İKİNCİ '' TEK PARTİ DÖNEMİN'E '' HOŞ GELDİNİZ..
İkinci Tek Parti Dönemi Yaşanıyor
18 Kasım 2014
Hilmi Yavuz, 17 Aralık yolsuzluk soruşturması’ndan sonra ak parti’nin attığı adımları ‘sivil vesayet’in ikame edilmesi olarak açıklarken, “Türkiye şu an CHP’nin tek parti döneminde olduğu gibi bir parti devletidir.” diyor.
Hilmi Yavuz, önce şair. Türk şiirinin büyük ustalarından. Şairliği kadar denemeci, felsefeci ve ‘hoca’ kimlikleriyle edebiyat ve düşünce hayatımıza yön veren bir entelektüel, sanatkâr… Geçmişte sahada gazeteciliği de var. 78 yaşında ama her daim genç; eserleriyle de, dimağıyla da... Kırktan fazla kitapta imzasını görüyoruz. Hâlen Zaman’da köşe yazıları kaleme alıyor ve Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde görev yapıyor. Hoca, günceli yakından takip eden bir Müslüman aydın olarak entelektüel çıtasını ve ‘derin’ meselelerimize bakışını gösteren önemli yazılar kaleme alıyor, kitaplar yayımlıyor. Alafrangalığın Tarihi, İslam’ın Zihin Tarihi, Türkiye’nin Zihin Tarihi bu kitaplardan birkaçı. Son bir yıldır Türkiye’de neredeyse siyasetten başka bir şey konuşulmuyor. Biraz da bu şikâyetle hocayla bir araya geldik. Aşktan, İslam’dan, medeniyetten söz edecektik. Ettik de; ama söz yine dönüp dolaşıp siyasete geldi. Hilmi Yavuz, Türkiye’nin gidişatı konusunda pek iyimser değil. Askerî vesayetin yerine sivil vesayetin ikame edildiğini düşünüyor. İktidarın son bir yılda attığı adımları, “Suçluluk telaşı içindeler!” sözüyle açıklıyor. Öngörüsüne göre AK Parti önümüzdeki seçimlerde de yüzde 50 civarı oy alacak. Yavuz’la Türkiye’nin gidişatını, AK Parti’yi, Erdoğan’ı, İslam’ı ve dindarlığı konuştuk.
-AK Parti iktidarının son yıllarda özellikle kullandığı bir kavram ‘Yeni Türkiye’. Bir yıl içinde bu vurgu daha sık dillendirilmeye başladı. Siz ne anlıyorsunuz Yeni Türkiye’den?
Yeni Türkiye kavramının ne olduğu konusunda açık ve seçik bir şey söylenmiş değil. Bu kavramı icat edenler neyi kastettiklerine dair bize herhangi bir ipucu vermediklerine göre bizim bu konuda bazı çıkarsamalar yapmamız gerekiyor. Ortada somut bir tanım yok. Askerî vesayetin sona erdirilmesi dolayısıyla cumhuriyetin çok ciddi ve radikal bir zihinsel kopmaya uğramış olması kastediliyorsa bu anlaşılır bir şeydir. Çünkü bizim tüm bir Cumhuriyet tarihi aslında açık ve örtük bir askerî vesayet sistemidir ya da askerî vesayet rejimi olarak tanımlanabilir. AK Parti iktidarının böyle bir dönüşümden çok, kopmayı gerçekleştirmiş olması elbette bir yeniliktir -bir yenilikten söz edilebilir- ama bir vesayetin yerini bu kez parlamenter bir vesayetin almış olması Yeni Türkiye’yi aslında eski Türkiye’ye dönüştürür. Çünkü vesayet rejimi değişmemiştir, vesayetin özneleri değişmiştir. Bu anlamda bir yeni Türkiye rejiminden söz edilebilecekse bile bu çok kısa sürmüştür. Yine durum eski Roma hukuku tabiriyle bütünüyle eski hâle iade edilmiş oluyor.
-Yeni Türkiye denilerek eskisi mi dolaşıma sürülüyor aslında?
Evet. Askerî vesayetin yerine sivil vesayetin ikame edilmesi durumu var. Yeni Türkiye tanımı bana aslında ‘eski tas eski hamam’ sözünü çağrıştırıyor. Yeni Türkiye sözünün sahiplenilmesi ancak askerî vesayetin sona ermiş olması ile ilişkilendirilebilir. Benim için yeni bir Türkiye değil.
-Geçmiş iktidarlar böyle yeni bir isim ihtiyacı duymuşlar mı?
Bu konuda bir kriterin olması lazım. Bana sorarsanız kriter anayasa değişikliğidir. Anayasaya laiklik maddesinin konması doğrudan doğruya bir değişiklik getirmektir. Bu değişiklik yeni bir cumhuriyettir. O madde konana kadar Türkiye laik bir cumhuriyet değildi. Veya bir senatonun anayasaya yeni bir madde olarak konması, cumhuriyetin -parlamenter sistemin- yapısını değiştiriyor. Bu ve buna benzer şeyler ancak numaralandırma ya da yenilik ifade edebilir. Eğer AK Parti 2015 seçimlerinde anayasayı değiştirecek ya da referanduma gidecek bir çoğunluk elde ederse ve anayasayı başkanlık sistemi doğrultusunda değiştirirse belki o zaman yeni bir Türkiye’den söz etmek mümkün olur. Bugün ‘Yeni Türkiye’ sözü sadece bir retoriktir.
-Sivil vesayetten parti devletini mi anlamalıyız?
Evet. Türkiye şu an CHP’nin tek parti döneminde olduğu gibi bir parti devletidir. Başka türlü izah edilemez. Demokratik toplumlarda sivil vesayet aslında örtük bir despotizmdir. Despotizmin demokrasilerdeki adı parti devletidir.
-Parti devleti diyorsunuz ama neticede bir Meclis var, muhalefet partileri var. Kararlar Meclis çoğunluğuyla alınıyor.
Parlamentoda AK Parti dışında birtakım partilerin olması sistemin demokratik olduğu anlamına gelmez.
-Niçin gelmez?
Parti devletinin kriteri, bürokrasiyi, yani devleti bütünüyle partileştirmekten geçer. Ben hatırlıyorum. Babam bürokrattı, uzun yıllar kaymakamlık yaptı. Kaymakamlık yaptığı ilçelerde -İster Atatürk ister İsmet Paşa döneminde olsun- aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi ilçe başkanıydı. Babamın 6 oklu kürsülerde yakasında 6 oklu rozetle konuşmalar yaptığını hatırlıyorum. Tabii bu doğrudan doğruya bürokrasinin partileşmesi demek. Parlamentoda birden çok partinin olması parti devletine engel teşkil etmez. Eğer iktidar partisi çoğunluktaysa ve o çoğunluğa dayanarak bütün bürokrasiyi kendi ilkeleri doğrultusunda partileştiriyorsa o zaman bizim buna demokrasi dememiz mümkün değil. Bunun adı despotizmdir.
-Millî iradeye saygı duymak gerekmiyor mu?
Millî iradenin elbette başımızın üstünde yeri var ama halkın ekseriyeti bana iktidar olma imkânı verdi, o zaman ben de dilediğimi yaparım anlamına gelmez ki! Millî irade her şey demek değildir ayrıca. Millî iradenin kullanılması, hayata geçirilmesi konusunda hukukî, ahlâkî birtakım koşullar var. Bunların yerine getirilmesi lazım. Demokrasilerde kontrol ve denetleme mekanizmaları hayati önem taşır. Siz bu mekanizmaları partileştirirseniz o zaman tek parti iktidarının ve dolayısıyla da devletin partileşmesinin önünü açmış olursunuz. Bugün yaşananlar budur.
-Yakın tarihimizde parti devleti uygulamalarıyla Türkiye’nin ilk yıllarında mı karşılaşıyoruz?
CHP dönemi bir parti devleti dönemidir. Ondan sonraki uygulamalar ağırlıklı olarak askerî vesayet sistemleriyle kesintiye uğramıştır. 1950 ile 1960 arasında görece bir demokratikleşme söz konusudur. Ama bu demokratikleşme 27 Mayıs’ta yeniden askerî vesayeti tesis eden bir darbeyle alaşağı edilmiştir. Ondan sonra kısa bir demokratikleşme süreci var. Ardından 12 Mart geliyor. Gene benzer bir süreç. 12 Eylül geliyor. Daha sonra 28 Şubat. Hep vesayet. Bana göre Doğu toplumlarında demokrasi kalıcı olmaz. Daha iddialı bir şey söyleyeyim: Doğu toplumlarında demokrasi olmaz. Türkiye’de olmaz, olmadı.
-Neden olamaz?
Asya toplumlarının geçmişine baktığımızda hiçbir zaman demokratik bir iktidarın kalıcı, sürekli ve devamlı olmadığını görürüz. Önünde sonunda vesayetler sistemine dönülüyor. Türkiye’de de uzun vadeli bir demokratik sürecin hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Olsa bile kısa bir süre sonra ya sivil ya askerî vesayetlerle ortadan kalkar.
-AK Parti 10 yıl askerî vesayete karşı mücadele verdi. En çok eleştirdiği de Tek Parti ve İsmet İnönü dönemiydi. Size göre AK Parti bugünün tek partisi. Bu bir çelişki değil mi AKP açısından?
Bir kere İsmet Paşa’nın hedef tahtasına konması, düpedüz Mustafa Kemal Atatürk hakkında ileri geri konuşulmaya imkân bulunmayışındandır. Şu veya bu biçimde Atatürk’ün bir dokunulmazlığı var. Bu dokunulmazlık söz konusu olunca Tek Parti’nin seyyiatı İsmet Paşa’nın sırtına yıkılıyor. Gazetecilik yaptığım yıllarda İsmet Paşa’yı çok yakından tanıma imkânı buldum. Hayatını-biyografisini iyice etüt etmiş biri olarak onun hakkında söyleneceklerin bugün aleyhinde söylenenlerden çok daha farklı şeyler olması gerektiğini düşünüyorum. İsmet Paşa’nın doğruları, yanlışlarından daha fazladır.
-Parti devletine doğru gidişatı önceden görebilmiş miydiniz? Referanduma kadar AK Parti’yi desteklediğinizi biliyoruz.
Evet, destekledim. Referandumda niçin tam destek oldum onu da söyleyeyim. Benim için vicdani bir mesele söz konusuydu.
-Nedir bu vicdani mesele?
Üç temel meseleden yola çıkmıştım ben. Birincisi, HSYK… Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın verdiği bir demeçten yola çıkarak Şemdinli iddianamesini hazırlayan Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’ya görevden el çektirdi. Bununla yetinmedi, sivil hayatta da avukatlık yapma hakkını elinden aldı. Bu bana göre düpedüz zorbalıktı. İkincisi, Abdullah Gül’ün seçiminde Sabih Kanadoğlu formülasyonu 367 öne sürüldü. O zamana kadar cumhurbaşkanları hangi nisapla seçildilerse yine o nisapla seçilmeliydi. Üçüncüsü, TSK, subayları irticai faaliyetlerde bulunuyor diye en küçük bir itiraz hakkı tanımaksızın ve bütün hukuki yolları kapatarak ordudan atıyordu. Bunlar benim için vicdani gerekçelerdi. Bu gerekçeler çerçevesinde referandumda oyum “yetmez ama evet” değil, “evet”ti. AK Parti bunları değiştirme vaadiyle geldi, bir ölçüde de değiştirdi. Ama bu değişimin 17 Aralık’tan sonra çok daha farklı bir gelişme gösterdiğini görüyoruz. AKP, devletin değil, partinin güvenliği için yeni bir vesayet inşa etmeye girişti. Her ne kadar devletin güvenliği deniyorsa da partinin ve iktidarın güvenliği söz konusu olduğu için böyle bir yeni vesayet sistemi kuruldu.
-MGK’nın yeniden diriltilmesi, Kırmızı Kitap’ın gündeme sokulması da bununla mı ilgili?
Evet, bunlar parti devletinin tahkim edilmesi bağlamında girişilmiş olan işlerdir.
-MGK, askerî vesayet döneminin bir aracı idi. Onun da mı partileşmesi var? Askeri nereye koyuyorsunuz?
Genelkurmay Başkanlığı, Başbakanlık’a doğrudan doğruya bağlı bir kurum hâline geldi. Bunun böyle olmasına benim hiçbir itirazım yok. Olması gereken de budur. Askerî vesayete olan itirazıma sebep de buydu zaten. Formel olarak Başbakanlık’a bağlı olsa da kendi başına hareket edebiliyordu TSK. Ama sivil bürokrasiyle asker arasında önemli bir fark var.
-Nedir o fark?
Sivil bürokraside sivil bürokratların partili kimlikleriyle görünmelerinde herhangi bir sakınca yok. Ama aynı şeyi asker için söylemek mümkün değil. MGK ve Kırmızı Kitap meselesine gelecek olursak; her devlet hiç şüphesiz kendi güvenliği konusunda belli duyarlılıkları taşımak zorunda. Bu anlaşılır bir şey. Bu duyarlılıkları memleketin temel politikası hâline getirmek yanlış. Bir devlet sadece güvenlik meselesini kendi politikasının temeli yapamaz. Güvenliğin dışında yapılması gereken şeyler var. Bunlar göz önünde tutulmayıp sadece güvenlik hassasiyetleri veya düşmanlıklar öne çıkarılarak bir siyaset oluşturulacaksa bunun ciddi sakıncaları olduğunu düşünüyorum.
-Artık Türkiye Ak Saray’dan yönetilecek. Ak Saray’ın sembolik bir anlamı var mı? Yeni Türkiye’yi mi sembolize ediyor?
Yeni Türkiye’yi bilmiyoruz ki Ak Saray’ın onun sembolü olduğunu söyleyebilelim. Ben AK Parti’nin gelenek anlayışının formalist ve tamamen görünüşe indirgenmiş bir gelenekçilik olduğunu söylüyorum. Çünkü AK Parti her şeyi bir imitasyon olarak düşünüyor. Saray da öyle. Yine diyor ki Erdoğan, “Ben Taksim Meydanı’na Topçu Kışlası’nı yeniden yapacağım.” Şimdi Topçu Kışlası’nın yeniden yapılması, eskisinin imitasyonudur, taklididir. Ya da Çamlıca’ya cami yapılıyor, Süleymaniye ya da Sultanahmet’in taklidi oluyor.
-Ak Saray’ı ihtişamla ve güçle açıklayanlar oldu.
Doğu despotizminde, vergi biçiminde toplanan gelirin kamu harcamalarına olduğu kadar despotun görkemini, erişilmez kudretini göstermek için birtakım özel tüketim harcamalarına gittiğini biliyoruz. Bugün de devam ettiğini görüyoruz.
-Biraz evvel AKP politikalarında 17 Aralık’taki kopuşa işaret ettiniz. Yolsuzluk ve rüşvet davası “darbe” denilerek kapatıldı.
Herkesin gözünün önünde olan bir şey. Bir iddia var. İddianın soruşturulması gerekirken takipsizlik kararı veriliyor. Bir yandan da Meclis’te fezlekeler gündeme gelmiyor. Şimdi bunun adı düpedüz bir yolsuzluk iddiasını soruşturmamak. Bu iddia soruşturulmalıydı. Hem mahkemede hem de Meclis’te.
-O tarihten beri de atılan bütün adımlardan geri dönüldü. Siyasetten başka bir şey konuşamaz olduk. Bu normal mi sizce?
Bu bizim eski hastalığımız. Türkiye’nin meselelerini daima siyasî ve ekonomik meseleler olarak görmüşüzdür. Aslında “bizim dar idrakimiz” diye adlandırdığım şey budur. Türkiye’nin bütün meseleleri ekonomik meselelerdir ya da siyasî meselelerdir. Bunun dışında entelektüel meseleler, medeniyet meseleleri sanki hiç yokmuş gibi bir durum var. Mesela, Avrupa Birliği meselesini düşünelim. AB meselesini öteden beri ya ekonomik kriterlerle ya da Kopenhag Kriterleri ile ilişkilendirdik. Yasalarımızı AB müktesebatına uydurmak babında ciddi adımlar atıldı. Ekonomik kriterler büyük ölçüde yerine getirilmesine rağmen bizim niçin hâlen AB’ye üye olarak alınmadığımız sorgulanmıyor. Yaptık, ama bizi almıyorlar.
-Niye almıyorlar?
Bu mesele ekonomik ve siyasî adımlarla açıklanacak ya da Kopengah Kriterleri’ne indirgenecek bir mesele değil. Bu bir medeniyet meselesidir. Biz Avrupa medeniyetine bağlı değiliz. 19. Yüzyıl’da mensup olduk. Adamlar meseleye ekonomi ve siyaset açısından bakıyor gibi görünüyorlar ise de aslında baktıkları şey ‘bunlar bize ait mi, bize mensup mu?’ AB, Avrupa medeniyetine bağlı olanlar için bir asli üyelik sunar, mensubiyet ilişkisi ile bağlı olanlar için ise ya imtiyazlı ortaklık ya da ikinci sınıf üyelik söz konusudur. Biz meseleyi hep ekonomik ve siyasî olarak gördük. Türkiye’nin o kadar çok meselesi var ki bu meselelerin ne siyaseten ne de iktisaden çözümlenmesi söz konusu değil. Biri AB meselesi.
-1960’larda gazetecilik de yaptınız. Uzun süredir Zaman’da yazıyorsunuz. Bugün nasıl bir medya fotoğrafı var?
1960 öncesine bakalım. Matbuatla edebiyat arasında çok büyük ve derin yarıklar, kopmalar yoktur. Köşe yazarlarının çoğu edebiyatçılardı. Peyami Safa, Falih Rıfkı, Cevat Fehmi Başkut… Bunlar gazeteci kimlikleri kadar edebî kimlikleri ile öne çıkmış insanlardı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Cumhuriyet’te yazıları çıkıyordu. Zamanla entelektüel kesimle medya arasında ciddi bir kopma oldu. Bu edebiyatçılardan kaynaklanmadı, medyadan gelen bir dışlamayla oldu. Bunun sonucunda medya son derece sınırlı bir zihinsel yaklaşımla meseleleri siyasete ve ekonomiye indirgedi. Entelektüeller yok medyada. Bugün medya çok aşağı bir düzeysizlikte.
-Bugün bir ‘havuz medyası’ndan söz ediyoruz...
Menderes döneminde basın; yargı ve polis aracılığıyla susturuluyordu. Yayın yasağı geliyor, yahut gazetecileri mahkemeye veriyorlar, tutuklatıyorlardı. Geçmişte devletin yaptırımcı aygıtları kanalıyla bu yürürlüğe kondu. Şimdi bu yapılmıyor. Çünkü iktidarın “sivil” devletin dışında olan ya da devletin dışında olduğu izlenimini veren birtakım medya kuruluşları aracılığıyla yapılıyor. Bu kurnazca bir davranış. AK Parti iktidarı gazete kapatmıyor, gazetecileri yargılayıp hapse atmıyor ama kendi davasını doğrudan doğruya kendisine bağlı “sivil medya” aracılığıyla devletin yaptırımcı aygıtları ile değil, devletin ideolojik aygıtlarıyla yapıyor.
-AK Parti iktidarının son yıllarda özellikle kullandığı bir kavram ‘Yeni Türkiye’. Bir yıl içinde bu vurgu daha sık dillendirilmeye başladı. Siz ne anlıyorsunuz Yeni Türkiye’den?
Yeni Türkiye kavramının ne olduğu konusunda açık ve seçik bir şey söylenmiş değil. Bu kavramı icat edenler neyi kastettiklerine dair bize herhangi bir ipucu vermediklerine göre bizim bu konuda bazı çıkarsamalar yapmamız gerekiyor. Ortada somut bir tanım yok. Askerî vesayetin sona erdirilmesi dolayısıyla cumhuriyetin çok ciddi ve radikal bir zihinsel kopmaya uğramış olması kastediliyorsa bu anlaşılır bir şeydir. Çünkü bizim tüm bir Cumhuriyet tarihi aslında açık ve örtük bir askerî vesayet sistemidir ya da askerî vesayet rejimi olarak tanımlanabilir. AK Parti iktidarının böyle bir dönüşümden çok, kopmayı gerçekleştirmiş olması elbette bir yeniliktir -bir yenilikten söz edilebilir- ama bir vesayetin yerini bu kez parlamenter bir vesayetin almış olması Yeni Türkiye’yi aslında eski Türkiye’ye dönüştürür. Çünkü vesayet rejimi değişmemiştir, vesayetin özneleri değişmiştir. Bu anlamda bir yeni Türkiye rejiminden söz edilebilecekse bile bu çok kısa sürmüştür. Yine durum eski Roma hukuku tabiriyle bütünüyle eski hâle iade edilmiş oluyor.
-Yeni Türkiye denilerek eskisi mi dolaşıma sürülüyor aslında?
Evet. Askerî vesayetin yerine sivil vesayetin ikame edilmesi durumu var. Yeni Türkiye tanımı bana aslında ‘eski tas eski hamam’ sözünü çağrıştırıyor. Yeni Türkiye sözünün sahiplenilmesi ancak askerî vesayetin sona ermiş olması ile ilişkilendirilebilir. Benim için yeni bir Türkiye değil.
-Geçmiş iktidarlar böyle yeni bir isim ihtiyacı duymuşlar mı?
Bu konuda bir kriterin olması lazım. Bana sorarsanız kriter anayasa değişikliğidir. Anayasaya laiklik maddesinin konması doğrudan doğruya bir değişiklik getirmektir. Bu değişiklik yeni bir cumhuriyettir. O madde konana kadar Türkiye laik bir cumhuriyet değildi. Veya bir senatonun anayasaya yeni bir madde olarak konması, cumhuriyetin -parlamenter sistemin- yapısını değiştiriyor. Bu ve buna benzer şeyler ancak numaralandırma ya da yenilik ifade edebilir. Eğer AK Parti 2015 seçimlerinde anayasayı değiştirecek ya da referanduma gidecek bir çoğunluk elde ederse ve anayasayı başkanlık sistemi doğrultusunda değiştirirse belki o zaman yeni bir Türkiye’den söz etmek mümkün olur. Bugün ‘Yeni Türkiye’ sözü sadece bir retoriktir.
-Sivil vesayetten parti devletini mi anlamalıyız?
Evet. Türkiye şu an CHP’nin tek parti döneminde olduğu gibi bir parti devletidir. Başka türlü izah edilemez. Demokratik toplumlarda sivil vesayet aslında örtük bir despotizmdir. Despotizmin demokrasilerdeki adı parti devletidir.
-Parti devleti diyorsunuz ama neticede bir Meclis var, muhalefet partileri var. Kararlar Meclis çoğunluğuyla alınıyor.
Parlamentoda AK Parti dışında birtakım partilerin olması sistemin demokratik olduğu anlamına gelmez.
-Niçin gelmez?
Parti devletinin kriteri, bürokrasiyi, yani devleti bütünüyle partileştirmekten geçer. Ben hatırlıyorum. Babam bürokrattı, uzun yıllar kaymakamlık yaptı. Kaymakamlık yaptığı ilçelerde -İster Atatürk ister İsmet Paşa döneminde olsun- aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi ilçe başkanıydı. Babamın 6 oklu kürsülerde yakasında 6 oklu rozetle konuşmalar yaptığını hatırlıyorum. Tabii bu doğrudan doğruya bürokrasinin partileşmesi demek. Parlamentoda birden çok partinin olması parti devletine engel teşkil etmez. Eğer iktidar partisi çoğunluktaysa ve o çoğunluğa dayanarak bütün bürokrasiyi kendi ilkeleri doğrultusunda partileştiriyorsa o zaman bizim buna demokrasi dememiz mümkün değil. Bunun adı despotizmdir.
-Millî iradeye saygı duymak gerekmiyor mu?
Millî iradenin elbette başımızın üstünde yeri var ama halkın ekseriyeti bana iktidar olma imkânı verdi, o zaman ben de dilediğimi yaparım anlamına gelmez ki! Millî irade her şey demek değildir ayrıca. Millî iradenin kullanılması, hayata geçirilmesi konusunda hukukî, ahlâkî birtakım koşullar var. Bunların yerine getirilmesi lazım. Demokrasilerde kontrol ve denetleme mekanizmaları hayati önem taşır. Siz bu mekanizmaları partileştirirseniz o zaman tek parti iktidarının ve dolayısıyla da devletin partileşmesinin önünü açmış olursunuz. Bugün yaşananlar budur.
-Yakın tarihimizde parti devleti uygulamalarıyla Türkiye’nin ilk yıllarında mı karşılaşıyoruz?
CHP dönemi bir parti devleti dönemidir. Ondan sonraki uygulamalar ağırlıklı olarak askerî vesayet sistemleriyle kesintiye uğramıştır. 1950 ile 1960 arasında görece bir demokratikleşme söz konusudur. Ama bu demokratikleşme 27 Mayıs’ta yeniden askerî vesayeti tesis eden bir darbeyle alaşağı edilmiştir. Ondan sonra kısa bir demokratikleşme süreci var. Ardından 12 Mart geliyor. Gene benzer bir süreç. 12 Eylül geliyor. Daha sonra 28 Şubat. Hep vesayet. Bana göre Doğu toplumlarında demokrasi kalıcı olmaz. Daha iddialı bir şey söyleyeyim: Doğu toplumlarında demokrasi olmaz. Türkiye’de olmaz, olmadı.
-Neden olamaz?
Asya toplumlarının geçmişine baktığımızda hiçbir zaman demokratik bir iktidarın kalıcı, sürekli ve devamlı olmadığını görürüz. Önünde sonunda vesayetler sistemine dönülüyor. Türkiye’de de uzun vadeli bir demokratik sürecin hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Olsa bile kısa bir süre sonra ya sivil ya askerî vesayetlerle ortadan kalkar.
-AK Parti 10 yıl askerî vesayete karşı mücadele verdi. En çok eleştirdiği de Tek Parti ve İsmet İnönü dönemiydi. Size göre AK Parti bugünün tek partisi. Bu bir çelişki değil mi AKP açısından?
Bir kere İsmet Paşa’nın hedef tahtasına konması, düpedüz Mustafa Kemal Atatürk hakkında ileri geri konuşulmaya imkân bulunmayışındandır. Şu veya bu biçimde Atatürk’ün bir dokunulmazlığı var. Bu dokunulmazlık söz konusu olunca Tek Parti’nin seyyiatı İsmet Paşa’nın sırtına yıkılıyor. Gazetecilik yaptığım yıllarda İsmet Paşa’yı çok yakından tanıma imkânı buldum. Hayatını-biyografisini iyice etüt etmiş biri olarak onun hakkında söyleneceklerin bugün aleyhinde söylenenlerden çok daha farklı şeyler olması gerektiğini düşünüyorum. İsmet Paşa’nın doğruları, yanlışlarından daha fazladır.
-Parti devletine doğru gidişatı önceden görebilmiş miydiniz? Referanduma kadar AK Parti’yi desteklediğinizi biliyoruz.
Evet, destekledim. Referandumda niçin tam destek oldum onu da söyleyeyim. Benim için vicdani bir mesele söz konusuydu.
-Nedir bu vicdani mesele?
Üç temel meseleden yola çıkmıştım ben. Birincisi, HSYK… Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın verdiği bir demeçten yola çıkarak Şemdinli iddianamesini hazırlayan Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’ya görevden el çektirdi. Bununla yetinmedi, sivil hayatta da avukatlık yapma hakkını elinden aldı. Bu bana göre düpedüz zorbalıktı. İkincisi, Abdullah Gül’ün seçiminde Sabih Kanadoğlu formülasyonu 367 öne sürüldü. O zamana kadar cumhurbaşkanları hangi nisapla seçildilerse yine o nisapla seçilmeliydi. Üçüncüsü, TSK, subayları irticai faaliyetlerde bulunuyor diye en küçük bir itiraz hakkı tanımaksızın ve bütün hukuki yolları kapatarak ordudan atıyordu. Bunlar benim için vicdani gerekçelerdi. Bu gerekçeler çerçevesinde referandumda oyum “yetmez ama evet” değil, “evet”ti. AK Parti bunları değiştirme vaadiyle geldi, bir ölçüde de değiştirdi. Ama bu değişimin 17 Aralık’tan sonra çok daha farklı bir gelişme gösterdiğini görüyoruz. AKP, devletin değil, partinin güvenliği için yeni bir vesayet inşa etmeye girişti. Her ne kadar devletin güvenliği deniyorsa da partinin ve iktidarın güvenliği söz konusu olduğu için böyle bir yeni vesayet sistemi kuruldu.
-MGK’nın yeniden diriltilmesi, Kırmızı Kitap’ın gündeme sokulması da bununla mı ilgili?
Evet, bunlar parti devletinin tahkim edilmesi bağlamında girişilmiş olan işlerdir.
-MGK, askerî vesayet döneminin bir aracı idi. Onun da mı partileşmesi var? Askeri nereye koyuyorsunuz?
Genelkurmay Başkanlığı, Başbakanlık’a doğrudan doğruya bağlı bir kurum hâline geldi. Bunun böyle olmasına benim hiçbir itirazım yok. Olması gereken de budur. Askerî vesayete olan itirazıma sebep de buydu zaten. Formel olarak Başbakanlık’a bağlı olsa da kendi başına hareket edebiliyordu TSK. Ama sivil bürokrasiyle asker arasında önemli bir fark var.
-Nedir o fark?
Sivil bürokraside sivil bürokratların partili kimlikleriyle görünmelerinde herhangi bir sakınca yok. Ama aynı şeyi asker için söylemek mümkün değil. MGK ve Kırmızı Kitap meselesine gelecek olursak; her devlet hiç şüphesiz kendi güvenliği konusunda belli duyarlılıkları taşımak zorunda. Bu anlaşılır bir şey. Bu duyarlılıkları memleketin temel politikası hâline getirmek yanlış. Bir devlet sadece güvenlik meselesini kendi politikasının temeli yapamaz. Güvenliğin dışında yapılması gereken şeyler var. Bunlar göz önünde tutulmayıp sadece güvenlik hassasiyetleri veya düşmanlıklar öne çıkarılarak bir siyaset oluşturulacaksa bunun ciddi sakıncaları olduğunu düşünüyorum.
-Artık Türkiye Ak Saray’dan yönetilecek. Ak Saray’ın sembolik bir anlamı var mı? Yeni Türkiye’yi mi sembolize ediyor?
Yeni Türkiye’yi bilmiyoruz ki Ak Saray’ın onun sembolü olduğunu söyleyebilelim. Ben AK Parti’nin gelenek anlayışının formalist ve tamamen görünüşe indirgenmiş bir gelenekçilik olduğunu söylüyorum. Çünkü AK Parti her şeyi bir imitasyon olarak düşünüyor. Saray da öyle. Yine diyor ki Erdoğan, “Ben Taksim Meydanı’na Topçu Kışlası’nı yeniden yapacağım.” Şimdi Topçu Kışlası’nın yeniden yapılması, eskisinin imitasyonudur, taklididir. Ya da Çamlıca’ya cami yapılıyor, Süleymaniye ya da Sultanahmet’in taklidi oluyor.
-Ak Saray’ı ihtişamla ve güçle açıklayanlar oldu.
Doğu despotizminde, vergi biçiminde toplanan gelirin kamu harcamalarına olduğu kadar despotun görkemini, erişilmez kudretini göstermek için birtakım özel tüketim harcamalarına gittiğini biliyoruz. Bugün de devam ettiğini görüyoruz.
-Biraz evvel AKP politikalarında 17 Aralık’taki kopuşa işaret ettiniz. Yolsuzluk ve rüşvet davası “darbe” denilerek kapatıldı.
Herkesin gözünün önünde olan bir şey. Bir iddia var. İddianın soruşturulması gerekirken takipsizlik kararı veriliyor. Bir yandan da Meclis’te fezlekeler gündeme gelmiyor. Şimdi bunun adı düpedüz bir yolsuzluk iddiasını soruşturmamak. Bu iddia soruşturulmalıydı. Hem mahkemede hem de Meclis’te.
-O tarihten beri de atılan bütün adımlardan geri dönüldü. Siyasetten başka bir şey konuşamaz olduk. Bu normal mi sizce?
Bu bizim eski hastalığımız. Türkiye’nin meselelerini daima siyasî ve ekonomik meseleler olarak görmüşüzdür. Aslında “bizim dar idrakimiz” diye adlandırdığım şey budur. Türkiye’nin bütün meseleleri ekonomik meselelerdir ya da siyasî meselelerdir. Bunun dışında entelektüel meseleler, medeniyet meseleleri sanki hiç yokmuş gibi bir durum var. Mesela, Avrupa Birliği meselesini düşünelim. AB meselesini öteden beri ya ekonomik kriterlerle ya da Kopenhag Kriterleri ile ilişkilendirdik. Yasalarımızı AB müktesebatına uydurmak babında ciddi adımlar atıldı. Ekonomik kriterler büyük ölçüde yerine getirilmesine rağmen bizim niçin hâlen AB’ye üye olarak alınmadığımız sorgulanmıyor. Yaptık, ama bizi almıyorlar.
-Niye almıyorlar?
Bu mesele ekonomik ve siyasî adımlarla açıklanacak ya da Kopengah Kriterleri’ne indirgenecek bir mesele değil. Bu bir medeniyet meselesidir. Biz Avrupa medeniyetine bağlı değiliz. 19. Yüzyıl’da mensup olduk. Adamlar meseleye ekonomi ve siyaset açısından bakıyor gibi görünüyorlar ise de aslında baktıkları şey ‘bunlar bize ait mi, bize mensup mu?’ AB, Avrupa medeniyetine bağlı olanlar için bir asli üyelik sunar, mensubiyet ilişkisi ile bağlı olanlar için ise ya imtiyazlı ortaklık ya da ikinci sınıf üyelik söz konusudur. Biz meseleyi hep ekonomik ve siyasî olarak gördük. Türkiye’nin o kadar çok meselesi var ki bu meselelerin ne siyaseten ne de iktisaden çözümlenmesi söz konusu değil. Biri AB meselesi.
-1960’larda gazetecilik de yaptınız. Uzun süredir Zaman’da yazıyorsunuz. Bugün nasıl bir medya fotoğrafı var?
1960 öncesine bakalım. Matbuatla edebiyat arasında çok büyük ve derin yarıklar, kopmalar yoktur. Köşe yazarlarının çoğu edebiyatçılardı. Peyami Safa, Falih Rıfkı, Cevat Fehmi Başkut… Bunlar gazeteci kimlikleri kadar edebî kimlikleri ile öne çıkmış insanlardı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Cumhuriyet’te yazıları çıkıyordu. Zamanla entelektüel kesimle medya arasında ciddi bir kopma oldu. Bu edebiyatçılardan kaynaklanmadı, medyadan gelen bir dışlamayla oldu. Bunun sonucunda medya son derece sınırlı bir zihinsel yaklaşımla meseleleri siyasete ve ekonomiye indirgedi. Entelektüeller yok medyada. Bugün medya çok aşağı bir düzeysizlikte.
-Bugün bir ‘havuz medyası’ndan söz ediyoruz...
Menderes döneminde basın; yargı ve polis aracılığıyla susturuluyordu. Yayın yasağı geliyor, yahut gazetecileri mahkemeye veriyorlar, tutuklatıyorlardı. Geçmişte devletin yaptırımcı aygıtları kanalıyla bu yürürlüğe kondu. Şimdi bu yapılmıyor. Çünkü iktidarın “sivil” devletin dışında olan ya da devletin dışında olduğu izlenimini veren birtakım medya kuruluşları aracılığıyla yapılıyor. Bu kurnazca bir davranış. AK Parti iktidarı gazete kapatmıyor, gazetecileri yargılayıp hapse atmıyor ama kendi davasını doğrudan doğruya kendisine bağlı “sivil medya” aracılığıyla devletin yaptırımcı aygıtları ile değil, devletin ideolojik aygıtlarıyla yapıyor.
ERDOĞAN’INKİ NEGATİF BİR KARİZMA
-Son aylarda Erdoğan’ı Atatürk’le kıyas edenler, “ikinci Atatürk” diye isimlendirenler var. Erdoğan’ın nasıl bir “karizma”sı var?
Negatif bir karizma.
-Niçin negatif bir karizma?
Karizma aslında insanda var olan niteliklerden inşa edilen bir şey. Mesela diyelim ki Turgut Özal. Turgut Özal’ın bir karizması var idiyse o karizma onun devlet tecrübesinden geçmiş olmasından, yurtdışında kalmış olmasından, dil biliyor olmasından, teknik üniversite mezunu olmasından… Aynı şeyi Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan için de söylemek mümkün. Bunların üçü de “muhafazakâr” başbakanlar ama üçünün ortak özellikleri var. Turgut Özal, Süleyman Bey ve Necmettin Hoca’nın karizmaları onlarda var olan benim saydığım özellikler ve nitelikler dolayısıyla inşa edilmiştir. Tayyip Bey’de bunların hiçbiri yok. Ne teknik üniversite mezunu, ne devlet tecrübesi var –belediyede çalışmasını saymıyorum- ne dil biliyor ne de yurtdışında yaşamış. Yoklar üzerinden inşa edilmiş bir karizma Erdoğan’ınki.
-Nasıl tuttu bu karizma peki?
Türklerin çoğunluğu da öyle. Halk şöyle düşünüyor: “Bu adam benim gibi konuşuyor, benim gibi düşünüyor, söylemi benim gibi.” Özal, Demirel ya da Erbakan’la kendini özdeşleştirmesi zordur bizim insanımızın. Ama Tayyip Bey’le özdeşleştiriyor. “Ananı da al git” ya da “İsrail dölü” dediğinde çoğunluk tarafından alkışlanıyor hatta. Sigara içenlere müdahale ediyor. Bu halkın fena hâlde hoşuna gidiyor. Çünkü Tayyip Bey’de “kendisi gibi”yi görüyor. Enteresan bir hikâye anlatayım. Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş romanında geçer… Kitapta roman kahramanı ormanda yakaladığı bir kuşu boyar, tekrar aynı cins kuşların arasına salar ama bu boyalı kuşun sonu olur. Çünkü aynı cins olmalarına rağmen kuşlar, boyalı kuşu kendilerinden saymadıkları için onu gagalarlar, ötekilerler. Bu böyledir. Halk da kendisi gibi olanı benimser, kendisi gibi olmayanı dışlar. Bu karizma devam edecektir. 2015 seçimleri konusunda şimdiden bir tahminde bulunayım: Büyük bir olasılıkla AK Parti yüzde 50-51 civarında oy alacaktır.
-Bugün Erdoğan’a “Demokrat Başbakan” imajı çizilirken Adnan Menderes, Turgut Özal, biraz da Necmettin Erbakan adı anılıyor. Bu isimlerle bağ kurulabilir mi? Özellikle Adnan Menderes ile?
Hiçbir bağ yok. Aslında Tayyip Bey’in çok vahim çelişkilerinden biri bu. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yaptığı konuşmada Menderes’in adını anarken Celal Bayar’dan hiç bahsetmedi.
-Çelişki nerede?
Adnan Bey tüm Yassıada duruşmalarında son derece teslimiyetçiydi ve askerî vesayetin yargı despotizmi karşısında ezikti. Buna karşılık Celal Bayar “Ben bu ülkenin seçilmiş reis-i cumhuruyum beni burada yargılayamazsınız!” demiş, askerî vesayete karşı dik durmuştur. Tayyip Bey gibi askerî vesayete karşı mücadele veren birinin Menderes’i mi anması gerekirdi, yoksa Celal Bayar’ı mı? Bence Celal Bayar’ı anması gerekirdi.
-Niye anmadı sizce?
Tayyip Bey, Menderes’i andı, anıyor çünkü mesele mağduriyet üzerinden yürütülüyor. Şunu söylemek istiyorum. Ortada bir problem varsa bu problemi mağduriyet hissi üzerinden mi götürmek doğrudur ya da zihinsel bir mesele olarak askerî vesayet üzerinden mi götürmek doğrudur? Hangisi? Askerî vesayet üzerinden. Sen Celal Bayar’ı zikretmek zorundaydın o konuşmada. Ama Türk halkı hissiyata, mağduriyete askerî vesayete karşı durmaktan çok daha fazla önem verdiği için onu söylüyor. Ayrıca Menderes’in üslup, tavır olarak Tayyip Bey’le hiçbir ilgisi yok. Adnan Bey’i gazetecilik hayatım boyunca gerek Yassıada duruşmalarında gerek iktidar döneminde takip etmiş biriyim. Son derece kibar biri Adnan Bey. Menderes’in ağzından bir gün kötü bir söz çıkmamıştır. “Ananı da al git” türünden bir şey duymadık.
Negatif bir karizma.
-Niçin negatif bir karizma?
Karizma aslında insanda var olan niteliklerden inşa edilen bir şey. Mesela diyelim ki Turgut Özal. Turgut Özal’ın bir karizması var idiyse o karizma onun devlet tecrübesinden geçmiş olmasından, yurtdışında kalmış olmasından, dil biliyor olmasından, teknik üniversite mezunu olmasından… Aynı şeyi Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan için de söylemek mümkün. Bunların üçü de “muhafazakâr” başbakanlar ama üçünün ortak özellikleri var. Turgut Özal, Süleyman Bey ve Necmettin Hoca’nın karizmaları onlarda var olan benim saydığım özellikler ve nitelikler dolayısıyla inşa edilmiştir. Tayyip Bey’de bunların hiçbiri yok. Ne teknik üniversite mezunu, ne devlet tecrübesi var –belediyede çalışmasını saymıyorum- ne dil biliyor ne de yurtdışında yaşamış. Yoklar üzerinden inşa edilmiş bir karizma Erdoğan’ınki.
-Nasıl tuttu bu karizma peki?
Türklerin çoğunluğu da öyle. Halk şöyle düşünüyor: “Bu adam benim gibi konuşuyor, benim gibi düşünüyor, söylemi benim gibi.” Özal, Demirel ya da Erbakan’la kendini özdeşleştirmesi zordur bizim insanımızın. Ama Tayyip Bey’le özdeşleştiriyor. “Ananı da al git” ya da “İsrail dölü” dediğinde çoğunluk tarafından alkışlanıyor hatta. Sigara içenlere müdahale ediyor. Bu halkın fena hâlde hoşuna gidiyor. Çünkü Tayyip Bey’de “kendisi gibi”yi görüyor. Enteresan bir hikâye anlatayım. Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş romanında geçer… Kitapta roman kahramanı ormanda yakaladığı bir kuşu boyar, tekrar aynı cins kuşların arasına salar ama bu boyalı kuşun sonu olur. Çünkü aynı cins olmalarına rağmen kuşlar, boyalı kuşu kendilerinden saymadıkları için onu gagalarlar, ötekilerler. Bu böyledir. Halk da kendisi gibi olanı benimser, kendisi gibi olmayanı dışlar. Bu karizma devam edecektir. 2015 seçimleri konusunda şimdiden bir tahminde bulunayım: Büyük bir olasılıkla AK Parti yüzde 50-51 civarında oy alacaktır.
-Bugün Erdoğan’a “Demokrat Başbakan” imajı çizilirken Adnan Menderes, Turgut Özal, biraz da Necmettin Erbakan adı anılıyor. Bu isimlerle bağ kurulabilir mi? Özellikle Adnan Menderes ile?
Hiçbir bağ yok. Aslında Tayyip Bey’in çok vahim çelişkilerinden biri bu. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yaptığı konuşmada Menderes’in adını anarken Celal Bayar’dan hiç bahsetmedi.
-Çelişki nerede?
Adnan Bey tüm Yassıada duruşmalarında son derece teslimiyetçiydi ve askerî vesayetin yargı despotizmi karşısında ezikti. Buna karşılık Celal Bayar “Ben bu ülkenin seçilmiş reis-i cumhuruyum beni burada yargılayamazsınız!” demiş, askerî vesayete karşı dik durmuştur. Tayyip Bey gibi askerî vesayete karşı mücadele veren birinin Menderes’i mi anması gerekirdi, yoksa Celal Bayar’ı mı? Bence Celal Bayar’ı anması gerekirdi.
-Niye anmadı sizce?
Tayyip Bey, Menderes’i andı, anıyor çünkü mesele mağduriyet üzerinden yürütülüyor. Şunu söylemek istiyorum. Ortada bir problem varsa bu problemi mağduriyet hissi üzerinden mi götürmek doğrudur ya da zihinsel bir mesele olarak askerî vesayet üzerinden mi götürmek doğrudur? Hangisi? Askerî vesayet üzerinden. Sen Celal Bayar’ı zikretmek zorundaydın o konuşmada. Ama Türk halkı hissiyata, mağduriyete askerî vesayete karşı durmaktan çok daha fazla önem verdiği için onu söylüyor. Ayrıca Menderes’in üslup, tavır olarak Tayyip Bey’le hiçbir ilgisi yok. Adnan Bey’i gazetecilik hayatım boyunca gerek Yassıada duruşmalarında gerek iktidar döneminde takip etmiş biriyim. Son derece kibar biri Adnan Bey. Menderes’in ağzından bir gün kötü bir söz çıkmamıştır. “Ananı da al git” türünden bir şey duymadık.
KUTUPLAŞMADAN ÇOK ENDİŞE EDİYORUM
-Bugün kutuplaşmış bir Türkiye var. Sizin 2015 tahmininizi de göz önünde tutarak söylüyorum. Bu böyle devam eder mi?
Böyle devam edebilir mi onu bilmem. Ama etmemesi gerektiğini söylemek durumundayım. Eğer devam ederse ülkeyi çok ciddi sıkıntıların beklediği aşikâr. Çok endişe ediyorum. Bu tür endişeleri dile getirmek istemem. Eğer böyle devam ederse gelecekte Türkiye’nin içeride ve dışarıda çok ciddi, çok ürkütücü sonuçlarla karşılaşma ihtimali yüksektir. Bugün iktidarın üslubu, söylemi hiçbir biçimde insanca, dostça değil. Tam tersine aşağılayan, düşmanca bir söylem. Bu Türkiye’yi iyi bir yere taşımaz.
-Bu çatışmacı üslubun AK Parti’ye oy kazandırdığı yorumları yapılıyor. Bu doğru mu?
O üslubun oy getirdiğini zannetmiyorum. Bu üsluptan çok bizim insanımızın önemli bir özelliği var. Birey olmayı bencil olmak biçiminde idrak etmiş olması. Birey, modern toplumların göstergesidir. Bizim modernliğimiz bir moda modernliği olduğu için bu modernliğin birey anlayışı bencillik olarak tezahür ediyor. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” ortaya çıkıyor bizde. Bugün insanların ekseriyeti hayatından memnun; kendilerine benzeyen, kendileriyle aynı dili konuşan, zaman zaman küfür de eden bir “karizmayı” seviyorlar.
-Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti genel başkanı ve başbakan olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti’ye genel başkan olmasının AKP’de ciddi bir karizmatik karşılığı olduğu kanısında değilim. Tayyip Bey gösterdi, seçtiler. Yarın öbür gün Tayyip Bey “bunu seçmeyin” derse seçmeyecekler. Her şeyi Cumhurbaşkanı belirliyor. Kendisi söyledi, eski cumhurbaşkanları gibi olmayacağım, diye. Benim kanaatim ne partide ne Meclis’te ne hükümette ne de üst düzey bürokraside -emniyet amirleri, hâkimler ve savcılar dâhil- Tayyip Bey’in haberi ve onayı olmadan hiçbir adım atılmıyor.
Böyle devam edebilir mi onu bilmem. Ama etmemesi gerektiğini söylemek durumundayım. Eğer devam ederse ülkeyi çok ciddi sıkıntıların beklediği aşikâr. Çok endişe ediyorum. Bu tür endişeleri dile getirmek istemem. Eğer böyle devam ederse gelecekte Türkiye’nin içeride ve dışarıda çok ciddi, çok ürkütücü sonuçlarla karşılaşma ihtimali yüksektir. Bugün iktidarın üslubu, söylemi hiçbir biçimde insanca, dostça değil. Tam tersine aşağılayan, düşmanca bir söylem. Bu Türkiye’yi iyi bir yere taşımaz.
-Bu çatışmacı üslubun AK Parti’ye oy kazandırdığı yorumları yapılıyor. Bu doğru mu?
O üslubun oy getirdiğini zannetmiyorum. Bu üsluptan çok bizim insanımızın önemli bir özelliği var. Birey olmayı bencil olmak biçiminde idrak etmiş olması. Birey, modern toplumların göstergesidir. Bizim modernliğimiz bir moda modernliği olduğu için bu modernliğin birey anlayışı bencillik olarak tezahür ediyor. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” ortaya çıkıyor bizde. Bugün insanların ekseriyeti hayatından memnun; kendilerine benzeyen, kendileriyle aynı dili konuşan, zaman zaman küfür de eden bir “karizmayı” seviyorlar.
-Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti genel başkanı ve başbakan olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti’ye genel başkan olmasının AKP’de ciddi bir karizmatik karşılığı olduğu kanısında değilim. Tayyip Bey gösterdi, seçtiler. Yarın öbür gün Tayyip Bey “bunu seçmeyin” derse seçmeyecekler. Her şeyi Cumhurbaşkanı belirliyor. Kendisi söyledi, eski cumhurbaşkanları gibi olmayacağım, diye. Benim kanaatim ne partide ne Meclis’te ne hükümette ne de üst düzey bürokraside -emniyet amirleri, hâkimler ve savcılar dâhil- Tayyip Bey’in haberi ve onayı olmadan hiçbir adım atılmıyor.
PKK’NIN ARKASINDA DA PARALEL VARMIŞ! ARTIK GÜLÜMSÜYORUZ
-Bu süreçte başörtüsü yasağı kaldırıldı, okullara siyer, Kur’an dersi kondu. AKP benzer eleştirilere bu karşılığı veriyor.
Bunun benim açımdan değeri ancak İslam’ın ahlâkı, mistisizmi ve estetiği ile ne kertede bağlantılı olduğuna bağlıdır. Eğer bunları yapıyor ve ahlâkına, hakikat anlayışına sahip çıkıyorsa başımın üstünde yeri var. Kendisini muhafazakâr ve gelenekçi olarak takdim etmiş bir partinin sadece yol yapmak, AVM yapmak, Ak Saray yapmakla sınırlı değil yapacakları. Bizde her şey siyaset ve ekonomi kalıbının içine sokulup onun içinde değerlendirilmeye kalkışıldı. Bunda medyanın çok büyük rolü var. Medya bu meselenin entelektüel planda tartışılmasına imkân verecek bütün mecraları kapadı. İki üç gazete dışında bunları kimse konuşmuyor.
-Bu dönemde konuşulmasını mı bekliyordunuz?
2002 seçimlerinden 2012’ye kadar 10 yıl birçok düşmanlığı, bir sürü hakareti, aşağılanmayı göze alarak AK Parti’yi desteklemiş bir adamım. Yani AK Parti’nin bana vereceği hesabı var. Ben bu partiyi 10 yıl boyunca destekledim. Beklediğim hiçbir adımı atmadı. On yılın sonunda beklerdim ki AK Parti meselelere çok daha geniş, çok daha ufuk açıcı bir perspektiften baksın. Askerî vesayeti tasfiye ederek zihin açıcı bir adımla başlamıştı oysa, ama arkası gelmedi. AK Parti’nin basit ve vülger siyasetin dışında bir derinliği yok, bu anlaşıldı. Muhafazakâr geçmişin entelektüel birikimini temellük edinmiş bir kadro ve icraatlar beklerdim. Böyle bir kadro yok.
-Siz dindarlaşmada bir gerileme görüyorsunuz. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” vurgusu da bununla ilgili mi?
Böyle bir şeyin İslamî hiçbir bağlamda meşrulaştırılması mümkün değil. Slogan bir şekilde söylemek gerekirse “adamlar haram yiyor, helal olsun” demeye gelir. Bunun İslamî herhangi bir temeli olabilir mi? Adam haram yiyor ama başka iyi şeyler yapıyor diye haram yemesine göz yummamız gerekiyor. Bu mudur Müslümanlık? Nadir Nadi’nin güzel bir lafı var. Kenan Evren’e bakarak “Eğer Kenan Evren Atatürkçü ise ben Atatürkçü değilim.” demişti. Ben de diyorum ki “AK Parti Müslüman ise ben Müslüman değilim kardeşim.”
-Sizin gibi düşünmeyenler de az değil. Birçok yazar ve aydını AK Parti savunusu yaparken görüyoruz.
Devletle ve ideolojisiyle bütünleşmiş bir aydın tipi var. Bunlara Gramsci’nin ifadesiyle “organik aydın” diyoruz.. Şu anda aydın dediğimiz AK Parti’yi destekleyen, AKP’nin görüşlerini savunan kişiler doğrudan doğruya organik aydınlardır. Benim daha önce çok bağımsız bir kimlik olduğunu düşündüğüm insanların daha sonra birer organik aydın olduğunu gördüm. Bu durum doğrusu büyük ölçüde hayal kırıklığına uğrattı.
-Hizmet hareketi için “haşhaşi”, “virüs” diye suçlanıyor. Fethullah Gülen’e “yalancı peygamber” dendi mesela. Hakaretler sürüyor...
Psikolojik bir şey bu. Bir insan gerçekten suçlu olduğunu biliyor ve suçluluğu dolayısıyla başının şu ya da bu biçimde derde düçar olacağını tahmin ediyorsa saldırganlaşır. Bu oyunun kuralı budur. Bugün yaşadığımız odur.
-Camiaya mensup insanlar fişleniyor, mağdur ediliyor. Siz de böyle bir mağduriyetle karşılaştınız mı bir Zaman yazarı olarak?
Karşılaştım ama bunu söylemek istemem. 17 Aralık’tan öncesiyle sonrası çok farklı. Ben cemaat mensubu değilim. Ben tamamen özerk ve bağımsız bir zihinle yazı yazan bir yazarım. Sadece Zaman’da yazıyor olmam dolayısıyla birtakım muamelelere maruz kaldığımı söyleyebilirim.
-Bir paralel yazısı yazdınız. Devamını yazacak kadar malzeme çıktı bu süreçte. Devamı gelecek mi?
En çok okunan yazılarımdan biri oldu. Martta yazmıştım. Ondan sonra Sayın Cumhurbaşkanı muhtelif vesilelerle o da paralel bu da paralel diye bu söylemi devam ettirdi. Şimdi de “PKK’nın arkasında paralel yapı var.” deniyor. Artık gülümsüyoruz. İsmet Paşa’nın 1959’da Demokrat Partililere söylediği bir şey vardı. Meclis konuşmasında parmağını uzatarak şunu söylemişti: “Suçluların telaşı içindesiniz!” Bir telaş varsa suçluluk da vardır.
Bunun benim açımdan değeri ancak İslam’ın ahlâkı, mistisizmi ve estetiği ile ne kertede bağlantılı olduğuna bağlıdır. Eğer bunları yapıyor ve ahlâkına, hakikat anlayışına sahip çıkıyorsa başımın üstünde yeri var. Kendisini muhafazakâr ve gelenekçi olarak takdim etmiş bir partinin sadece yol yapmak, AVM yapmak, Ak Saray yapmakla sınırlı değil yapacakları. Bizde her şey siyaset ve ekonomi kalıbının içine sokulup onun içinde değerlendirilmeye kalkışıldı. Bunda medyanın çok büyük rolü var. Medya bu meselenin entelektüel planda tartışılmasına imkân verecek bütün mecraları kapadı. İki üç gazete dışında bunları kimse konuşmuyor.
-Bu dönemde konuşulmasını mı bekliyordunuz?
2002 seçimlerinden 2012’ye kadar 10 yıl birçok düşmanlığı, bir sürü hakareti, aşağılanmayı göze alarak AK Parti’yi desteklemiş bir adamım. Yani AK Parti’nin bana vereceği hesabı var. Ben bu partiyi 10 yıl boyunca destekledim. Beklediğim hiçbir adımı atmadı. On yılın sonunda beklerdim ki AK Parti meselelere çok daha geniş, çok daha ufuk açıcı bir perspektiften baksın. Askerî vesayeti tasfiye ederek zihin açıcı bir adımla başlamıştı oysa, ama arkası gelmedi. AK Parti’nin basit ve vülger siyasetin dışında bir derinliği yok, bu anlaşıldı. Muhafazakâr geçmişin entelektüel birikimini temellük edinmiş bir kadro ve icraatlar beklerdim. Böyle bir kadro yok.
-Siz dindarlaşmada bir gerileme görüyorsunuz. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” vurgusu da bununla ilgili mi?
Böyle bir şeyin İslamî hiçbir bağlamda meşrulaştırılması mümkün değil. Slogan bir şekilde söylemek gerekirse “adamlar haram yiyor, helal olsun” demeye gelir. Bunun İslamî herhangi bir temeli olabilir mi? Adam haram yiyor ama başka iyi şeyler yapıyor diye haram yemesine göz yummamız gerekiyor. Bu mudur Müslümanlık? Nadir Nadi’nin güzel bir lafı var. Kenan Evren’e bakarak “Eğer Kenan Evren Atatürkçü ise ben Atatürkçü değilim.” demişti. Ben de diyorum ki “AK Parti Müslüman ise ben Müslüman değilim kardeşim.”
-Sizin gibi düşünmeyenler de az değil. Birçok yazar ve aydını AK Parti savunusu yaparken görüyoruz.
Devletle ve ideolojisiyle bütünleşmiş bir aydın tipi var. Bunlara Gramsci’nin ifadesiyle “organik aydın” diyoruz.. Şu anda aydın dediğimiz AK Parti’yi destekleyen, AKP’nin görüşlerini savunan kişiler doğrudan doğruya organik aydınlardır. Benim daha önce çok bağımsız bir kimlik olduğunu düşündüğüm insanların daha sonra birer organik aydın olduğunu gördüm. Bu durum doğrusu büyük ölçüde hayal kırıklığına uğrattı.
-Hizmet hareketi için “haşhaşi”, “virüs” diye suçlanıyor. Fethullah Gülen’e “yalancı peygamber” dendi mesela. Hakaretler sürüyor...
Psikolojik bir şey bu. Bir insan gerçekten suçlu olduğunu biliyor ve suçluluğu dolayısıyla başının şu ya da bu biçimde derde düçar olacağını tahmin ediyorsa saldırganlaşır. Bu oyunun kuralı budur. Bugün yaşadığımız odur.
-Camiaya mensup insanlar fişleniyor, mağdur ediliyor. Siz de böyle bir mağduriyetle karşılaştınız mı bir Zaman yazarı olarak?
Karşılaştım ama bunu söylemek istemem. 17 Aralık’tan öncesiyle sonrası çok farklı. Ben cemaat mensubu değilim. Ben tamamen özerk ve bağımsız bir zihinle yazı yazan bir yazarım. Sadece Zaman’da yazıyor olmam dolayısıyla birtakım muamelelere maruz kaldığımı söyleyebilirim.
-Bir paralel yazısı yazdınız. Devamını yazacak kadar malzeme çıktı bu süreçte. Devamı gelecek mi?
En çok okunan yazılarımdan biri oldu. Martta yazmıştım. Ondan sonra Sayın Cumhurbaşkanı muhtelif vesilelerle o da paralel bu da paralel diye bu söylemi devam ettirdi. Şimdi de “PKK’nın arkasında paralel yapı var.” deniyor. Artık gülümsüyoruz. İsmet Paşa’nın 1959’da Demokrat Partililere söylediği bir şey vardı. Meclis konuşmasında parmağını uzatarak şunu söylemişti: “Suçluların telaşı içindesiniz!” Bir telaş varsa suçluluk da vardır.
BU SÜREÇTE DİNDARLIK KAYBETTİ!
-AK Parti’nin muhafazakâr bir hüviyeti de var. İslamcılık geçmişi... Olan biteni bu birikimle nasıl açıklayabiliyorsunuz?
Türkiye’de İslam’ın nasıl yaşandığına dair çok ciddi bazı endişelerim var. Yani İslam’ın kamusal alanda görünür olmaya indirgenmesi, sadece form olması; bunlar işin şeklî tarafı, bunun muhtevası var, özü var. İçerik nedir? İslam’da içerik Peygamber ahlâkı ve İslam estetiğidir. Buna İslam medeniyeti diyoruz. İşin ahlâkı ve estetiği bir tarafa bırakıldı. Akaid ise formel biçime indirgendi. Başörtülü olmak Müslümanlıkla birebir ilişkilendirildi. Bu yaygınlaştı. Eşi örtülü mü, meyhaneye gidiyor mu, cuma kılıyor mu? Müslümanlık özel alanda insanın Allah’la baş başa kaldığında kendisini somut olarak belli eder, kamusal alanda değil. Ahlâka, estetiğe sahip çıkmayan İslam’ı sadece biçime indirgeyen bir anlayışın İslamcılık adı altında tezgâhlanması diye bir şey söz konusu olabilir mi? Böyle bir şey olmaz. Türkiye’deki İslamcılık anlayışı buysa ben buna “İslamcılık” demiyorum, diyemem.
Türkiye’de İslam’ın nasıl yaşandığına dair çok ciddi bazı endişelerim var. Yani İslam’ın kamusal alanda görünür olmaya indirgenmesi, sadece form olması; bunlar işin şeklî tarafı, bunun muhtevası var, özü var. İçerik nedir? İslam’da içerik Peygamber ahlâkı ve İslam estetiğidir. Buna İslam medeniyeti diyoruz. İşin ahlâkı ve estetiği bir tarafa bırakıldı. Akaid ise formel biçime indirgendi. Başörtülü olmak Müslümanlıkla birebir ilişkilendirildi. Bu yaygınlaştı. Eşi örtülü mü, meyhaneye gidiyor mu, cuma kılıyor mu? Müslümanlık özel alanda insanın Allah’la baş başa kaldığında kendisini somut olarak belli eder, kamusal alanda değil. Ahlâka, estetiğe sahip çıkmayan İslam’ı sadece biçime indirgeyen bir anlayışın İslamcılık adı altında tezgâhlanması diye bir şey söz konusu olabilir mi? Böyle bir şey olmaz. Türkiye’deki İslamcılık anlayışı buysa ben buna “İslamcılık” demiyorum, diyemem.
- Ama “Dindarlık” vurgusu çok yapılıyor.
Ama bunların içi boş. Muhteva yok. Estetik yok, imitasyon, taklit var. Aslında bütün tek parti yönetimlerinin özelliği budur, taklit, imitasyon. Ben eğer Müslümansam benim Müslümanlığım benim ahlâkımla ve “Allah güzeldir ve güzel olanı sever.” hadis-i şerifiyle ne kadar bağlı olduğuma bağımlı olan bir şey. Yoksa benim karım başı örtülü mü, ben meyhaneye gidiyor muyum gitmiyor muyum, bu birinci öncelik olmamalı. Elbette şeriatı inkâr ediyor değilim ama şeriatın da özel alanda hayata geçirilmesi gibi bir mesele var.
- Bu süreçte Dindarlık ne kaybetti?
Çok şey kaybetti. İçeriğini kaybetti. İslam’ın muhteva kaybı oldu. Dünyevileşme arttı. Hem mistik hem ahlâkî hem estetik muhtevasının göz ardı edilmesine yol açtı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder