kesen, recm eden Allah değildir. Tersine O, kendinden bir şeyler katarak yarattığı şeyleri doğal olarak sever; çünkü onlar nihayet kendisinin parçaları, yansımalarıdır. Baba ve ananın çocuğunu, çocuklarını sevdiği gibi…

Yaratılmışlar da, Tanrı’dan korkmak bir yana, aynı doğallıkla onu sever, hatta ona aşıktır. Tanrı o yaratılmışların, Mevlana'da olduğu gibi "sevgili"sidir hatta!..

Mutasavvıf için "aşk", yine doğal olarak Tanrı'yla bitmez; öteki yaratılmışları da kapsar. Çiçeği, suyu, ateşi, böceği, toprağı, hayvanıyla doğayı ve nihayet insanı da sever, sevmelidir. Çünkü bu yaratılmışların hepsinde tasavvufun "en el hak" anlayışı gereğince bir ortak payda, adeta bir ilahi “kardeşlik" vardır. Hatta diyebiliriz ki, hepsi bir bakıma aynı atanın çocukları gibidir zaten.

Bu yaratılmışların hepsinde, parçası, yansıması oldukları Tanrı'nın güzelliği de vardır (hüsn-ü mutlak). Ses bayrağımız, güzel Türkçe'mizdeki "Güzel sevmek sevaptır" sözünün temelindeki anlayış bu olsa gerektir.

Mutasavvıf için çiçek güzeldir, su güzeldir, toprak güzeldir, taş güzeldir, dağ, deniz, eşek, köpek, yılan bile güzeldir; elbette çocuk, erkek, kadın = insan güzeldir. Çünkü Tanrı'dan gelmişlerdir. Güzel sevilir. Öyleyse sevmek güzeldir, AŞK güzeldir.

(Bunu, Kızılderililerin doğa sevgisine, eski Türklerin doğa sevgisine dayalı Gök Tengri’de simgelenen din anlayışına benzetmek pekala mümkündür.)

Tasavvufta içtenlikli bir Tanrı sevgisi, bağlılığı vardır; ama bağnaz bir "ibadet Tanrıcılığı", hele “korku”, yoktur. Bizatihi insanı sevmek en büyük ibadettir; çünkü böylece Tanrı da sevilmiş olmaktadır. İbadet de nihayet Tanrı'ya teşekkür etmek, bağlılık sunmak değil midir zaten?!..

Bu nedenle mutasavvıf da bir Müslüman olmakla, şekli ibadet koşullarını yerine getirmekle birlikte bunu hiçbir zaman abartıp, Tanrı sevgisinin ön koşulu haline getirmez. Sözünü bile etmez. Sadece yapar. Hele hele Tanrı sevgisi, Tanrıya bağlılık, asla sadece kuru ibadet demek değildir mutasavvıf için.

Nitekim Mevlana, Konya çarşısından geçerken duyduğu, demircilerin örs üzerinde demir döverken yarattıkları tıkırtının ahengiyle cerbezeye geçip sema etmeye başlamıştır, o tıkırtıların ritmine uyarak. Yani, Mevlana ve daha geniş anlamda Mevlevi için sema da (ki tıpkı Alevilerin semahı gibi bir tür müzik eşliğinde dans olan) bir ibadettir. Çekicin, Mevlana’yı coşturan örs üzerindeki o özel ritimli tıkırtısı, zaman içerisinde müziğe dönüşmüş, başta Klasik Batı Müziği eğitimi almış Türk sanatçılar olmak üzere Batılı sanatçılar tarafından dahi hayranlıkla saygı duyulup takdir edilen muhteşem Mevlevi ayinleri işleğinde sema edilmiştir. O Mevlevi ayinleri ki, her biri yine bu yerli ve yabancı sanatçılarca da kabul edildiği üzere dört başı mamur birer “Senfoni”dir.

Akape iktidarı döneminde dinler arası diyalog, Mevlana’nın doğumunun 800’üncü yılı takiyyeleriyle bir yandan güya sahip çıkılır görünürken, öte yanda çiçek pasajı meyhanelerinin birkaç sazdan oluşan ve masalara yaklaşıp arzuya göre icrayı sanat eyleyen sokak sanatçıları misali, Konya lokantalarında arzuya göre masalara “spesiyal” gösteri yapan semazenler utancı bir yana, Anadolu insanının, Batı’ya bakıp “bizden adam olmaz” demesine bu anlamda da hiç gerek yoktur. Mevlevi ayinleri ile Batı Klasik müziğinin senfonileri en azından yaşıttır.

Semazen, müzikle, hatta müzik eşliğinde Batı’nın “bale”sine taş çıkartacak bir dans eşliğinde ibadet eder, Tanrı’ya bağlılık ve sevgi sunar. Oysa malum olduğu üzere yobaz Müslümanlık taciri için, tıpkı resim ve başka pek çok medeni ve insani faaliyet gibi müzik de, hele dans da “günah”tır!..

Bunun dışında, mutasavvıf için insani sevgi, doğal ve kaçınılmaz bir gerekliliktir. Sevgi bir gönül işidir. Gönül ise, mutasavvıf için Tanrı katıdır, Tanrı mekanıdır, hatta Kabe’dir. Ne güzel anlatmış bunu Yunus:

“Gönül Çalabın tahtı
Çalap Gönül’e baktı
İki Cihan Bedbahtı
Kim Gönül yıkar ise”

Divan şiiri, tasavvufun bütün bu çözümlemelerini son derece ustalıklı bir şekilde kullanmıştır. Yukarıda divan şairinin tanrı, padişah-sultan, yar şeklindeki muhataplarından söz edildi. Buradaki padişah ve sultan 1) bizatihi Tanrı olabilir.

“Cana meylin var ise hükmeyle teslim eyleyem
Padişahım ben senin bir bende-i fermanınam
Bin can olaydı kaş men-i dil-şikestede
Ta ki her biriyle bir kez olaydım fida sana"

derken, divan şairinin seslendiğinin kim olduğu “padişahım” sözcüğüne rağmen belli değildir. Adı üstünde, hakikaten bir hükümdarı kast ediyor olabilir.  Doğrudan Tanrı’yı kast ediyor olabilir. Yine Fuzuli’nin,

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır

veya

Ya rab belayı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem bela-yı aşktan etme cüda beni

dizelerindeki, doktora “ben çektiğim ıstıraptan şikayetçi değilim, sakın beni tedavi etmeye çalışma, asıl o zaman helak olurum” dedirtecek kadar derin, yoğun aşkın muhatabı kim olabilir? Hangi kadın?.. Sevgilisinden yüz bulamadığı için derin acılar içinde kıvranan hangi aşık, kendisini iyileştirmeye gelen doktora “çekil git başımdan” der?

Yobaz ibadet tanrıcılığı değil, inceden inceye Tanrı, Çalap sevgisi söz konusuysa der!. Divan şairinin tasavvufu, mutasavvıflığı budur, böyledir. Çünkü ölmeden Tanrı’ya kavuşulmaz. Tabibin tedavisi ise bu süreci uzatacak, kavuşmayı geciktirecektir. Öyleyse çekip gitmelidir.

Zaten Divan şiirinde aşk acısından, yani sevgiliye kavuşamamanın verdiği acıdan hep bir memnuniyet söz konusudur. Böyle bir memnuniyet ifadesi varsa, biliniz ki sözü edilen aşk, Tanrı’ya olan aşktır.

Öyle sermestim ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimim, sâkî olan kimdir mey ü sahbâ nedir
Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterim
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir

dizelerini de aynı şekilde yorumlamak mümkün. Bir başka örnek.:

Efendim pâdşâhımsın kime varıp edem şekvâ
Bana çok cevr u zulm etdin sana senden şikâyet var

Buyurun! Kim bu padişah? Sevgili mi, bildiğimiz padişah mı?
Padişah ve sultan 2) bizatihi içinde bulunulan dönemin taht ve taç sahibi padişahının, sultanının ta kendisi de olabilir. Baki'nin, Nedim'in şiirlerinde, methiyelerinde, kasidelerinde olduğu gibi… İşte Fuzuli’den bir Murabba:

Değer her dem vefasız çerh yayından bana bin ok
Kime şerh eyleyem kim mihnet ü enduh u derdim çok
Sana kaldı mürüvvet senden özge hiç kimsem yok
Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım

Fuzuli’nin buradaki muhatabı artık açıkça “devletli sultan”dır. Düpedüz ihsan istemektedir. Ama samimiyete bakın!.. Sanki bir sevgiliye seslenmektedir.

Kasideler de daha çok, şairin bir devlet büyüğüne, padişaha, sadrazama, hatta bir “vali paşa”ya övgüsüdür aslında. Ama o kadar abartılıdır ki, sanırsınız çılgınca aşık olunan sevgiliye serenattır. Nedim’in,

Bu şehr-i Sitanbul (İstanbul şehri) ki bi misl ü behâdır (paha biçilmez)
Bir sengine (taşına) yek pâre (bütün) Acem mülkü (İran) fedâdır

dizeleriyle başlayan ünlü İstanbul Kasidesi, bir yandan da dönemin sadrazamı İbrahim Paşa’ya bir methiyedir. Nitekim eski metinlerde şiirin adı “Kaside der vasf-ı İstanbul ve sitayiş-i Sadrazam İbrahim Paşa”dır.

İstanbul’un evsafını mümkin mi beyân hiç
Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır
(İstanbul’un niteliklerini anlatmak mümkün mü hiç
Asıl amaç, lütuf sahibi sadrazama övgüdür)

Padişah ve sultan, nihayet bizzat "sevgili", yani kanlı canlı bir kadın da olabilir!.. (Kadın divan şairleri de vardır. Ama onlar, bu “muhatap”larla asla kanlı canlı bir “erkek”i kast etmemiştir. Tıpkı günümüzün modern “ladini” kadın şairleri gibi!!!...)

Kimi zaman bu kanlı canlı "kadın sevgili", kara saçlarından, kara gözlerinden, ela gözlerinden, kalem gibi parmaklarından, elma yanaklarından, gül dudaklarından, boyundan posundan, endamından söz edilerek açıkça belirtilir. Anlaşılır.

Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır
Handa olsam ey perî gönlüm senin yanındadır

(Gönül kuşunun yuvası, dağınık saçlarındadır. Ey peri, nerede olursam olayım gönlüm senin yanındadır.)

Ey gül ne aceb silsile-i müşg-i terin var
Ve’y serv ne hoş cân alıcı işvelerin var
Leblerin tek la’l ü lafzın tek dür-i şeh-vâr yoh
La’l ü gevher çok lebin tek la’l-i gevher-bâr yoh

(Dudakların gibi yakut, sözün gibi değerli inci yok; gerçi yakut ve mücevher çok ama dudakların gibi mücevher yağdıran yakut yok)
      
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su

(Nasıl sarhoşa şarap, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben de senin dudağını özlüyorum, sofularsa kevser istiyorlar.)

Baki, Fuzuli’den geri kalmaz.

Bezm-i şevkün içre devr eyler felek bir câmdur
Câmda bir cür' adur aşkun şarabından şafak

(Ey sevgili; felek seni arzulamanın meclisinde dönüp dolaşmakta olan bir kadehtir. Şafağın kırmızılığı ise, senin aşkının şarabından o kadehin dibinde kalmış bir yudumdur.)

Bunlar da çapkın Nedim’den:

Bakıp o şûh ile nâz û niyâza meşk ederiz
Gülün tebessümüne bülbülün terânesine
........
Bir şeker hândeyle bezm-i şekvâ câm ettin beni
Nîm sun peymâneyi sâkî tamam ettin beni
........
Ayağın sakınarak basma aman sultânım
Dökülen mey kırılan şişe-î rîndân olsun

Hatta Nedim’in burada bu kadar ateşli bir şekilde seslendiği sevgilinin bir “cins-i latif”, bir kadın olup olmadığı konusunda rivayet muhteliftir!..
Aşağıdaki dizelerde ise hiçbir şüpheye yer yok:

Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kafir
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kafir
Kız oğlan nazı nazın şehlevend avazı avazın
Belasın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kafir

Kimi zaman da dişi sevgili, padişah veya sultanla özdeşleştirilerek gizlenir. Bu taktirde artık fizik özelliklerden pek söz edilmez. Anlayan anlar… Böylece divan şairi, yare muhabbetini, hasretini, komplimanını, tutucu baskılardan "padişahim, sultanım" diye sıyrılarak ifade etmiş olur. 

Kaldı ki divan şiiri sadece aşk terennüm etmez. Fuzuli'nin

“Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar.
Hüküm gösterdim faydasızdır diye mültefit olmadılar” dizelerindeki gibi taşlama da vardır Nef’i’nin.

“Tâhir efendi bize kelb demiş
İltifâtı bu sözde zâhirdir.
Mâlikîdir mezhebim zîrâ,
İ'tîkâdımca kelb tâhirdir” dizelerinde

"Müftü efendi bize kâfir demiş
Tutalım ben O'na diyem müselman.
Lâkin varıldıkta ruz-ı mahşere,
İkimiz de çıkarız orda yalan" dizelerinde; Sabit’in,

Muskan maraz-ı aşka ilac eylemedi hiç
Ey şeyh-i keramet-fürûş ez de suyun iç
dizelerinde olduğu gibi polemik de vardır, siyaset de vardır divan şiirinde.

Dünya ahvalinden, bize “yahu hiçbir şey değişmemiş” dedirtecek yorgun ve hüzünlü şikayet de vardır:

Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli' zebûn

Ve bakınız yüzyıllar öncesindeki “laikliğe”.:

N’ola zâhid bilse küfr-i zülfün imân olduğun
Şimdi görmüşler midir kâfir müselmân olduğun

(Sofu, sevgilinin saçındaki siyahlığının, aslında “iman” demek olduğunu keşke bilseydi… Kafir’in aslında Müslüman olduğunu şimdi görmüşler midir acaba…)

Burada hemen bir noktaya daha işaret edelim ki, yüzyıllar öncesinin laikliğinin derecesi daha iyi anlaşılsın. Arapça kafirlik, din dışılık, inanmazlık anlamındaki Küfr, aynı zamanda siyah renk demektir. Sözcüğün kafirlik ve renk-siyah şeklindeki iki anlamını kullanarak yüklenmektedir şair Nef’i burada ham sofulara.

Bir bütün bunlara, bir de memleketimin bugünkü insan manzaralarına, içtimai hal-i pür melaline bakınca, bir şeriat devleti denemese de bir teokratik düzene sahip olan Osmanlı şair atalarımızın gerisine düştüğümüz  bir gerçek. 

Ali Tartanoğlu

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/divan-sairleri-ilericiydi-ali-tartanoglu/1786