1 Şubat 2015 Pazar

İKİNCİ '' TEK PARTİ DÖNEMİN'E '' HOŞ GELDİNİZ..



İKİNCİ ''  TEK  PARTİ  DÖNEMİN'E ''  HOŞ GELDİNİZ..





İkinci Tek Parti Dönemi Yaşanıyor


İkinci Tek Parti Dönemi Yaşanıyor
18 Kasım 2014
Hilmi Yavuz, 17 Aralık yolsuzluk soruşturması’ndan sonra ak parti’nin attığı adımları ‘sivil vesayet’in ikame edilmesi olarak açıklarken, “Türkiye şu an CHP’nin tek parti döneminde olduğu gibi bir parti devletidir.” diyor.
Hilmi Yavuz, önce şair. Türk şiirinin büyük ustalarından. Şairliği kadar denemeci, felsefeci ve ‘hoca’ kimlikleriyle edebiyat ve düşünce hayatımıza yön veren bir entelektüel, sanatkâr… Geçmişte sahada gazeteciliği de var. 78 yaşında ama her daim genç; eserleriyle de, dimağıyla da... Kırktan fazla kitapta imzasını görüyoruz. Hâlen Zaman’da köşe yazıları kaleme alıyor ve Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde görev yapıyor. Hoca, günceli yakından takip eden bir Müslüman aydın olarak entelektüel çıtasını ve ‘derin’ meselelerimize bakışını gösteren önemli yazılar kaleme alıyor, kitaplar yayımlıyor. Alafrangalığın Tarihi, İslam’ın Zihin Tarihi, Türkiye’nin Zihin Tarihi bu kitaplardan birkaçı. Son bir yıldır Türkiye’de neredeyse siyasetten başka bir şey konuşulmuyor. Biraz da bu şikâyetle hocayla bir araya geldik. Aşktan, İslam’dan, medeniyetten söz edecektik. Ettik de; ama söz yine dönüp dolaşıp siyasete geldi. Hilmi Yavuz, Türkiye’nin gidişatı konusunda pek iyimser değil. Askerî vesayetin yerine sivil vesayetin ikame edildiğini düşünüyor. İktidarın son bir yılda attığı adımları, “Suçluluk telaşı içindeler!” sözüyle açıklıyor. Öngörüsüne göre AK Parti önümüzdeki seçimlerde de yüzde 50 civarı oy alacak. Yavuz’la Türkiye’nin gidişatını, AK Parti’yi, Erdoğan’ı, İslam’ı ve dindarlığı konuştuk. 
-AK Parti iktidarının son yıllarda özellikle kullandığı bir kavram ‘Yeni Türkiye’. Bir yıl içinde bu vurgu daha sık dillendirilmeye başladı. Siz ne anlıyorsunuz Yeni Türkiye’den? 
Yeni Türkiye kavramının ne olduğu konusunda açık ve seçik bir şey söylenmiş değil. Bu kavramı icat edenler neyi kastettiklerine dair bize herhangi bir ipucu vermediklerine göre bizim bu konuda bazı çıkarsamalar yapmamız gerekiyor. Ortada somut bir tanım yok. Askerî vesayetin sona erdirilmesi dolayısıyla cumhuriyetin çok ciddi ve radikal bir zihinsel kopmaya uğramış olması kastediliyorsa bu anlaşılır bir şeydir. Çünkü bizim tüm bir Cumhuriyet tarihi aslında açık ve örtük bir askerî vesayet sistemidir ya da askerî vesayet rejimi olarak tanımlanabilir. AK Parti iktidarının böyle bir dönüşümden çok, kopmayı gerçekleştirmiş olması elbette bir yeniliktir -bir yenilikten söz edilebilir- ama bir vesayetin yerini bu kez parlamenter bir vesayetin almış olması Yeni Türkiye’yi aslında eski Türkiye’ye dönüştürür. Çünkü vesayet rejimi değişmemiştir, vesayetin özneleri değişmiştir. Bu anlamda bir yeni Türkiye rejiminden söz edilebilecekse bile bu çok kısa sürmüştür. Yine durum eski Roma hukuku tabiriyle bütünüyle eski hâle iade edilmiş oluyor. 
-Yeni Türkiye denilerek eskisi mi dolaşıma sürülüyor aslında? 
Evet. Askerî vesayetin yerine sivil vesayetin ikame edilmesi durumu var. Yeni Türkiye tanımı bana aslında ‘eski tas eski hamam’ sözünü çağrıştırıyor. Yeni Türkiye sözünün sahiplenilmesi ancak askerî vesayetin sona ermiş olması ile ilişkilendirilebilir. Benim için yeni bir Türkiye değil. 
-Geçmiş iktidarlar böyle yeni bir isim ihtiyacı duymuşlar mı? 
Bu konuda bir kriterin olması lazım. Bana sorarsanız kriter anayasa değişikliğidir. Anayasaya laiklik maddesinin konması doğrudan doğruya bir değişiklik getirmektir. Bu değişiklik yeni bir cumhuriyettir. O madde konana kadar Türkiye laik bir cumhuriyet değildi. Veya bir senatonun anayasaya yeni bir madde olarak konması, cumhuriyetin -parlamenter sistemin- yapısını değiştiriyor. Bu ve buna benzer şeyler ancak numaralandırma ya da yenilik ifade edebilir. Eğer AK Parti 2015 seçimlerinde anayasayı değiştirecek ya da referanduma gidecek bir çoğunluk elde ederse ve anayasayı başkanlık sistemi doğrultusunda değiştirirse belki o zaman yeni bir Türkiye’den söz etmek mümkün olur. Bugün ‘Yeni Türkiye’ sözü sadece bir retoriktir. 
-Sivil vesayetten parti devletini mi anlamalıyız? 
Evet. Türkiye şu an CHP’nin tek parti döneminde olduğu gibi bir parti devletidir. Başka türlü izah edilemez. Demokratik toplumlarda sivil vesayet aslında örtük bir despotizmdir. Despotizmin demokrasilerdeki adı parti devletidir. 
-Parti devleti diyorsunuz ama neticede bir Meclis var, muhalefet partileri var. Kararlar Meclis çoğunluğuyla alınıyor. 
Parlamentoda AK Parti dışında birtakım partilerin olması sistemin demokratik olduğu anlamına gelmez. 
-Niçin gelmez? 
Parti devletinin kriteri, bürokrasiyi, yani devleti bütünüyle partileştirmekten geçer. Ben hatırlıyorum. Babam bürokrattı, uzun yıllar kaymakamlık yaptı. Kaymakamlık yaptığı ilçelerde -İster Atatürk ister İsmet Paşa döneminde olsun- aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi ilçe başkanıydı. Babamın 6 oklu kürsülerde yakasında 6 oklu rozetle konuşmalar yaptığını hatırlıyorum. Tabii bu doğrudan doğruya bürokrasinin partileşmesi demek. Parlamentoda birden çok partinin olması parti devletine engel teşkil etmez. Eğer iktidar partisi çoğunluktaysa ve o çoğunluğa dayanarak bütün bürokrasiyi kendi ilkeleri doğrultusunda partileştiriyorsa o zaman bizim buna demokrasi dememiz mümkün değil. Bunun adı despotizmdir. 
-Millî iradeye saygı duymak gerekmiyor mu? 
Millî iradenin elbette başımızın üstünde yeri var ama halkın ekseriyeti bana iktidar olma imkânı verdi, o zaman ben de dilediğimi yaparım anlamına gelmez ki! Millî irade her şey demek değildir ayrıca. Millî iradenin kullanılması, hayata geçirilmesi konusunda hukukî, ahlâkî birtakım koşullar var. Bunların yerine getirilmesi lazım. Demokrasilerde kontrol ve denetleme mekanizmaları hayati önem taşır. Siz bu mekanizmaları partileştirirseniz o zaman tek parti iktidarının ve dolayısıyla da devletin partileşmesinin önünü açmış olursunuz. Bugün yaşananlar budur. 
-Yakın tarihimizde parti devleti uygulamalarıyla Türkiye’nin ilk yıllarında mı karşılaşıyoruz? 
CHP dönemi bir parti devleti dönemidir. Ondan sonraki uygulamalar ağırlıklı olarak askerî vesayet sistemleriyle kesintiye uğramıştır. 1950 ile 1960 arasında görece bir demokratikleşme söz konusudur. Ama bu demokratikleşme 27 Mayıs’ta yeniden askerî vesayeti tesis eden bir darbeyle alaşağı edilmiştir. Ondan sonra kısa bir demokratikleşme süreci var. Ardından 12 Mart geliyor. Gene benzer bir süreç. 12 Eylül geliyor. Daha sonra 28 Şubat. Hep vesayet. Bana göre Doğu toplumlarında demokrasi kalıcı olmaz. Daha iddialı bir şey söyleyeyim: Doğu toplumlarında demokrasi olmaz. Türkiye’de olmaz, olmadı. 
-Neden olamaz? 
Asya toplumlarının geçmişine baktığımızda hiçbir zaman demokratik bir iktidarın kalıcı, sürekli ve devamlı olmadığını görürüz. Önünde sonunda vesayetler sistemine dönülüyor. Türkiye’de de uzun vadeli bir demokratik sürecin hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Olsa bile kısa bir süre sonra ya sivil ya askerî vesayetlerle ortadan kalkar. 
-AK Parti 10 yıl askerî vesayete karşı mücadele verdi. En çok eleştirdiği de Tek Parti ve İsmet İnönü dönemiydi. Size göre AK Parti bugünün tek partisi. Bu bir çelişki değil mi AKP açısından? 
Bir kere İsmet Paşa’nın hedef tahtasına konması, düpedüz Mustafa Kemal Atatürk hakkında ileri geri konuşulmaya imkân bulunmayışındandır. Şu veya bu biçimde Atatürk’ün bir dokunulmazlığı var. Bu dokunulmazlık söz konusu olunca Tek Parti’nin seyyiatı İsmet Paşa’nın sırtına yıkılıyor. Gazetecilik yaptığım yıllarda İsmet Paşa’yı çok yakından tanıma imkânı buldum. Hayatını-biyografisini iyice etüt etmiş biri olarak onun hakkında söyleneceklerin bugün aleyhinde söylenenlerden çok daha farklı şeyler olması gerektiğini düşünüyorum. İsmet Paşa’nın doğruları, yanlışlarından daha fazladır. 
-Parti devletine doğru gidişatı önceden görebilmiş miydiniz? Referanduma kadar AK Parti’yi desteklediğinizi biliyoruz. 
Evet, destekledim. Referandumda niçin tam destek oldum onu da söyleyeyim. Benim için vicdani bir mesele söz konusuydu. 
-Nedir bu vicdani mesele? 
Üç temel meseleden yola çıkmıştım ben. Birincisi, HSYK… Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın verdiği bir demeçten yola çıkarak Şemdinli iddianamesini hazırlayan Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’ya görevden el çektirdi. Bununla yetinmedi, sivil hayatta da avukatlık yapma hakkını elinden aldı. Bu bana göre düpedüz zorbalıktı. İkincisi, Abdullah Gül’ün seçiminde Sabih Kanadoğlu formülasyonu 367 öne sürüldü. O zamana kadar cumhurbaşkanları hangi nisapla seçildilerse yine o nisapla seçilmeliydi. Üçüncüsü, TSK, subayları irticai faaliyetlerde bulunuyor diye en küçük bir itiraz hakkı tanımaksızın ve bütün hukuki yolları kapatarak ordudan atıyordu. Bunlar benim için vicdani gerekçelerdi. Bu gerekçeler çerçevesinde referandumda oyum “yetmez ama evet” değil, “evet”ti. AK Parti bunları değiştirme vaadiyle geldi, bir ölçüde de değiştirdi. Ama bu değişimin 17 Aralık’tan sonra çok daha farklı bir gelişme gösterdiğini görüyoruz. AKP, devletin değil, partinin güvenliği için yeni bir vesayet inşa etmeye girişti. Her ne kadar devletin güvenliği deniyorsa da partinin ve iktidarın güvenliği söz konusu olduğu için böyle bir yeni vesayet sistemi kuruldu. 
-MGK’nın yeniden diriltilmesi, Kırmızı Kitap’ın gündeme sokulması da bununla mı ilgili? 
Evet, bunlar parti devletinin tahkim edilmesi bağlamında girişilmiş olan işlerdir. 
-MGK, askerî vesayet döneminin bir aracı idi. Onun da mı partileşmesi var? Askeri nereye koyuyorsunuz? 
Genelkurmay Başkanlığı, Başbakanlık’a doğrudan doğruya bağlı bir kurum hâline geldi. Bunun böyle olmasına benim hiçbir itirazım yok. Olması gereken de budur. Askerî vesayete olan itirazıma sebep de buydu zaten. Formel olarak Başbakanlık’a bağlı olsa da kendi başına hareket edebiliyordu TSK. Ama sivil bürokrasiyle asker arasında önemli bir fark var. 
-Nedir o fark? 
Sivil bürokraside sivil bürokratların partili kimlikleriyle görünmelerinde herhangi bir sakınca yok. Ama aynı şeyi asker için söylemek mümkün değil. MGK ve Kırmızı Kitap meselesine gelecek olursak; her devlet hiç şüphesiz kendi güvenliği konusunda belli duyarlılıkları taşımak zorunda. Bu anlaşılır bir şey. Bu duyarlılıkları memleketin temel politikası hâline getirmek yanlış. Bir devlet sadece güvenlik meselesini kendi politikasının temeli yapamaz. Güvenliğin dışında yapılması gereken şeyler var. Bunlar göz önünde tutulmayıp sadece güvenlik hassasiyetleri veya düşmanlıklar öne çıkarılarak bir siyaset oluşturulacaksa bunun ciddi sakıncaları olduğunu düşünüyorum. 
-Artık Türkiye Ak Saray’dan yönetilecek. Ak Saray’ın sembolik bir anlamı var mı? Yeni Türkiye’yi mi sembolize ediyor? 
Yeni Türkiye’yi bilmiyoruz ki Ak Saray’ın onun sembolü olduğunu söyleyebilelim. Ben AK Parti’nin gelenek anlayışının formalist ve tamamen görünüşe indirgenmiş bir gelenekçilik olduğunu söylüyorum. Çünkü AK Parti her şeyi bir imitasyon olarak düşünüyor. Saray da öyle. Yine diyor ki Erdoğan, “Ben Taksim Meydanı’na Topçu Kışlası’nı yeniden yapacağım.” Şimdi Topçu Kışlası’nın yeniden yapılması, eskisinin imitasyonudur, taklididir. Ya da Çamlıca’ya cami yapılıyor, Süleymaniye ya da Sultanahmet’in taklidi oluyor. 
-Ak Saray’ı ihtişamla ve güçle açıklayanlar oldu. 
Doğu despotizminde, vergi biçiminde toplanan gelirin kamu harcamalarına olduğu kadar despotun görkemini, erişilmez kudretini göstermek için birtakım özel tüketim harcamalarına gittiğini biliyoruz. Bugün de devam ettiğini görüyoruz. 
-Biraz evvel AKP politikalarında 17 Aralık’taki kopuşa işaret ettiniz. Yolsuzluk ve rüşvet davası “darbe” denilerek kapatıldı. 
Herkesin gözünün önünde olan bir şey. Bir iddia var. İddianın soruşturulması gerekirken takipsizlik kararı veriliyor. Bir yandan da Meclis’te fezlekeler gündeme gelmiyor. Şimdi bunun adı düpedüz bir yolsuzluk iddiasını soruşturmamak. Bu iddia soruşturulmalıydı. Hem mahkemede hem de Meclis’te. 
-O tarihten beri de atılan bütün adımlardan geri dönüldü. Siyasetten başka bir şey konuşamaz olduk. Bu normal mi sizce? 
Bu bizim eski hastalığımız. Türkiye’nin meselelerini daima siyasî ve ekonomik meseleler olarak görmüşüzdür. Aslında “bizim dar idrakimiz” diye adlandırdığım şey budur. Türkiye’nin bütün meseleleri ekonomik meselelerdir ya da siyasî meselelerdir. Bunun dışında entelektüel meseleler, medeniyet meseleleri sanki hiç yokmuş gibi bir durum var. Mesela, Avrupa Birliği meselesini düşünelim. AB meselesini öteden beri ya ekonomik kriterlerle ya da Kopenhag Kriterleri ile ilişkilendirdik. Yasalarımızı AB müktesebatına uydurmak babında ciddi adımlar atıldı. Ekonomik kriterler büyük ölçüde yerine getirilmesine rağmen bizim niçin hâlen AB’ye üye olarak alınmadığımız sorgulanmıyor. Yaptık, ama bizi almıyorlar.
-Niye almıyorlar? 
Bu mesele ekonomik ve siyasî adımlarla açıklanacak ya da Kopengah Kriterleri’ne indirgenecek bir mesele değil. Bu bir medeniyet meselesidir. Biz Avrupa medeniyetine bağlı değiliz. 19. Yüzyıl’da mensup olduk. Adamlar meseleye ekonomi ve siyaset açısından bakıyor gibi görünüyorlar ise de aslında baktıkları şey ‘bunlar bize ait mi, bize mensup mu?’ AB, Avrupa medeniyetine bağlı olanlar için bir asli üyelik sunar, mensubiyet ilişkisi ile bağlı olanlar için ise ya imtiyazlı ortaklık ya da ikinci sınıf üyelik söz konusudur. Biz meseleyi hep ekonomik ve siyasî olarak gördük. Türkiye’nin o kadar çok meselesi var ki bu meselelerin ne siyaseten ne de iktisaden çözümlenmesi söz konusu değil. Biri AB meselesi. 
-1960’larda gazetecilik de yaptınız. Uzun süredir Zaman’da yazıyorsunuz. Bugün nasıl bir medya fotoğrafı var? 
1960 öncesine bakalım. Matbuatla edebiyat arasında çok büyük ve derin yarıklar, kopmalar yoktur. Köşe yazarlarının çoğu edebiyatçılardı. Peyami Safa, Falih Rıfkı, Cevat Fehmi Başkut… Bunlar gazeteci kimlikleri kadar edebî kimlikleri ile öne çıkmış insanlardı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Cumhuriyet’te yazıları çıkıyordu. Zamanla entelektüel kesimle medya arasında ciddi bir kopma oldu. Bu edebiyatçılardan kaynaklanmadı, medyadan gelen bir dışlamayla oldu. Bunun sonucunda medya son derece sınırlı bir zihinsel yaklaşımla meseleleri siyasete ve ekonomiye indirgedi. Entelektüeller yok medyada. Bugün medya çok aşağı bir düzeysizlikte. 
-Bugün bir ‘havuz medyası’ndan söz ediyoruz... 
Menderes döneminde basın; yargı ve polis aracılığıyla susturuluyordu. Yayın yasağı geliyor, yahut gazetecileri mahkemeye veriyorlar, tutuklatıyorlardı. Geçmişte devletin yaptırımcı aygıtları kanalıyla bu yürürlüğe kondu. Şimdi bu yapılmıyor.  Çünkü iktidarın “sivil” devletin dışında olan ya da devletin dışında olduğu izlenimini veren birtakım medya kuruluşları aracılığıyla yapılıyor. Bu kurnazca bir davranış. AK Parti iktidarı gazete kapatmıyor, gazetecileri yargılayıp hapse atmıyor ama kendi davasını doğrudan doğruya kendisine bağlı “sivil medya” aracılığıyla devletin yaptırımcı aygıtları  ile değil, devletin ideolojik aygıtlarıyla yapıyor.
ERDOĞAN’INKİ NEGATİF BİR KARİZMA 
-Son aylarda Erdoğan’ı Atatürk’le kıyas edenler, “ikinci Atatürk” diye isimlendirenler var. Erdoğan’ın nasıl bir “karizma”sı var? 
Negatif bir karizma. 
-Niçin negatif bir karizma? 
Karizma aslında insanda var olan niteliklerden inşa edilen bir şey. Mesela diyelim ki Turgut Özal. Turgut Özal’ın bir karizması var idiyse o karizma onun devlet tecrübesinden geçmiş olmasından, yurtdışında kalmış olmasından, dil biliyor olmasından, teknik üniversite mezunu olmasından… Aynı şeyi Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan için de söylemek mümkün. Bunların üçü de “muhafazakâr” başbakanlar ama üçünün ortak özellikleri var. Turgut Özal, Süleyman Bey ve Necmettin Hoca’nın karizmaları onlarda var olan benim saydığım özellikler ve nitelikler dolayısıyla inşa edilmiştir. Tayyip Bey’de bunların hiçbiri yok. Ne teknik üniversite mezunu, ne devlet tecrübesi var –belediyede çalışmasını saymıyorum- ne dil biliyor ne de yurtdışında yaşamış. Yoklar üzerinden inşa edilmiş bir karizma Erdoğan’ınki. 
-Nasıl tuttu bu karizma peki? 
Türklerin çoğunluğu da öyle. Halk şöyle düşünüyor: “Bu adam benim gibi konuşuyor, benim gibi düşünüyor, söylemi benim gibi.” Özal, Demirel ya da Erbakan’la kendini özdeşleştirmesi zordur bizim insanımızın. Ama Tayyip Bey’le özdeşleştiriyor. “Ananı da al git” ya da “İsrail dölü” dediğinde çoğunluk tarafından alkışlanıyor hatta. Sigara içenlere müdahale ediyor. Bu halkın fena hâlde hoşuna gidiyor. Çünkü Tayyip Bey’de “kendisi gibi”yi görüyor. Enteresan bir hikâye anlatayım. Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş romanında geçer… Kitapta roman kahramanı ormanda yakaladığı bir kuşu boyar, tekrar aynı cins kuşların arasına salar ama bu boyalı kuşun sonu olur. Çünkü aynı cins olmalarına rağmen kuşlar, boyalı kuşu kendilerinden saymadıkları için onu gagalarlar, ötekilerler. Bu böyledir. Halk da kendisi gibi olanı benimser, kendisi gibi olmayanı dışlar. Bu karizma devam edecektir. 2015 seçimleri konusunda şimdiden bir tahminde bulunayım: Büyük bir olasılıkla AK Parti yüzde 50-51 civarında oy alacaktır. 
-Bugün Erdoğan’a “Demokrat Başbakan” imajı çizilirken Adnan Menderes, Turgut Özal, biraz da Necmettin Erbakan adı anılıyor. Bu isimlerle bağ kurulabilir mi? Özellikle Adnan Menderes ile? 
Hiçbir bağ yok. Aslında Tayyip Bey’in çok vahim çelişkilerinden biri bu. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yaptığı konuşmada Menderes’in adını anarken Celal Bayar’dan hiç bahsetmedi. 
-Çelişki nerede? 
Adnan Bey tüm Yassıada duruşmalarında son derece teslimiyetçiydi ve askerî vesayetin yargı despotizmi karşısında ezikti. Buna karşılık Celal Bayar “Ben bu ülkenin seçilmiş reis-i cumhuruyum beni burada yargılayamazsınız!” demiş, askerî vesayete karşı dik durmuştur. Tayyip Bey gibi askerî vesayete karşı mücadele veren birinin Menderes’i mi anması gerekirdi, yoksa Celal Bayar’ı mı? Bence Celal Bayar’ı anması gerekirdi. 
-Niye anmadı sizce? 
Tayyip Bey, Menderes’i andı, anıyor çünkü mesele mağduriyet üzerinden yürütülüyor. Şunu söylemek istiyorum. Ortada bir problem varsa bu problemi mağduriyet hissi üzerinden mi götürmek doğrudur ya da zihinsel bir mesele olarak askerî vesayet üzerinden mi götürmek doğrudur? Hangisi? Askerî vesayet üzerinden. Sen Celal Bayar’ı zikretmek zorundaydın o konuşmada. Ama Türk halkı hissiyata, mağduriyete askerî vesayete karşı durmaktan çok daha fazla önem verdiği için onu söylüyor. Ayrıca Menderes’in üslup, tavır olarak Tayyip Bey’le hiçbir ilgisi yok. Adnan Bey’i gazetecilik hayatım boyunca gerek Yassıada duruşmalarında gerek iktidar döneminde takip etmiş biriyim. Son derece kibar biri Adnan Bey. Menderes’in ağzından bir gün kötü bir söz çıkmamıştır. “Ananı da al git” türünden bir şey duymadık.
KUTUPLAŞMADAN ÇOK ENDİŞE EDİYORUM  
-Bugün kutuplaşmış bir Türkiye var. Sizin 2015 tahmininizi de göz önünde tutarak söylüyorum. Bu böyle devam eder mi? 
Böyle devam edebilir mi onu bilmem. Ama etmemesi gerektiğini söylemek durumundayım. Eğer devam ederse ülkeyi çok ciddi sıkıntıların beklediği aşikâr. Çok endişe ediyorum. Bu tür endişeleri dile getirmek istemem. Eğer böyle devam ederse gelecekte Türkiye’nin içeride ve dışarıda çok ciddi, çok ürkütücü sonuçlarla karşılaşma ihtimali yüksektir. Bugün iktidarın üslubu, söylemi hiçbir biçimde insanca, dostça değil. Tam tersine aşağılayan, düşmanca bir söylem. Bu Türkiye’yi iyi bir yere taşımaz. 
-Bu çatışmacı üslubun AK Parti’ye oy kazandırdığı yorumları yapılıyor. Bu doğru mu? 
O üslubun oy getirdiğini zannetmiyorum. Bu üsluptan çok bizim insanımızın önemli bir özelliği var. Birey olmayı bencil olmak biçiminde idrak etmiş olması. Birey, modern toplumların göstergesidir. Bizim modernliğimiz bir moda modernliği olduğu için bu modernliğin birey anlayışı bencillik olarak tezahür ediyor. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” ortaya çıkıyor bizde. Bugün insanların ekseriyeti hayatından memnun; kendilerine benzeyen, kendileriyle aynı dili konuşan, zaman zaman küfür de eden bir “karizmayı” seviyorlar. 
-Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti genel başkanı ve başbakan olmasını nasıl yorumluyorsunuz? 
Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti’ye genel başkan olmasının AKP’de ciddi bir karizmatik karşılığı olduğu kanısında değilim. Tayyip Bey gösterdi, seçtiler. Yarın öbür gün Tayyip Bey “bunu seçmeyin” derse seçmeyecekler. Her şeyi Cumhurbaşkanı belirliyor. Kendisi söyledi, eski cumhurbaşkanları gibi olmayacağım, diye. Benim kanaatim ne partide ne Meclis’te ne hükümette ne de üst düzey bürokraside -emniyet amirleri, hâkimler ve savcılar dâhil- Tayyip Bey’in haberi ve onayı olmadan hiçbir adım atılmıyor.
PKK’NIN ARKASINDA DA PARALEL VARMIŞ! ARTIK GÜLÜMSÜYORUZ    
-Bu süreçte başörtüsü yasağı kaldırıldı, okullara siyer, Kur’an dersi kondu. AKP benzer eleştirilere bu karşılığı veriyor. 
Bunun benim açımdan değeri ancak İslam’ın ahlâkı, mistisizmi ve estetiği ile ne kertede bağlantılı olduğuna bağlıdır. Eğer bunları yapıyor ve ahlâkına, hakikat anlayışına sahip çıkıyorsa başımın üstünde yeri var. Kendisini muhafazakâr ve gelenekçi olarak takdim etmiş bir partinin sadece yol yapmak, AVM yapmak, Ak Saray yapmakla sınırlı değil yapacakları. Bizde her şey siyaset ve ekonomi kalıbının içine sokulup onun içinde değerlendirilmeye kalkışıldı. Bunda medyanın çok büyük rolü var. Medya bu meselenin entelektüel planda tartışılmasına imkân verecek bütün mecraları kapadı. İki üç gazete dışında bunları kimse konuşmuyor. 
-Bu dönemde konuşulmasını mı bekliyordunuz? 
2002 seçimlerinden 2012’ye kadar 10 yıl birçok düşmanlığı, bir sürü hakareti, aşağılanmayı göze alarak AK Parti’yi desteklemiş bir adamım. Yani AK Parti’nin bana vereceği hesabı var. Ben bu partiyi 10 yıl boyunca destekledim. Beklediğim hiçbir adımı atmadı. On yılın sonunda beklerdim ki AK Parti meselelere çok daha geniş, çok daha ufuk açıcı bir perspektiften baksın. Askerî vesayeti tasfiye ederek zihin açıcı bir adımla başlamıştı oysa, ama arkası gelmedi. AK Parti’nin basit ve vülger siyasetin dışında bir derinliği yok, bu anlaşıldı. Muhafazakâr geçmişin entelektüel birikimini temellük edinmiş bir kadro ve icraatlar beklerdim. Böyle bir kadro yok. 
-Siz dindarlaşmada bir gerileme görüyorsunuz. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” vurgusu da bununla ilgili mi? 
Böyle bir şeyin İslamî hiçbir bağlamda meşrulaştırılması mümkün değil. Slogan bir şekilde söylemek gerekirse “adamlar haram yiyor, helal olsun” demeye gelir. Bunun İslamî herhangi bir temeli olabilir mi? Adam haram yiyor ama başka iyi şeyler yapıyor diye haram yemesine göz yummamız gerekiyor. Bu mudur Müslümanlık? Nadir Nadi’nin güzel bir lafı var. Kenan Evren’e bakarak “Eğer Kenan Evren Atatürkçü ise ben Atatürkçü değilim.” demişti. Ben de diyorum ki “AK Parti Müslüman ise ben Müslüman değilim kardeşim.” 
-Sizin gibi düşünmeyenler de az değil. Birçok yazar ve aydını AK Parti savunusu yaparken görüyoruz. 
Devletle ve ideolojisiyle bütünleşmiş bir aydın tipi var. Bunlara Gramsci’nin ifadesiyle “organik aydın” diyoruz.. Şu anda aydın dediğimiz AK Parti’yi destekleyen, AKP’nin görüşlerini savunan kişiler doğrudan doğruya organik aydınlardır. Benim daha önce çok bağımsız bir kimlik olduğunu düşündüğüm insanların daha sonra birer organik aydın olduğunu gördüm. Bu durum doğrusu büyük ölçüde hayal kırıklığına uğrattı. 
-Hizmet hareketi için “haşhaşi”, “virüs” diye suçlanıyor. Fethullah Gülen’e “yalancı peygamber” dendi mesela. Hakaretler sürüyor... 
Psikolojik bir şey bu. Bir insan gerçekten suçlu olduğunu biliyor ve suçluluğu dolayısıyla başının şu ya da bu biçimde derde düçar olacağını tahmin ediyorsa saldırganlaşır. Bu oyunun kuralı budur. Bugün yaşadığımız odur. 
-Camiaya mensup insanlar fişleniyor, mağdur ediliyor. Siz de böyle bir mağduriyetle karşılaştınız mı bir Zaman yazarı olarak? 
Karşılaştım ama bunu söylemek istemem. 17 Aralık’tan öncesiyle sonrası çok farklı. Ben cemaat mensubu değilim. Ben tamamen özerk ve bağımsız bir zihinle yazı yazan bir yazarım. Sadece Zaman’da yazıyor olmam dolayısıyla birtakım muamelelere maruz kaldığımı söyleyebilirim. 
-Bir paralel yazısı yazdınız. Devamını yazacak kadar malzeme çıktı bu süreçte. Devamı gelecek mi? 
En çok okunan yazılarımdan biri oldu. Martta yazmıştım. Ondan sonra Sayın Cumhurbaşkanı muhtelif vesilelerle o da paralel bu da paralel diye bu söylemi devam ettirdi. Şimdi de “PKK’nın arkasında paralel yapı var.” deniyor. Artık gülümsüyoruz. İsmet Paşa’nın 1959’da Demokrat Partililere söylediği bir şey vardı. Meclis konuşmasında parmağını uzatarak şunu söylemişti: “Suçluların telaşı içindesiniz!” Bir telaş varsa suçluluk da vardır.
BU SÜREÇTE DİNDARLIK KAYBETTİ!   
-AK Parti’nin muhafazakâr bir hüviyeti de var. İslamcılık geçmişi... Olan biteni bu birikimle nasıl açıklayabiliyorsunuz? 
Türkiye’de İslam’ın nasıl yaşandığına dair çok ciddi bazı endişelerim var. Yani İslam’ın kamusal alanda görünür olmaya indirgenmesi, sadece form olması; bunlar işin şeklî tarafı, bunun muhtevası var, özü var. İçerik nedir? İslam’da içerik Peygamber ahlâkı ve İslam estetiğidir. Buna İslam medeniyeti diyoruz. İşin ahlâkı ve estetiği bir tarafa bırakıldı. Akaid ise formel biçime indirgendi. Başörtülü olmak Müslümanlıkla birebir ilişkilendirildi. Bu yaygınlaştı. Eşi örtülü mü, meyhaneye gidiyor mu, cuma kılıyor mu? Müslümanlık özel alanda insanın Allah’la baş başa kaldığında kendisini somut olarak belli eder, kamusal alanda değil. Ahlâka, estetiğe sahip çıkmayan İslam’ı sadece biçime indirgeyen bir anlayışın İslamcılık adı altında tezgâhlanması diye bir şey söz konusu olabilir mi? Böyle bir şey olmaz. Türkiye’deki İslamcılık anlayışı buysa ben buna “İslamcılık” demiyorum, diyemem. 

- Ama “Dindarlık” vurgusu çok yapılıyor. 

Ama bunların içi boş. Muhteva yok. Estetik yok, imitasyon, taklit var. Aslında bütün tek parti yönetimlerinin özelliği budur, taklit, imitasyon. Ben eğer Müslümansam benim Müslümanlığım benim ahlâkımla ve “Allah güzeldir ve güzel olanı sever.” hadis-i şerifiyle ne kadar bağlı olduğuma bağımlı olan bir şey. Yoksa benim karım başı örtülü mü, ben meyhaneye gidiyor muyum gitmiyor muyum, bu birinci öncelik olmamalı. Elbette şeriatı inkâr ediyor değilim ama şeriatın da özel alanda hayata geçirilmesi gibi bir mesele var. 
- Bu süreçte Dindarlık ne kaybetti? 
Çok şey kaybetti. İçeriğini kaybetti. İslam’ın muhteva kaybı oldu. Dünyevileşme arttı. Hem mistik hem ahlâkî hem estetik muhtevasının göz ardı edilmesine yol açtı.

TARIMDA BİTKİSEL HAYAT





Tarımda Bitkisel Hayat




Tarımda Bitkisel Hayat
Bir zamanlar tarımda kendi kendine yeten ender ülkelerden biri olmakla övünen Türkiye, bugün hızla dışa bağımlı hâle geliyor. Ekilebilir alanlar geri kazanılamayacak şekilde inşaat, madencilik ve sanayiye doğru kayıyor.
Türkiye yıllık gayrisafi millî gelirinin yaklaşık yüzde 9’una tekabül eden 70 milyar dolarlık ziraî üretim hacmi ile Avrupa’nın en büyük üreticisi; dünyada ise yedinci sırada. Hükümetin 2023 yılı hedefleri arasında, tarım üretimini 150 milyar dolara çıkarmak ve bu sektörden yapılan ihracatın miktarını da mevcut 17 milyar dolardan 40 milyar dolara yükseltmek bulunuyor. Bu rakamlar ile dünyanın beşinci tarım üreticisi olmak arzusunda. Hedefleri gerçekleştirebilmek için ekilebilir alanları yüzde 50’den fazla artırmak zorundayız. Ne var ki son yıllardaki gidişat tam aksi yönde ilerlendiğini gösteriyor.
Tarımda 2001 yılından sonra olumlu gelişmeler görüldü. Pek çok üründe rekor düzeyde üretim artışları sağlandı. Arazilerin parçalanmasının engellenmesi için tedbirler alındı. Sigorta sistemi teşvik edildi. Kırsal kalkınma politikaları devreye sokuldu. Sübvansiyonlarda ürün bazlı destekleme sistemi benimsendi. Ancak, son birkaç senedir tablo hızla kararıyor.
Verimli topraklar kısa vadede yüksek getiri vadeden inşaat ve sanayiye aktarılıyor. Devletin açıkladığı rakamlar ekilebilir alanların hızla eridiğini gösteriyor. Girdi maliyetleri yüzünden çiftçi ya zarar ediyor ya da çok düşük kâr oranlarına razı oluyor. Üretici ciddi bir borç batağına saplanmış durumda. Teknolojinin tarımda kullanılması, istenen ölçüde sağlanabilmiş değil. İthalata bağımlılıkta artış sinyalleri her zamankinden daha çok görülüyor. Büyük umutlarla başlanan her köye bir ziraat mühendisi projesi akamete uğradı. Tarım Sigortaları Havuzu’nda (TARSİM) yüzde 50 devlet desteğine rağmen poliçe sayısı hâlâ potansiyelinin altında. Çiftçi bilinçsiz ve kırsal kalkınma projeleri çiftçilerin en acil sorunlarına cevap verebilecek yeterlikten uzak. Hükümetin tarım politikaları, verimlilik odaklı ekonomik adımlardan ziyade sosyal politikalar şeklinde kendini gösteriyor. Çiftçiler oy deposu görülerek sosyal yardımlara muhtaç hâle getirildi.
TARIM ALANLARI ERİYOR
Türk tarımının potansiyel üretim seviyesini yakalayamamasının en önemli sebeplerinden biri arazilerin miras ve parselli satışlardan dolayı üretimi caydıracak denli küçülmesi. Hükümet, 2014 yılı mayıs ayında gerçekleştirdiği 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’ndaki değişiklikle, arazi parçalanmasına karşı bir tedbir almaya çalıştı. Bu değişiklik ilk etapta küçük çaplı üretim yapan çiftçilerin arazi satışlarını tamamen durdurduğu için yoğun tepkilerle karşılaşmıştı. Adana’da faaliyet gösteren orta boy bir çiftliğin yetkilisi, söz konusu uygulamanın, arsaların hükümete yakın işadamlarınca toplanması için bir kılıf olduğunu söylüyor. İsmini vermek istemeyen üreticiye göre, verimliliğin artırılması için bu gibi toplulaştırma usulleri elzem olsa da, yandaşlar lehine kayırmacılık yüzünden ekonomik beklentiler karşılanamayabilir. Ayrıca, köylerin kaybolması gibi yan etkileri marifetiyle bölgenin sosyal dokusu da hasar görebilir endişesini dile getiriyor.
Bu endişelerden bağımsız olarak, kanunun amaca ulaşma nispetini göstermeye yetecek ölçüde somut sonuçlar ortaya çıkmış değil. Ancak rakamlar, tablonun çok da iyi olmadığını gösteriyor. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından açıklanan verilere göre, tarım arazileri, 2001 yılında 410 bin kilometrekareden 384 bin kilometrekareye gerilemiş. Aynı dönemde, tahıl ekilebilir alanlar 23 bin kilometrekarelik bir daralma yaşanmış.
Söz gelimi, tarımda şu an 3 milyona yakın işletme ve 30 milyon parsel arazi bulunuyor. Ortalama işletme başına arazi büyüklüğü 60 dekarın bile altında ve her işletme yaklaşık 10 parsele sahip. Bir hesaba göre, arazi toplulaştırması yapılabilecek 14 milyon hektarlık bir alan var. Avrupa’da bir işletme ortalama 500 dekar araziye sahip.
Türkiye Ziraatçılar Derneği (TZD) Başkanı İbrahim Yetkin’e göre de firma çaplarının ağırlıklı olarak küçük ve orta boylu olması, bu noksanlıklar arasında en önceliklilerden biri. Zira uygulanacak tarım politikalarının her düzeyde uyarlanması sorun oluyor ve belki daha da önemlisi, küçük çaplı üreticiler kendilerini geliştirmekte yetersiz olduğu kadar, rekabet açısından da çok büyük zorluklar yaşıyor.
Parselizasyon ile tarım arazilerinin küçülmesinin yanında, sanayileşme ve artan kentleşme, verimli topraklardan beslenerek tarımsal arazi varlığına başka bir açıdan darbe indiriyor. İllerdeki Toprak Koruma Kurulları’nın gayretleri bu noktada yetersiz. Geçen yıl 30 ilde büyükşehir belediyelerinin sınırlarının tüm ili kapsayacak şekilde genişletilmesi, bu açıdan, ekilebilir alanların karşı karşıya kaldığı riski artıran bir gelişme olarak öne çıktı. Türkiye’nin toplam tarım arazilerinin yüzde 56,8’ine yahut tam olarak 135,27 milyon dekarlık ekilebilir alana sahip vilayetlerde, 16 bin 82 köy ve bin 591 belde, mahalleye dönüştü. Bu toprakların arasında değeri yüksek olanların imara açıldığı haberleri geçen yıl medyada epey yer buldu.
Son beş yılda Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu kapsamı dışına çıkarılan tarım alanı büyüklüğünün 2,7 milyon dönüme ulaşması, tablonun nasıl kötüye gittiğini gösteren bir başka karanlık rakam. Diğer ifadeyle, İstanbul’un yarısı kadar büyüklüğe sahip verimli arazi imara açıldı. Tarım Bakanlığı verileri, 2014 yılının ilk dokuz ayında amaç dışı faaliyete izin verilen toprak büyüklüğünün, bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla üç kat arttığını ortaya koyuyor.
Ziraat Mühendisleri Odası’nın (ZMO) Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine dayanarak hazırladığı buğday, bakliyat, çeltik ve pirinç üretimine ilişkin yıl sonu raporları, tablonun kötülüğünü göz önüne seriyor. Buna göre son 10 yılda baklagillerin hem ekim alanı hem de üretimi küçüldü. 1990’ların başında 2 milyon hektara ulaşan yemeklik bakliyat ekim alanları yüzde 60 azalarak 800 bin hektara düştü.
Yine aynı dönemde baklagillerin üretiminde tam yüzde 43 gerileme yaşandı. 2 milyon 13 bin tondan 1 milyon 148 bin tona indi. Üstelik söz konusu süre boyunca Türkiye’nin nüfusu yüzde 35 oranında artmıştı.
Nohut üretimi 2002’den 2013’e 650 bin tondan 560 bin tona düştü. Mercimek 500 bin tondan 395 bin tona geriledi. Kuru fasulye, 12 yıl önce 250 bin ton civarında üretilirken, geçen yıl itibarıyla üretim 195 bin ton olarak gerçekleşti. Türkiye bugün Mısır, Etiyopya, Bangladeş ve Çin’den kuru fasulye, Kanada’dan nohut ve yeşil mercimek, ABD, Ukrayna ve Kanada’dan ise bezelye ithal ediyor.
Türkiye’de 2000 yılında 94 milyon dönüm alanda buğday ekimi yapılırken, 2014 yılında bu oran 77 milyon dönüme düştü. 2002 yılındaki buğday ithalatımız 1,12 milyon ton idi, ancak 2011’de son yılların en yüksek seviyesine ulaşarak 4,76 milyon ton buğday ithal edildi. Bu üründe de ağırlıklı olarak Rusya Federasyonu, Kazakistan, ABD ve Ukrayna’dan ithalat yapılıyor.


Türkiye hâlen tarımda net ihracatçı konumunda olsa da yağlı tohumlar ile pamuk gibi önemli ürün gruplarında ithalat bağımlılığının devam ediyor olması bir zayıf nokta olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) tarafından açıklanan rakamlara göre, Türkiye’nin yıllık tarım ithalatının yüzde 30’una tekabül eden yaklaşık 3,7 milyar doları soya fasulyesi, ayçiçeği, bitkisel yağ ve küspeden oluşuyor. Pamuk için ise 2 milyar dolara yakın para ödüyoruz.
FELAKETLERİN GÖLGESİNDE HASAT
Türkiye ekonomisi 2014 yılının üçüncü çeyreğinde sadece yüzde 1,7’lik bir büyüme kaydedebildi ve bunun en önemli sebeplerinden biri aynı dönemde bir önceki yılın üçüncü çeyreğine kıyasla yüzde 4,9 daralma yaşayan tarım sektörünün kötü performansı oldu. Tarımsal üretimin yılın ilk 9 ayında 2013 Ocak-Eylül arasına göre yüzde 3 gerilemesi de 2014 büyümesinin zayıf verilerinde önemli bir paya sahip. Sektörün millî gelir büyümesine katkısı ise ilk üç çeyrek itibarıyla ortalama yüzde -0,78 düzeyinde gerçekleşti.
Tarımın zayıf performansının sebebi olarak, 2013-2014 sezonunda başına gelebilecek hemen bütün afetleri yaşadığını söylemek mümkün. Son yılların en kurak yılını geçirmesi yetmiyormuş gibi üstüne bir de don yedi. Ardından belli bölgelerde aşırı yağış hem ağaçlardakine hem topraktakine zarar verdi. Evvelce nadiren görülen hortumlar, iklim değişikliği ve küresel ısınma gibi sıklıkla telaffuz edilen ve her nedense çok ciddiye alınmayan gelişmelerin neticesi olarak bu yıl çokça haberlere konu oldu. Ekinlerden seralara hektarlarca alanda hasar doğurdu. Felaketler çiftçiye hatırlamak istenmeceği bir yıl yaşattı.




Teknik ve ekonomik olarak sulanabilecek 8,5 milyon hektar tarım alanı bulunan Türkiye’de bu alanın üçte birinden fazlası, yaklaşık 2,6 milyon hektarı sulanamıyor. Bir diğer ifadeyle, Çukurova’nın yaklaşık 6 katı büyüklüğünde bir arazi sulanabileceği hâlde gerekli yatırımların yapılmaması yüzünden verimsizliğe mahkûm. Üstelik sulanan kısımlarda ise çoğunlukla plansız ve özensiz bir sulama sistemi var ve bu da kimi yerlerin haddinden fazla sulanarak verim kayıplarının doğmasına yol açıyor. Sulama yatırımları yüksek maliyetler getiriyor ve bugüne dek hâlâ tamamlanamamış olmasının en önemli sebebi de bu.
GİRDİ MALİYETLERİ BÜYÜK SORUN
Doğal afetler, tarımın zayıf performansını açıklayan devirli ve geçici şartlar. Ancak bir de yapısal sorunlar söz konusu. TZD tarafından yakın zamanda hazırlanan bir rapor, girdi fiyatlarındaki yüksek vergiler yüzünden üreticilerin büyük sorunlar yaşamakta olduğunun altını çiziyor. Rapora göre, artan maliyetlerin yükü altında tarımsal üretimde kârlılık düşüyor ve bu da sektörün cazibesini yitirmesine yol açıyor.
İbrahim Yetkin, artan girdi maliyetlerinin şu an üretici üzerinde büyük bir baskı oluşturduğunu teyit ediyor. Tarım sektörüne bankalarca kullandırılan kredilerin 39 milyar doları aşmış olması Yetkin’i destekleyen bir veri.
2002 yılından bu yana mazot 4,5 kat arttı, gübre fiyatları da yaklaşık 4,43 misli bir artış kaydetti. Ancak ürünlerin fiyatlarına bu oranlar yansımadı. Bir diğer deyişle, çiftçinin geliri eridi. Üretim maliyetlerindeki artışların aslında en büyük sebebi, Türkiye’nin girdilerde büyük oranda dışa bağımlı olması.
Zirai ilaç, tohum, gübre ve mazot gibi girdilerde yerli üretim bulunmasına rağmen, ihtiyacın büyük bir kısmı hâlâ ithalat yoluyla karşılanıyor. Üretim maliyetlerinin üründen elde edilecek gelirin üstüne çıkacağını gören çiftçi tarlasını ekmiyor, meyveyi dalında bırakıyor. Gübre kullanımında görülen düşüş de dikkat çekici. Gerek gübre fiyatlarında yüzde 10’u aşan yükselişler ve gerekse üretim faaliyetlerindeki kuraklığa bağlı gerileme yüzünden gübre kullanımı 2014’ün ilk 10 ayında, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 8’i bulan oranda düşerek 3,1 milyon tona geriledi.
Bir yandan artan ithalat, bir yandan yükselen maliyetlere bağlı olarak üretimin düşmesi ve bir yandan da verimli arazilerin inşaat ve sanayiye devredilerek üretim dışına çıkarılması, kendi kendine yeten ender ülkelerden biri olan Türkiye’yi hızla dışa bağımlı hâle getiriyor. Ancak İbrahim Yetkin’e göre, bu bağımlılık meselesi, hububat gibi stratejik ürünlerde yeterlilik olup olmadığı cihetinden tartışmalara konu oluyor. Bir diğer ifadeyle, buğday ve arpa gibi temel besin gıdalarının üretiminde kendi kendine yeterlik yeterli ve diğer ürünlerde ithalat çok da sakıncalı değil. Yetkin’e göre, buğdaydaki mevcut ithalatın önemli bir kısmı dâhilde işleme rejimi kapsamında, katma değer eklenip ihraç edilmesi kaydıyla alınan buğdaydan oluşuyor.
TZOB Genel Başkanı Şemsi Bayraktar 2014 yılını değerlendirip bu yıl için beklentilerini paylaştığı basın toplantısında çiftçilerin en önde gelen talepleri arasında, vergi indirimi gibi adımlarla, gübre, mazot, elektrik başta olmak üzere temel girdi fiyatlarının maliyetlerinin düşürülmesini gösteriyordu.
TZOB Başkanı, bir çıkış yolu olarak desteklerin artırılmasını, özellikle ihracata yönelik üretimde rekabetçiliği artıracak tedbirlerin alınmasını istiyor. Bayraktar, TEDAŞ’ta yapıldığı gibi özel sektör elektrik dağıtım şirketleri ile de çiftçi borçlarının yeniden yapılandırılmasının şart olduğunu da sözlerine ekliyor. Elektrikte uygulanan KDV oranının yüzde 18’den yüzde 1’e indirilmesini de çiftçilerin bir diğer talebi olarak öne sürüyor. Bayraktara göre pay ve fonlar da kaldırılmalı, hatta tarıma özel bir uygulama yapılarak, elektrik faturaları hasada göre belirlenmeli.
Eylül ayında yürürlüğe giren çiftçi elektrik borçlarının destekleme ödemelerinden kesilmesi kararı çiftçilere büyük bir darbe vurmuştu. Çiftçilerin ödemeleri 2,5 milyar lirayı buluyordu ve bu kadarlık bir toplam gelirden mahrumiyet, tarım üreticilerinin sıkıntılarını katmerleştiren bir gelişme olarak yerini aldı.


TZD Başkanı İbrahim Yetkin de çiftçinin finansal sorunlarını artıran bir unsur olarak destekleme miktarlarının azlığını gösteriyor. Gerçekten de Tarım Kanunu yıllık destekleme miktarı toplamının GSYİH’nin yüzde birinden az olamayacağını tespit etmiş olmasına rağmen, Türkiye’de hükümet, 2006’da kendi getirdiği bu kurala sekiz yıldır itibar etmiyor ve ancak millî gelirin yüzde 0,5 ile 0,7’si arasında destek aktarıyor. Mesela, 2014 bütçesi için ayrılan miktar 9,6 milyar lira. Oysa gelir 1,7 trilyon liranın üzerinde gerçekleşti, yani en az 17 milyar lira aktarılması gerekiyordu. Eğer kurala tam uyulsaydı, 2007’den bu yana çiftçiye yaklaşık 44 milyar lira fazladan destekleme aktarılması gerekiyordu.
Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Başkanı Özden Güngör, Türkiye’de bir tarım politikasının bulunmadığını söylüyor. “Yoksa Türkiye’nin durumu böyle olmazdı.” diyen Güngör, son dönemde zeytinlikler üzerinde yaşanan gelişmeleri örnek olarak hatırlatıyor. Toplam zeytin ağacı varlığının hükümetin teşvikiyle 160 milyona çıktığını teslim eden Güngör, ancak son düzenlemelerle zeytinliklerin termik santrallere, HES’lere peşkeş çekildiğini, yol yapımı bahaneleriyle âdeta tarumar edildiğini aktarıyor.
Manisa’nın Soma ilçesinde bir zamanlar pamuk, incir gibi birçok ürünün yetiştirildiğini hatırlatan Güngör, şimdi ise tarımın bu ilçede artık esamisinin bile okunmadığını kaydediyor. En son kasım ayında, bir şirketin termik santral inşaatı için tahsis edilen bir arazideki 6 bin zeytin ağacının, mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen bir gecede kesilmesi, tarım arazilerinin sanayiye kurban edilmesinin yakın zamandaki en canlı örneklerinden biri olarak hâlâ hafızalardaki tazeliğini koruyor.
Güngör, kendinden bir örnek de getiriyor. Adana’da sahip olduğu 200 dönümden büyük narenciye bahçesini artan maliyetlerden dolayı üretime devam edemediği için satmak zorunda kaldığını anlatan ZMO Başkanı, sonradan bu bahçeyi alan kişinin araziye bir lastik fabrikası kurduğunu söylüyor.
“Sanayiye karşı değiliz ama tarımı öldürüyorsunuz” diyerek isyanını ifade eden Güngör, Türkiye’nin artık tarımda kendine yeten ülke olmaktan çıktığını söylüyor. Son 12 yılda tarıma verilen toplam destekler 70 milyar lira iken tarım ve gıda ithalatına 320 milyar dolar harcandığını aktaran başkana göre, kaynaklarını böylesine savurganca israf eden başka bir ülke yok.
Her yıl 4,1 milyon hektarlık bir arazinin nadasa bırakıldığı TÜİK rakamlarında görülüyor ve bu kadar büyük bir arazinin boş durması bile başlı başına politikaların yetersizliğini ve üreticinin yeterli bilince sahip olmadığını gösteriyor.
ÜRETİMDE 2014 KARNESİ   
Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) tarafından sunulan yıllık değerlendirme raporuna göre, geçen yıl toplam tarım üretimi, 2013’e kıyasla yüzde 12,7 azalarak 37,5 milyon tondan 32,7 milyon tona indi. Düşüş en çok, yüzde 20,3 ile arpada yaşandı. Buğdayda yüzde 13,8 ve çeltikte yüzde 7,8 daha az mahsul elde edildi. Dane mısırda yüzde 0,8 artış görüldü. Miktarlar buğdayda 19 milyon, arpada 6,3 milyon, çeltikte 830 bin ton ve dane mısırda 6 milyon ton olarak gerçekleşti.
Yağlı tohumlarda, 2013 yılında, 2 milyon ton olan toplam üretim, 2014’te yüzde 4,5 artışla 2,1 milyon tona yükseldi. Ayçiçeği üretimi yüzde 7,5 oranında artış kaydederek 1,64 milyon tona ulaştı. Sebze üretimi yüzde 0,4 artışla 28,5 milyon tondan 28,6 milyon tona çıktı.
Meyve üretiminde ise özellikle don kaynaklı kayıplar yüzünden yüzde 6,2 düşüş yaşandı ve toplam istihsal 18,2 milyon tondan 17,1 milyon tona geriledi. Elmada yüzde 20,7, şeftalide yüzde 4,6 ve kirazda yüzde 9,9 düşüşler gerçekleşti. Malatya’nın en büyük geçim kaynaklarından kayısıda yüzde 65,4’ü bulan kayıplar, bu ildeki çiftçiler için büyük sıkıntılara yol açtı.



Aynı şekilde, bir başka stratejik ürün olan fındıkta yüzde 25’lik bir düşüş görülürken, cevizde yüzde 14,8’lik bir üretim azalması yaşandı. Kuru baklagillerde üretim yüzde 9,7’lik azalmayla 1,15 milyon tondan 1,04 milyon tona indi. Nohutta yüzde 11,1 azalarak 450 bin tona gerileyen üretim, kırmızı mercimekte yüzde 17,7 gibi daha büyük bir düşüş kaydetti. Tütünde miktar yüzde 25 geriledi. Kütlü pamuk üretimi yüzde 4,4, şeker pancarı üretimiyse yüzde 2,3 artış kaydetti.
Bu saatten sonra başka ne iş yapayım?
Muğla’nın Fethiye ilçesinde seracılık yapan Muttalip Seçgin’e göre bu yıl domates tarımına en büyük darbeyi Rusya’nın ekonomik sıkıntıları vurmuş. Ukrayna’ya müdahalesinden sonra uluslararası alanda uygulanan ambargoların zora soktuğu Rusya’ya ticaretin aksamasından önce domatesin kilosu 3 liraya kadar ulaşmış. Ancak daralan talep, düşen ruble ve aksayan ödemeler ile üretici domatesi 1 liraya ancak satabilir hâle gelmiş. Muttalip Bey, masraflarını ancak kurtarabildiğini ve neredeyse hiç para kazanamadığını anlatıyor. Kazandığını da zamanında alamıyor. Ürünü tüccara teslim ettiğinde, bir ay sonra gelmesi söyleniyor ona. Bir ay sonra gittiğinde ise mayıs ayına çek yazılıyor. “Rusya’dan para gelince dağıtabiliriz.” diyor tüccarlar. “Rusya’daki sıkıntı en çok bizi vurdu.” diyen Seçgin, kendi çalıştığı, fideyi temin ettiği ziraatçının da 300 bin liranın üzerinde alacağını tahsil edemediğini söylüyor. Çiftçi, çocuğunun okulunu, düğününü gösterip ziraatçıya borcunu erteleme gayretinde. Gelecek yıl işlerin düzeleceği umudundalar ama bunun da garantisi yok. Kimisi arazisini icara vererek darboğazı aşma derdinde. Ama icara alanlar da çıkış yolu arıyormuş. Muttalip Seçgin’e ‘Tarımdan ayrılma düşünceniz var mı?’ diye sorduğumuzda, “56 yaşındayım. Bu vakitten sonra başka ne iş yapayım?” diyor.
Muğlalı çiftçi, komisyoncuların faturasız yüzde 12 komisyon kesmesinden, denetim eksikliklerinden de şikâyetçi. Ayrıca Seçgin, tarlada dört ay alın teri döken çiftçinin 70 kuruştan sattığı domatesin, aracılıktan başka dahli olmayan komisyoncu ve tüccar kârlarıyla 5 katı daha yüksek fiyattan tüketiciye ulaşmasını da büyük bir sorun olarak görüyor.
Fırtına, tarım alanlarından ziyade fiyatları vurdu   
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bağlı ekiplerin yaptığı tespite göre, Antalya’da geçtiğimiz günlerde meydana gelen don, fırtına ve şiddetli yağmur 4 bin dekar sera alanı ile 20 bin dönüm portakal bahçesini etkiledi. Fırtınadan en fazla zararı sera varlığının önemli kısmını barındıran Kumluca ve Demre ilçeleri gördü. Antalya Gıda Tarım ve Hayvancılık İl Müdürü Ahmet Dallı, net hasar tespiti için bir hafta, 10 gün daha beklenmesi gerektiğini söylüyor. Dallı, “Bunun için suyun çekilmesi, bitkinin aşırı suya nasıl tepki verdiğinin ortaya çıkması gerekiyor.” diyor.
Türkiye’deki 600 bin dekar örtü altı üretim alanının yüzde 40’ına karşılık gelen 240 bin dekarı Antalya’da bulunuyor. Bu seralarda parasal değeri 4 milyar liranın üzerinde 3 milyon tondan fazla ürün yetiştiriliyor. Antalya’nın örtü altı varlığı dikkate alındığında etkilenen alanın toplamın yüzde 2,5’ine tekabül ettiğine işaret eden Ahmet Dallı şöyle konuşuyor: “Etkilenen 4-5 bin dekar bir alanda yüzde 30-40 zarar olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla bu rakamın bizim toplam üretimimiz içindeki yerini hesapladığınızda piyasayı değiştirecek bir durum olmadığını göreceksiniz.”
Ahmet Dallı, önce don, ardından şiddetli yağmura maruz kalan portakal bahçelerinde de ‘ciddi bir zarar’ söz konusu olmadığını, fırtınadan dolayı meyve dökülmesi yaşandığını, ancak bunun seviyesinin de yüzde 10’la sınırlı kaldığını sözlerine ekliyor. Bu arada tarım sigortası olan çiftçinin zararının tamamı buradan karşılanacak. Sigortası olmayanların ise kredi borcunun ertelemesi ve afet acil fonundan desteklenmeleri formülü üzerinde çalışılıyor.
Antalya Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin verdiği bilgiye göre, Antalya Toptancı Hali’ne giren ürün miktarında bir azalma olmadı. Ancak Antalya, Kumluca ve Demre hallerinde fiyatlar yükselişe geçti. Ocak ayı başında Antalya Toptancı Hali’nde 1,80-2,10 TL arasında işlem gören sivri biberin fiyatı fırtınadan sonraki günlerde 3,30-3,50 TL’ye yükseldi. 2 Ocak’ta 1,30-1,60 TL arası olan domatesin fiyatı ise 20 kuruş artarak 1,60-1,80 TL’ye çıktı. Diğer iki ilçe halinde de benzer bir durum söz konusu. Antalya Toptancı Hal Yaş Sebze Meyve Komisyoncuları Derneği Başkanı Cüneyt Doğan, bazı ürünlerin fiyatının yüzde 70-80 oranında arttığını söylüyor. Doğan, fiyatların yükselmesine fırtınanın değil, ocak ayının ikinci haftası yaşanan don olayının neden olduğunu ifade ediyor. - Kenan Baş (Antalya)

..

NATO NUN LİBYADA NE İŞİ VAR. !!!!


AKP Libya'da ve Türkiye'de iç savaş kışkırtıyor




Ali Özsoy


































3 AY SONRA


Tayyip, 28 Şubat 2011: "NATO Libya'ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO'nun ne işi var Libya'da? NATO
mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. ." Tayyip, 21 Mart 2011: "NATO, Libya'ya Libya Libyalılarındır gerçeğini tespit ve tescil için girmelidir."















   Davutoğlu Bingazi'de kalabalığa sesleniyorken 
"merhaba Ömer Muhtar'ın torunları" demiş.
Böyle bir hakaret herhalde Ömer Muhtar'a daha önce asla yapılmamıştır. Ömer Muhtar, Atatürk ve diğer Osmanlı subaylarının İtalyan emperyalistlerine karşı 1911'de başlattığı direnişi 1931'e kadar sürdüren ve sonunda işgalciler tarafından şehit edilen bir kahramandır. Bingazi'dekiler ise İtalya'dan kalkan NATO uçakları altında sevinç gösterileri yapanlardır
.


Tayyip'in ikiyüzlülüğü


"NATO Libya'ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO'nun ne işi var Libya'da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya'ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez..."
Bu sözler 28 Şubat 2011 tarihinde söylendi. Söyleyeni hepimiz tanıyoruz.
Şimdi yine aynı kişinin dansöz Asena'ya taş çıkartan figürüne, daha bir ay geçmeden sonraki 21 Mart 2011 tarihindeki sözlerine bakalım:
"NATO, Libya'ya Libya Libyalılarındır gerçeğini tespit ve tescil için girmelidir."
Aslında "tespit ve tescil" edilen tek bir şey vardır o da sizin siyasi ikiyüzlülüğünüz...
Şeriatçı, Allah adına konuştuğunu iddia ettiği için her türlü yalanı söyleme ve günah işleme hakkını kendinde görür. Bu yüzden ikiyüzlülük Şeriatçıların genel özelliğidir. Buna da takiye derler.
Şimdi aynı kişinin seçimlerden önceki şu sözlerini ele alalım:
"Ben sağ olduğum sürece Abdullah Öcalan'a af söz konusu olamaz."
Bunun ne anlama geldiğini artık çok rahat söyleyebiliriz. Teröristbaşını affedecek kişi bizzat kendisidir.


Diğer bir ikiyüzlülük


Bugün Libya'ya emperyalist bir askeri müdahale yapılmaktadır. Libya NATO tarafından parçalanmıştır. Sivil askeri hedef ayrımı yapılmaksızın Trablus bombardıman altında tutulmaktadır. Ve bu manzaranın bir numaralı sorumlularından biri AKP iktidarıdır. Tıpkı Irak'ta Saddam rejimi yerine Şeriatçı bir rejim kurulur umuduyla ABD önderliğindeki Haçlı katillerini destekledikleri gibi bugün de kendileri gibi işbirlikçi gericiler başa gelsin diye Libya'daki emperyalist katliama destek oluyorlar.
Geçtiğimiz hafta AKP'nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Batı tarafından parçalanan Libya'nın NATO ve işbirlikçilerinin işgali altındaki tarafına gezi düzenledi. NATO ve ABD bayraklarıyla donatılmış olan Bingazi Batılı emperyalistlere göre yeni Libya'nın başkenti.
"Libya'nın bölünmesini istemiyoruz, Libya'da iç savaş istemiyoruz" söylemiyle NATO müdahalesini destekleyen AKP böylelikle Libya'nın bölünmüşlüğünü de resmen tanımış oldu. Trablus'taki Türkiye Büyükelçiliği kapatıldı. Bingazi'deki başkonsolosluk Libya'daki büyükelçiliğimiz olacak. Ayrıca Ahmet Davutoğlu yaptığı görüşmelerde bundan sonra Libya'nın resmi temsilcisi olarak NATO destekli Ulusal Geçiş Konseyi'ni kabul ettiklerini ilan etti.
Ahmet Davutoğlu'nun Libya'daki işbirlikçileri Türk Kurtuluş Savaşçılarına benzeten şu sözleri ise Libyalılardan çok Türklere yapılmış bir hakaret gibiydi:
"Trablus'u dışlamak istemiyoruz. Ancak Kurtuluş Savaşı'nda bizim de başkentimiz İstanbul'du ama değişti."
Yine bir ikiyüzlülük örneği...
Bir tarafta İstanbul'daki İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Amerikan ordu ve donanmalarına karşı onurlu, antiemperyalist bir Kurtuluş Savaşı veren 1919 Ankara'sı...
Diğer tarafta İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan uçaklarının kendi kardeşleri üzerine attığı bombalar sayesinde parçalanan Libya'da Bingazi'yi üs edinmiş işbirlikçi hainler...


Osmanlı değil sadece Vahdettin


Davutoğlu, Bingazi'yi olsa olsa işgal altındaki 1919 İstanbul'uyla karşılaştırabilir. Zaten bu yüzden onlara kanı kaynamaktadır. Davutoğlu'nun ataları İngiliz ve Yunan uçaklarıyla Kuvayı Milliye'nin üzerine her bomba atıldığında "Kemal'in eşkıyaları, din düşmanları belalarını buluyor" diye Halife Efendileriyle zil takıp oynuyordu.
Bugünkü Libya'daki "muhalifler" de Libya'yı savunan birliklerin üzerine her bomba atıldığında"Allah-ü Ekber" diye tekbir getiriyor. Çünkü onların ekber olan "Allah"ları ABD'dir. Ve muhalifler ellerini açmışlar Allah'tan yağmur bekler gibi yalvarıyorlar. "Niye NATO daha fazla bomba atmıyor?" diye.
Kendi ülkesine düşman ve kendi ülkesini bombalatmak isteyen bu insanları AKP çok seviyor. İnsan ister istemez Türkiye'deki PKK'lıları hatırlıyor. Demek ki AKP sadece Türkiye'de değil istisnasız tüm Müslüman dünyada bölücüleri çok seviyor.
Böylelikle Ahmet Davutoğlu'nun son yıllarda o çokça parlatılan Neo-Osmanlıcı politikasının ne olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Osmanlı vatanseverleri Libya'yı İtalyan emperyalistlerine karşı savunmak için binlerce kilometre yol almış ve ölümüne savaşmıştı. Atatürk bu fedailerin başındaydı.
Tayyip ve Ahmet'in neo-Osmanlısı ise Libya'yı İtalyanlarla birlikte bombalıyor. Demek ki bunlar neo-Osmanlı değil sadece neo-Vahdettin! İslamiyet adına Müslüman bombalamak ancak Vahdettin'lerin aklına gelir bir de İngiliz altınlarıyla Türklere karşı isyan eden sapık Vahabi Şeriatçısının...

Siz kim Ömer Muhtar kim


Ahmet Davutoğlu Bingazi'de hızını alamamış bir de kürsüye çıkıp Kaddafi karşıtlarına konuşma yapmış. Tayyip Erdoğan'dan selamlar getirdim deyince meydandan büyük bir alkış tufanı kopmuş.
İlginçtir. Tayyip Davos'ta "one minute" çıkışını yaptıktan ve İsrail ile Mavi Marmara krizi yaşandıktan sonra, Tayyip için Arap ve Müslüman dünyasının yeni kahramanı olacak denmişti.
Gerçekten de Arap dünyasında nerede Amerikancı bir hareket ortaya çıksa hepsi Tayyip'i kahraman olarak görüyor. Suriye'de, Filistin'de, Lübnan'da, Mısır'da, Libya'da veya nerede bir Batıcı hareket peydahlanıyorsa Tayyip hayranlığı orada pompalanıyor.
Tayyip gerçekten de sembol oldu. Ancak olsa olsa işbirlikçiliğin sembolü olabilirdi. Artık tüm Türkiye gurur duyabilir. Atatürk zamanında emperyalizme karşı direnişin simgesi olan Türkiye, şimdi Şeriatçı işbirlikçiliğin simgesi oldu.
Davutoğlu Bingazi'de kalabalığa sesleniyorken "merhaba Ömer Muhtar'ın torunları" demiş. Böyle bir hakaret herhalde Ömer Muhtar'a daha önce asla yapılmamıştır.
Ömer Muhtar, Atatürk ve diğer Osmanlı subaylarının İtalyan emperyalistlerine karşı 1911'de başlattığı direnişi 1931'e kadar sürdüren ve sonunda işgalciler tarafından şehit edilen bir kahramandır.
Bingazi'dekiler ise İtalya'dan kalkan NATO uçakları altında sevinç gösterileri yapanlardır. Olsa olsa 1931'de İtalyan emperyalistlerine uşaklık eden Libya'daki Arap faşistlerinin torunları olabilirler.
Ancak tarihi çarpıtmada sınır tanımamaktadırlar. Bingazi'yi Ankara yapan Davutoğlu, işbirlikçileri de Ömer Muhtar yapmıştır.

Hem Libya'da hem Türkiye'de iç savaş kışkırtıcılığı

Ahmet Davutoğlu ve Tayyip'in yeni dış politikasına pek çok yakıştırma yapıldı. Karşı çıkanlar eksen kaymasından bahsetti. Savunanlar ise Türkiye lider oluyor, neo-Osmanlı oluyor, komşularıyla sıfır sorun politikası güdüyor dediler.
Oysa komşularıyla sıfır sorunlu dedikleri Türkiye şu anda tüm Ortadoğu'da savaş ve iç savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır. Türkiye gerçekten Cumhuriyet politikasının eksenini yitirmiştir. Eskiden komşusu olsun veya olmasın her ülkenin bağımsızlığına saygı duyan ve iç işlerine karışmayan bir Türkiye söz konusuyken, şimdi mezhep ve etnik çatışmalarda taraf olan, NATO ve ABD müdahalelerine çanak tutan ve başka ülkelerde rejim değişikliklerini kışkırtan bir Türkiye söz konusu...
Ermenistan, Barzani yönetimi, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimiyle sıfır sorunlu ama diğer tüm komşularla milyon sorunlu bir Türkiye yaratıldı.
Bu liderlik falan da değildir, çünkü Türkiye'nin taraf olduğu çatışmaların istisnasız hepsinde sonunda ABD kârlı çıkmaktadır. Türkiye değil, ABD güçlenmektedir. Tayyip'in güya kanlı bıçaklı olduğu İsrail bile böylesi bir "liderliği" istemektedir. Çünkü kendisinin kışkırtamayacağı rejim değişikliklerini Suriye'de olduğu gibi AKP kışkırtabilmektedir. Ayrıca Tayyip'in İsrail ile gerginlik politikası, uzun vadede Türkiye'yi "şer eksenine" itip, Batı'nın müdahale edeceği bir ülke haline getirmektedir.
Böylelikle tüm Ortadoğu'nun içişlerine karışan ve İran ile Suriye dâhil tüm ABD karşıtı ülkelerin düşmanlığını kazanan Türkiye'ye müdahale etmek ve parçalamak son derece kolay olacaktır. Batı Türkiye'ye saldıracağı zaman elbette ki Batıcı Libya ve Mısır veya Batı karşıtı Suriye ve İran buna karşı çıkmayacaktır.
Kısacası Libya'da ve Suriye'de iç savaşı kışkırtan AKP aslında Türkiye'yi iç savaşa ve NATO müdahalesine sürüklemektedir. İşte o gün Şeriatçı neo-Osmanlıcı pozlarını bırakıp, ABD'deki villasına tüyecektir.

Çünkü bunların şanlı Osmanlı tarihinden bulup çıkarabileceği yegâne örnek Vahdettin hainliğidir.


DOĞU PERİNÇEK - ÖCALAN VE MİT İLİŞKİSİ ÜZERİNE 1



DOĞU  PERİNÇEK  -  ÖCALAN  VE  MİT  İLİŞKİSİ ÜZERİNE   1  ,










O Amerika 30.000 kişinin ölümünden sorumlu bir isyancı Ermeninin "beraat" edip etmeyeceğini soruyor!..Ama tarih unutmuyor. Bir başka listeden.

Efendim, bildiğiniz gibi, biz "dönme" kelimesini sadece Sabatay Sevi'nin takipçisi müslüman görüntülü Yahudiler için kullanmıyoruz... Rum, Ermeni, Levanten olup ta, Hıristiyanlığını ve aslını gizleyip, Müslüman görünüp öz-be-öz Türk adları taşıyarak, bizleri kandıranları da kastediyoruz.

Bunlardan bir tanesi de Apo adıyla bilinen PKK terör örgütünün lideri Artin Agopyan'dır.

Apo'nun aslında Ermeni olduğu eskiden beri biliniyor, dile getiriliyordu. ama nedense boyalı basın ve şıkıdım medya bu herifi Abdullah Öcalan diye tanıtmayı sürdürdü. Öcalan soyadı üzerinde bile durulmadı... Kimlerden ve neden öç alıyordu?.. İsterseniz oradan başlayalım...

1880'lerden itibaren Türkiye'deki Ermenileri Batılı ülkeler (basta A.B.D) ve Rusya yoğun bir şekilde kışkırtmışlardır... Batılı ülkeler (bilhassa İngiltere) bu arada Kürtlere de el atmış, onları ilerde kullanabileceği yedek bir güç haline getirme çabasına girmişti. 1. Cihan Savaşı
İngiltere'nin ne kadar tedbirli olduğunu ortaya koydu. Ermeniler Rusların kozu haline geldi. Doğu Anadolu'yu işgal eden Ruslar Kars ve Erzurum'a kadar Ermeni birlikleri ile girdiler. İngiltere de Kürtler üzerindeki faaliyetini yoğunlaştırdı. Ruslar 1917'de savaştan çekilince, Ermeni kozu tekrar Batılıların eline geçti... Amerikalılar meşhur Wilson prensipleri ile Doğu'da bir Ermeni devleti, Güneydoğu'da da bir Kürt devleti yaratıp kendi sömürgeleri haline getirmeye çalışırken, Fransızlar da Güney Anadolu'ya Fransiz üniformasi giydirdikleri Ermeniler ile girdiler.

Bu Wilson denen mason herif, gerçekten namussuzun tekidir!.. "Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı"ndan söz ile, nüfus yoğunluğunu bahane ederek Osmanlı topraklarında Ermeni, Kürt, Rum devletler kurmayi teklif ederken, Türklerin nüfus yoğunluğuna sahip olduğu Rus ve Avrupa topraklarında onların bağımsız olmasını ağzına bile almamıştır!.. Bu şerefsizin Türkiye'de sözünü ettiği bölgelerde ne Rumlar, ne Ermeniler, ne de Kürtler çoğunluğu teşkil
ediyordu!... Halbuki Batı Trakya, Bulgaristan, Kıbrıs, Musul-Kerkük, Azerbeycan, hatta o dönemde Ermenistan hep Türk diyarı idi ve Türkler çoğunlukta idi!..

İşte Batılılar böyle çifte standartlı, böyle içten pazarlıklı, böyle nalıncı keseri gibi kendine yontan soysuz bir topluluktur!.. Onların "Allah bir!" dediğine bile inanmamak gerekir!.. Aslında biz Artin Agopyan'ın soyadının neden Öcalan olduğunu açıklayacaktık. Oraya gelelim...

İşte bu şekilde Batılı devletler tarafından kışkırtılmış olan Ermeniler, 1. Cihan Savaşı sırasında teb'ası olduklari Osmanlı Devleti'ne ihanet edip Ruslara yardım etmeye başlayınca, dönemin sadrazamı Talat Paşa tarafından tehcire, yani göçe tâbi tutuldular... Savaşın cereyan ettiği bölgelerden alınıp savaşın olmadığı Osmanlı topraklarına gönderildiler ki, düşmanla isbirliği etmesinler!..

Bu tehcir hiç bir zaman Ermenilerin tümünü kapsamamıştır. İstanbul Ermenileri, Orta Anadolu'da yaşayanlar tehcire tâbi tutulmamıştır. Sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dakiler göç ettirilmiştir. Ermeniler göç ettirilirken de, götürebilecekleri bütün eşyaları almalarına izin verildiği, aile fertlerinin bir arada tutulmasına itina edildiği gibi, gittikleri yerde yerleşmelerine de nezaret edilmiş, yolda her türlü güvenliklerinin sağlanması için yanlarına ordu birlikleri katılmıştır. Ancak bu göç sırasında hiç hesaba katılmayan bir durum hâsıl olmuştur... Batılıların kışkırttığı ve birbiriyle çakışan topraklar vaadettiği Kürtler, bilhassa savaş dolayısıyle sayısı artan Kürt eşkiya, yanlarında değerli eşya taşıyan Ermeni kafilelerine yol boyunca saldırdılar, onları soyup direnenleri öldürdüler. Kafileleri korumakla görevli birlikler sayıca az olduğu için, her zaman bu soygun ve katliami önleyemedi.

Yine pek az bilinen ikinci bir husus ta, bu saldırılar sonunda yetim kalan çocuklar ile dul kalan bazı kadınları yol boyunca geçtiği yerlerde onlara acıyan ailelerin yanlarına alması, hatta evlenmesidir... Bazı Ermeni aileler de, şevkat gördükleri bölgelere kaçak olarak sığınmiş, ad değiştirerek Türk görünümüyle oraya yerleşmiş, yerli halk arasına karışıp gitmişlerdir. İşte Apo diye bilinen Artin Agopyan, böyle bir aileden gelmedir.

Ne var ki, bu saldırılar Kürtler ve Ermeniler arasında büyük bir düşmanlık yaratmış, mütarekeden sonra Batılı devletlerin orduları ile birlikte dönen Ermeniler kendilerinden gaspedildiğini öne sürerek hem yerli halkın malına mülküne el koymuş, hem de fırsat bulduğu yerlerde öç almak amacıyla Kürtlere ve Türklere inanılmaz işkenceler, katliamlar uygulamıştır. Artin Agopyan'ın ailesi, işte bu yüzden tamamlıyamadıkları katliama devam etmek için Öc-alan soyadını taşır!..

Basit bir kişi, başarısız bir üniversite öğrencisi iken, 1978 yıllarında Apo'nun üç kişiyle bir örgüt kurup, dışardan bu kadar destek görmesini aklınız alıyor mu?.. Bu dil bilmez, yol-yordam bilmez taşralının, Alman parlamento heyetleriyle görüşmesini, Yunan diplomatları ve istihbarat elemanları tarafından Kenya'ya kaçırılmasını nasıl izah edebilirsiniz ki?..

Bizim mason / dönme basının Artin Agopyan'ı "Apo" diye yıllardır şişirdiği malûm... Ama Yalçın Küçük, Doğu Perinçek gibi yazarların, hattâ milletvekillerinin gidip ziyaret ettiği PKK kamplarını, terör stratejisini, iki dediği birbirini tutmayan bu durgun zekâlı herifin plânladığını mı sanıyorsunuz?

Bütün olay, ASALA eliyle 1973'den beri yürütülen Hıristiyan Ermeni terörünün, artık dünya kamu oyunda tepki çekmeye başlaması, Batılı emperyalist devletlerin yeni bir kuklaya ihtiyaç duymasından kaynaklanmıştır... Bu öyle bir kukla olmalıydı ki, ne Hıristiyanlar, ne Batılılar göze batsın!.. Tam tersine, hem Türkiye mesgul edilsin, hem de Türklerle Kürtler birbirini kırsın!.. Ustelik Türkiye'nin Suriye, Irak, İran, Filistin, Libya gibi müslüman devlet ve topluluklar ile arası bozulsun!.. Müslümanları öldüren, kendi insanına zulmeden bir duruma düşsün!.. İşte PKK lideri Apo diye bilinen, o camlı bölmenin arkasında zavallı bir tavırla oturan Artin Agopyan'ın hikâyesi!..

Bunu kim ortaya çıkardı biliyor musunuz?.. 31 mayıs 1999 günkü duruşmada söz alan bir şehit babası!.. Başbağlar katliamında oğlunu kaybeden Ahmet Beşkardeş, Artin Agopyan'a hitaben, kırmanç (Kürt) ağzı ile "ez kırmanç im" diye başlayıp "sen Kürt değilsin, Ermenisin!.. Eger Kürt isen, ben şimdi seninle Kürtçe konuşuyorum, bana Kürtçe cevap ver!.." dedi!.. Ve tabii hiç bir cevap alamadı!..

Kürtleri bağımsızlığa kavuşturacağını iddia edip, Türkten çok Kürt öldüren, sözde Kürt "gerilla" kamplarında Türkçe eğitim yaptıran Abdullah Öcalan takma adlı Artin Agopyan, gerçekten Ermeni idi, ve Kürtçe bilmiyordu!.. Böylece "Apo" diye bilinen kaatilin aslında Ermeni olduğu kendi yüzüne haykırıldı, ve kayıtlara geçti!

Hemen eklemek isteriz ki, bizim Kürt diye bildiğimiz vatandaşlarımız, bu terör furyasınin ortaya çıkışına kadar kendilerine "Kürt" demezlerdi!.. Hâlâ da çoğu o kelimeyi kullanmaz... Kendini Kırmanç, Zaza, Dersimli, Tatar uşağı olarak adlandırır. Boy ve aşiret adlarını kullanır. Bu da Avşar, Karakeçili, Türkmen demekten farksızdır.

Yaa işte böyle!.. Duruşmanın en önemli iki olayından biri bu tesbit iken, bizim mason / dönme medyada gene alt sıralarda yer aldı... Bazı televizyonlar bu konuyu yansıtmak yerine, "size şimdi çok önemli bir olay göstereceğiz," diyerek Apo'nun "gözlük kullandığı" sahneleri yayınladılar!..

Baş terörist ülke A.B.D.'nin ünlü televizyonu C.N.N. ne yaptı, biliyor musunuz?.. Ne bu Kırmanç Türk köylüsünün tesbitini yayınladı, ne de Artin Agopyan'ın Batılı ülkeleri suçlayan ifadelerini!.. Kısaca "Apo yaşamasına izin verildiği takdirde ülkede barışı sağlıyacağını söyledi," dedikten sonra, - "Şimdi Türkiye'ye sokulmayan Abdullah Öcalan'ın avukatına bağlanıyoruz," anonsunu yaptı!.. Allah Allah!.. Apo namlı Ermeni kaatilin zaten Ermeni mi, Kürt mü olduğu belli olmayan hain nitelikli 100 tane avukatı var!.. Bunlar sırayla arz-ı endam edip, kendilerine göre bir "şov" sergiledikten ve Türk devletini suçladıktan sonra, dâvâdan çekiliyorlar!.. Üstelik bizim mason / dönme  medyada uzun uzun beyanat veriyorlar, istedikleri reklâmı yapıyorlar!.. "Kimmiş ki, bu yurda sokulmayan avukat?" demeye kalmadı, bir Hollandalı bayan ekranda göründü... Efendim, bu Hollandalı kadın Apo'nun avukatıymış!.. Çok istemiş, gelip dâvâyı üstlenmeyi ama, zalim Türk devleti kendisini yurda bile sokmamış!.. Savunmasi böylece kısıtlanan(!) kaatil Ermeni, eğer mahkûm edilirse, yanlış karar alınmış olacakmış!..

Gördünüz mü, büyük müttefikimiz, sâdık dostumuz Amerika'nın kurduğu tezgâhı?.. Bunca muhabirine rağmen, Türk kanunlarına göre, sanıkları ancak Türk barolarına kayıtlı avukatların savunabileceğini bilmiyormuş gibi yapıp, Türk Devleti'ni suçluyor!

Arkasından C.N.N. spikeri, bir Türk gazeteciye (hadi o salağın adını vermiyelim de rezil olmasın), - "Apo'nun beraat etme ihtimali var mı?" diye sormaz mı?.. Aklınca beraati de bir ihtimal olarak zihinlere yerleştirmeye çalışıyor!.. Tabii A.B.D.'nin resmi devlet politikası icabi!.. Hiç unutulmasın ki, ne Amerika'da, ne İngiltere'de, ne de Almanya'da hiç bir özel basın-yayın organı devlet politikası dışında yayın yapamaz!..

O Amerika ki, Teksas Eyaleti'nin (ki bu eyaletler federal devlete kendi rızaları ile katılmışlardır) bağımsızlığı için örgüt kuran 5 kişiden üçünü vurup öldürdü, ikisini de ömür boyu hapse mahkûm etti... Daha geçenlerde bilgisayarlara "melissa" virüsü bulaştırdı diye, eline silah almamış bir gence tam 40 yıl hüküm giydirdi!.. Kalkmış, 30.000 kişinin ölümünden sorumlu bir isyancı Ermeninin "beraat" edip etmeyeceğini soruyor!..

Mason dedik, fason dedik, "kusuruna bakılmaz," dedik, aldırmadık... Deliyle, aptalla bir tuttuk... ama bu kadari da artık fazla!.. Ermeni deyince aklımıza geldi, "buraya ekliyelim," dedik.

Şeytanın partisi, Nurcu ilimciler grubu Hizbullah'ın vahşetini sansasyonel, hattâ ajitasyon hâline getirerek halka yansıtan mason / dönme medya iki husus, üzerinde hiç mi hiç durmuyor!.. Bu iki husus üzerinde durmuyor da, olup biteni "İslâmî Terör" diye o yüce dinin üzerine yıkmaya kalkıyor!.. Yahu, İngiltere'de I.R.A. onca terör eylemi yaptı. hiç kimse kalkıp ta, bu "Katolik Terörü" dedi mi?.. Bırakın onu, "Milliyetçi Terör" dedi mi?.. Sırplar, onca Bosnalı, Kosovalı müslümanı öldürdü... Hiç kimse kalkıp ta "Ortodoks Terörü, Ortodoks vahşeti" dedi mi?.. İslâm'ın lânetlediği tavırları uygulayanlara "müslüman" demek bile câiz değilken, nereden çıktı bu "islâmî terör"?... Neyse... Biz gelelim mason / dönme medyanın dile getirmediğine!..

Birincisi hem ölenlerin hem de onları inanılmaz işkencelerle öldürenlerin Kürt olması!.. Üstelik hemen hepsinin "milliyet" anlayışını kınayıp, "ümmet" zihniyetiyle hareket ettiğini iddia eden "Nurcu"lardan olması!.. Oldürülenler Nurcuların "menzil " cemaatinden, öldürenler de "ilim" cemaatinden!.. ne biçim ilimse!..

Bu Hizbullah öyle bir tavır içinde ki kendinden başkasını müslüman saymıyor!.. Kendinden, yâni kendi müslüman tipinden olmayınca da kâfir sayıyor, "katli vâcip" diye canına kıyıyor!.. Ustelik bu davranışla sevaba girdiğine inanıyor!..

Ancak böyle sadece "kendine müslüman" Hizbullah'in malî kaynağını elinde tutan, idare eden kimmiş, biliyor musunuz?.. Sulhettin Ülük adında bir dönme!.. Bir Ermeni!.. Yaaa!.. İşte medyanın vurgulamadığı ikinci husus bu!.. Sen Nurcu ol, Hizbullahçı ol, müslüman geçin, sonra bir gâvur Ermeni ile birlik olup diğer müslümanları öldür!.. Kürtçülük tasla, başka Kürtleri öldür!.. Tıpkı P.K.K. lideri Artin Apo gibi!..

Ne düşünüyorum, biliyor musunuz?.. Şu Hizbullah elebaşlarının gelmişini geçmişini bir iyi kurcalamak gerek!.. Bakalım aralarından kaç tane Ermeni dönme çıkacak!..

Öcalan’ın Perinçek hakkında İmralı’da söylediklerini okuyanlar, Öcalan’ın Perinçek’i milletvekili yapmayı düşünmesini yeni öğrenenlerden şaşıranlar var.

Oysa bu ilişki çok eski. 

Öcalan, kendi anlattığına göre MTTB yandaşı, MİT ce CIA tarafından kurulan Komunizmle Mücadele Derneği’nin aktif bir elemanı ve Necip Fazıl Kısakürek’in konferanslarına giderken, devlet memuru ve devlet bursuyla okuyan öğrenciyken birden "solcu" olmuş. Adli kayıtlara geçişi de Şafak Bildirisi’ni yani Perinçek’in yazdığı o zaman PDA olarak bilinen grubun bildirisini dağıtırken yakalanmasıyla başlıyor.

Bu davaya ünlü Baki Tuğ bakıyor ve sanıktan bir talep gelmeden, Öcalan’ı serbest bırakıyor. Oysa savcı ilk iddianamede Öcalan’ın Perinçek ekibinin elebaşısı olduğunu söyleniyordu. O dönemde MİT’ten savcılara ve hakimlere "mensubumuzdur" şeklinde yazı gidiyor ve ajan-provokatörler serbest bıraktırılıyor.

Ancak Öcalan’ın serbest bırakılmasının yasal kılıfı da bulunması gerekiyor. Aksi taktirde deşifre olur. İşte burada, bildiri dağıtımının tanığı olarak mahkemede ifade veren ve dönemin ülkücüsü olarak herkesin tanıdığı bir isim devreye giriyor : Fehmi Yücesoy. Yücesoy, ısrarla duruşmalarda Öcalan’ın bildiri dağıtanlar arasında olmadığını söylüyor ya da söyletiliyor.

Mumcu’nun bu ilişki üzerine gittiği için öldürüldüğü biliniyor, doğru ancak eksik. Mumcu, sadece Öcalan - PKK ilişkisini yazmak üzere değildi, Yaşar Kaya - MOSSAD ilişkisi için de epey yol aldığı yakınları tarafından bildiriliyor.

1978-1980 arası Apocular ile TİKP yani Perinçek’in partisi birbirini vurdular. Ondan sonra ne olduysa tekrar canciğer kuzu sarması oldular.

22 Mart 1992, sayı 12 2000’e Doğru Dergisi’nin tamamına yakını PKK’ya ayrılmış adeta. Ferit İlsever, Apo ile görüşmeye Bekaa’ya gitmiş, tabii bir "gazeteci" olarak. Apo ile bir muhabbet var ki sormayın gitsin. Apo, Bahar Politikalarını açıklamış
Doğu Perinçek ve HEP Genel Başkanı Feridun Yazar birlikte ortak basın açıklaması yapmışlar; Newroz Piroz be ! demişler. Başyazıyı Ferit İlsever yazmış, başlığı : Türk ve Kürt halklarının Newroz Bayramı kutlu olsun !
W Cumhuriyet Devrimleri alfabesinde var mı; doğrusu çok kınadım. W alfabemize lazım olsaydı, Mustafa Kemal koyardı herhalde. Cumhuriyet devrimlerine ihanet gırla gidiyordu o zamanlar.
Mübarek dergi, sanki Serxwebun olmuş adeta. O yılları bilmeyenler olabilir. Perinçek, Apo’yu bir seviyordu ki, sevmek ne kelime adeta dergileri ona ayrılmıştı. HEP’e yalvarıyordu, seçime beraber girelim diye. 1986’da da Murat Belge’ye yalvarıyordu, beraber parti kuralaım diye. Saçak’ta açık oturumlar düzenleniyordu, sosyalist parti kuralım diye ve Perinçek kimi görse yalvarıyordu. Sadun Aren, Yalçın Küçük, M. A. Aybar falan. Şimdi Murat Belge "ajan" oluverdi.
O günlere ait daha çok 2000’e Doğru ya da arada bir kapatılınca Yeni Yüzyıl olarak çıktığı sayılarda var.
Daha önceki Yazı İşleri Müdürü Fatma Hanım ceza almıştı ve Türkiye’den kaçtı. Türk devrimlerinin mahkelemelerinin kararına, cezaevlerine saygı duymadan üstelik. Neden ceza almıştı dersiniz ?


· Bölücülük falan olmasın, yasadışı örgütün propagandasını yapmak olmasın sakın ?

Böyle onlarca dergi, yüzlerce yazı var.
Bütün bunlar ne zaman mı olmuştu, Perinçek’in, MIT’in emniyete vermediği belgeleri, Barış Manço’nun kayınpederi MİT mensubu Turan Çağlar vasıtasıyla elde ettiği bilgileri gazetesinde yayınlayarak devrimcileri ihbar ettiğinden sonra, 12 Eylül olmuştu. Perinçek, 12 Eylül’ü çok sevmişti ve "teröristlerle aynı yerde kalmamak" için cezaevine iadresine dilekçe üstüne dilekçe veriyordu. İhbarcılık döneminde, isim isim, fotoğraf, adres vererek ihbarcılık yaptıkları dönemde Devrimci Yol’u anlatan MIT belgelerini yayınladıklarında manşetleri şuydu : Sokak Örgütlerinin En Güçlüsü !

Yıllar sonra Öcalan, o gün Aydınlık’ta Devrimci Yol hakıında MİT’in kanaatlerini aynen Sexwebun’da söylüyordu; Solda ciddiye alınacak tek hareket Devrimci Yol’dur diyordu ve arkasından aynen Perinçek gibi aynen MİT gibi kin ve nefret kusuyordu.



http://www.angelfire.com/wy/yaw/Ermeniler/Apo/apo.html

..