8 Ocak 2015 Perşembe

27 MAYIS 1960' A NASIL GELİNDİ.. KAYNAYAN KAZAN ANKARA, BÖLÜM 2



27 MAYIS 1960' A NASIL GELİNDİ.. KAYNAYAN KAZAN ANKARA, BÖLÜM 2





 29 Nisan 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Adım Adım 27 Mayıs(*)

   Mülkiye 2010 / 267. Sayı.s.97-121‘de yayınlamıştır.

(*) Yazının hazırlanması sırasında Dekanlık Fotoğraf Arşivini açan ve SBF Personel Müdürlüğü Arşivinde Prof. Fehmi Yavuz‘un özlük dosyasını incelememe izin veren SBF Dekanı Sayın Prof. Dr. Celal Göle Hocama sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
1 Fehmi Yavuz (1985): Anılarım. Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları: 1. Maya Matbaacılık.
2 Alpaslan Işıklı (2002) Gün Doğmadan, Anı. İmge Kitabevi. 1. Basım. Kasım. Ankara.
3 ―O gece, SBF yurdunda gençlerin kıyma makinelerinde doğranması hikayesi dahil, bize ulaşan söylentileri geç vakitlere kadar tartıştık. Ertesi gün, gösteri yapmak sırası bize gelmişti. SBF öğrencileri, fakülte bahçesinde toplandılar; şimdilerde vaka-i adiye haline gelmiş bulunan tarzda bağırıp çağırmaya başladılar. Alpaslan Işıklı
Dr. Serdar ġahinkaya
Anayasa Tartışmaları ve 27 Mayıs tematik çerçeveli bu sayımızda Fakültemizin yaşadıklarına yer vermemek olmazdı. Bu yazı, hem hafızaları tazelemek, hem de genç kuşakları bilgilendirmek amacıyla hazırlandı. İlgili dönemin dekanı, sevgi ve rahmetle andığımız Prof. Fehmi Yavuzun “Anılarım”1 kitabı bu konuda en önemli kaynaktır. Alpaslan Işıklı Hocamızın “Gün Doğmadan2” isimli anılarında da, 29 Nisan 1960 günü Siyasal Bilgiler Fakültesindeki gelişmelere ilişkin ilginç gözlemler bulunmaktadır.
Bu iki anı, içerden tanıklık etmektedir. Bir de dışarıdan tanıklık eden, yazının ekleri arasında yer verdiğimiz süvari Yüzbaşı Fethi Gürcandır. Gürcanın anıları, o gün yani 29 Nisan 1960da Cebecideki Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerinde nelerin yaşandığını öğrenmemize imkân tanımaktadır.
* * *
Üniversite profesörleri DP İktidarı‘na ateş püskürmeye, üniversite gençliği de sokağa dökülmeye başlamıştı. Hükümet, 28 ve 29 Nisan günleri İstanbul ve Ankara'da miting düzenleyen üniversite gençliğinin üzerine önce polisi sürmüş, polis olayları bastırmada etkili olamayınca, Askeri Birlikler öğrencilerin üzerine gönderilmişti.
28 Nisan 1960 günü sabahı İstanbul Üniversitesi‘nde başlayacağını öğrendikleri protesto gösterisini engellemek için, Vali ve Emniyet Müdürü erken saatlerde polisi üniversite bahçesine tedbir almak için gönderdiler. Öğrenciler protesto gösterisini başlatır başlatmaz polis saldırıya geçmiş, birçok öğrenci ve profesörün polis tarafından dövüldüğü çatışmalarda Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz vurularak öldürülmüş, Hüseyin Onur ayağından yaralanmıştı. Askeri birliklerin olay yerine gelmesi üzerine öğrenciler “ordu – gençlik el ele” diye bağırmaya başladı. 29 Nisan‘da gösteriler Ankara‘ya taşınmıştı.3 2

(2002) Gün Doğmadan. s.31.
4 Fehmi Yavuz (1985): Anılarım. Yazım şekli korunmuştur. Serdar Şahinkaya.
Dönemin şarkısı, Gazi Osman Paşa (Plevne) Marşı‘nın uyarlanmış biçimiydi. “Olur mu böyle Olur mu, Kardeş Kardeşi Vurur mu?” .
* * *
SÖZ SIRASI PROF. FEHMĠ YAVUZ HOCAMIZDA;
Mülkiye'yi Yüksek Okul Yapma GiriĢimi:4
Demokrat Parti iktidarı 1954‘den sonra halkın, özellikle aydın kesimin sevgisini, sempatisini saygısını adım adım yitirmeye başladı. Eşim ve iki çocuğumla 1953–55 yıllarında Londra'da idim. Sonradan gelenlerle bu konuyu ara sıra tartışıyorduk. Ben Demokrat Parti iktidarından hâlâ birşeyler beklenebileceği görüşünü savunuyordum. Yeni gelenler ise: ―İşler çok değişti. Senin bıraktığın Demokrat Parti hızla gerilemektedir diyorlardı. Yurda döndükten sonra, bu görüşte olanlara ben de katıldım.
O zamanki Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu‘nun makam odasında geçen bir olayı dile getirmekte yarar görüyorum. Benderlioğlu ile Ankara Belediye Başkanı iken açılan İmar Planı Yarışması hazırlık çalışmaları nedeni ile çok sıkı işbirliği yapmıştık. Milli Eğitim Bakanı olduktan sonra da ara sıra buluşuyorduk. Bun1ardan birinde, odasında bulunan bir kişiye beni ―Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı diye tanıttı. Adam hal-hatır sormadan, saldırıya geçti ve özetle şöyle dedi:
— Atıf bey, SBF başlangıçta bizim yanımızda idi, şimdi döndü.
Ben, Benderlioğluna: ―Atıf bey beni tanıttınız ama beyin kim olduğunu söylemediniz. Onu öğrendikten sonra yanıtımı vereceğim dedim. Benderlioğlu, aklımda kaldığına göre, Tekirdağı Milletvekili Dr. X.olduğunu söyledi. Ben :
—Biz hiçbir zaman filan partinin yanında, ya da karşısında olmadık. Biz hep Türk ulusunun yanında olduk. Padişahlık döneminde bile iktidarın kulu, kölesi olmadık.
Başlangıçta siz halkın yanında göründünüz ve aynı saflarda yerimizi aldık. Sonradan siz adım adım halktan uzaklaştınız. Biz ise halkın yanındaki yerimizi koruduk. Böylece bizden ve halktan uzaklaşan sizler olmuyor musunuz? dedim.
Benderlioğlu o zatı uygun biçimde yolcu etti. Biz de teknik konuşmamızı sürdürdük.
Bu olay ve benzerleri, iktidar çevresinin SBF‘yi cezalandırmaya hazırlandıklarını gösteriyordu. Zafer Gazetesi‘nin 5 Şubat 1960 günlü sayısının 1. sayfasında, 10 Demokrat Milletvekilinin SBF‘yi, Milli Eğitim Bakanlığı‘na bağlı bir Yüksek Okul durumuna getirmek için hazırladıkları Kanun Tasarısını TC. Büyük Millet Meclisi Başkanlığı‘na sundukları haberi yer alıyordu. Bu habere o gün Ankara Radyosu da bültenlerinde yer verdi. 3

5 ġubat 1960 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan konuya iliĢkin haber
Kaynak: Dr. Cengiz Aslantepe (2009): Mekteb-i Mülkiyeden Siyasal Bilgiler Fakültesine 1859 2009. 150 Yılın Tanıklığı. Koleksiyoncular Derneği Yayın No: 11. Ankara Üniversitesi Basımevi. Ankara.
Fakülte Yönetimi, öğretim üye ve yardımcıları gecikmeden ve gereken ağırbaşlılıkla konunun üzerine eğildiler. Bu haber, kamuoyunun gündeminde, Fakültemizi ön plana çıkardı. Yerli yabancı çeşitli gazeteler muhabirlerini göndererek, telefonla, Fakültenin bu durum karşısında tutumunu, davranışının ne olabileceğini öğrenmek istediler.
Ben aynı gün basına yaptığım kısa açıklamada: ―TC. Büyük Millet Meclisi‘nin bu tasarıyı kanunlaştıracağına inanmıyorum dedim.
Bu girişimin sakıncalarını ortaya koymak üzere kurulan 5 komisyon, kısa sürede raporlarını hazırladı. Basın gereken tepkiyi, ilgiyi gösterdi. Üniversite Senatosu konuyu tartıştı. Aziz Nesin'in Akşam Gazetesi'nde çıkan Üniversite‘nin Kırşehri başlıklı yazısından çokça aktarma yapıyorum.
<<Kırşehir İlinin hangi gerekçelerle ilçe yapıldığını artık bilmeyen yok. Nasıl bir anlayış, düşünüştür, bilinmez. Kendilerince yerinde, doğru bir gerekçeyle bir İli ilçeliğe indirenler, bu başarılarından birkaç zaman sonra, bu kez o ilçeyi yeniden il yapmak için gerekçe çıkarabiliyorlar.
Kırşehirleştirme DP'nin politika güdümlerinden en belirli olanıdır. Basın özgürlüğünü her yandan Kırşehirleştirmek isteyen DP şimdi de, 100. yıldönümünde bulunan SBFye sinirlenmektedir. Onu da Kırşehirleştirmekten başka yol yoktur…Üniversitenin bir Fakültesi olan SBF. küçültülür siyaset okulu yapılırsa öbür Fakülteler de bu örneğe bakıp akıllarını başlarına alır.. 4

SBFyi Kırşehirleştirmenin gerekçesi ne imiş, biliyor musunuz? Bu kurumu 1950den önceki hakiki hüviyetine irca imiş.
Ah ne olurdu, önce DP. kendisini 1950'den önceki „hüviyetine irca edebilse idi>>
Ankara Üniversitesi Senatosunda yapılan tartışmaları şöyle özetleyeceğim:
Burada ilk karşılaşılan sorun, konunun bir ―SBF sorunu değil, Üniversite sorunu olduğunu Senatoya kabul ettirmekti. Gerçekten üyelerden pek çoğu bu görüşte olmakla birlikte, SBFyi yalnızlığa itme eğiliminde olanlar da vardı. Nitekim bir iki üye SBF‘nin Ankara Üniversitesi içindeki yerini savunan bir rapor hazırlanmasını; SBF öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin iktidarı eleştiren davranışlarına son vermeleri koşuluyla, bu Fakültenin desteklenmesinin uygun olacağını belirten görüşler de ileri sürmüştür.
Öğrenci gösterilerinin arttığı 1960 yılında SBF’li ve Hukuk’lu öğrenciler bir mitingde
Kaynak: Dr. Cengiz Aslantepe, 2009.
Fakültemiz temsilcileri ile Senatonun öteki üyelerinin, bu gibi öneriler karşısındaki tutumunu şöyle özetleyebilirim:
SBF. Ankara Üniversitesi‘nin öteki Fakülteleri gibi bir parçasıdır. Bunun üniversite açısından tartışılması yersizdir. Öte yandan bu yola gidilecekse, her Fakültenin Üniversite içindeki yerini savunan, benzer raporlar hazırlanması gerekebilir.
SBF öğretim üye ve öğrencilerinin tutumuna gelince: Bunlar akademik özgürlük ilkesine uygun olarak, Anayasa‘nın ve kanunların kendilerine tanıdığı haklardan yurttaş olarak yararlanmaktan, vicdanları uyarınca davranmaktan başka bir şey yapmadıkları kanısındadırlar.
Ankara Üniversitesi bu konuda herhangi bir karar almamış, Rektörü özel olarak, siyasal iktidar yetkilileri ile temas edip Üniversite topluluğunun bu tasarı karşısındaki üzüntülerini bildirmekle görevlendirmiştir.
Aracılık etmek isteyenler de türedi. Büyük bir Devlet Bankasının Genel Müdürü, Adnan 5

Menderes‘e gidip, şöyle dersek, her şeyin yoluna gireceğini bana, yönetim kurulu üyelerine, gözüne kestirdiği Mülkiyeli‘lere anlatmaya çalıştı:
—Bütün Mülkiye, öğrencileri, öğretim üyeleri, mezunları ile emrinizdeyiz.
Tutumumuz ve gelişmeler şöyle özetlenebilir:
İktidara karşı Fakültenin davranışında hiçbir değişiklik olmadı. Aracıların Başbakan‘ı görme önerisine uyulmadı. Yönetim Kurulumuz, Başbakan çağırırsa Dekanın yalnız gitmesini, SBF topluluğunun düşünce ve davranışında hiçbir değişikliğin olmadığını bildirmesini, kararlaştırdı. Başbakan böyle bir çağrıda bulunmamıştır.
İktidarın tutumunda bir değişiklik olamamakla birlikte, yurt içindeki önemli gelişmeler SBF'yi Yüksek Okul yapma düşünü arka plana itmiştir, diyebilirim. Gerçekten bu arada basını, muhalefeti susturmak, sindirmek için Tahkikat Komisyonları kurulmuş, özgürlükleri kısıtlayan önlemler getirilmiştir.
Tahkikat Komisyonu‘na ben de çağrıldım. Üzerinde durdukları önemli nokta bizim CHP ile işbirliği içinde olmamız ve bunu artırma çabasını sürdürmemiz, idi. SBF‘ye sık sık CHP‘li Milletvekilleri geliyormuş vb. Komisyon üyeleri çok saygılı davrandılar, kahve, çay, gazoz ısmarlamakta birbirleriyle yarış ettiler. Komisyon üyelerinden yalnız Osman Kavuncu‘yu anımsıyorum. Kavuncu Kayseri Belediye Başkanı iken büyük işler yapmıştı. Türkiye‘ye uzun ya da kısa bir süre için gelen yabancı uzmanlardan kimileri onun başarısını yerinde görmek için, Kayseri'ye gitmişlerdi. Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü'ndeki yabancı uzmanlar, yaptıkları yayınlarda ona da yer verdiler. Kavuncu Meclise girmekle eriyip gitti, hem de Yassıadalık oldu. Bir genelleme yaparak, DP‘nin gemi azıya almışçasına, demokrasiden, başta laiklik olmak üzere. Atatürk Devriminden uzaklaşması yüzünden birçok değerli gencin de çürütüldüğü söylenebilir.
29 Nisan 1960, Hukuk Fakültesi, Ön Bahçesi. Ankara 6

29 NĠSAN 1960 SBF OLAYI:
İktidarın özgür basını, muhalefeti sindirme çabalarına, Tahkikat Komisyonlarının girişimlerine ilk büyük tepki 28 Nisan‘da, İstanbul Üniversitesi‘nden geldi.
Bu olayı anmakla yetiniyorum. 29 Nisan günü Ankara‘daki Yüksek Okullar, Üniversite karıştı. Öğrenciler binalara, derslere girmiyor, slogan atıyor. Gösteri yapıyorlarmış. Biz Rektörlükte, Yönetim Kurulu toplantısındayız. Telefon durmadan çalışıyor. Hepimizin Fakültelerinde bir şeyler olduğu haber veriliyor. Toplantıyı keserek, Fakültelerimizin başına gitmeye karar verdik ve dağıldık.
29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi
Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı, Fotoğraf Arşivi
Fakülteme döndüğümde, bizde aşırı bir birikimin olmadığını gördüm. Öğrenciler ve ha1k daha çok komşu Hukuk Fakültesi‘nin bahçesinde ve de çevresinde toplanmışlardı. Biz öğretim üye ve yardımcıları yönetim kurulu üyeleri ile durumu değerlendirmeye çalışırken şu haber geldi:
―Güvenlik kuvvetleri, öğrencileri Hukuk Fakültesi binasına sokmuş, koridorlarda, sınıflarda, salonlarda kovalamaca başlamış.
Biz hemen olayı izlemek için, pencerelere koştuk. Fakülte dışına çıktık. Hukuk Fakültesi'nin pencerelerinden atlayanlar, düşenler oluyor, biriken halk, bizim öğrenciler bunlara yardıma çalışıyordu…
Tıp Fakültesi‘nin gönderdiği ambulans aralıksız çalışıyor, bunları hastahaneye taşıyordu. Ambulanslarla gidenlerin ölü, baygın, hafif ya da ağır yaralı olduğu bilinmiyordu. Ambulansın (belki de ambulansların) sık sık gelip gitmesi gerginliği büsbütün artırdı. Gösterilerin ağırlığı da bizim Fakültenin çevresine kaydı.
Öğrencilerimiz Hukuk Fakültesi‘nin başına gelenleri gördükten sonra binaya girmemekte direndiler. Güvenlik kuvvetleri Fakülteyi ve çevresini sarmıştı. Çemberi yarıp çıkmak da kolay olmuyordu. (Bir arkadaşımız 28 Nisan olayları nedeni ile İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar'a çekmek istediğimiz telgrafı Cebeci Postanesine götürmeyi başarmıştı.) Öğrenciler itfaiye arabalarını devirdiler, hortumları kestiler; bina içinde sıralardan, sandalyelerden yararlanarak barikatlar kurdular. Bu durum birkaç saat sürdü. Akşam doğru, Fakülte giriş kapısının karşısında yüzleri Fakülteye dönük, ayakta, piyade tüfekleri ile ateşe hazır 20 kadar asker göründü. Biz durumu balkondan izliyoruz. Bir subayın emri ile (sonradan bunun Sıkıyönetim Komutanı General Namık Argüç olduğunu öğrendik) yaylım ateşi başladı. Önce çatının altına doğru ateş edildiği anlaşılıyordu. Ateş emri verenin, eliyle işaret ederek, ateş alanını aşağıya kaydırıldığını gördük ve hemen balkona yattık. Sürünerek içeriye girip çıkıyor, bundan 7

sonra neler olabileceğini anlamaya çalışıyorduk. Bu arada, yerde uzanan bir Harbiye öğrencisinin telefonla, olup bitenleri bir yere duyurmaya çalıştığı dikkatimi çekti.
29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi
Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı, Fotoğraf Arşivi
Öğrenciler içeriye kaçıştı. Öğretim üye ve yardımcılarının pek çoğu Dekanlığa doldu. Hukuk Fakültesi‘nin başına gelenlere biz de uğramağa başlamıştık.
Ben koşarak, Cebeci Caddesi‘nin kavşağına ulaştım. Orada Ankara Valisi, Emniyet Genel Müdürü, Sıkıyönetim Komutanı, daha başka görevliler ve yetkililerle karşılaştım. Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüç‘e:
—İstediğiniz oldu. Öğrencilerle güvenlik kuvvetleri oradan oraya koşturuyorlar. Kan gövdeyi götürebilir. Bu durumda en uygun olan, Güvenlik kuvvetlerini binanın dışına çıkarmaktır. Ben öğrencileri, herhangi bir olaya neden olmadan binadan çıkarıp evlerine, yerlerine göndermeye söz veriyorum dedim.
Argüç Paşa ―Binadan çıkarken, ya da yollarda uygunsuz hareketlerde bulunurlarsa dedi. Ben kesinlikle bu olmayacaktır, çıkacak olaylardan ben sorumluyum dedim.
Namık Paşa‘nın bu pazarlığa aklı yattı. Ankara Emniyet Müdürü, bir binbaşı, emniyet kuvvetlerini binadan çıkarma işini üstlenmeye hazırdı.
Ankara Valisi, pişmiş aşa soğuk su katarcasına: 8

—Paşam, Paşam önce elebaşları5 versinler, sonra binayı boşaltalım demez mi? Ben Valiye dönerek:
5 Ek 4‘de yer alan Yüzbaşı Fethi Gürcan‘ın anlattıkları arasındaki konu ile ilgili satırlar; “ Namık Argüç, 3 Bölüğün Hukuk Fakültesi bahçesine girmesine emir vermiştir. O sırada bahçede bulunan öğrenciler Namık Argüçün Fakülteye geldiğini görünce ordu ve general lehine tezahürata başlamışlar ve askerin bahçeden geri çekilmesi halinde dağılacaklarını söylemişlerdir. Öğrencilerin bu istekleri olumlu karşılanmış ve asker bahçeden çıkarak fidanlıklara doğru giderken, Ankara Valisi ile Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan ve birkaç sivil şahıs olay yerine gelmişler „Hukuk Fakültesinden 20 ve Siyasal Bilgilerden 100 kadar piçin alınması lazım geldiğini ve o zaman bunların bellerinin kırılacağı şeklindeki konuşmaları üzerine, Sıkıyönetim Kumandanının verdiği bir emirle 3. ve 4. Bölükler tekrar fakülte bahçesine girmişler ve öğrencileri cop kullanarak binaya sokmaya çalışan emniyet mensuplarına yardıma başlamışlardır. (Bu konuşmalar tanıklarca duyulmuştur)”şeklindedir.
—Benim size vereceğim elebaşı niteliğinde kimse yoktur. Eğer onların başında ben geliyorsam, önce beni tutuklar, götürürsünüz, sonra da yöntemlerinizi uygulayarak, öteki elebaşlarını bulursunuz, dedim.
29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi
Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı, Fotoğraf Arşivi
Namık Paşa sağduyusunu kullandı, koluma girdi, onlardan 5 – 6 metre uzakta, pazarlığı yineledik ve hemen Ankara Emniyet Müdürü ve birkaç subayla içeriye koştuk. Çok kısa bir sürede emniyet kuvvetleri dışarıya çıkarıldı, örgenciler, öğretim üyeleri birer ikişer binadan ayrıldı. Böylece Hukuk Fakültesinin başına gelenler bir ölçüde bizim de başımıza gelmemiş oldu.
Ben bir Tıp Fakültesi öğretim üyesinin arabası ile hastaneleri dolaştım, yaralıları ziyaret ettim. Ayakta tedavi görenler, hatta yatırılanlar, fişlere geçirilmek korkusu ile kimliklerinin yazılmasını istememişler. Hastane görevlileri de buna gerek duymadan ellerinden geleni yapmış. Bu nedenle ziyaretimiz, büyük ölçüde anonim kaldı.
Cebeci Caddesi, uzun süre, araba trafiğine kapatıldı. Olayı duyan binlerle, belki onbinlerle 9

Ankaralı kadın, erkek, büyük küçük, çoluk çocuk, Kurtuluş‘la Dikimevi arasında, tam anlamıyla ―sessiz diyeceğimiz yürüyüş yaptılar, gidip geldiler. Halk 29 Nisan SBF olayına KANLI CUMA adını takıvermişti.


* * *


27 MAYIS 1960' A NASIL GELİNDİ.. KAYNAYAN KAZAN ANKARA, BÖLÜM 1





27 MAYIS 1960' A  NASIL GELİNDİ.. 
KAYNAYAN KAZAN ANKARA,

BÖLÜM 1



SÜVARİ YÜZBAŞI FETHİ GÜRCAN ANKARA’DA

1959 yılının sonbaharında Ankara’ya tayin olan Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan, Eskişehir yolu üzerindeki Bahçelievler semtinin son durak karşı köşesinde bulunan 43. Süvari Alayı'nda göreve başlamıştı. 

10 seneyi aşkın bir süredir Anadolu’yu dolaşmış, Karaman - Gaziantep - Kağızman - İstanbul - Adapazarı’nın ardından mezun olduğu Harp Okulu’nun şehri Ankara’ya gelmişti. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde at koşturmuş, sayısız yarışmaya katılıp önemli başarılar kazanmış bir Süvari idi. Kimi zaman sakatlanmış ama vazgeçilmez at sevgisi ve dayanılmaz binicilik sevdası onu mesleğinden koparamamıştı.

Kurtuluş Savaşı kahramanı alaylı bir Yüzbaşı’nın oğluydu. Babası, Türkiye’nin yokluk, yoksulluk içinde savaştan savaşa koşan nice adsız kahramanlarından biriydi. Tek onuru madalyası, bütün kazancı ülkesinin bağımsızlığıydı.

Fethi Gürcan da, bir çok subay arkadaşı gibi, yoksul halk çocuğu idi. Başarılarının hepsini, örnek aldığı babasının yolundan giderek, büyük bir azimle söke söke almıştı.

DP - CHP ÇATIŞMASI
1959-60 yıllarında Ankara’da politik hava gergindir. Deyim yerindeyse iktidar ile muhalefet, yani Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi kanlı bıçaklıdır. İsmet İnönü ve CHP’nin sert muhalefetine karşı, DP’nin umursamaz cevaplar vermesi, aksine yangına körükle gitmesi bazı subayları gittikçe daha da öfkelendirmektedir.

“Yeter! Söz milletin” sloganıyla, çoğu aydının ve subayın da desteklediği, büyük bir çoğunlukla iktidara gelen DP, vaat ettiği “demokrasi”yi kısa zamanda unutmuş ve iktidarına karşı yapılan eleştirileri baskı metotlarına baş vurarak susturmaya çalışmaktadır. Basın, aydınlar, üniversite baskı altındadır. Hapishaneler, gazeteciler ve üniversite öğrencileriyle dolmaya başlamıştır.

Aydınların ve üniversite öğrencilerinin diklenişlerinin CHP’nin muhalefetinden kaynaklandığını bilen DP iktidarı, İnönü ve CHP mitinglerinin üzerine taşlı sopalı gerici kalabalıkları saldırtmaktadır. İşte Türkiye’de “Demokrasi” böyle tecelli ediyordu.

Kendi örgütlerini kuramayan üretici yoksul halk yığınları, ağaların, tefecilerin, tarikat şeyhlerinin ardında hizaya giriyorlar ve onların istekleri doğrultusunda irticacı kalabalıklar oluşturuyorlardı.

Batılılaşma umuduyla, dünyanın hiç bir yerinde görülmedik imkanlarla önü açılan Türkiye’nin burjuva sınıfı, daha baştan tekelleşerek uluslararası sermayenin ülkedeki kolu haline gelmesi yetmiyormuş gibi, kendisini yoktan var eden devletçilik kabuğunu üzerinden atmak için, batı burjuvazisinin gelişebilmek için kökünü kuruttuğu, eşraf, ayan, tarikat şeyhleriyle de ittifak kuruyordu.

Bu, üstü tekelci burjuvazi, altı eşraf - ayan - tarikat yapılarıyla kurulan DP’nin “Demokrasi”si başka türlü olamazdı. Başka türlüsü, ünlü deyimle, “eşyanın tabiatına aykırı” idi.

İsmet İnönü’nün CHP’si ise, kendi elleriyle yarattıkları tekelci burjuvaziye, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Truman Doktrini ve Marshall Planı doğrultusunda, ayrı örgütlenme hakkı vermişti. İnönü ve çevresinin başlarına gelecekleri bilmemesi imkansızdı. Atatürk zamanı bir kaç kez iki parti denemesine gidilmiş, gerici ayaklanmaların ardından vazgeçilmişti. Ancak, İnönü ve kurmayları ne düşünürse düşünsün, CHP tabanı ve sempatizanları henüz Milli Kurtuluş geleneğini ve heyecanını kaybetmemişti. 

Aydınların, Subayların, Üniversitelilerin, Bürokratların çoğu doğal olarak CHP’liydi.

Diğer bir deyişle, DP’nin tabanı din gelenekli yoksul halk yığınları, CHP’nin tabanı ise bu yoksul halkın içinden çıkmış Milli Kurtuluş gelenekli ordu ve üniversite gençliği idi.

FETHİ GÜRCAN İSMET İNÖNÜ’YÜ KORUYOR
Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet İnönü’nün bazı mitinglerde taşlanması ve saldırılara uğraması, kaçınılmaz olarak, ordu ve üniversite çevrelerinde büyük tepkiler oluşturuyordu.

Basına uygulanan yasaklar, fısıltı gazetelerini gündeme getirmişti. Yayılan fısıltıların belki de en önemlisi, İsmet İnönü’nün DP’liler tarafından öldürüleceği yolunda çıkanıydı. Taşlatmaktan çekinmemişlerdi; öldürmekten niye çekineceklerdi.

Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan, çok sevdiği İnönü’yü herhangi bir saldırıdan korumak için, kendi inisiyatifi ile, günde birkaç kez İnönü'nün evinin etrafında ciple turlamaya başlamıştı bile…

“Fethi Gürcan, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapanların başında geliyor; o zaman yüzbaşı; bir İnönü tutkunu, 27 Mayıs öncesinde İsmet Paşa'yı, Demokratların öldürtecekleri kuşkusu vardı; Fethi Gürcan, genç subaylarıyla cipine biner, İsmet Paşa'nın evinin önünde turlar atarmış” 

DAVRANIŞ – DÜŞÜNCE PARALELLİĞİ
DAVRANIŞ’TAN gelen “alt rütbeli subayların” benzer toparlanmaları, DÜŞÜNCE’DEN gelen “üst rütbeli kurmay subayların” toplantılarıyla paralellikler oluşturacaktı.

Süvari Yüzbaşı Nusret Kocabey: 

Fethi Gürcan’la birlikte Vehbi Ersü’ye, huzursuzluktan kaynaklanan biçimde o günün koşulları içerisinde, bir müdahalenin yapılmasında görev alabileceğimizi belirttik.

Subaya takınılan tavır, ordunun aşağılanması, sosyal imkanların çok düşük olması, subayın, muvazzaf subayın böyle ikinci sınıf vatandaş gibi nerdeyse ele alınıyor olması, gençliğin bir tahakküm içerisinde belli bir istikamete istekleri dışında kanalize edilmesi, istekleri dışında bir yere zorlanması, genel bir huzursuzluk yaratmıştı bizde. Bu paramızın azlığından kaynaklanan olay değil, para şikayetimiz değildi. Biz öyle bir şekilde eğitilmiştik ki, para bizim için önemli değildi. Vatan, millet, bayrak, sancak, hizmet... Bunlar önemliydi bizim için. Parasızlıktan veya maddi imkansızlıklardan kaynaklı değil de onur ve tavır olarak yani subayın değersiz gibi görülmesi…

Sonra bunu arkadaşlar arasında da yaymak istediğimizde pek fazla taraftar bulduğumuzu sanmıyorum. Giderek bu tür atılıma katılmak isteyenlerin sayıca az olduğunu gördük. Fethi Gürcan, ben (Nusret Kocabey), Vehbi Ersü, Mehmet Ali (Hedili), Yılmaz Akkılıç. Birkaç arkadaşla, bu konu üzerinde fikren ve manen hazırlığa giriştik.

Hazırlığın başında Fethi Gürcan’la ben bulunuyordum. Gün konusunda beklentilerimiz vardı.

Biz Fethi’yle çok yakın arkadaşdık. Bu iş başlarken, bütün varlığımızla sonucu ne olursa olsun bu müdahalede dayanışma içerisinde olmayı ve birbirimizden ayrılmamayı kararlaştırmıştık. Belli yerlere cephanemizi gömmüştük. Hayatta kalırsak, ikimizden biri, kalan diğerinin aile bireylerine sahip çıkması için yemin etmiştik. Ve teslim olmamaya azmetmiştik. Mücadele edeceğimiz kişi kim olursa olsun, ne olursa olsun Askeri müdahalede bizim grup hakim oluncaya kadar adını siz ne koyarsanız koyun ölesiye bir mücadelenin içinde olmaya karar vermiştik. 

Herkes mırıldanıyordu ama kurulu düzenini bozup kelleyi koltuğa alacak adam da bulmak kolay değildi.

Sv. Binbaşı Vehbi Ersü, “Kurmay subayların yaptığı çoğu ihtilal toplantılarına” katılmış bir subaydı. Dolayısıyla İhtilalin DÜŞÜNCE kanadı da bu gözü kara toparlanmadan haberdar olacak, mesafeli de olsa temaslarını sürdürecekti. Zaten Sv. Yzb.Fethi Gürcan tanınan, sözüne güvenilir, kararlı bir subaydı. 43. Süvari alayı ile temasa geçen bir başka Kurmay ise Albay Ekrem Acuner idi. Bu arada, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayına karşı güçlü hale getirmek için, 43. Süvari Alayı’nın bir birliği motorize hale getiriliyordu.

DÜŞÜNCE TEMELİNDE KOMİTELEŞME
Davranış ile düşüncenin birbirini bulduğu hareketli ama karmaşık sürece kısa bir ara vererek, Kurmay subayların “DÜŞÜNCE” temelindeki komiteleşme sürecine kısa bir göz atalım.

DP iktidarına karşı ihtilal yapmak için kurulan komitelerden bilinen en önemlisi, kuruluşunu Talat Aydemir’in yaptığı komitedir. Bu komite 1956 yılından itibaren bazı subayların evlerinde toplanarak çalışmalarına başlamıştı. 

Kısa bir süre sonra da benzer şekilde kurulan bir başka komite ile birleşmişti. 

Bu komitelerin toplantıları, birleşmeleri ve tartışmaları konusunda yazılı bir çok hatıra var. O nedenle detaylara fazla girmeye gerek yok. Ancak 27 Mayıs ve sonrası çalkantılar açısından yol gösterici bir kılavuz olarak bir noktanın vurgulanmasında yarar var. Bu nokta da, iki komitenin birleşmesi sırasında, hep anlatılan fakat üzerinde pek durulmayan: Aydemir’in açık sözlülüğü'dür. Orhan Kabibay ve Dündar Seyhan grubu kendi ilişkilerini saklamış, Aydemir ise hiç lafı uzatmadan doğrudan konuya girerek, güvendiği bu subaylara niyetini açıkça anlatmıştı. 


Kurmay Albay Dündar Seyhan:

Aydemir, gizli kapaklı ve örtülü konuşmaya tenezzül etmeden, bana karşı tam bir güven içerisinde açıkça konuşmuştur. Ankara ve İstanbul'da bazı arkadaşlarla mutabakata vardığını, bir teşkilatın kurulması lazım geldiğini, teşkilatın gayesinin ihtilal yapmak olduğunu ve bu lüzumu memleketin mevcut şartlarının empoze ettiğini anlattı. 

Talat Aydemir bu dürüst yanını öldürülünceye dek korumuş, fakat Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay'ın daha baştan ahbap çavuş - hizip ilişkisi tüm ihtilal süreçlerinde kendini göstermiştir. 

Gelelim bu ilk komiteye. Kurmay Okulu’ndaki arkadaş gruplarından oluşan bu birleşik komite Aydemir’in açık sözlü, ağır başlı ve toparlayıcı niteliklerine rağmen tepedeki DP iktidarını devirmek ve herkesin kafasında başka başka anlamlar ifade eden Atatürk ilkelerini hayata geçirmek ana prensiplerinden başka fikir beraberlikleri taşımaktan uzaktı. Arkadaş gruplarının ahbap çavuşluğu içinden çıkılamadığı için, komite başkanlığı seçimleri ve kimlere fikirlerini açabilecekleri tartışmalarından öteye geçemeyen toplantılarda, farkında olmadan kafalarında birbirleri hakkındaki soru işaretlerini de geliştiriyorlardı. 

KOMİTE – İNÖNÜ - CHP
İhtilal teklifleri İnönü’ye kadar gitti. Ancak İnönü bu teklifleri reddetti ama ihbar da etmedi. Ordu ihtilal yapsa, aşağı yukarı hepsi CHP sempatizanı olan bu genç subaylar iktidarı ondan başkasına mı vereceklerdi? Böylece hem riske girmekten, hem de "demokrat"lığına gölge düşürmekten kurtulacaktı. Seçim gezilerinde DP’nin kışkırttığı gerici kalabalıklar tarafından taşlanmasına rağmen "büyük" (ikili) oynamaya devam etti. Bu karakter her olayda kendini gösterecektir. Hem vardır hem yoktur. Hem evetçidir hem hayırcıdır. Bu karakterini etkilediği tüm siyasetçi ve subaylara bulaştırmıştır. Bunları ilerde yaşanan tüm olaylarda göreceğiz.

Genç kurmayların, tanıdıkları bir kaç kişiye temkinli olarak açılmaktan ileri gidemeyen bu iyi niyetli ve saf çalışmaları “9 subay olayı “ diye adlandırılan ihbar patlak verince dağılıp gitti.

9 Subay Olayı’nda ilginçtir ki, ihtilal çalışmalarını ihbar eden Samet Kuşçu adındaki subaydan başka kimse ceza almamıştı. Aydemir ve diğer çekirdek kadro ise kıl payı yargılanmaktan kurtulmuştu. 

Aydemir, kurtuluşlarını Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin'in Emir Subayı Adnan Çelikoğlu'nun etkileyici rolüne bağlar.

Talat Aydemir:

"İstanbul’dan ve Ankara’dan ferahlatıcı haberler geliyordu artık bizim komite için tehlike yavaş yavaş yok oluyordu. Çünkü tahkikatın seyri, tahmin ettiğim gibi çıkmıştı. Yalnız bu durumda kurtuluşumuzun başında Millî Savunma Bakanı Şemi Bey'in Emir Subayı Adnan Çelikoğlu'nun büyük rolü vardı. Adnan, Şemi Beye iyi tesir etmesini bilmişti.

Görevini tam hakkıyla yapmış Şemi Bey de bu uğurda kendisini feda etmişti. Yoksa tahkikat başka safhaya intikal etmiş olsaydı şimdi bizlerin hiç biri hayatta yoktu. Hepimiz kurşuna dizilmiştik. Çünkü hemen dokuz subayın tevkifinin akabinde ordudan birisi “meçhul”, Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin Beye bir ihbar mektubu yazıyordu. Mektup eski Türkçe sol elle yazılmış olduğundan iyice okunmuyor yalnız üç kişi arasında neler yazılı olduğunun çözümlenmesine çalışılıyordu. Millî Savunma Bakanı Şemi Bey, Özel Kalem Müdürü Selami Bey, Emir Subayı Adnan Çelikoğlu. Bu mektupta hedef olan yarbay Faruk Güventürk için şöyle deniliyordu:

"O yalnız olamaz. Onun arkadaşları da şunlardır..."

Aşağı yukarı bizim komiteden sekiz on kişinin isimleri yazılıymış, fakat isimler çok güç okunuyor hatta bazıları hiç okunmuyormuş. En belli başlı olanı Suphi Gürsoytırak, Orhan Erkanlı isimleriymiş. Fakat Adnan sayesinde Şemi Bey ikna edilerek mektup dosyada kalıyordu.

Mektup ehemmiyetsiz bir muameleye tabi tutulmuştu. Zannedersem, tahkikat dosyasına da konulmak üzere verilmemişti. Adnan bizleri en büyük badireden kurtarmış oluyordu. Ben şahsen onun hakkını hiç bir zaman ödeyemem. 

Şüphesiz Adnan Çelikoğlu’nun önemli payı olmuştur Aydemir ve diğer kurmayların tutuklanmaktan kurtulmalarında. Ancak, 9 subayı mahkemede kimlerin savunduğuna baktığımızda gerçeğin bir başka, fakat en kayda değer yüzü ile karşılaşırız.

Sanık subaylardan biri CHP İstanbul adayı ve İl İdare Kurulu azası emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım idi ve 9 subayı CHP’nin yolladığı 25 avukat savunuyordu.

“O gün, ... CHP’nin temin etmiş olduğu 25 avukattan yedisi mahkemede hazır bulundular. Bunlardan en fazla çalışanı ve devamlısı da tabii cefakar, vefakar İlhami Sancar’dı” 

İnönü, ihtilal tekliflerini sözde kabul etmemişti ama, ihbar etmek ne kelime, tepkili genç subayların kendisine karşı duydukları sempatiyi daha da arttırmaya çalışmıştı. İnönü için “Demokrasi” maskeli politika oyunuydu.

9 Subay olayının verdiği panikle ihtilal komitesindeki subaylar uzun bir süre birbirlerini arayamaz hale geldiler. O sıralarda Siirt’te görevli bulunan Talat Aydemir Kore’ye tayinini istedi.

Bir süre sonra, Kurmay okulunda yetişmiş ilk komitecilerden bazıları Genelkurmay'a tayin oldular. Ve eski arkadaşlarını uygun gördükleri birliklere tayin ettiler. Bunların bir kısmı dağılan komitedeki arkadaşlarıydı. Gittikçe gerginleşen siyasi ortam onları tekrar ihtilal konuşmalarına, eski ve yeni arkadaşlarıyla toplantılara yöneltecekti. 

DAVRANIŞ TEMELİNDE ÖRGÜTLENME
Ankara'da politik hava gittikçe daha da gerginleşiyordu. Subayların yaptığı bütün sohbetler dönüp dolaşıp siyasi ortama geliyordu.

Zaten 9 Subay Olayı’ndan da anlaşıldığı gibi ordu içinde DP iktidarına karşı kıpırtılar başlamıştı, Albay'ından Teğmen'ine kadar kimi arkadaş grupları yapılacak bir ihtilal için birbirleriyle haberleşiyorlardı. 

Fethi Gürcan'ın da, hem binicilikte yarattığı şöhret hem de “mert, yiğit ve arkadaş canlısı” yapısının yarattığı karizmatik kişiliği kısa zamanda kendisini örnek subay olarak gören genç subayların etrafında toplanmasını sağlamıştı.

Bu genç subaylardan biri de ilerdeki yıllarda Fethi Gürcan’ın sağ kolu olacak ve ortak davalarına son güne kadar sahip çıkacak olan Teğmen Erol Dinçer'di. 

1956 yılında genç, dinamik, idealist altı süvari asteğmenle birlikte binicilik temel kursu almak üzere İstanbul’a gelmişlerdi. Genç subaylar, Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan ile ilk kez orada karşılaştılar. Onun binicilik konusundaki ustalığını, yurt dışı yarışmalarda elde ettiği başarıları öğrenmeleri uzun sürmedi. Gazinoda karşılaştıkları Gürcan ile tanışmak ve konuşmak için can atıyorlardı.


Süvari Üsteğmeni Erol Dinçer:
“Biz genç subaylar, ekipteki subayları uzaktan izler kritiklerini yapardık. Fethi Gürcan, idealize ettiğimiz bir insandı. Fazla konuşmaz, işine bakardı. Tipini de beğenirdik. Hatta arkadaşlar beni ona benzetirlerdi. Öteki bazı subaylar bize hava atmaya kalkarlardı. Biz ekipte en çok Fethi Binbaşı’yı sevdik. Anladık ki, ciddi biniciyle, diğerleri arasında bir fark var. Birkaç kez Fethi Gürcan ile konuştuğumuzu hatırlıyorum.” 

1958 yılında Erol Dinçer, Kars’ta görevliydi ve bu sırada, Başbakan Adnan Menderes’i çok sarsan bir olay yaşandı

Menderes’in Bağdat Paktı toplantısı için karşılamaya hazırlandığı Irak Kralı Faysal, ihtilalci subaylar ve halkın işbirliğiyle öldürülmüştü. Menderes, doğudaki birlikleri güneye intikal ettirdi, gerektiğinde Irak’a müdahale yapılacak şekilde yığınak yaptırıldı.

Kağızman’daki alay da bu çerçevede güneye intikal ettirilmişti. Kars’taki 5. Süvari Birliği’ne bağlı Bölük Komutanı Teğmen Erol Dinçer’e ise Kağızman’a gitmesi talimatı verildi. Erol Dinçer, Kağızman’da Fethi Gürcan’ın kendisini görmese de geride bıraktığı etkiyi gördü. Fethi Gürcan, 1952 yılında Kağızman'dan İstanbul'a tayin edilmişti, yani aradan 6-7 sene geçmişti.


Erol Dinçer:

“Kağızman kan ağlıyor. Alay gitmiş. Alay.. Öyle bir kasabanın bütün yaşamı... Oraya yerleşince, gördüm ki, halk en çok Fethi Gürcan’ı konuşuyor. Çok seviliyor. Kesinlikle O her yerde ortaya çıkıyordu. Halka çok yakın olduğu belliydi. Kısacası, tam bir halk adamıydı.” 

1959 yılında; Teğmen Erol Dinçer, yeniden Kars’ta idi. Orduda motorize birlikler önem kazanınca, süvarilere aynı zamanda tank eğitimi de verilmesi kararlaştırılmıştı. Dinçer, bu çerçevede, Ankara Tank Okulu’na kursa gitti. 

Tğm. Erol Dinçer ve kursa katılan diğer teğmenler de siyasi atmosferin içine boylu boyunca katılmakta gecikmediler. 

Zaten, en kötülerinden seçilmiş Amerikan teçhizatıyla donatılmış olan birliklere yapılan denetimler, genç subayları çileden çıkarıyor; komutanlarının, Amerikalı düşük rütbeli subaylara hesap vermesini onurlarına yediremiyorlardı. 

Tankçı ve süvari teğmenlerin bazıları, Ankara’daki kurs süresince yapılacak bir ihtilal doğrultusunda örgütlenmeye karar verdiler

“Orada bazı tankçı ve süvari arkadaşlarımızla 12 kişilik bir teğmenler cuntası kurduk. Resmen bir ihtilal yapılması gerektiği konusunda mutabık olduk.” 

Ancak, üsteğmenler, bir ihtilal için rütbelerinin yeterli olmadığını, üst düzeyle bağlantı kurmak gerektiğini biliyorlardı. Kurs bittiğinde, Ankara’da kalacak olan Teğmen Yılmaz Akkılıç, üst rütbelilerle irtibat kurmakla görevlendirildi. Diğerleri de, görevli oldukları bölgelerde kendilerine bağlı halkalar oluşturma planını devreye sokacaklardı. Haberleşmeler şifreli mektuplar yoluyla yapılıyordu. 

Artık, takvimler 1960’a dönmüş, nisan ayının ortalarına gelinmişti. Sonunda, Yılmaz Akkılıç’tan beklenen mektubu aldı Erol Dinçer. Mektupta Cemal Gürsel’in kendileriyle birlikte olduğu belirtiliyor ve “Derhal iznini al ve Ankara’ya gel” deniyordu. 

Tğm. Yılmaz Akkılıç ve diğer bazı teğmenler Bnb. Vehbi Ersü tarafından Yzb. Fethi Gürcan’la irtibata geçirilmişti. 

Fethi Gürcan, herhangi bir sohbet sırasında aleni olarak tabancasını çıkartıp masanın üzerine koyuyordu. Amacı, genç subayları cesaretlendirmek, Alay Komutanı ve yandaşlarına gözdağı vermekti O yıllara kadar silahla oynadığı görülmemişti, onun işi atlarlaydı. Silahın gerektiği yerde ve zamanda kullanılacağını bilirdi ve silahın kullanılabileceği günler yaklaşıyordu.

Kars’ta üç yıl boyunca izinsiz çalışan Erol Dinçer için izin almak zor olmadı. Bir solukta Ankara’ya, Yılmaz Akkılıç’ın bulunduğu 43. Süvari Alayı’na ulaştı. Aynı alayda bulunan Yüzbaşı Fethi Gürcan’la ikinci kez karşılaştı ama bu ilkinden çok farklıydı. Artık iki ihtilalci olarak alaydaki gece toplantılarına katılıyor, bire bir değerlendirmeler yapıyor, düğmeye basılacak gün için hazırlıklarını sürdürüyorlardı. 

43. Süvari Alayı'nda yapılan toplantılarda aşağı yukarı bütün detaylar tartışılıyordu. Alay komutanı hükümetin emirlerini uygulayan bir subaydı.

“ Ne yapacağız? filan diye konuşuluyordu. Ben, onu marangozhaneye kilitleyelim, dedim. Harekat başladığında onu bir odada tutmamız gerekecekti. Biri ‘ayıp olur’ diyor. Ne ayıbı? Adam, eyyamcı. Hücreye atacak değiliz. Bir gece marangozhaneye kilitleyip sonra bırakacağız. Yoksa başımıza bela olabilir.” 

TANSİYON YÜKSELİYOR
İşte tam bu sıralarda, DP hükümeti Meclis Tahkikat Encümeni adıyla bir komisyon kurmuş ve yasama yetkisini de eline almıştı

Artık DP'nin kendi sonunu da getirecek, yasaklar, baskılar ve tutuklamalar dönemi başlıyordu. Bu yasaklardan biri de 27 Nisan 1960'da çıkan, Millet Meclisi’ndeki konuşmaların yayınlanması yasağıydı. Fakat bu yasak CHP gençlik kolları tarafından delinerek ve İnönü'nün Meclisteki konuşmalarının altı çizilerek bildiri haline getirilmiş ve üniversite gençliğine ulaştırılmıştı.

İsmet İnönü bir yandan, Kore'deki gençlik olaylarına atıfta bulunup: "Türk gençliği, Kore gençliğinden aşağı değildir." diyerek CHP Gençlik Kolları yönetici ve üyelerini üniversitelerde yönlendirici olarak kullanıp 28-29 Nisan 1960 gençlik olaylarına yeşil ışık yakmanın ötesinde ilk ivmeyi veriyor, bir yandan da sokağa dökülen sivil ve asker gençliği koz olarak kullanıp "Sizi ben bile kurtaramam" diye Bayar-Menderes ikilisine aba altından sopa göstererek tehditler savuruyordu. Şu Menderes bir istifa etse ne güzel olurdu! Devlet tecrübesiyle biliyordu ki, ne kadar kendi kontrolünde olursa olsun, bir kere ayaklanan "İlmiye (Üniversite)" ve "Seyfiye (Ordu)"yi tekrar hizaya sokup maaşa talimli kapıkulları haline döndürmek oldukça zor ve zaman alıcı olacaktı.

Ancak zıtlaşma artmış, DP hükümeti gemi azıya almıştı. Toprak ağası Menderes'in temsil ettiği DP hükümeti, Vatan Cephesi altında toparladığı taraftarlarının adlarını her akşam radyoda inadına yayınlıyordu. DP, bir yandan da Meclis içinde kurduğu Tahkikat Komisyonu aracılığıyla, kendi iktidarlarını eleştiren gazetecileri tevkif ettirecek, uygulanan sansürler yüzünden gazete başlıkları boş çıkacaktı. 


28 – 29 Nisan Olayları
Üniversite profesörleri DP iktidarı'na ateş püskürmeye, üniversite gençliği de sokağa dökülmeye başladı. Hükümet, 28 ve 29 Nisan günleri İstanbul ve Ankara'da miting düzenleyen üniversite gençliğinin üzerine önce polisi sürdü. Polis olayları bastırmada etkili olamayınca, Askeri Birlikler öğrencilerin üzerine gönderildi. 

28 Nisan 1960 günü sabahı İstanbul Üniversitesi’nde başlayacağını öğrendikleri protesto gösterisini engellemek için Vali ve Emniyet Müdürü erken saatlerde polisi üniversite bahçesine tedbir almak için gönderdiler. Öğrenciler protesto gösterisini başlatır başlatmaz polis saldırıya geçti. Birçok öğrenci ve profesörün polis tarafından dövüldüğü bu olaylarda bir öğrenci de öldürüldü.

Askeri birliklerin olay yerine gelmesi üzerine öğrenciler “ordu – gençlik el ele” diye bağırmaya başladı. Asker ilk olarak, öğrencilerle polis arasına girdi, sonradan da gösteri yapanları gözaltına aldı. Öğrencilerin bir kısmı yolda, bir kısmı da Davut Paşa Kışla’sında subaylar tarafından salıverildi.

FETHİ GÜRCAN ÖĞRENCİLERE ATEŞ AÇILMASINI ENGELLİYOR
Ankara’da ise, Genelkurmay Başkanı ve Ankara Sıkıyönetim Komutanı’nın emri netti: “Ateş açın!”. Bu emri yerine getirmekle görevli Bnb.Vehbi Ersü’nün ise buna hiç niyeti yoktu. Ancak, talimata karşı geldiği için hakkında tahkikat açılabilirdi. Ersü, emri vermemek için baygınlık geçiriyor numarası yaptı ve hastalanmış gibi Gülhane Hastahanesi’ne kaldırıldı. Bnb. Vehbi Ersü'nün yerine süvari birliğinde yine inisiyatifi Yüzbaşı Fethi Gürcan ele aldı. Sıkıyönetim Komutanı’yla şiddetli bir şekilde tartışarak ateş emrini durdurttu.

Yassıada Mahkemeleri İddianamesi:
“İstanbul’daki üniversite olaylarını haber alan Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri, Hükümet’in davranışlarını protesto etmek için 29 Nisan 1960 günü bir toplantı düzenlemişlerdi. 

Bu toplantıyı bir gün önce haber alan Sıkıyönetim Kumandanı General Namık Arguç toplantıya mani olmak için, toplantı ve yürüyüşe müsaade edilmemesi için, Ankara Garnizon ve Merkez Kumandanlıkları’na ve Emniyet Müdürlüğü’ne yazılı emir vermiştir.

28 Nisan 1960 günü saat 21:00’de 43’ncü Süvari Alay Kumandanı ve diğer subaylarını Merkez Kumandanlığı’nda toplayarak ‘topluluklara, önce üç defa dağılmalarının ihtar edilmesini ve dağılmazlarsa, atlarla üzerlerine yürünmesini, bu da etkili olmazsa havaya, sonra üzerlerine ateş açılmasını’ emretmiş ve ‘Eğer vazifemizi yapmazsak başımızda Meclis Tahkikat Komisyonu vardır, bunun icra salahiyeti, sıkıyönetim kumandanı olmama rağmen, benim salahiyetlerimden fazladır. İcabında bu komisyon beni bile tevkif eder’ diyerek, subaylara da gözdağı vermek istemiştir.

29 Nisan 1960 sabahı, saat 6:00 sıralarında Süvari Alayı’na giderek, kumandanlarla bir konuşma yapmış; 6-7 Eylül olaylarında görev aldığını söyledikten sonra ‘yılanın başı küçükken ezilmeli ve bunun için de şiddetli hareket edilmelidir. Aksi takdirde Meclis Tahkikat Komisyonu kararları çok ağırdır ve temyiz kabiliyeti de yoktur. Şiddet ve gerekirse ateş her şeyi hal edecektir’ diyerek, sürekli temas halinde bulunduğu iktidar elebaşlarının amaçlarına uygun hareket planını açıklamıştır.

HUKUK VE SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ’NDEKİ PİÇLER
Namık Arguç, 3 Bölüğün Hukuk Fakültesi bahçesine girmesine emir vermiştir. O sırada bahçede bulunan öğrenciler Namık Arguç’un Fakülteye geldiğini görünce ordu ve general lehine tezahürata başlamışlar ve askerin bahçeden geri çekilmesi halinde dağılacaklarını söylemişlerdir. Öğrencilerin bu istekleri olumlu karşılanmış ve asker bahçeden çıkarak fidanlıklara doğru giderken, Ankara Valisi ile Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan ve birkaç sivil şahıs olay yerine gelmişler 

‘Hukuk Fakültesi’nden 20 ve Siyasal Bilgiler’den 100 kadar piç’in alınması lazım geldiğini ve o zaman bunların bellerinin kırılacağı’ şeklindeki konuşmaları üzerine, Sıkıyönetim Kumandanının verdiği bir emirle 3. ve 4. Bölükler tekrar fakülte bahçesine girmişler ve öğrencileri cop kullanarak binaya sokmaya çalışan emniyet mensuplarına yardıma başlamışlardır. (Bu konuşmalar tanıklarca duyulmuştur)

Öğrencilerin İstiklal Marşı’nı söylemeye başlamaları üzerine subaylar selam durmuşlar, bunu gören Ankara Valisi, müdahale ederek aralarında tartışmalar başlamış, o zaman Sıkıyönetim Kumandanı, Hukuk Fakültesi’nin Siyasal Bilgiler tarafındaki kapısı önüne bir manga askeri saf halinde dizdirerek silahlarını doldurmalarını emretmiştir. Bunu görerek müdahale etmek isteyen Grup Kumandanı’na: ‘Benim yaptığım işlere burnunu sokma, bu manganın kumandasını eline al ve ateş ettir’ emrini vermiş.

Grup Kumandanı ateş ettirecek bir durum olmadığını ve bu tasarrufun yasalara aykırı olduğunu bildirmiş olmasına rağmen Arguç, bu isabetli uyarmayı yapan Birlik Kumandanı’nı: ‘Şimdi seni tutuklatırım’ diye tehdit ederek oradan uzaklaşmıştır. Durumdan yararlanan Grup Kumandanı, birliğin tüfeklerini boşalttırmış ve Teğmen Tanju’ya kim emir verirse versin katiyen ateş ettirmemesini tembih etmiştir. 

Böylece Hukuk Fakültesi olaylarında ateş açılmamıştır. Öğrencilerin serbest bırakılmaları için Hukuk Fakültesi Dekanı tarafından yapılan müracaatları, Sıkıyönetim Kumandanı: “Ben Meclis Soruşturma Komisyonu’na bunları tutuklattığımı bildirdim, oradan haber almadan öğrencileri serbest bırakmam’ diyerek reddetmiştir. 

Binaya giren polislerin tecavüzü sonunda yaralanan bazı öğrencilerin dışarıya çıkmaya başladığı anda fakülte içinden:‘Polisler bizi öldürüyorlar’ diye feryat ve yardım sesleri geldiği halde, Vali, Arguç ve Emniyet Genel Müdürü bu seslere kulak vermemişlerdir. 

Polis ve polis görevlilerinin yaratılan faciadaki rollerini tamamladıkları ve ortalığı kırıp geçirdikleri sırada hukuklu arkadaşları için protestoya başlayan Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin, Hukuk Fakültesi öğrencilerinin serbest bırakılmalarını istedikleri görülmüştür.

Saldırganları durdurabileceklerini düşünen öğrenciler bayrak çekmiş ve İstiklal Marşı’nı söylemeye başlamış ve ordu lehine tezahürat yapmışlardır.

Bu arada nümayişçilerin merkezi sıkleti Hukuk’tan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaymıştır. Sıkıyönetim Kumandanı, Vali ve Emniyet Genel Müdürünün, polis kuvvetlerini coplarla Siyasal Bilgiler öğrencilerinin üzerine hücuma geçirdikleri görülmüştür.

Ankara Valisi ve Cemal Gökhan sürekli olarak telsizle Namık Gedik, Medeni Berk ve Adnan Menderes’le konuşmuş ve olaylar hakkında bilgi vererek, onlardan yeni direktifler almışlardır. (Dosyadaki telsiz konuşmalarını içeren banttan)

Polis kuvvetleri birkaç defa dalgalar halinde fakültelerin içine girmeye çalışmışlarsa da, öğrencilerin pencerelerden taş, kömür vesaire atmaya başlamaları karşısında bu girişimlerden vazgeçmişlerdir. Öğleye doğru Namık Arguç, bir saat kadar, fakülteler bölgesinden ayrılmıştır. 

Saat 13:00’te geri geldiğinde 53 adet süvari erini atlarından indirerek cephesi Fakülte binasına gelmek üzere Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteler’i arasındaki yol üzerine dizdirttiği görülmüştür. Bu ateş hazırlığı safhasında öğrenciler, Arguç’la konuşmak istemişler, bundan yararlanan 3.Bölük Kumandanı, erlerin dolu tüfeklerini boşalttırmıştır. Bu arada gelen itfaiye arabası, öğrencilere su sıkmak istemiş, fakat, öğrenciler tarafından vitesten çıkarılan araba oradan uzaklaştırılmıştır. Bunu gören Arguç, 3. Bölük Kumandanı’na ateş ettirmesini emretmişse de, Bölük Kumandanı ancak Grup Kumandanı’ndan emir alacağını söyleyerek, bu emri dinlememiştir. Bu kez, Arguç Grup Kumandanı’na ateş ettirmesi için emir vermiş, fakat, o sırada itfaiye arabasının oraya girmesi nedeniyle emir yerine getirilememiştir. Namık Arguç, Grup Kumandanı’na ateş ettirme emrini tekrarlamıştır.

Grup Kumandanı ‘Kanun ve emirler muvacehesinde ateş edilecek bir hal yoktur, ateş ettirmem’ diye karşılık vermiş ve ‘müsaade edin, polis çekilsin, öğrenciler bize itaat ediyor; biz dağıtalım’ demişse de, Arguç bu ikaza ‘sizi tutukluyorum’ sözü ile karşılık vermiş ve oradaki erlere tekrar silahlarını doldurtarak öğrencilerin bulunduğu binaya karşı cephe aldırmış, bir kısım tanıkların ifadelerine göre ‘Menzile ateş’, ‘Hedefe ateş’ diyerek emir vermiş ve asker de Fakülte Binasına ve öğrencilerin bulundukları yerlere ateş etmişlerdir. Atılan 100-200 adet mavzer mermileri çatı kısmına, balkona, dershane pencerelerine, dershane içindeki duvar ve tavanlara, fakültenin giriş kapısı sütunlarına ve kapı yanındaki otomobilin motor kısmına isabet etmiştir. Grup kumandanı ve subayların müdahalesiyle ateş kestirilmiştir.

Askerlerin ateşe başladığı sırada Vali Dilaver Argun ve Cemal Göktan olay yerinde, polis kuvvetlerine ‘Ne duruyorsunuz, hücum edin’ demeleri üzerine polislerin bina içine girerek, koridorlara ve sınıflara sığınmış olan öğrencileri dövdükleri, tabanca kullanarak bazılarını yaraladıkları, Dekan ve profesörlerle idarecilerin yaptıkları girişimler sonunda, subayların da gayretiyle Emniyet Kuvvetleri’nin dışarıya çıkarıldıkları anlaşılmıştır.

Diğer taraftan Bilirkişi Raporu ve krokinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere, askerler tarafından açılan ateşin hedef gözetilerek yapıldığı ve balkonda, pencerelerde ve bahçede gruplar halinde toplu bulunan öğrencilerin yere yatmaları ve ateşten içgüdüleriyle sakınmaları sonunda yaralanmadıkları anlaşılmıştır.” 

“DEMOKRASİ” YERİNE İSYANI SEÇTİ
Sıkıyönetim Komutanı’nın “ateş emri”ni engelliyen Yzb. Fethi Gürcan, polisin saldırılarından korumak için, Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hukuk Fakültesi önündeki gençleri, sakin bir şekilde cemselere doldurtup bir kaç sokak ötede serbest bıraktırtmaya başladı. 

Bu gençlerden bazıları, tanık olarak geldikleri Yassıada Mahkemeleri’nde, ismini bilmedikleri kendilerini bırakan uzun boylu süvariden heyecanlı bir övgüyle bahsedeceklerdi. Bu cesur subayın kim olduğunu bilen söylemekten kaçınmıyordu.

“Gençlik ve polis arasında kıyasıya bir çatışma cereyan ediyordu. Bu çatışma bir aylık bir zaman süreci içinde silahlı çatışmaya kadar dayandı.

Ankara Üniversitesi, Örfi İdare Komutanı Korgeneral Argüç tarafından ateş altına alındı. Merhum Bnb. Fethi Gürcan’ın cesur müdahalesi ile ateş kestirildi ve büyük bir katliam önlendi” 

Fethi Gürcan 28-29 Nisan 1960 Olayları’nda Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilerin üzerine ateş emrini dinleseydi, 21 Mayıs 1963 te Harbiyeliler’in üzerine ateş emrini dinleyenler gibi demokrasi kahramanı olacaktı. O isyanı seçti.

"Sıkıyönetim komutanı erlere yeniden silahlarını doldurttu, fakülte binasına cephe aldırdı ve "Menzile ateş!" emrini kendisi verdi. 

Fethi kendisini emri yerine getiren erlerin önüne attı ve "Ateşi kesin!" diye bağırdı. Sesi, kendisi gibi ateşi durdurmak için ortaya atılan birkaç subayın sesiyle birlikte yankılandı. Sonunda ateş kesildi.” 

İNÖNÜ’NÜN YALANA DAYANAN SİYASETİ
Aynı günlerde İsmet İnönü ne yapıyordu!

Kırıkoğlu’nun anılarından: 

Kırıkoğlu olayların perde arkasını sezinliyor, Türkiye‘de yaratılan havanın nereye varacağı konusunda ciddi endişeler yaşıyor, İstanbul'da polisle çatışan öğrenciler hakkında gelen haberlere inanmıyordu. CHP'li parlamenterler abartılmış ölü sayılarına inanmak eğilimi gösterdikçe Kırıkoğlu o heyecanı hep yatıştırarak: "Bu kadar ölü ancak bir savaş için düşünebilir," diye karşı çıkıyordu.

“Öğrenciler Et Balık Kurumu'nda kıyma makinelerinden geçirildiler" diye haberler yayılıyor. CHP kamuoyunda bütün Türkiye’ye yayılan bu sansasyonel (çarpıcı) haberle ilgili olarak üç kişilik bir parlamento heyeti kuruyor ve Et Balık Kurumunda araştırmalar yapıyor, araştırmalar sonucu rapor hazırlanıyordu. 

Rapor böyle bir olayın olmadığını vurguluyordu.

Parti Grubu’nda rapor okununca İsmet Paşanın sert eleştirisine çakılıyor ve Paşa:“Olmaz. Yoktur demeyeceksiniz, vardır imajı vereceksiniz!” diyordu.

Kırıkoğlu için acılı günler başlıyordu. Kafasında soru yumakları vardı. Türkiye nereye gidiyordu............... ” 

Kırıkoğlu’nun anılarında belirttiği gibi İsmet İnönü ateşe körükle gidiyor, yalan haberlerin yayılmasını önlemek bir tarafa yayılmasını teşvik ediyordu.

ADIM ADIM İHTİLALE DOĞRU
29 Nisan gecesi, gençliğin gördüğü sert müdahale yüzünden sinirleri iyice gerilmiş olan genç subaylar, bir de Binbaşı Vehbi Ersü'nün öğrenciler üzerine “ateş emri”ni uygulamadığı için Gülhane Hastanesi’nde gözaltına alındığı haberini aldıklarında neredeyse ihtilali başlatacaklardı.

Süvari Üsteğmen Muzaffer Güney: 

“27 Mayıs öncesi 43. Süvari Alayı'nda sık sık ihtilal toplantıları yapılıyordu. Ben başka birlikte görevli olduğum halde geceleri 43. Süvari Alayı'nda yatıyordum.

28-29 Nisan gençlik olaylarının akabinde Vehbi Ersü’nün gözaltına alındığı yolunda bir haber ulaşmıştı alaya. Fethi Gürcan ile birlikte tomson silahlarımızı alarak bir cip ile Gülhane Hastanesi’ne hareket ettik. Cipi Teğmen Erol Dinçer kullanıyordu. Yanımızda bir de yedek subay Yüksel Koçak vardı.

Hastanenin kapısındaki nöbetçi subay ve erler bizi içeri sokmak istemediler. Fakat Fethi Gürcan Yüzbaşı çok ısrarlıydı. Bazı itişmeler sonucu içeri girdi. Bize “Eğer 5 dakikaya kadar dönmezsem zorla içeri girin.” dedi. 

Biz parmaklarımız tetikte sabırsızlıkla beklerken ileriden üzerine robdöşambrını giymiş Vehbi Ersü ile Fethi Gürcan’ın kol kola geldiklerini gördük. Vehbi Ersü bize “gözaltına alma” diye bir olay olmadığını söyledi.” 

Sv. Üsttğm. Muzaffer Güney, Zırhlı Birlikler’de görevliydi. Zırhlı Birlikler’deki Tank Üstğm. İlhan Baş, Sv. Üstğm. Turgut Saltoğlu gibi diğer genç subaylarla ihtilale hazırlanıyorlardı. Fethi Gürcan ile irtibatı Üstğm. Muzaffer Güney sağlıyordu.

Süvari Üsteğmen Erol Dinçer:

“Gece Fethi Yüzbaşı’yla konuştuk. İşte onun ‘sağ kolu’ olma sürecim böyle başladı. Gitmek lazımdı. Tomsonları aldık. Gerekirse, durdurmaya çalışırlarsa, vuracağız. O zaman mangalda kül bırakmayanlar ortada yok. Muzaffer Güney, ben ve Fethi Yüzbaşı gece gittik. Dur falan dediler ama kimse fazla müdahale etmedi. Aslında herkes işin içinde ama kimse ortaya çıkmak istemiyor. Neyse konuştuk. Ersü: ‘Harekete geçmek için yukarıdan haber bekliyoruz’ dedi. ‘İçeriye girmek için neredeyse adam vuruyorduk’ dedik. ‘Aman, sakın’ dedi.’ İki kişiyi vursanız ne olacak? Çok değişik noktalara gidebilir olay. Belki de hareket orada başlayacak. Onu o zaman hiç düşünmüyorsunuz.” 

SOKAKLARDA İKTİDAR BOŞLUĞU
DP iktidarı artık sokağa hakim olamaz hale gelmişti. İnönü ve CHP ise, gençliği sokağa dökmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.

555 K (Beşinci ayın beşinci günü saat beşte Kızılay'da) parolasıyla Ankara'da Kızılay'da toplanan başını CHP gençlik kollarının çektiği kalabalık, yurtdışından gelen Başbakan Adnan Menderes'i yuhalayıp tartakladı. 


(BAŞBAKANI TARTAKLAYANIN  ÖGRENCİ OLAN  DENİZ BAYKAL OLDUĞU SÖYLENİYOR.. )  DENİLİYOR..Kİ. ;  
( MENDRESİN YAKASINA YAPIŞIP  DEMOKRASİ  İSTİYORUZ  DENİYOR..!!  
MENDERESİN CEVABI;  
BİR ÜLKENİN BAŞKENDTİNDE BİR BAŞBAKANIN YAKASINA MAKAM ARABASINDA YAPIŞIP DEMOKRASİ İSTİYORUM DİYEBİLİYORSANIZ  BUNDAN GÜZEL DEMOKRASİMİ OLUR.)

TARİHE GEÇMİŞTİR

Göstericiler arasında bir çok sivil giyinmiş genç subay vardı.  ( BEN İNANMIYORUM ZİRA O TARİHLERDE BENDE ANKARADA BULUNUYORDUM)

“27 Mayıs öncesi sivil elbise giyip, DP’ye karşı yapılan gösterilere katılırdık”. 

Menderes’in tartaklanmasının öcünü almak için, 14 Mayıs günü kasabalı görünümlü kalabalıklar Kızılay’a doluşmaya başlamıştı:

“.. bir haber aldık. Bütün Ankara civarındaki Demokratlar, Ankara’ya toplanmış. Bu haberi alan bütün subaylar Kızılay’a indi, ama bizim bir tertibimiz yok, bütün bunların dışında kalıyoruz o sırada” 

Kurmaylar, olayların dışında kalmayı tercih ediyorlardı. Akıllarınca ‘gizli’ ihtilal hazırlıkları belli olmayacak!

Çember sakallı bir güruhun gözlerine kestirdikleri gençleri hırpaladığı haberini alan genç süvari subayları ise Kızılay'a inerek yakalayabildikleri gericileri cemselere doldurup gerekli müdahaleyi yapmaktan çekinmemişlerdi. 

“DP, Beypazarı’ndan kendisini tutan eşrafı falan getirmiş. Kızılay’a inildiğinde, DP’nin getirdiği bıyıklı, kasketli kimisi çember sakallı adamların üçer-beşer dolaştığı dikkat çekiyor. Halk Kızılay’a indi görüntüsünde. Haber bize ulaştığında, Fethi Gürcan “yürüyün gidiyoruz” dedi. Biz gördüklerimizi çevirip çevirip cemselere bindiriyoruz. Topluyoruz adamları da nereye götüreceksiniz? İki sokak ötede bırakıyoruz. Dönüp geri geliyorlar. Ama gözlerini korkuttuk. Sonunda toz oldular.” 

KURMAYLAR
Olayların dışında kalan “kurmay”lar, bu sefer olaya katılmış gibi sahip çıkmaktan da kaçınmıyorlardı.

“… bütün subaylar Kızılay’a yayıldılar. Baktık ki Ankara’daki adamlar şehirli değil köylü insanlar. Fakat sarhoş. Onları gören subaylar kovalayınca, yarım saat sonra kimse kalmadı.” 

Diğer generaller neredeydi? İhtilalin başı olacak Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal GÜRSEL 3 Mayıs 1960’ta 30 Ağustos’ta yaş haddinden emekli olacağı bahanesini ileri sürerek izin alıp; İzmir de emekliğini beklemeyi tercih etmişti. Örgütü başsız bırakmıştı. İkili oynamayı O da öğrenmişti. Kazanılmayan bir 27 Mayıs’ta sorumluluğu olmayacaktı. Kazanılan harekette önce MBK başkanı ve sonrada Demokrasinin Cumhurbaşkanı olacaktır. Ve 27 Mayıs’ı hazırlayanlardan biri olan Talat Aydemir’i ve uygulayan Fethi Gürcan’ı onay imzasıyla idam sehpasına gönderirken acaba hangi duygular içindeydi? O artık ihtilalci değil düzenin Cumhurbaşkanı olacaktı.

Olaylar Yaklaşırken, Kurmay Yarbay Sadi KOÇAŞ 8 ay önce kendisine teklif edilen Cumhurbaşkanlığı yaverliğini kabul etmemişti. Kendisine teklif edilen görev Cumhurbaşkanı Celal BAYAR’ı hareket anında hemen etkisiz hale getirme imkanı vermektedir. Böyle iken bu görevi reddetmiş ve anlaşılmayan bir nedenle kaçarcasına Türkiye’den ayrılmıştır. Talat Aydemir bu kişinin komiteye girmesine karşıydı. 9 Subay Olayı’ndan sonra da Koçaş ve Osman Köksal Aydemir’i komite dışında tutmayı başardılar.

“Merkez örgüte mensup olacak 14-15 subayın tespiti için Koçaş, Köksal, Karaman, Okan ayrı ayrı liste yapmaya başlamışlardır…… Okan’ın teklif ettiği Aydemir’e; Köksal I. Birleşik Örgütte aralarında Koçaş yüzünden çıkan tartışma/anlaşmazlık nedeni ile karşı çıkmıştır.” 

DAVRANIŞ DÜŞÜNCEYİ ZORLUYOR
Kurmaylar kaybolmakta ama ordu gençliği öğrenci gençliğin yanında yerini almaktadır.

Aslında, siyasi olmayan bir olaya tepki duyarak Kızılay’da toplanmaya başlayan Harp Okulu öğrencileri, bir anda iki gün önceki olayları protesto etmeye başlamışlardı.


Harbiyelilerin yürüyüşü


19 Mayıs günü, sıkıyönetimin gösteri yasağına rağmen gençlik ve halk Anıtkabir’de toplanmış ve D.P iktidarını Ata’ya şikayet etmişlerdi. Anıtkabir’e giremeyen polis kuvvetleri dışarıda tedbir almış ve çıkan göstericilerin üzerine saldırmıştı.

Kadınların saçlarından sürüklendiği bu saldırıda sivil giyinmiş Harp Okulu öğrencilerinin dövüldüğü ve bir kaç subayın da gözaltına alındığı duyulmuştu.

21 Mayıs günü Kara Harp Okulu öğrencileri başlarında Alay Komutanları olduğu halde, yine Kızılay'da yürüyüş yaparak halkın alkışlı desteğiyle protesto gösterisi yaptı. Hatta bu Harp Okulu yürüyüşünün başına orada tesadüfen bulunan “Veteriner General Burhanettin Uluç” geçmişti. En önde uygun adım yürüyordu. Bu general mangal gibi yüreğiyle kurmaylar arkada saklanırken hiçbir örgütle teması olmadan doğal karakteriyle davranıyordu.

Harp Okulu yürüyüşü, kurmaylara moral verse de Ankara'da kendilerine bağlı bir birlik yoktu. Ankara'daki komutanlar DP hükümetine bağlıydı veya aksi bir davranışta bulunmaya yanaşmıyorlardı. O nedenle, Ankara’nın hareketli günlerinde ortaya çıkmamaya özen gösteriyorlardı. Davranış asker – sivil gençlikten geliyordu.

GENÇ SUBAYLARIN İHTİLAL KARARLILIKLARI – KOMİTENİN KARARSIZLIĞI
Komitenin bu ikircikli hali ister istemez İstanbul kanadını da endişelendiriyordu. İhtilalin İstanbul kanadından (sonra MBK'sine girecek olan) Orhan Erkanlı ve daha çok Şükran Özkaya'ya yakın olduğu anlaşılan Yüzbaşı Tevfik Subaşı'nın hatıralarından dinleyelim.

“Ancak, Ankara'daki durum, ciddiyetini koruyordu. Hareketle birlikte, beş on tabancalı subayın yalnız başlarına müdahale, emniyet ve sonuç aldıktan sonra da, vaziyetlerini yalnız başlarına muhafaza etmeleri, hayaldi. İşte bu sebeple, henüz silahlı bir birliğin sağlanamaması en mühim müşkül (zorluk) idi. 

29 Nisan 1960'ta Ankara'daki olaylara ordu birliklerinin müdahalesinde patlayan silahlar, soruları cevaplamıyordu. Bilakis, endişelerin devamına sebep oluyordu. Bu sebeplerle Ankara'dan, saat başı özel kanal ile haber alınması devam ediyordu. 555K şifresi ile (beşinci ayın beşinci günü saat beşte Kızılay'da) hazırlanan miting, Harp Okulu'nun beklenmedik zamanda şehirdeki yürüyüşü, toplumda gün geçtikçe endişenin artmasına sebep oluyordu. Bizim açımızdan, bu gelişmeler, bir manada yakında, aranılan silahlı gücün var olacağının habercisi olacağı ümidini doğuruyordu.” 

Oysa 43. Süvari Alay’ındaki sayıları az da olsa genç subaylar, komutanlarına rağmen Alay’ı ele geçirip ihtilale sokma hazırlıklarına gördüğümüz gibi çoktan başlamışlardı.

Dolayısıyla silahlı güç aramakta olan “Kurmay”ların dikkatlerini 43. Süvari Alayı’na yöneltmeleri kaçınılmazdı.

“.. süvari birliğinde etrafı kolaçan ettik. Arkadaş çevresine baktık. Anladık ki kuvvete ihtiyacımız var. Kuvvetler arasında bir de Süvari Alayı var. Süvari Alayından bizle yakın temasta olanlar olduğu gibi, Ekrem Acuner’in taraftarları olduğu da biliniyor, aynı hedefe gidiyoruz, aynı amaç için gidiyoruz. ‘Niye bu kuvveti birleştirmeyelim’ diye düşündük.

... Güvensizlikten ziyade onlar ayrı çalışıyor, biz ayrı çalışıyoruz birbirimizden habersiz. Orda bir faaliyet olduğunu biliyoruz. Bizde de bir faaliyet var, onlar biliyorlar. Diyalog yok.

Bu süvari birliğinde çatışma olunca (28-29 Nisan Olayları’nda Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüç’ün üniversite öğrencileri üzerine ateş emri Fethi Gürcan tarafından durdurulunca – Ö.G.) kuvvetleri birleştirme lüzumu olduğunu anladım. Suphi Karaman’a dedim ki, 

- ‘Bu böyle gitmez. Bu güçleri birleştirmemiz lazım’. Suphi’ye Rafet Aksoylu ve Ekrem Acuner’le konuşmaya gideceğimi söyledim.” 

Artık ihtilal havası sokakları sarmıştı. Sokaktaki halk: “Ne zaman devireceksiniz bunları” diye gördükleri subaylara bağırıyordu.

İsmet İnönü'nün Kızılay'daki İş Bankası'na gitmesi CHP gençlik kolları tarafından siyasi gösteriye dönüştürülüyor, İsmet İnönü de Millet Meclisi'ndeki konuşmasında “Şartlar tamam olduğunda İhtilal meşru olur!” diyordu. Çoğu CHP milletvekili evlerinde, geceleri subaylarla toplanıyordu.

Genç subaylar kaynıyordu. 26 Mayıs'ta Eskişehir'e giden Menderes'e genç havacılar arkalarını dönerek selam vermeyecekti.

Üniversite ve ordu gençliğinin tepkisi bu durumdayken, İsmet İnönü'nün, Menderes kabinesini istifaya zorlamak amacıyla da olsa, böylesine desteği ve hatta destekten öte ittirmesi varken Genelkurmay'daki ihtilal komitesi ne yapıyordu? 

BAŞA GEÇECEK GENERAL ARANIYOR
Genelkurmay Başkanlığında genç kurmayların oluşturduğu komitenin üyeleri yapılacak bir ihtilalde başlarına geçecek bir general bulma telaşına düşmüşlerdi.

Daha önce kendisine başkanlık önerilen Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, hükümete endişelerini belirten bir mektup yazdıktan sonra istirahat izni alıp İzmir'e gitmişti. Hükümete yazdığı mektupta, Celal Bayar'ın Cumhurbaşkanlığı’ndan istifa etmesini ve Adnan Menderes'in Cumhurbaşkanı olmasını öneriyordu. 

Subayların eğilimlerini yansıtan bu öneri, aslında, ta Atatürk zamanından beri İnönü ile farklı kutupları oluşturan Celal Bayar'ı siyasi kargaşanın baş sorumlusu gördüklerini belli ediyordu. Ama sosyal süreç bu isteğe uygun akmayacaktı. 27 Mayıs ihtilalinden sonra Devlet başkanı olan Cemal Gürsel, Celal Bayar'ı değil Adnan Menderes'i darağacına yollayan kararı imzalayacaktı.

Cemal Gürsel'in İzmir'e gitmesi üzerine komitedekiler diğer alternatifleri gözden geçirmeye koyuldular. Başlarına bir general alamazlarsa sokağa dökülmüş genç subaylara hakim olamazlardı. Rütbesi aşağı yukarı kendilerine yakın olan bu subaylara kendilerini komite olarak kabul ettiremezlerdi. 

Kaldı ki, “9 Subay” paniğinin ardından kendi aralarında bile bir başkan seçmemişlerdi. Yani, örgütlenmede “9 Subay” öncesinden bile geri idiler. Yoksa, her biri bir asker olarak, ihtilalde de hiyerarşi gerektiğini biliyorlardı. Komiteden çok, yarı – dost arkadaş grupları olarak, bırakın diğer subayları, kendilerini de toparlayacak ısmarlama baş arıyorlardı.

“Esasen 28 Nisan Olayları’ndan sonra memleket anormal bir döneme girdi, hiçbirimiz tekrar toparlanıp, konuşmak imkanını bulamadık; ekseriyetimiz örfi idare emrinde idik, vazifelerimizin başından ayrılamazdık. Haberleşmeler ve irtibat, kuryeler vasıtasıyla temin ediliyordu. 

O tarihte bir liderimiz, başımız yoktu. Bir süre lider olarak tanıdığımız Cemal Gürsel, Kara Kuvvetleri Kumandanlığı’ndan ayrılmış ve İzmir'e yerleşmişti. Örgütümüz başlıca iki şehirde; Ankara ve İstanbul'da faaliyet halindeydi. İstanbul'da görev Ankara'ya nazaran daha kolay olduğu halde, kuvvetimiz yeterli ve tamamdı..” 

Epey sıkıntı çektikten sonra komite General Cemal Madanoğlu'nu bulmuştu, “başımızda bir general” var diyebilmek için! 

İHTİLAL TARİHİ HESAPLAŞMALARI
Yapılacak ihtilalin başına bir general bulunmuştu ama bu sefer de ihtilal tarihini bir türlü belirleyemiyorlardı. Genelkurmay'ın hamamında yapılan toplantılarda ihtilal tarihi devamlı erteleniyordu. Tekrar tekrar planlar gözden geçiriliyor, her ihtimal hesaba katılmaya çalışılıyordu. 

Aslında ihtilal esnasında “kurmay” planlarına pek de uyulmadığı, komitedeki çoğu üyenin görevini yerine getirmediği görülecekti. İhtilalin sürekli ertelenmesinin nedeni ise, Ankara'da, “ihtilal uygulaması”nın “daha zor ve tehlikeli; buna mukabil kuvvet durumu”nun “şüpheli” olmasıydı. 

“Harekat başlar başlamaz Ankara’daki bütün kilit noktalarını kontrol altına alması gereken civar bölgelerdeki piyade birliklerinin kumandanları ‘yazılı emir isteriz’ diyorlardı... ‘Hem de dört yıldızlı generallerden...’ Hatta bazıları bununla da yetinmiyorlar, ‘Aksi takdirde üst makamlardan size karşı harekete geçmek emrini alırsak, buna uyar ve hepinizi tevkif ederiz’ diyorlardı” 

Bu nedenle, bazıları daha çok ihtilalin başarısızlığı durumunda, kendilerini kurtaracak hesaplar içindeydiler. İhtilal kazanıldıktan sonra kim kimi araştıracaktı ve eğer kazanılmazsa kim neyi ispat edecekti? 21 Mayıs 1963 İhtilali’nin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Fethi Gürcan mahkemede bu gerçeği şöyle açıklıyordu:

“Eğer 27 Mayıs 1960 İhtilali başarısız olsaydı yine burada gördüğünüz genç subaylar yargılanacaktı. Genç subay atını ne yapsın, tankını ne yapsın, çuvala mı soksun?” 

Bazıları da, ihtilal sonrası ihtilalin başarısı halinde ihtilalin dümenini eline almaya çalışıyorlardı. Bunlardan en göze çarpanı Alb. Alparslan Türkeş idi. Türkeş, komitenin “Kesinlikle ilişkiye geçilmeyecek” kararı olduğu halde, izne ayrılmış Org. Cemal Gürsel’i İzmir’de ziyaret etmekte sakınca görmüyordu. Çünkü, Madanoğlu’na Gürsel kadar yakın değildi. Üstelik Madanoğlu, ihtilal sonrası iktidarın CHP’ye verilmesinde ısrarlıydı. İzne ayrılmış ta olsa, Cemal Gürsel’i ihtilalin başına geçirebilirlerse, Cemal Gürsel’e olan yakınlığından faydalanıp kendi hesabına uygun bir mevki ele geçirebilirdi. Bu ziyaret duyulunca, bütün inkarına rağmen Türkeş, 27 Mayıs İhtilali’ne yaklaşan günlere kadar komite toplantılarına alınmadı.

Kurmay’ların sürekli olarak ihtilali ertelemesi yüzünden Fethi Gürcan'ın sabrı taşıyordu. DP Hükümeti’ni gittikçe köşeye sıkıştırmaya çalışan CHP'nin sert muhalefetiyle gerginleşen ortamın duygularda yarattığı taşma ile patlama noktasına gelmişti. Kurşunlanan ve coplanan gençleri kendi çocukları gibi kanat gerip korumaya çalışıyordu. Ama, aslında mangalda kül bırakmamaktan başka özelikleri olmadığı sonraları çok iyi anlaşılacak olan, komitedeki kurmay subayların, bugün – yarın ertelemeleri ihtilalin ciddiyetini kaybettirmeye başlamıştı. 

Ekrem Acuner ekibinin CHP ile birlikte hareket ederek, ihtilali CHP politikaları doğrultusunda yönlendirme çalışmaları vardı.

27 Mayıs 1960’a yaklaşılan günlerde ihtilali erteleme taktikleri güdüyorlardı. Diğer komite üyelerine oranla Ankara’daki birliklerde daha çok ilişki içindeydiler. Bu kozlarını kullanarak İnönü’nün istediği yönde DP’yi istifaya zorlama planının parçası olarak çalışıyorlardı.

Komitenin İstanbul kanadından Orhan Kabibay, ihtilal ertelendikçe, İstanbul’daki örgütlenmeyi dağıtacağını söylüyordu. 

Fakat İsmet Paşa’nın sert muhalefeti, DP’ye karşı zapt edilemeyecek bir tepkinin oluşmasına yol açmıştı. Artık ihtilal, genç subaylar için vazgeçilmez bir hedef haline gelmişti.

“Belki DP hükümeti istifa eder” politikasıyla “ihtilalin kaçınılmaz olduğu”nu savunan görüşler, en çok ihtilali başlatacak olan, 43. Süvari Alayı’nda tartışılıyordu. Fethi Gürcan “Kurmay” komiteye baskı yapmaya başladı. İhtilali başlatacaksanız başlatın, yoksa ben başlatıyorum!

“Yzb. Fethi Gürcan, Bnb. Vehbi Ersü ve ekibini tehdit etti: ‘Siz başlatmazsanız, ben etrafımdaki 5 adamla ihtilali başlatırım’. Onlar da deşifre oldukları gerekçesini ileri sürerek, 27 Mayıs İhtilali’nden önce birlikte Ankara’yı terk ettiler” 

Sonunda, bir dizi tartışmalı, bağrışmalı, toplantı odasını terk etmeli ve ertesi gün odaya tekrar dönmeli toplantıdan sonra ihtilal “kurmay”ları düğmeye basmaya karar verdiler. 

26 Mayıs’ta yapılan son plana göre:

“... bir Tabur Ulus bölgesinde emniyet görevi alıyor. Harp Okulu, Bakanlıklar ve 19 Mayıs olmak üzere iki koldan şehre giriyor. Süvari Grubu Kavaklıdere postane bölgesinde Çankaya’ya karşı cephe alıyor. Tank Taburu. Harp Okulu ile birlikte harekata iştirak ediyor. Geri kalan birlikler Polatlı ve Konya’dan getirilip ‘ihtiyatta’ kalacaklardı. Bu şekilde görev alan veya yer değiştiren birlikler plandaki bu yerleri alırlarsa ihtilale katılmış, yani ihtilal komitesince verilen emirleri yapmış, aksi takdirde bu gibi birlikler için de harekatın cereyan tarzına göre de tertibat alınacaktı.” 
 

..