limanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
limanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2019 Salı

GEÇMİŞİMİZLE BUGÜNÜ MUKAYESE YAZILARI., BÖLÜM 7

GEÇMİŞİMİZLE BUGÜNÜ MUKAYESE YAZILARI.,   BÖLÜM 7



YENİDEN  ULUSLAŞMA  PROGRAMI
                                                                          


Prof.Dr.ANIL ÇEÇEN 

      Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak dünyaya gelmiş ve yüzüncü yılına girerken  bugün de gene bir ulus devlet olarak varlığını sürdürmektedir . 
Tarihin kesişme noktasında bir ulus devlet yapılanması ile dünya sahnesine çıkan Türk devleti  aradan geçen yüz yıllık zaman dilimi sonrasında ortaya çıkan  yeni koşullar ve değişim süreci içerisinde öne geçen  hegemonya iradeleri  aracılığı ile dıştan güdümlü bazı planlar doğrultusunda köklü bir dönüşüme uğratılmak istenmekte ve bu çizgide tarihten gelen Türk ulus devlet modeli ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır . 
Tarihin her döneminde öne geçen güçler ya da yeni oluşan büyük devletler, hem kendi hegemonya alanlarını olabildiğince genişletmek hem de bu doğrultuda yeni bir dünya düzeni kurarak merkeze kendileri oturmak isterler .
Millattan önceki dönemlerde başlayan  evrensel hegemonya kavgası  çeşitli aşamalardan geçerek bugüne kadar gelmiş ve ortaya çıkan yeni güçler tarihin her döneminde  hem kendi siyasal yapılanmalarını öncelikli olarak oluşturmaya çalışmışlar ,hem de bu doğrultuda merkezinde kendilerinin bulunduğu bir yeni dünya düzeni arayışını ,sahip oldukları büyük güç ile dışarıdan baskı yolları  uygulayarak kurmaya çalışmışlardır .  
Her çağın kendine özgü koşulları bu tip arayışları canlı tutarak var olan siyasal devlet düzenlerini önce tehdit etmiş, sonrada bunların ortadan kalkarak yerine yeni düzenlerin kurulmasına öncülük etmişlerdir .
Türkiye Cumhuriyeti  kendisinden önce merkezi coğrafya da devlet olma şansını elde etmiş olan iki büyük imparatorluğun çöküşü sonrasında ,onlardan arda kalan birikimi örgütleyerek  geniş topraklarda kurulmuş olan bir ulus devlettir . 
Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde ortaya çıkan birinci cihan savaşı sırasında imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmek zorunda kaldıkları bir aşamada , ulus devletlerin beşiği olan Avrupa kıtasının yanı başında ve ona sınırdaş bir komşu olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, ulus devlet modeli seçilmiş ve bu doğrultuda önceden hazırlanarak uygulama alanına getirilen bir uluslaşma programı ile  de, zaman içerisinde  ulusçuluk akımı  Türkçülük çizgisinde örgütlenerek , Anadolu da bir Türk devleti ulus devlet modeline uygun bir biçimde kurulmuştur . 
İmparatorluklar çökerken , tarihin kırılma noktasında ulus devletler onların yerine öne çıkmış ve onların toprakları üzerinde kendi ulusal sınırlarını çizerek  zamanın ruhunu temsil eden ulus devlet modeli  benimsenmiş ve  Türkiye Cumhuriyeti bir yeni siyasal oluşum olarak dünya haritasındaki yerini almıştır . 
Tarihin sürekliliği sürecinde  olaylar hızlı gelişmiş ve Osmanlı İmparatorluğunu çökerten  batının emperyalist devletlerine karşı bir  var olma savaşı  ulusal çizgide verilmiştir. Böylece ortaya çıkan ulusal kurtuluş savaşı zafere ulaşınca ,Türkler tam bağımsız yeni ulus devletlerine kavuşmuşlardır İmparatorluklar çökmese ve onların yerini ulus devletler almasa Türkiye Cumhuriyeti de yirminci yüzyılın başlarında bir ulus devlet olarak dünya sahnesine çıkamayabilirdi .
Ulus devletlerin kuruluşu ve yapılanmaları ile ilgili olarak dünyanın siyasal konjonktürü olumlu koşullar yaratmıştır . On beşinci yüzyıldan sonra küresel bir yönlenmeye giden  yerkürenin  içine girdiği her dönemde ya yeni siyasal oluşumlar gündeme gelmiş ,ya da bunların sonucunda birbirinden farklı devlet modelleri tarih sahnesinde  boy göstermeye başlamışlardır . İnsanlığın doğuşu , dünyaya yayılması  ve uzun bir süre sonrasında  önce Orta Doğu, sonra da Avrupa merkezli olarak  yönlendirilmesi  bugünkü tarihi hazırlayan oluşumlar zincirinin ilk halkasıdır . 
Avrupa devletleri sömürgecilik yaparak dünyaya egemen olurlarken aynı zamanda  uzun süre birlikte yaşama şansını elde ederek uluslaşma olgusunu  da yaşamaya başlamışlardır . Avrupa’nın sömürge imparatorlukları kendi aralarında uluslaşma oluşumu içine girdikleri  yeni  aşamada , devlet yapıları ulusal topluma dayalı bir biçimde gelişmeler göstermiştir . 
Bu sürecin patlama noktası Fransa’da on sekizinci yüzyılın sonlarında ortaya çıkınca , Fransız devrimi gerçekleşmiş ve bütün Avrupa ülkelerini  uluslaşma çizgisinde yönlendirmiştir . 
Büyük Fransız devrimi sonrasında Avrupa ülkelerinde derin  sarsıntı ve çalkalanmalar yaşanmış ve bu durum üç yüzyıl boyunca  sürerek uluslaşma olgusuyla birlikte ulus devletlerin oluşumunu da hazırlamıştır .
Bugünün Avrupa haritasında yer alan bütün ulus devletlerin oluşumları, yüzyıllar geride kalırken tamamlanmış ve bugüne yönelik siyasal yapılanmalarını bu doğrultuda tamamlamışlardır .
Başta Fransız ulusu olmak üzere  , batının gelişmiş zengin ülkelerinde  ortaya çıkan uluslaşma olgusu ile birlikte bugünün modern  ulus devletleri günümüz dünyasında yerlerini almışlardır . Avrupa kıtasında başlayan uluslaşma olgusunun zamanla diğer kıtalara da yayıldığı görülmüştür .
Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle, uluslaşma olgusunu Avrupa kıtasından sonra Orta Doğu bölgesine taşıyan tek  köprü devlet olmuştur . Ulusları hayali cemaatlar konumundan kurtararak, toplumsal gerçeklik olmalarını sağlayan üç yüzyıllık Avrupa’daki uluslaşma sürecidir .
Avrupa kıtasının yanı başında imparatorluklar sonrası dönemde bir ulus devlet olarak  Türk devleti  kurulurken , bu kıtada yaşanmış olan üç yüzyıllık uluslaşma olgusu çevre ülkeler ile birlikte Türkiye’yi de yakından etkilemiş ve birinci cihan savaşı sonrasında var olma mücadelesini kazanan Türkler, kendi ulus devletlerini üç kıtanın ortasında yer alan merkezi coğrafya da  kurmuşlardır . Bugün hala Orta Doğu’da tek ulus devlet olarak hareket eden Türk devletinin bu coğrafyada etkili olarak kendi devlet modelini çevre ülkelerine  taşımak gibi bir misyonu geçen yüzyıldan bugüne gelerek devam etmiştir .Ne var ki , bu coğrafyayı bölgesel olarak kontrol etmek isteyen emperyalizm ve Siyonizm gibi hegemonyacı akımlar,  bölgeye ulus devlet modelinin girmesini istemedikleri için bu alandaki tek ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırabilmenin arayışı içinde olmuşlardır .Eski Osmanlı hinterlandında yaşayan Arap kökenli toplulukların  bir araya gelerek kendi ulus devletleri olarak bir  büyük Arap Birliği devleti kurmalarının önlendiği  bu  aşamada, emperyalistler aynı doğrultuda Türk ulus devletini  de ortadan kaldırarak , oluşturulacak küçük etnik ya da tarikatçı eyaletler aracılığı ile bir bölgesel  konfederasyon  ortaya çıkarabilmenin peşinde koşmaktadırlar . Onların bu tür olumsuz girişimleri yüzünden Arap ülkeleri bir araya gelerek kendi ulus devletlerini kuramamakta , aynı biçimde de  Türklerin bir ulusal kurtuluş savaşı vererek tarih sahnesine çıkarmış oldukları  Türk ulus devletinin , gelecekte  varlığını sürdürmesi iyice tehlike altına girmektedir . Bugün hala kıtasal birlik baskıları altında kalan Avrupa devletleri  ulus devlet modellerini  bir ölçüde  koruyarak çağdaş dünyada ulus devlet olabilmenin getirdiği haklardan yararlanmaktadırlar .

Yirmi birinci yüzyıla doğru dünya giderken , soğuk savaş  döneminde ikinci siyasal kutbu oluşturan sosyalist sistemin dağılması ve eski sosyalist halk cumhuriyetlerinin  ortaya yeni ulus devletler  olarak çıkmasıyla birlikte,  yeni kuşak bir uluslaşma olgusu  ikinci kez yaşanmış ve  Birleşmiş Milletler örgütü içinde üye olarak yer alan ulus devlet sayısı iki yüzü geçmiştir . Devletlerin statüsü Birleşmiş Milletler aracılığı ile ulusal bir çizgide devam ederken, batı kapitalizmi küresel bir yapılanmaya yönelmiş ve ortaya çıkan evrensel  emperyalizm döneminde büyük devletlerin eyaletler üzerinden parçalanmaya sürüklenmeleri , terör ve savaş konjonktürleri ile beslenmiştir .Küresel sermayenin  ekonomi üzerinden dünyaya egemen olabilmenin çabası içine girdiği  bu nokta da  , ulus devletlere savaş açılmış ve terör eylemleri ile  küçük ulus devletçikler yaratılarak büyük ulus devletlerin tekelci şirketlere direnmelerinin önü kesilmeye çalışılmıştır . İnsan hakları ve demokrasi görünümünde kişilerin alt kimlikleri kışkırtılarak ve alt kimlik devletçikleri eyaletler halinde geliştirilerek , var olan ulus devletlerin dağılma ve parçalanmaya giden  yola sürüklenmeleri açıkça desteklenmiştir . Bu aşamaya geçilmesiyle birlikte uluslaşma süreçleri kesilerek alt kimlikler üzerinden çok kültürlü kozmopolit toplumlar yaratabilmenin arayışları  öne çıkmıştır .Dünya çapındaki siyasal oluşumların perde arkasında yer alan  küresel şirketler dünya egemenliğine sahip olabilmek ve bunu büyük devletler ile paylaşmamak  üzere ulus  devletleri küçültebilmenin  yollarını aramışlar ve ekonomiyi bir silah gibi kullanarak ulus devletlerin tasfiyesini gündeme getirmişlerdir . Tasfiye girişimleri ciddi boyutlarda  var olan hukuk düzenleri açısından  devlet yıkıcılığı misyonunu öne çıkarmış ve yüz yıl önce imparatorlukların çöküşü üzerine gündeme gelen ulus devletler, bu kez  eski imparatorluklar gibi parçalanarak yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır .

     Ulus devletler hem bir tarihsel sürecin içinde  gerçekleşen bir dönüşüm ile ortaya çıkmışlar hem de tarihin bu aşamasında çeşitli ülkelerde ortaya çıkan ulusal hareketlerin  hazırladığı uluslaşma programlarının uygulama alanlarına aktarılmasıyla gerçeklik kazanmışlardır .Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı devletinin çöküşü aşamasında cumhuriyetçi toplum kesimlerinin hazırladığı uluslaşma  programının devreye sokulmasıyla  siyasal alanda gerçeklik kazanmıştır . Türk devletinin kurucu önderi Atatürk,  gönlünde bir büyük sır olarak sakladığı cumhuriyet projesini yavaş yavaş  uygulama alanına getirirken, tarihin derinliklerinden gelen Türklerin modern anlamda uluslaşmaları için yeni bir program hazırlayarak  yola çıkıyordu . Ulusal kurtuluş savaşı için Samsun’a ayak basmadan önce  İstanbul’da altı ay ikamet ederek ulusal kurtuluş savaşının hazırlıklarını tamamlıyor ve aynı çalışma içinde savaşın kazanılmasından sonra uygulama alanına getirilecek cumhuriyet devleti ile birlikte  Türk ulusuna bağımsızlık kazandırma düşüncesi detaylandırılarak belirli  bir uluslaşma programına bağlanıyordu .Daha önceleri tarihin her döneminde imparatorluklar kurarak ayakta kalan Türkler, batı emperyalizmi tarafından tarih sahnesinden silinmeye çalışılırken , ulusal kurtuluş savaşı ile yeniden varlıklarını kazanarak kurdukları cumhuriyet devletinin çatısı altında sonsuza kadar  ulusal bağımsızlık  statüsü içinde geleceğe dönük yaşamlarını güvence altına alıyorlardı . Cumhuriyet devleti  Atatürk’ün  gizli bir sırrı  olmaktan çıkarak kurulurken , Türk ulusu da diğer çağdaş uluslar gibi tarih sahnesinde yeniden doğma şansını elde ediyordu . Burada kurucu önder Atatürk’ün cumhuriyet devleti projesi ile birlikte ,uygulama alanına getirdiği uluslaşma programının , Türklüğün var olarak geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşabilmesinin  önde gelen  dayanak noktası olduğu görülmektedir .

Atatürk savaşı kazanıp devleti kurduktan sonra yeniden yapılanmaya yöneldiği aşamada  cumhuriyet devletinin toplumsal taban kazanabilmesi amacıyla öncelikle Millet Mektepleri’ni kuruyordu .  Milli bir devlet kurmak üzere yola çıkmış olan ulusalcıların devleti temellendirirken  Millet Mektepleri gibi bir örgütlenmeye öncelik vermeleri , gerçekçi bir girişim olarak kısa zamanda sonuç vermiş ve eski Osmanlı ahalisinden  gelen Türk halkı  bu okullar üzerinden  Türk milleti kavramını benimseme aşamasına gelmiştir . Atatürk milli bir devlet kurulabilmesi için dayanak noktası olacak toplumun ,uluslaşması gerektiğini iyi biliyordu . Bu yüzden  Millet Mektepleri’ne  öncelik vererek ülke düzeyinde bir ulusallaşma heyecanının örgütlenmesine dikkat ediyordu .Devletin ilk aşamasında yurdun her köşesinde kurulan  bu mektepler aracılığı ile halk kitleleri ulus gerçeği ile karşılaşıyordu. Millet olabilmenin derslerinin verildiği bu çatıların altında, zamanla Türk milletinin tarih sahnesine çıkacağı bir oluşumun örgütlenmesi tamamlanmaya çalışılıyordu . Toplumların uluslaşmasında ana unsur olarak kurucu bir misyon üstlenen ulusal dil  Türkçe,bu mektepler aracılığı ile halk kitlelerine öğretiliyordu . Ayrıca , cumhuriyetin kuruluş aşamasında   toplumsal ve siyasal devrimler sırası ile uygulama alanına getirilirken , Millet Mektepleri Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişin ana merkezleri  konumuna gelerek , Türklerin ulusal dili olan Türkçe’nin çağdaş uygarlığın bir parçası olmasının önü açılıyordu . Millet Mektepleri , uluslaşma programının ilk maddelerinden birisi olarak cumhuriyet devleti tarafından kararlı bir biçimde  çalıştırılmıştır .

Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan Türk Ocakları örgütü de  Türkleşme olgusunun gerçeklik kazanmasına katkıda bulunarak uluslaşma olgusuna destek sağladığı için  Türkiye’nin  uluslaşarak bir ulus devlete dönüşmesinde önemli ölçüde etkin olmuştur .Yeni kurulan devletin Türklük yapılanması ile bağdaşmayan diğer toplum kesimlerinin farklı ulus devletlere yönelmesini önlemek üzere de, daha sonraları Halkevleri adı altında geniş bir tabana yayılan halkçılık uygulaması ile, milliyetçilik oluşumu dengelenerek farklı kökenlerden gelen halk kitlesi üzerinde bir  devlet  millet kaynaşması yaratılmaya çalışılmıştır .Irkçı olmayan bir ulus devlet kurulurken milliyetçilik ilkesi  Rus devriminde olduğu gibi halkçılık anlayışı ile dengelenmeye çalışılmıştır . Rusya’da bölücü milliyetçiliğe karşı bir baskıcı bir  devlet halkçılığı uygulaması ile denge arayışına girilirken , Türkiye’de de toplum içinde  baskıcı bir milliyetçiliğe karşı çıkışlar geniş bir halkçılık uygulaması ile dengelenerek bölünme ya da dağılmaya giden yolların önü  kesilmeye çalışılmıştır . Türkçe’nin yaygın olduğu topraklardan gelerek Türk devletinin çatısı altına giren Türk toplulukları ve diğer gruplar halkçılık özüne dayanan bir ulusalcılık anlayışı ile kucaklanmaya  çalışılıyordu .Halkçı girişimler ile etnik farklılıkların aşılmak istenmesi ,  oluşturulmakta olan millet yapısının  parçalanmasına  giden yolları kapatıyordu . Etnik ve kültürel farklılıklar bir zenginlik olarak görülürken uluslaşma programı ile de uyum sağlanıyordu .

Atatürk savaşı kazanıp devleti kurduktan sonra  yaşamının son döneminde  kurmuş olduğu yeni devlet düzenini geleceğe dönük olarak kurumlaştırmaya çaba gösterirken , Çankaya köşküne çekilerek bu doğrultuda önemli çalışmalar yapmıştır .İçe dönük bir milliyetçilik uygulaması sorun çıkartmaya başlayınca, halkçılık uygulamaları yeni dengelerin oluşturulabilmesi için devreye sokulmuştur . Ayrıca , uluslaşmanın ana gövdesini oluşturan Türklüğü çeşitli yönleri ile incelemek  üzere Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu  gibi iki önemli kurumu ulusal varlığın temel direkleri olarak kurmuş ve bu kurumların her sene düzenledikleri bilimsel çalışmalara katılarak , Türk ulusunun bilimsel açıdan da  uluslaşabilmesi   için elinden gelen her çabayı göstermiştir . Daha sonraki yıllarda  bu doğrultuda oluşturulan , Türk Folklor Kurumu , Türk Coğrafya Kurumu  ,Türk Kooperatifcilik Kurumu ve Türk Hukuk Kurumu gibi örgütsel yapılar kurulmakta olan devlete paralel kamu kurumları olarak öne çıkarılarak ,bunların devlet ile millet arasında toplumsal  bağlantıyı sağlayan köprüler olarak devreye girmeleri sağlanıyordu . Kemalist rejim bir ulus devlet kurarken , toplumun uluslaştırılmasına  öncelik veriyor ve bu doğrultuda atılan  her adımı planlı bir biçimde örgütleyerek  kısa zamanda devleti ve ulusu ile bütünleşmiş  bir Türkiye Cumhuriyeti ‘nin öne çıkması için her yolu deniyordu. Toplumsal yaşamın her alanında başında “Türk” adı ile yer alan kurumsal yapıların öne çıkarılmasıyla ,Türkleşme üzerinden uluslaşma olgusunun tamamlanmasına öncelik veriliyordu . Türklük ,bir uluslaşma planı çizgisinde cumhuriyet devletinin toplumsal  yapısının adı olarak öne çıkartılıyordu .Batının önde gelen ulus devletlerine benzer bir ulusal yapının siyasallaşması doğrultusunda devlet eli ile uygulanan uluslaşma planının kısa zamanda sonuç verdiği görülüyordu .

                Türkiye Cumhuriyeti böylesine planlı  bir merkezi oluşum ile dünya sahnesine bir ulus devlet olarak çıkmış ve devlet organlarının bu plan doğrultusunda bir çalışma düzenine kavuşturulması ile yüz yıla yakın bir dönemi başarıyla geride bırakarak, bugünkü  koşullarda dünyanın önde gelen devletleri arasında hak ettiği yeri  elde etmiştir . Ne var ki , sosyalist sistemin dağılması üzerine dünya küreselleşme adı altında farklı bir yöne doğru değişirken , tekelci küresel şirketler var olan ulus devletlere karşı planlı saldırılara geçerek ve  şirketlerin egemenliğinde bir yeni dünya düzenini kurmak amacıyla ulus devletleri ortadan kaldırarak, kapitalist sistemin tekelinde bir küresel dünya düzeni peşinde koşmaya başlamışlardır . Bu nedenle , dünya haritasında yer alan bütün ulus devletlerin böylesine bir küresel saldırıya karşı ayakta kalabilmek için öncelikle kendilerini korumak zorunluluğu  bir hak olarak vardır .Tehditler karşısında her ulus devletin  varlığını  ve haklarını koruyabilmek amacıyla ikinci bir uluslaşma planını devreye koymak  zorunluluğu vardır . İkinci olarak da  küresel saldırılara karşı ulus devletlerin bir araya gelerek bölgesel ve küresel korunmalarını sağlayacak yeni  uluslararası örgütlenmelerin çatısı altında hareket etmeleri ,bölünme ya da parçalanma gibi olumsuz sonuçlara gidebilecek  sürüklenmelerin önünü kesebilecektir . Özellikle bugün Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelmiş olan ulus devletlerin gene bu örgütün aracılığı ile, ulus devletlerin  yarım kalmış uluslaşma süreçlerini tamamlayacak ,ikinci uluslaşma  programlarını, uluslararası konjonktür oluşturarak  desteklemesi olumlu sonuç almak açısından zorunlu görülmektedir . Bu doğrultuda da her ulus devlet kendi siyasal gerçekliği içinde kendi  toplumlarının uluslaşmasını tamamlayabilecek  yeni uluslaşma programlarını devreye sokmaları   mümkün olabilecektir .Bütün ulus devletlerin parçalanma ya da dağılma noktasına getirildiği küreselleşme aşamasından istikrarlı bir biçimde çıkabilmenin yolu olarak da ikinci uluslaşma programları  etkin bir biçimde yararlı olacaklardır .

                Türkiye Cumhuriyeti  kuruluş yıllarında devlet olarak örgütlenirken, adları milli kavramı ile bütünleşen Milli Savunma Bakanlığı  ve Milli Eğitim Bakanlıkları kurularak hükümetler içinde yer almış ve böylece ulus devlete saldırı sürecinde uygulanan milli politikalar ile devletin devamlılığı sağlanabilmiştir . Bugün ise ulus devletin korunabilmesi için benzeri bir yaklaşımın kültür ve ekonomi alanlarında gündeme getirilmesi gerekmekte ve kurulacak Milli Kültür bakanlığı aracılığı ile yarım bırakılan uluslaşma sürecinin hızlanarak devam etmesi sağlanacak ve benzeri bir yapılanmanın ekonomi alanında gerçekleştirilmesini sağlayacak  Milli Ekonomi  Bakanlığının da bir an önce kurulmasıyla ,  emperyalist ülkelerin ekonomik saldırılarına karşı Türk ekonomisinin  korunması  söz konusu olabilecektir . Bu arada ekonomide dışa açılmayı yönlendirecek bir Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı gibi  farklı bir örgütlenmeye daha önceki dönemlerde olduğu gibi  gidilebilir . İç ve dış ekonomik ilişkiler yeniden düzenlenirken milli ekonominin yönetiminin devletin elinde bulunması , kitlelerin acil   gereksinmelerinin yeterli düzeyde karşılanabilmesi açısından yararlı katkılar sağlayabilecektir . Belirli bakanlıkların adına milli kavramının eklenmesi, o alanlardaki bütün kamu hizmetlerinin ulusal çıkarlar doğrultusunda ele alınmasını ve geleceğe dönük  ulusun yararına olabilecek bir düzeyde  yönetiminin başarılmasını sağlayabilecektir . Ulus devletlerin ekonomi üzerinden piyasalar kullanılarak çökertildiği dikkate alınırsa  , ekonomi alanında  bir milli ekonomi  yapılanmasına yönelmek için bir milli ekonomi bakanlığı başkent merkezli olarak öncelikli bir biçimde kurulacaktır . Ülkenin var olan ekonomik potansiyelinin bütünüyle ülke yararına kullanılabilmesi için milli ekonomi bakanlığına var olangereksinme ,sömürgeci baskılar nedeniyle aciliyet kazanmaktadır .

                Ulus devletlerin varlığı ve geleceğe dönük olarak devamlılığı açısından zorunlu bir  dayanak olarak milli kültürün  , Milli Kültür Bakanlığı aracılığı ile örgütlenmesi  amaca hizmet açısından önem taşımaktadır . Türkiye Cumhuriyetinin bütün dünya ülkelerinde bir milli devlet olarak tanınmasını sağlayacak bir  örgütlenme son yıllarda milli kültür ile hiç  bir yakınlığı bulunmayan  Yunus Emre adına örgütlenmesi , kültürel alanda Türkiye’nin milli çizginin uzağında kalmasına neden olmuştur . Yunus Emre  iyi bir şair ve de kültür adamı olmasına rağmen , bir ulus devletin taşıması gereken milliliğe uzak kalmış bir kişiliktir . Türk devleti denilince akla milli kültürün gelebilmesi için milliyetçi kimlikleri ile Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olarak kurulabilmesine öncülük yapmış olan  Atatürk ,Yusuf Akçura ya da Ziya Gökalp gibi  ağırlıklı isimlerin altında uluslararası kültür merkezleri ağı kurulabilirdi ve ancak o zaman Türk kültürünün bir milli kültür olarak diğer ülkelerin milli kültürleri ile rekabet edebilmeleri sağlanabilirdi . İkinci uluslaşma programı döneminde hem bakanlığın hem de  kültür merkezlerinin milli çizgide değiştirilmesi ,yeni bir kültürel atılımın  göstergesi olarak , Türkiye’nin yarım kalmış olan uluslaşma sürecinin tamamlanmasına  önemli ölçüde katkılar  sağlayacaktır .
                İkinci uluslaşma programının ana amacı  yarım kalmış uluslaşma sürecinin her türlü olumsuz koşula yada etkiye rağmen  tamamlamaktır .Atatürk’ün getirmiş olduğu milli yapılanmayı bugün devam ettirecek yeni bir kitlesel örgütlenme  tıpkı Halkevleri gibi  devlet eliyle kurularak devreye sokulabilir . Nitekim bu doğrultuda daha sonraları  Millet Kıraathaneleri gibi  Osmanlı döneminden gelen geçmişi güncelleştirecek yeni bir çıkış sergilenmiş ama bunun devamı getirilememiştir . Türk milleti çoktan ortaçağ uzantısı kıraathaneleri geride bırakmış ama giderek modernleşen şehir yapılanmaları içinde ana unsur çağdaş kafeler uygulaması olmuştur . Avrupa kıtası Rönesans dönemi kafeleri ile ortaçağdan çıkarak çağdaşlaşma sürecine girerken  , Türkiye’nin  Osmanlı dönemi özlemini yansıtan kıraathaneler ile orta çağ dönemine yönelmesi düşünülmemesi gereken bir konudur . Ne var ki siyaset alanının çelişkileri bu gibi konuları zamanla sorun haline getirerek  çağdaş uygarlık  yoluna yönelen  yeniliklerin önünü kesebilmekte ve geride kalması gereken bazı  demode olmuş  oluşumları yeniden gündeme getirerek emperyal güçlerin yeni  hegemonya planları doğrultusunda ortaya çıkarabilmektedir . Ulus devlet milli çıkarlar doğrultusunda kurulduğuna göre  milletin korunması ve yeni milliyetçilik atılımları ile gelişebilmesi için tıpkı Halkevleri gibi Millet Evleri kurulabilir ama , bir kıraathane arayışı çerçevesinde millet kıraathaneleri gibi bir uygulamaya  gidilmemesi gerekir . Yeni kafeler çağdaş uygarlığın simgesi olarak kent merkezlerinde yerlerini alırken  kıraathane arayışı fazlasıyla bir geriye dönüş olarak tartışma alanına getirilmektedir .

                Kentsel dönüşüm programları ile Türk şehirleri modernleşirken , Millet Kıraathaneleri girişimi Türk kamuoyundan yeterince destek alamayınca ,bu kez  Millet Bahçeleri gibi yeni bir  yeşil alan projesi öne çıkarılmıştır .  Gelişmiş batı ülkelerinde milli park olarak uygulanmakta olan kent merkezi yeşil alan projesi  ,bu kez Türkiye’de Millet Bahçesi olarak adlandırılarak uygulama alanına getirilmek istenmiştir . Son yıllarda küreselleşme eğilimleri kentlerin ortasına büyük çarşılar ve alış veriş merkezleri  ile girerek var olan yapıları alt üst ederken , yerel yönetimler bunları dengelemek üzere merkezi alanlarda yeşil alan uygulamalarını öne çıkarmaktadırlar . Batı dünyasının önde gelen büyük kentlerinde , büyük kent ormanları ya da  milli parkların daha geniş ve büyük projeler olarak  devreye sokulmaya çalışıldığı görülmektedir . Büyük devletler giderek artan nüfusun gereksinmelerini karşılayabilmek  için büyük yeşil alanlar yaratırken , Türkiye’nin bu konuda geride kalması ve adam başına düşen yeşil alan araştırmalarında  sürekli  olarak geride kalması  üzerinde düşünülmesi gereken milli parklar konusunu gündeme getirmektedir . Türkiye’nin bu sorunu Millet Bahçeleri adıyla geliştirilmekte olan yeni proje doğrultusunda çözebilmesi için ,bütün Türkiye’yi kapsayacak düzeyde geniş plan ve projeler ile hareket edilmesi gerekmektedir . Ülkenin su kaynakları , doğal yapısı ,fiziki coğrafyanın konumu gibi öncelikli konular incelenmeden böylesine bir proje gerçekleştirilemez . Su kaynaklarını emperyalizmin kendi çıkarları için oluşturduğu bölgesel projelerden  kurtaramayan  Türk devletinin  yurt düzeyinde Millet Bahçelerini hizmete sokması  hayal gibi görünmektedir .Ayrıca ,Millet Bahçesi yapılacağı gerekçesi ile bir çok tarihi eserin de ortadan kaldırılması ya da yeni alış veriş merkezleri kurulması gibi olumsuz adımlar , Millet bahçelerinin faydalarını azaltmaktadır .Bu tür yeşil alanların bütün halk kesimlerinin özgürce gelerek yaşayacağı ve diğer insanlarla kaynaşarak  millet olmanın heyecanı ve gururunu hissedeceği  kamusal alanlar olması gerekmektedir .

                İkinci uluslaşma projesi doğrultusunda öncelikli olarak ele alınarak yeniden yapılanması sağlanacak alan eğitim sektörüdür . Her devletin kendi vatandaşını ulusunun bir parçası olarak yetiştireceği  ve dünyadaki gelişmeler doğrultusunda yenilenmiş bir ulusal yapının oluşturulması için ele alınarak düzeltilmesi gerekli olan alan eğitim sektörüdür .Devletin  kurucu önderi Atatürk ile birlikte  milli kültürü ve yönetimi temsil eden bütün büyük adamların , Türk ulusunun gelecekteki yöneticileri olarak yetiştirilmeleri gereken genç kuşaklara tanıtılması ve öğretilmesine öncelik verilmelidir . İlk öğretim de Türk tarihinin büyük  temsilcileri  ve olaylarının yeterince çocuklara anlatılacağı bir müfredat programına gereksinme vardır . Orta öğretim de geleceğin yurttaşları olarak Türklüğü temsil edecek yeni kuşaklara  geniş bir bakış açısıyla yurttaşlık bilgileri dersi tam olarak okutulmalıdır . Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti devletinin dayandığı temel ilkeleri öğreten  bir Atatürk İlkeleri dersinin  hem orta hem de yüksek öğretimde anlatılması  gerekmektedir . Özellikle  uluslaşma sürecinin tamamlanabilmesi için tarihten gelen bilgiler ile, var olan dünyanın gerçeklikleri bir araya getirilerek orta ve yüksek öğretim derslerinde  geleceğin vatandaşlarına anlatılmalıdır . Böylece genel kültürü yüksek düzeyde yetiştirilecek Türk gençlerinden  geleceğin yöneticileri ve önderlerinin çıkması mümkün olacaktır .Milli devletin devamını sağlayacak ve uluslaşma sürecini tamamlayacak  her türlü eğitimin sistemli bir biçimde  Türk gençlerine anlatılabilmesi için,  Milli Eğitim Bakanlığının yenilenen eğitim programlarını hazırlayarak bir an önce uygulamaya başlaması gerekmektedir .Türk milletinin geleceği  ikinci uluslaşma programı ile tamamlanacak  yeni bir eğitim reformundan geçmektedir .

                Ulus devletlerde bir devlet merkezi olarak başkent konumunda  şehir bulunur .O kentteki devlet yapılanmasının da  gene başkentte yer alacak bir biçimde milli merkezi bulunur . Milli merkezi bulunmayan ülkelerde her kamu kurumundan farklı seslerin çıkması ile birlikte tam bir kafa karışıklığı ortamı ortaya çıkmaktadır .Demokrasi adına her düşüncenin özgürce örgütlendiği ülkelerde , farklı yöndeki partiler halk çoğunluğunun oy desteği ile iktidara gelebilir .Milliyetçiliğe karşı çıkan liberal , demokrat ,şeriatçı ya da komünist  gibi ideolojik partiler iktidara gelebilirler ya da koalisyonlara katılarak devlet yönetiminde söz sahibi olabilirler . Bu gibi partilerin ya da iktidarların kendi çizgilerinde geliştirdikleri politikalar, zaman içerisinde devletin milli kimliğini olduğu kadar  toplumların ulusal yapılarını da bozabilir . Ulus devletlerin böylesine karşıt ideolojik partilerin yönetimi altına girdiği aşamalarda büyük siyasal bunalım dönemleri ile karşılaşılmaktadır . İdeolojik partiler devleti kendi çizgilerini çekmeye çalışırken , devletin ulusal yapıdaki kurumlarının kendi alanları  ile ilgili olarak devreye girdikleri aşamalarda ,gene siyasal sürtüşme dönemlerine düşülmekte ve bu gibi durumlarda ulusal yapılar sarsıntı geçirdiği gibi, devletler de ya yönetilemez durumlara düşmekte ya da çökme aşamasına gelerek gelecekte yok olma gibi  olumsuz bir gelişme ile karşı karşıya gelinmektedir . Her milli  devleti  bu gibi durumlardan kurtaracak bir doğrultuda  yeni  uluslaşma programlarına yeniden kaçınılmaz bir biçimde ileri ülkelerde gereksinme duyulmaktadır .

                Milli devletlerin  milliyetçilik karşıtı siyasal iktidarların iş başına gelmeleri ya da emperyalist güçlerin baskıları altına sürüklenmeleri gibi  kendilerini yok edebilecek  tahditlere karşı devleti ve toplumu ulusal çizgide ayakta tutacak  milli durum merkezlerine son yıllarda gerek duyulmaktadır . Önceleri her devletin kendi istihbarat örgütleri aracılığı ile tehditlere karşı  mücadele ettiği  dönem artık geride kalmıştır . İstihbarat örgütlerinin getirdiği bilgilerin ele alınarak değerlendirildiği  ve bu gibi durumlarda aciliyet sıralarının belirlendiği , düşünce kuruluşları ya da batılı dillerdeki adıyla” thinktank”ların devlet güvencesi  altında kurularak etkin bir biçimde çalıştırılmaları gerekmektedir . Ulus devletlerin ve ulusal toplumların ayakta kalabilmeleri ve yollarına devam edebilmeleri açısından , ülkeyi yükseltecek bir çizgide milli durum merkezi oluşumunun etkin bir biçimde kurulması gereklidir . Her kafadan çıkacak sese yanıt verecek ,her türlü ideoloji ya da emperyal saldırıya karşı  milli duruşu güvence altına alacak ,siyasal gelişmeleri  milliyetçilik açısından değerlendirecek  bir milli durum merkezinin fazla gecikmeden kurulmasıyla, devletlerin küresel şirketlerin saldırılarına karşı kendilerini korumalarını sağlayacak bir siyasal denge düzeni  merkezde oluşturulabilecektir. Devletlerin başkentlerdeki  örgütsel varlığının sistemli bir biçimde korunabilmesi için ülkede var olan ulusal insiyatifi ve refleksi temsil ederek , gerektiğinde devreye girebilecek biçimde bir milli durum merkezinin kurulması zorunlu görülmektedir . Ulusal yapıyı  ancak milli durum merkezi koruyacaktır .


***

Tamam mı Sayın Başbakan ?


Serkan Kapancı Yazdı;

"Yılmaz ARSLAN" 
<y.arslan57@gmail.com>: 
Jun 04 04:12AM +0300

 - Tamam mı Sayın Başbakan ?

" Bunlara Kalsa 16 yılda AKP nin yaptığı dev eserleri balyozla yıkacaklar " demiş
  Kim ?

Türkiye Cumhuriyetinin Sayın Son Başbakan'ı. (Tekrar Parlementer sisteme dönmeden evvelki son) Devletin, Milletin olan Kamu Mallarını ortak değerlerimiz dir.
Onlara zarar vermek hiçbir Türk'ün aklının ucundan geçmez. Aksine keşke devlet mallarını daha çok sahiplenebilmemize katkı sağlayacak kamu spotları yapılsa.

***

Bakın Sayın Başbakan, kimse size bu ülkeye eserler kazandırmadınız demiyor. 16 yıl mührün sahibi olup ta, ardında hizmetleri bulunmayan bir iktidar eşyanın 
tabiatına aykırıdır zaten.

Sorun Ne yaptığınızda değil. Nasıl yaptığınızda...

2003'ten Bugüne :

Telekom, Petkim, Tüpraş, Tekel, Seka, Limanlar, Çimento Fabrikaları, Maden İşletmeleri, Emekli Sandığı Otelleri, Elektrik Dağıtım Şirketleri, Termik Santraller en son olarak ta Şeker Fabrikaları gibi Cumhuriyetimizin ürettiği nice katmadeğeri sattınız.

130 milyar usd olarak devraldığınız dış borcumuzu 450 milyar usd seviyelerine çıkardınız.

Yani bırakın üretmeyi, hem var olanı sattınız, hem de borcumuzu katladınız.
Eskiden devletimiz köprüsünü, tünelini kendi yapıyorken şimdi "Geçiş Garantili" projelerle, bu işlerin normal maliyetin iki katından fazlasının cebimizden çıkmasına sebep oluyorsunuz.

Hastane yapıyorsunuz "hasta garantili". Hadi hastalanmadık ne olacak ?
Evet ihracat rakamlarımızı yükselttiniz. Ama toplamın %3 ü seviyesinde olan Yüksek Teknoloji Gerektiren Ürün ihracatımızı bir türlü yükseltemediniz ve bizi montaja, tekstile, Allah'ın bize lütfu olan madenlerimize ve tarım ürünlerine sıkıştırıp bıraktınız.

16 yılda kaç tane dünya çapında Türk Markası yarattınız ?
Dur bi düşüneyiiiim, sıfır.

Yerli Uçak Göklerde dediniz göremedik, yerli otomobil yollarda olacak dediniz binemedik.

Devlet Kurumları büyük bir kira yükünün altında, Ankara'da bir yer yapalım, Bakanlıkları kiradan kurtaralım dediniz, sonradan fikir değiştirip orayı Saraya çevirdiniz, aynı kiraları ödemeye devam ettiniz.

Devlette israf var, makam arabalarını azaltacağız dediniz. Hem artırdınız, hem lüksleştirdiniz. Kendinizi savunmak için de "Ne var canım çerez parası" dediniz.

16 yıldır bu ülkeyi babasından kalan itibarla borç bulabilen, miras kalan malı mülkü satan, kendinin olmayan parasıyla varlık içinde yaşayan ama yarınını düşünmeyen bir mirasyedi gibi yönettiniz. 

Ve Denizi Bitirdiniz.

Bu ülkenin "üretime" dayalı bir ekonomiye, bilime dayalı bir eğitim sistemine, şiddetli bir tasarrufa, markalaşmaya, yerli yüksek teknoloji ürünlerine, vatandaşının kayıtsız şartsız güveneceği adalet kurumlarına kısacası çok çalışmaya, çok üretmeye, acilen normalleşmeye ihtiyacı var.
TAMAM mı ?
İsrail Suriye'ye saldırdığında sevinen, Filistin'e saldırdığında siyaseten üzülen kişiye " Siyasal İslamcı" denir.


https://www.habererk.com/tamam-mi-sayin-basbakan-makale,5614.html


**************


Şahidim; İnce’nin İcazet Yalanı.,


Hüseyin GÜLERCE
hgulerce@stargazete.com
05 Haziran 2018 Salı


Hüseyin GÜLERCE 

Muharrem İnce, adaylık kampanyasını yalanlar zinciri ile sürdürüyor. En büyük yalanı da Balıkesir’de dillendirdi, Erdoğan’a şöyle seslendi: 
“Sana bir soru; sen 2001’de partiyi kurarken icazet almak için Pensilvanya’ya gittin mi gitmedin mi? Cumhurbaşkanı seçildiğinde icazet almak için gittiğini 
günü saati ile birlikte açıklayacağım.” 

Cumhurbaşkanı Erdoğan “açıklamazsan namertsin” deyince devam etti: 

“İspatlamazsam namerdim. Kiminle gittiğini biliyorum. Bana bunu söyleyen kişi seninle birlikte giden kişi. Beraber gittiniz. Şimdi aranız bozuk.” 

Karşımızda gayet rahat yalan söyleyen değişik bir karakter var. “Seni arayan Amerikalı kim?” diyorsun, söylemiyor. Canlı yayında, “Büyükelçiler bana ‘Erdoğan’ı  yargılayacak mısınız?’ diye sordular” diyor, ertesi gün tweet atıyor; ben öyle bir şey demedim” diyor. 

İnce’nin, AK Parti kurulurken Erdoğan’ın Gülen’den icazet almak için Pensilvanya’ya gittiği iddiası kuyruklu bir yalandır. 

Ben şahidim; Erdoğan ile Gülen arasında öyle icazet almayı icap ettiren bir hukuk, yakınlık hiç olmadı. Çünkü Erdoğan en baştan itibaren, özellikle de 
İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminden itibaren, Gülen’in kendisine olan hasmane tavrını biliyordu. 
1994’teki belediye seçiminde Gülen’in, O dönemin İstanbul İmamı Ahmet Kara’yı görevlendirerek, Erdoğan’ın seçilmemesi için bütün adamlarını seferber 
ettiğini biliyorum. 

Gülen’in bu düşmanlığının, Erdoğan elbette farkındaydı ve bunu hiç unutmadı. 

Gülen’in Erdoğan’ı sevmesi, desteklemesi mümkün değildi. Çünkü kendisini “seçilmiş kurtarıcı”, “Beklenen Salih Zat” olarak görüyor ve yolundaki en büyük 
engelin Erdoğan olduğuna inanıyordu. Bu yüzden Erdoğan’a karşı büyük hazımsızlığı vardı. 

3 Kasım 2002 seçimlerinden bir-iki ay önceydi. Pensilvanya’da bana seçim havasının nasıl olduğunu sordu. Ben, AK Parti’nin tek başına iktidara geleceğini söyledim.  Bozuldu, yüzü gerildi ve elini dizine vurarak; “Yanılıyorsun, yüzde 60 oy alsalar bile iktidarı ona vermezler” dedi... 

Erdoğan’a da, Melih Gökçek’e de takıntısı vardı. Bir defasında “Erdoğan, Gökçek, ikisi de Türkiye’nin cins kafaları” dedi. 

Erdoğan, Gülen’in kendisine olan kin ve nefretini daha sonraları açıkça gördü. Gülen Pensilvanya’da hastaneye kaldırılmıştı. Geçmiş olsun telefonunda Gülen, 
Erdoğan’a çok övücü sözler söylemişti. Ama Erdoğan daha sonra şunu öğrendi. Gülen telefonu kapatır kapatmaz yanındakilere Erdoğan’ın aleyhinde ağır sözler 
söylemişti... (Bunun şahitlerini bana ilk elden söyleyen oldu) 

Gördük ki; 7 Şubat 2012 MİT krizi, Gezi olayları, 17/25 Aralık isyanı, MİT tırlarının durdurulması ihanetlerindeki hamlelerin hepsi Erdoğan düşmanlığının sonucuydu. 

Ancak bunlardan çok önce, 2009 yılından itibaren elebaşı Gülen, bütün FETÖ tabanına Erdoğan kin ve nefreti aşılamaya başladı. 

Erdoğan’ı ve yakın çevresini, başta MİT Müsteşarı Hakan Fidan olmak üzere İran ajanlığı ile suçlama hususunda geniş bir algı operasyonu yürütüldü. 

Tabandakilere en çok söylenen de şuydu: 

“ Hocaefendi Seçilmiş kurtarıcı. Peygamberimiz Medine-i Münevvere’de kendisine, ‘ Biz bu işi Türkiye’de Fetullah’a verdik ’ dedi. 
Herkes Hocaefendi’ye danışıyor, onu dinliyor. Obama bile Amerika’da kendisiyle istişare ediyor. Erdoğan kim oluyor ki Hocafendi’ye danışmadan, 
onunla istişare etmeden kendi kafasına göre Türkiye’yi yönetmeye kalkıyor?” 

Muharrem İnce’nin iddiası, İşte bu gerçekler ışığında kuyruklu bir yalandır. 

Erdoğan nezdinde Gülen, Hiçbir zaman fikri sorulacak, İcazet alınacak biri olmadı.

http://www.star.com.tr/yazar/sahidim-3b-incenin-icazet-yalani-yazi-1350405/#


***

27 Şubat 2016 Cumartesi

28 ŞUBAT TÜRK SİYASETİNİN ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 12



28 ŞUBAT  TÜRK SİYASETİNİN  ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 12



28 Şubat'ta Nesim Malki cinayetinin azmettiricisi, Zeytin Kralı Erol Evcil'i, Kavacık'taki Hizbullah hücre evinde ele geçen sorgu kasetleri yaktı. Yüzlerce trilyon liralık borcu yüzünden Nesim Malki'yi öldürdüğünü poliste itiraf eden, ancak savcılıkta reddeden Evcil, bu kasetlerde tetikçiler Şükrü Elverdi, Burhanettin Türkeş ve Oğuz Işıklı'yı azmettirdiğini anlatıyordu.

2 Mart'ta Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun İran'da eğitim görmüş olduğu belirlendi. İran'da yapılan "Şafak 10 Harekatı"nda çekilen fotoğrafları bulundu. Ama bu onun İran'da eğitim alıp İsrail'e hizmet etmesini engellemedi.

3 Mart'ta gizli görüşme tutanaklarında İran Gizli Örgütü'nün " Pirinçlik Amerikan üssüne eylem yapabilir misiniz? " diye sorduğu, Hizbullahçılar'ın "Kapısında bomba yüklü araba patlatırız," dediği belirlendi. Ayrıca İran'a Türk askerî birlikleri hakkında bilgi verdikleri de tesbit edildi. Tabii Amerikalılar'a yönelik hiç bir saldırıda bulunmadılar.

Yine 3 Mart'ta Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, Hırvat General Tihomir Blaskiç'i 45 yıl hapis cezasına çarptırdı.

4 Mart'ta Yargıtay Genel Kurulu " Kürtçe " isimlere izin verdi. Davacı baba Nezir Durak'ın çocuğuna "müjde, konuk" anlamına gelen " Mızgın " adını koyabileceği açıklandı.

5 Mart'ta İsrail kabinesi, Lübnan'ın güneyindeki birliklerini çekmeyi oybirliğiyle kabul eti.

6 Mart'ta savunma yapmaya hazırlanan Haluk Kırcı'ya hâkim, " Seninle ilgili sadece çete suçlaması var," dedi.

7 Mart'ta Belçika Dışişleri Bakanlığı Fehriye Erdal'ın iadesi için olumlu görüş bildirdi. Ama kaatil iade edilmedil.

8 Mart'ta 30 yılı aşkın bir süreden sonra Necmettin Erbakan'a karşı bayrak açılarak Fazilet Partisi'nde ilk defa başka adaylar çıkarıldı. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül aday oldu.

9 Mart'ta Abdullah Öcalan'ın Suriye'deki bankada 5 trilyon 800 milyar lira parası olduğu ortaya çıktı. Kardeşi Osman Öcalan'ın ise 1 trilyon 740 milyar lirası tesbit edildi. Diğer PKK yöneticilerinin de Avrupa'da hem parası, hem 3-4 evi olduğu saptandı.

Aynı gün Güney Kore'de saatlerce bilgisayarın önünden kalkmayan 37 yaşındaki Kim Kwang-Su, aşırı yorgunluk ve stresten öldü. Bilgisayar ve internet bağımlıları, aman dikkat!..

10 Mart'ta Necmettin Erbakan demeçlerinden dolayı "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçundan 1 yıl ağır hapis cezası aldı.

Aynı gün Sri Lanka'nın başkenti Colombo'daki ticaret merkezinde meydanagelen patlamada 15 kişi öldü, 46 kişi yaralandı.

11 Mart'ta Ankara Hilton Oteli'nde Lokman Çetin'in adamları, 500 milyar lira haraç istedikleri Çetin Aydın yerine yanındaki Ali Tibuk'u vurup öldürdüler. Tibuk ölmeden önce tetikçi Seyithan Nergiz'i ağır yaraladı. Olayda Çetin Aydın ve Nihat Özbir de yaralandı. Otelde Teksasvarî bir gün yaşandı.

Yine 11 Mart'ta Rusya'da vergi kaçahçılığını önlemek için her vatandaşa vergi numarası uygulamasını Ortodoks Kilisesi, " Tanrı karşıtı bir davranış " olarak ilan etti. Doğru veya yanlış müdahale!.. Önemli değil!.. Önemli olan 70 yıl ateist, yani dinsiz ve tanrısız yaşamış Rusya'da din müessesesi hükûmetin aydığı kararları "dine uygun veya değil" diye değerlendirebiliyor!:. Ve bu antilâik falan sayılmıyor! Devlet kalkıp papazlara ceza falan vermiyor!.

12 Mart'ta Papa II John Paul, Kilise'nin geçmişte Yahudilere, muhaliflere, kadınlara ve yerlilere karşı işlediği günahlardan ötürü af diledi. Diledi de, zalim hıristiyanların ve katolik papazların işlediği zulümler öyle af dilemeyle falan kapatılacak gibi değil!.. O zulmettikleri ülke halklarına, Afrikalılar'a, Kuzey ve Güney Amerika yerlilerine, Pasifik ve Atlantik ada sâkinlerine yüklü tazminat ödemesi gerekir. Papalık zaten zengin bir işletmedir. Bankaları, şirketleri, hatta bir ara genelevleri bile vardı. Servetinden ödesin!

14 Mart'ta Belçika Mahkemesi Özdemir Sabancı'nın kaatillerinden Fehriye Erdal'ın bir kere daha tahliyesine karar verdi. Ancak Bruges Savcısı itiraz ederek Erdal ve iki arkadaşının tutukluluk halinin devamını sağladı.

Yine 14 Mart'ta Greenpeace, yıllardır çevre kirliliği konusunda mücadele ettiği uluslararası kuruluşlardan Shell petrol şirketine ortak oldu... Hep söylenir de, kimse inanmaz. Bu tarz "sivil toplum kuruluşuları"nı sömürgeci zengin şirketler kurar. Meselâ, bizde de " Sahillerde Naylon Torba Toplama " kampanyası başlatılır. Arkasında Koç, Sabancı gibileri vardır. Ama hiç biri o sahillere, denizlere, ırmaklara, göllere kimyasal atıklarını bırakan fabrikalar için bir kampanya başlatmaz!

17 Mart'ta Uganda'da " Tanrı'nın On Emri " tarikatının 530 üyesi, bir kilisede kendilerini yakarak toplu intihar etti. Daha sonraki haftalarda kilisede bulunan ceset sayısı 900'e ulaştı.

19 Mart'ta liselerde başlatılan " Cinsel Eğitim "in üniversitelerde de sürmesine karar verildi. Uludağ Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve İzmir 
9 Eylül Üniversitesi'nde başlatılan "Seks ve Bilim" dersinde cinsellikle ilgili bütün bilgiler tüm detaylarıyla verildi... Verilsin, verilsin de, bir husus unutulmasın... Türkiye nüfusunun yarısı ancak ilkokul tahsiline sahip!.. Üniversitede verdiği eğitim halka yaramaz!.. İlkokul 4'ten itibaren başlamak lâzım!.. Yani doğru olan bir işi bile tam yapamıyoruz!

20 Mart'ta Denizli'nin Baklan ilçesinde bir vahşet yaşandı. Belediyenin düzenlediği "köpek döğüşü"nde stadyumda 250 çoban köpeği birbiriyile kapıştırıldı. Valilik soruşturma açtı... Hem İslamiyet'ten, hayvan haklarından bahsederiz, hem de ne müftüler, imamlar, ne de "hayvanseverler" bu tarz döğüşler hakkında tek laf etmezler!.. Köpek döğüşü bize Batı'dan bulaşmış bir hastalık olsa da, yerli horoz döğüşleri vardır. Günahtır, ayıptır. Hani fazla bir hırpalama olmayan boğa güreşi, deve güreşi neyse de, ölümcül dögüşlerin yasak ve günah olduğu vaazlarda vurgulanmalıdır.

21 Mart'ta Yeraltı dünyasının iki ismi Alaattin Çakıcı ile Nuriş yine söz düellosu ile kapıştı. Nuriş, Çakıcı için " Âdam mı, Madam mı ?" dedi. Aynı gün İstanbul Cumhuriyet Savcılığı bar ve pavyonlarda "garsonun ceketini yakma" modasının suç olduğunu, bundan böyle yakanların 15 gün hapis ile cezalandırılacağını duyurdu... Bu tarz züppelik ve zıpırlıklar yine bize Batı'dan bulaşmıştır. Parayla sigara yakma, tabak kırma, çeket yakma, peçete savurma, hatta denize indirilen gemide şampanya şişesi kırma, şampanyayı püskürtüp insanları ıslatma gibi hiç bir anlamı ve yararı olmayan, ziyankârlıktan öteye gitmeyen alışkanlıklardan ve taklitten vazgeçmek gerekir.

Yine 21 Mart 2000'de Nevruz kutlamaları sâkin geçti. Eski Özel Haraketçılar'dan Ayhan Çarkın bir mafya operasyonu sırasında gözaltına alındı.

24 Mart'ta Genelkurmay, Talat Aydemir'in idamıyla sonuçlanan 1963 darbe teşebbüsüne katılan 1469 Harbokulu öğrencisinin haklanını iade etti.

25 Mart'ta Dönme Orgeneral Çevik Bir'in 1. Ordu Komutanlığı döneminde askerî birliklere asılmış olan " Orduya sadakat şerefimizdir " levhaları kaldırıldı.

26 Mart'ta Çakıcı ile Nuriş arasındaki çekişme sokağa sıçradı. Çıkacı'nın adamları Karagümrük Lokali'ne kurşun yağdırdı. Ancak Nuriş'in ağabeyi Nejat Ergin'in başkanlığını yaptığı Özkaragümrüklüler derneği yerine, yanlışlıkla Fatih Karagümrük Spor Lokali'ni bastılar. Yok yere 16 kişi yaralandı.

27 Mart'ta Vladimir Putin, yüzde 52 oranında oy toplayarak, Rusya devlet başkanlığı seçimlerini kazandı.

28 Mart'ta Erol Evcil polisteki ifadesinde "DYP-SHP koalisyonu sırasında THY'ın uçak ihalesini kazanmak için Euro Special firmasının Ulaştırma Bakanı Topçu'ya, Devlet Bakanı Çağlar'a ve THY Yönetim Kurulu Başkanı Yardelen'e 55 milyon dolar komisyon verdiğini" iddia etti... Bizce doğrudur. Böyle ihalelerden komisyon almayan Bakan, Genel Müdür, Belediye Başkanı falan yok gibidir.

Aynı gün Susurluk davası sanıklarından Özel Tim eski Müdürü İbrahim Şahin yine trafik kazası geçirdi, ağır yaralanarak yoğun bakıma alındı.

30 Mart'ta Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Yumurta ve Yumurta Ürünleri Tebliği'ni yayınladı, " Tavuklar, Artık Avrupa standardında Yumurtlayacak " dendi. Acaba tavuklar söz dinledi mi, bilinmez!

1 Nisan'da Diyarbakır jandarma timleri merkeze bağlı Tezgeçen köyünde "Hizbullah Kasabı" olarak bilinen Tahsin Kara'yı yakaladı.

2 Nisan'da İnternet'te görüşlerini açıklayan eski MİT Kontrterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, 7 kurşun yiyen Akın Birdal suikasti için çete kurmaktan 19 yıl hapse çarptırılan Mehmet Cemal Kulaksızoğlu'nun MİT elemanı olduğunu yazdı. Eymür Alaattin Çakıcı'nın MİT'e çalıştığını da yazmıştı.

3 Nisan'da Erol Evcil Türk Ticaret Bankası davasından yırttı.

4 Nisan'da iki F-16 uçağı Sivas yakınlarında çarpışarak düştü... F-16 kazaları sık olur. Amerikalılar bize sattıkları uçakların bilgisayarları ile oynarlar. Düşman Yunan uçaklarını dost, dost ülke uçaklarını düşman gösterirler. İstedikleri zaman uçakları düşürebilecek çipler koymaları mümkündür.

5 Nisan'da Mason Demirel'e yeniden Cumhurbaşkanlığı yolunu açacak Anayasa değişikliği maddesi TBMM'nde 303 oyla reddedildi. Böylece Demirel'den nihayet kurtulmuş olduk.

8 Nisan'da FP'nde yapılan bir ankette Abdullah Gül, Recai Kutan'ı büyük çoğunlukla geride bıraktı. Ancak Necmettin Erbakan Kutan'dan vazgeçmedi.

12 Nisan'da Uzan Grubu''na ait Çukurova Elektrik AŞ ile Kepez AŞ'nin defterlerine el konuldu. Sermaye Piyasası Kurulu hesapları incelemeye başladı.

14 Nisan'da Genelkurmay Başkanlığı "cumhurbaşkanlığı için değerlendirmemiz vardır. Bunu ilgili zeminlerde dile getiriyoruz," açıklamasını yaptı.

16 Nisan'da UEFA'nın Türkiye aleyhine aldığı haksız karardan sonra bir de İngiliz polisinin güvence vermemesi üzerine UEFA Kupası yarıfinal maçına Türk seyirci alınmayacağı açıklandı. Büyük infial uyandırdı.

17 Nisan'da İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın Bodrum'da bile gece 24:00'den sonra müziğin kapatılacağını açıklaması turizmcileri kızdırdı, ama vatandaşı memnun etti... Birileri para kazanacak diye halkın "müzik" adı altında bangır bangır yayınlanan gürültüye tahammül etme durumunda kalması, elbette ki doğru değildi.

19 Nisan'da Yunanistan'ın Commercial Bank of Greece Ticarî sermaye Grubu, Işıklar Ambalaj Sanayii AŞ'ye ortak oldu... Bilinmesi gereken bir husus şudur ki, bu tarz ortaklık, veya şirket satınalma hernekadar "yabancı yatırım" diye adlandırılıyorsa da, yatırım değildir, mülkiyetin el değiştirmesidir. Yani Türkiye malını mülkünü, toprağını sahilini, hatta suyunu yabancıya satmakta, aslında bir mirasyedi gibi fakirleşmektedir.

22 Nisan'da Başbakan Bülent Ecevit Cumhurbaşkanı adayı olarak dönme İsmail Cem ile yine dönme Mehmet Haberal'ı önerdi. Devlet Bahçeli de Sabahattin Çakmakoğlu ile Prof. Dr. Kâmil Turan'ı önerdi. Koalisyon ortağı Mesut Yılmaz sessiz kaldı.

23 Nisan'da Türkiye'nin en büyük özelleştirme kurbanı Petrol Ofis Anonim Ortaklığı'nın % 51 Devlet hissesinin, İş Bankası-Doğan Şirketler Grubu ortaklığına satılması kararı resmî Gazete'de yayınlandı.

24 Nisan'da koalisyon ortakları Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinde anlaştıklarını açıkladılar.

26 Nisan'da TBMM Başkanlığı 13 kişinin Cumhurbaşkanı adaylığını kabul etti. FP'li Vecdi Gönül hemen adaylıktan çekildi.

27 Nisan'da Sezer 281 oy alarak rakiplerine fark attı. Nevzat Yalçıntaş 51, Sadi Somuncuoğlu 58, Yıldırım Akbulut ise 56 oy alabildi.

28 ŞUBAT SONRASI TÜRKİYEDE NELER OLDU ? - 1 - video

https://www.youtube.com/watch?v=bdO06X2EvaU

28 ŞUBAT SONRASI TÜRKİYEDE NELER OLDU ? - 2 - video

https://www.youtube.com/watch?v=rwEVlYergQY


http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata38b.html


.....



28 ŞUBAT SÜRECİ - YILMAZ-ECEVİT SAFHASI / 2

Bir kere daha tekrarlıyalım: 28 Şubat 1997 Muhtırası ile başlayan dönem, TÜRK MİLLETİ'ne, TÜRK DEVLETİ'ne, TÜRK ORDUSU'na, ATATÜRK'e ve MÜSLÜMANLAR'a ihanet dönemidir!

Yine şunu kesinlikle ifade etmek isteriz ki, 28 Şubat darbesi asla TÜRK ORDUSU'nun giriştiği bir hareket değildir. TÜRK ORDUSU içine sızmış, ta tepelere yükselmiş olan mason, Yahudi dönmesi, Ermeni ve Rum kökenli hain kişilerin işidir. Başını mason-dönme Orgeneral ÇEVİK BİR'in çektiği, bilhassa Deniz Kuvvetleri'nden monşer tipli mason-dönme amirallerin desteklediği 28 ŞUBAT darbesi, SİLAHLI KUVVETLER içindeki gerçek ATATÜRKÇÜ ve MİLLİYETÇİ TÜRK subayların kendini "BATI ÇALIŞMA GRUBU" diye adlandıran İSRAİL yanlısı ekip tarafından ayıklanması, MİLLÎ SİYASET'e yönelmiş olan DEVLET'in tekrar A.B.D., İSRAİL ve A.B. güdümüne sokulması, TÜRK ORDUSU'nun PEYGAMBER OCAĞI niteliğinden çıkarılması, TÜRK MİLLETİ'nin İSLÂM'dan uzaklaşması için yapılmıştır!

28 Şubat "postmodern" darbesi sözümona irticaya karşı yapılmış, ancak Necmettin Erbakan'dan daha çok dini istismar eden Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidara gelmesini sağlamıştır. Recep Tayyip Erdoğan da müslüman görüntüsü altında Hıristiyan Batı'ya, AB ve ABD'ye uşaklık eden, Kıbrıs'tan ve Güneydoğu Anadolu'dan, Türklük'ten. hatta İslam'dan vazgeçen, "darbecileri temizliyorum" derken TÜRK ORDUSU'nu zaafa uğratan bir politikayla Türkiye'yi uçuruma sürüklemiştir... Hepsini bir bir, kronolojik olarak anlatacağız.

Bir kere daha söyleyelim ki, 28 Şubat darbesini TÜRK ORDUSU'na ve TÜRK SUBAYLAR'a mâletmek, son derece büyük bir hatadır ve bizi tam da 28 Şubatçılar'ın istediği noktaya götürür, ORDUMUZ, ASKERİMİZ kötülenmiş olur!

Kaldığımız yerden 28 Şubat sürecinde cereyan eden olaylar ve Ecevit-Yılmaz dönemindeki yolsuzluklar, yurt ve dünya olayları ile kronolojimize devam ediyoruz.

28 Nisan 2000 tarihinde MGK'dan çıkan 109 maddelik gizli kararda, akıl almaz tedbirler sıralanıyordu. İlköğretim öğrencilerinin hangi dershanelere gittiğinin Milli Eğitim müdürlükleri eliyle tespit edilmesinden, dinin muamelatla ilgili kurallarının değiştirilmesine kadar şok tedbirler yer alıyordu.

Zaman gazetesi 28 Şubat sürecine ilişkin çok çarpıcı iddiaların yer aldığı habere şöyle yer vermişti:

- " 'Bin yıl sürecek' denilen 28 Şubat darbesine ilişkin planların, Milli Güvenlik Kurulu'ndan geçirilen gizli kararlarla güncellendiği ortaya çıktı!"

- "Anasol-M hükümetinin iktidarda bulunduğu 28 Nisan 2000 tarihli MGK toplantısında, 'İrticai faaliyetlere karşı yürütülecek mücadele stratejisi' başlığıyla 11 sayfalık tedbirler listesi hazırlanmış... 'Gizli' ibareli yazıda, tüm kamu kurum ve kuruluşlarına gönderilen emir ve tavsiyeler sıralanıyor. 109 maddelik listede, öğrencilerin hangi dershaneye gittiğinin tespit edilmesi, TSK'da olduğu gibi devlet kurumlarında irtica ile mücadele birimlerinin kurulması, özel finans kuruluşlarının önünün kesilmesi gibi hayatın her alanını ilgilendiren emirler var."

- "Gerçek Müslüman'ın nasıl olması gerektiğinin de tanımlandığı listede, dinî kurallara bile müdahale isteniyor. (İstenir. Çünkü isteyenler müslüman değil!) Şöyle ki:

- Toplumun aydınlatılmasında özellikle İslam dininin muamelata ilişkin kurallarının yaşanılan şartlara göre yeniden yorumlanabileceği ve çağdaş anlayışa göre yeniden düzenlenebileceğinin üzerinde durulması..."

- "Batı Çalışma Grubu'nun yerini alan Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu aracılığıyla bütün kurumlara gönderilen tedbirler listesinde 22 madde ile en çok Milli Eğitim Bakanlığı'na görev verilmiş. Adalet Bakanlığı'nın 5, İçişleri Bakanlığı'nın 8, Dışişleri Bakanlığı'nın 9, Maliye Bakanlığı'nın 9, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 7, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı'nın 6, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 19, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu'nun ise 17 ayrı görevi bulunuyor."

- "Basın ve diğer kuruluşlarla birlikte 109 emrin yer aldığı gizli kararda, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine de yoğunlaşılmış. Strateji belirlenirken önce 'gerçek Müslüman' tanımı yapılıyor. (Gayrımüslimler "müslüman" tanımı yapıyor) Şöyle ki:

-Gerçek Müslümanlar, İslam dinini, siyasî, hukukî ve ekonomik değişmez bir düzen olarak değil; esasta bir inanç ve ahlâk sistemi olarak algılamakta ve bu dinin siyasî, ekonomik ve hukukî kurallarının yaşanılan şartlara göre yeniden düzenlenebileceği inancındadırlar."

- "Bu tanımdan sonra Diyanet'ten 'Özellikle İslam dininin muamelata ilişkin kurallarının yaşanılan şartlara göre yeniden yorumlanabileceği ve çağdaş anlayışa göre yeniden düzenlenebileceği üzerinde durulması' isteniyor. Hutbeler hazırlanırken, darbe döneminin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral dönme Güven Erkaya tarafından kurulan Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) yerini alan Başbakanlık Takip Kurulu ile koordine içinde olunması talep ediliyor."

- "Verilen görevler arasında en ilginç olanı ise TSK'nın itibarının korunması. Bu görev bizzat Diyanet İşleri reisine yükleniyor:

- İrticaî kesim tarafından TSK'ya karşı yürütülen faaliyetlerin etkisiz hale getirilmesinde en etkili olarak görev yapacak olan Diyanet İşleri Başkanlığı'dır. Bu görevin bizzat Diyanet İşleri Başkanı tarafından zamanında kamuoyunun yapılacak açıklamalar ile, ve merkezde hazırlanan cuma hutbeleri vasıtasıyla yapılması, bu konuya ilişkin cuma hutbelerinde kullanılacak temaların seçiminin ve uygulamasının Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu ile koordineli olarak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmesi."

- "İçişleri ve Adalet Bakanlığı'nın 13 maddelik görev listesi var. Adalet Bakanlığı'ndan 'Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu yerine Ceza Kanunu hükümlerinin uygulanması yönünde mevzuat düzenlemesinin yapılması' isteniyor. İrticaî yayınları engellemek için mülkî âmirlere de özel görev yükleyen planda, 'basın savcılıklarının' artırılması isteniyor. Aleyhte çıkan haberlerle ilgili hızlı bir araştırma yapıp sonuçlandıracak özel bir organizasyon kurulması da planlar arasında yer alıyor."

- "Dışişleri, Maliye, Yüksek Denetleme Kurulu ile ilgili bakanlık, Sermaye Piyasası Kurulu gibi yaptırım gücü olan bütün birimleri harekete geçiren planda Gümrük Müsteşarlığı da unutulmamış:

- Yurtdışından gelen irticaî yayınlar konusunda yurda giriş kapılarında kontrol yapılması, gümrük memurlarının bu yayınlar konusunda bilgilendirilmesi."

- "Milli Eğitim Bakanlığı'nın kabarık görev listesinde 'Öğretmenlerin yeniden hizmet içi eğitime tâbi tutulması ve hem genel, hem de dinî eğitim politikası konusunda yetiştirilmesi'nin önemine işaret ediliyor. Felsefe dersinde neler anlatılması gerektiği şöyle dile getiriliyor:

- Lise son sınıflarda zorunlu ders olan felsefe derslerinde insanların dine olan ihtiyaçlarının, dinin toplum üzerindeki etkisi ve parametrelerinin incelenmesi."

- "Çocukların daha ilkokul çağından itibaren fişlenmesi, 'İlköğretimden itibaren öğrencilerin hangi dershanelere devam ettiğinin okulları tarafından Milli Eğitim müdürlüklerine bildirilmesi' maddesiyle hayata geçiriliyor. 'Ordu göreve' pankartı ile yürüyen rektörlerin nasıl göreve geldiğini anlamak için ilgili planda YÖK'e verilen emir:

- Her türlü olumsuz şartlara rağmen Atatürkçü düşünce mücadele düşüncesinden vazgeçmeyecek ve irticaya taviz vermeyecek akademik personel arasından seçilecek."

Bu dönemde (1997-2010) Yunan işgâline mâruz kalmış izmir'de 9 Eylül Üniversitesi Rektörlüğü'ne Rum asıllı, Hıristiyan bir rektör, Emin Alıcı , Ermeni mezâlimi altında yakılıp yıkılmış Van'daki üniversiteye de Ermeni asıllı Yücel Aşkın getirilmişti!.. (1999) Bütün bunlar o dönemde Türkiye'yi yönetmekte olan Rum-Ermeni-Yahudi dönmeler ile Kürt bölücülerin nasıl azgınlaştığının inkâr edilemez göstergesidir. Sadece bu ikisi değil; üniversitelerimizin başına çöreklenmiş 22 Hıristiyan Rektör ve Dekan daha var!.. Hem de bunlar sadece bilinenler! Kimliği gizli daha nice dönme ve bölücü eğitimimizi yanlışa yönlendiriyor, bir bilseniz!

Hani o hıristiyan rektör dünyaca takdir edilen bir bilimi adamı olur da, bir üniversitede görev almasını anlarım... Ama sen Rum asıllı hıristiyan bir adamı al getir, Rumlar'ın denize döküldüğü 9 Eylül zaferinin adını taşıyan üniversitenin başına geçir!.. Bu, "Bakın, sizden nasıl intikam alıyoruz!" demek değil de, nedir?.. Aynı durum Van Üniversitesi için de geçerli!.. Tarihî eser kaçakçısı, "atalarını araştıran" Ermeni asıllı Yücel Aşkın'ın, Ermeni çetelerinin yakıp yıktığı Van'da ne işi var??? 28 Şubatçılar dönme olunca, onlar söz sahibi olunca, elbette diğer dönmeler ortalıkta cirit atar! (Ermeni dönmesi Yücel Aşkın kaçakçılık davasından, suçun üstüne yıkıldığı Üniversite Genel Sekreteri Enver Arpalı'nın intiharı ile beraat ederek kurtuldu. Halbuki esas suçlu kendisi idi.)

4 Mayıs'ta Başbakanlık, "Yabancı misyon temsilcilerinin özellikle alt kademe devlet memurlarıyla ilişki kurup bilgi sızdırdığı" duyumları üzerine alarma geçti. Tüm kamu kurumlarına bir genelge göndererek "dikkatli olun," talimatı verdi... Yıllar önce, 1970'de Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, "CIA altımı oymuş," demişti!.. Aslında yabancıların, bırakın misyon temsilcilerini, ajan memurlar ile Türk devlet dairelerine sızmaları, İsmet İnönü döneminde, 1947 yılından itibaren başlamıştı! O tarihten bu yana da hiç bir hükûmet onları ayıklamaya cesaret edememiştir.

5 Mayıs 2000'de eski Anayasa Mahkemesi Başkanı, Afyonlu Ahmet Necdet Sezer, üçüncü turda 330 oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

6 Mayıs'ta, 7 yıl önce 24 Ocak 1993'te Uğur Mumcu'yu otomobiline bomba koyarak öldüren 7 kişi, özel harekât timlerinin düzenlediği operasyonla yakalandı. Bu kişilerin sözde dinci bir örgüte mensup oldukları anlaşıldı.

7 Mayıs'ta "Tevhid-i İslam" örgütünün yöneticilerinden olan "iğneci" kod adlı Yusuf Karakuş, Uğur Mumcu cinayetini kendilerinin planladığını, bombayı bazı İranlılar'ın koyduğunu iddia etti. Kendilerinin de evin yakınlarındaki sitenin bekçisini oyaladıklarını söyledi. Cinayeti kendileri planladıysa, neden İranlılar'ın işlediğini ise açıklamadı.

9 Mayıs'ta Yusuf Karakuş'un Hizbullah örgütüne girmek için Hüseyin Velioğlu'na yazdığı mektupta Uğur Mumcu cinayetini teferrutaıyla anlattığı ortaya çıktı.

10 Mayıs'ta Uğur Mumcu cinayeti nde bombanın İran gizli örgütü Savak tarafından konulduğu, ancak koyanların 3 İranlı diplomat değil, istihbarat ajanı oldukları, Emniyet'te resimlerinden bu 7 sanık tarafından teşhis edildiği öne sürüldü.

11 Mayıs'ta Abdülhamit Çelik ve Yusuf Karakuş'a olay yerinde yaptırılan tatbikattaki bazı yanıltıcı işaretlere rağmen, DGM savcısı Hamza Keleş bombayı İranlılar'ıan koyduğuna ikna oldu.

12 Mayıs'ta gazetecilerin özel telefon görüşme bantlarını FP'nin emriyle yayınlatan eski İçişleri Bakanı Meral Akşener, 26 milyar lira tazminat ödemeye mahkûm oldu.

13 Mayıs'ta jandarmaya gelen bir ihbar sonucu Peçenek köyünde bir tarlada C-4 patlayıcısı, TNT kalıpları, 18 otomatik tüfek ve 39 el bombası bulundu. Ama o tarihte bir "Ergenekon" operasyonu başlatılmadı.

14 Mayıs 2000'de yapılan FP 1. Kongresi'nde gelenekçi ve yenilikçi kanatlar arasındaki çekişme su üstüne çıktı. Yenilikçi kanadın adayı Abdullah Gül 521, Recai Kutan 633 oy aldı. Parti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı başvuruyu, "Mahkeme'nin Müslümanlar'a çifte standart uyguladığı" gerekçesi ile sonraki bir aşamada geri çekti. Zaten bir müslümanın hıristiyan adaletine güvenmesi baştan yanlış idi. Erbakan'ın bundan sonraki dönemde oy kaybetmesinin sebeplerinden biri de bizce bu idi. Halk bu davranışı içine sindirememişti.

15 Mayıs'ta Ahmet Taner Kışlalı'nın otomobiline bomba koyduğunu itiraf eden Necdet Yüksel'in Sincan'da gösterdiği boş arazide ikinci bir cephanelik bulundu. Ele geçen patlayıcılarla Mumcu cinayeti gibi 100 suikast daha yapılabileceği açıklandı... Yine bir "Ergeneekon" operasyonu başlatılmadı. Niye?.. Çünkü zaten 28 Şubat sürecinde işler mason ve dönme generallerin istediği şekilde gidiyordu. Yeni bir darbeye ihtiyaç yoktu. Darbeye karşı çıkan da yoktu. Ecevit 12 Eylül 1980'de gösterdiği tepkiyi, 28 Şubat 1997'de göstermemişti.

17 Mayıs'ta Ankara Emniyet Müdürlüğü Doçent Dr. Bahriye Üçok ile Prof. Dr. Muammer Aksoy cinayetlerine karıştığı sanılan 4 kişiyi yakaladı. "Kudüs Komandoları" örgütüne mensup Necdet Yüksel ve Ferhat Özmen'in sorgularında Bahriye Üçok cinayeti nin delillerinin ortaya çıkarıldığı iddia edildi.

21 Mayıs'ta faili meçhul 17 cinayeti aynı kişilerin üstlenmesi, ve çelişkili ifadeler vermesi kafaları karıştırdı. Bu yüzden mahkemeler yıllarca sürdü.

22 Mayıs'ta YÖK, türban yasağına uymayan Fethullah Gülen'in Fatih Üniversitesi'ne bağlı Hemşirelik Yüksek Okulu'nu kapattı.

24 Mayıs'ta Hizbullah örgütünün kilit ismi Hacı İnan'ın Hizbullahçılar'a "İntikam dönemi başlamıştır. Şimdi kısasa kısas zamanı Sizi izleyen polis, asker görürseniz öldürün. Çatışmaya girin," talimatı yolladığı anlaşıldı.

Yine 24 Mayıs'ta İsrail, Güney Lübnan'da 22 yıldır sürdürdüğü işgale son verdi.

26 Mayıs'ta Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt, Özdemir Sabancı'nın kaatillerinden Fehriye Erdal'ın Türkiye'ye iade edilmeyeceğini açıkladı. Böylece gavura bel bağlamanın, ondan adalet ummanın ne kadar yanlış olduğu ortaya çıktı. Bu Avrupalılar Talat Paşa'nın Ermeni kaatilini de böyle serbest bırakmışlardı.

Yine 26 Mayıs'ta Ukrayna Havayolları'na ait bir uçak, Trabzon'un Maçka ilçesi yakınlarında düştü. İspanyol Barış Gücü askerlerini taşıyan uçakta 62 asker ile 13 kişilik mürettebat öldü.

27 Mayıs 2000 tarihinde Türkiye'nin en büyük hayalî ihracat yolsuzluğu ortaya çıkarıldı. Gaziantep'li iş adamı Yasın Altınbaş Ankara'da gözaltına alındı... Salça ve yağ fabrikaları, benzin istasyonları ile Ankara ve İstanbul'da çeşitli işyerleri bulunan Gaziantepli ünlü işadamı Yasin Altınbaş'ın bir anda büyümesi, ve bölgenin dev işadamlarından biri haline gelmesi dikkatleri çekmişti. Milli Güvenlik Kurulu, gümrük ve polis teşkilatlarına yapılan ihbarlar üzerine Altınbaş'ın geçmişi mercek altına alındı. Yapılan araştırmalar sonucu anlaşıldı ki Altınbaş Holding'e ait akaryakıttan motor yağına, şekerden muza kadar pek çok mal sınır kapılarından Türkiye'ye kaçak olarak giriyordu.

Organize Suçlar ve Kaçakçılık Dairesi Başkanı Emin Aslan'ın merkezden özel görevlendirildiği ekiplerle operasyon Gaziantep ve Kilis'teki yetkililere bile haber verilmeden tepeden yönetildi. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan "Yukarı bakın," dediği için de bu operasyona "Paraşüt" adı verildi. Altınbaş'ın Banka hesaplarına, muhasebe defterlerine ve bilgisayar kayıtlarına el kondu. Soruşturmayı Cumhuriyet Savcısı Talat Şalk yönetti. 6 bin sayfalık rapor hazırlandı. Gözaltına alınan 39 kişiden 10'u tutuklanarak cezaevine gönderildi. 81 gümrükçüye işten el çektirildi. Altınbaş Holding'e bağlı şirketlerin yol açtığı hazine zararı ise toplam 31 milyon 986 bin dolar olarak tesbit edildi.

Yasin Altınbaş'a, Gaziantep'in Nizip İlçesi'ne yaptırdığı okul nedeniyle dönemin Cumhurbaşkanı Mason Süleyman Demirel tarafından "eğitim alanındaki katkılarından dolayı" operasyondan bir yıl önce 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verilmişti.

29 Mayıs'ta işadamı-siyasetçi-bürokrat üçgeni işbirliği "Bermuda Şeytan Üçgeni" diye adlandırıldı. Bu üçgen ile gerçekleştirilen ithalat ve ihracat yolsuzluğu için DGM savcısı Talat Şalk "Altınbaş Holding'in son 6 yılda yaptığı gümrük kaçakçılığı, hayalî ihracat ve vurgunun mâlî portresi 500 trilyonu aşabilir," dedi.

Yolsuzluğa ismi karışanlar Altınbaş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yasin Altınbaş, Yönetim Kurulu Üyesi Abdullah Altınbaş, Servet Altınbaş, TCDD görevlisi Melahat Özyürek, Habur Gümrük Müdürü Mehmet Ünlü, muhasebeci Döndü Çelik, holding çalışanları Aydın Güneş Oğur Kılıç, Ayten Şenkaban, Hanifi Özdemir, Recep Kayar, Müslüm Canpolat, Ayvaz Canpolat, Remzi Horzum, Kemal Atay, Fatma Aldoğan, Öznur Fakı, Ahmet Doğan, holding yan kuruluşu olan Men-ar Muz şirketinin yetkilileri İbrahim Palabıyık, Semih Dönmez, Nadir Dönmez, Ahmet Dönmez idi.

Peki, sonuç ne oldu?.. Dava 9 yıl sonra bitti. Yasin Altınbaş beraat etti!.. Bir anda büyüyüp zenginleşen Altıntaş'ın servetinin nereden geldiği anlaşılamadı. 32 milyon dolar da buharlaşıp gitti.

1 Haziran'da Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin'in "hüfus kâğıdına din yazılmasın" görüşünü, 5 yıl önce kararlara geçirdiği anlaşıldı. Halbuki bu görüş Yunanistan'da kavga ve gösterilere neden oluyordu. Aynı gün İşsizlik Sigortası yürürlüğe girdi. Bu düzenlemeyle, zengini seven, fakiri ezen Özal'ın icat ettiği Zorunlu Tasarruf uygulaması sona erdi. Ama memur ve işçilerin birikmiş paraları iade edilmedi.

2 Haziran'da koalisyon ortağı MHP'nin oyları ile, SEKA arazisini Ford şirketine bedelsiz tahsis ettiği için Yüce Divan'a gönderilmesi istenen Mesut Yılmaz, edepsizleşerek, "Ortağınıza güvenmiyorsanız, hükûmette olmamalısınız," dedi. Bir tarihte Mason Süleyman Demirel de Cumhurbaşkanı iken aynı şirket için, "İsteseler Köşk'ün bahçesini dahi veririm," diyecek kadar ileri gitmişti. Sanki babasının malını dağıtıyordu!..

4 Haziran'da yasaklı Necmettin Erbakan, başında yeğeni Mehmet Sabri Erbakan'ın bulunduğu Millî Görüş Teşkilâtı'nın Köln'deki genel kurul toplantısında gövde gösterisi yaptı.

5 Haziran'da Konya'da Cumhuriyet tarihinin en büyük eski eser soygunu gerçekleşti. Yusufağa Kitaplığı'ndan 110 adet birbirinden kıymetli ve tek nüsha olan yazma eser ile, 62 adet elyazması kitabın işlemeli kapağının çalındığı tesbit edildi... Böyle bir hırsızlık 12 Eylül 1980'den sonra Güney illerimizden birindeki müzede farkedilmişti. İçerden olduğu belli olan o hırsızlıkta antik para, heykel ve eşyanın yerine sahtelerinin konulup asıllarının çalındığı anlaşılmış, ancak sık sık eleman değiştiği için çalanlar bulunamamıştı... Bu tip hırsızlığı önlemenin tek yolu, güvenilir personel yetiştirmek ve emekliliğine kadar onları aynı müzede, aynı sarayda, veya kütüphanede çalıştırmaktır. Elemanlar aynı kaldıkça kimse içten hırsızlık yapamaz! Değişti mi, kimin çaldığı tesbit edilemez!

6 Haziran'da ihtilal yapmış olan Şili eski diktatörü Augusto Pinochet'in dokunulmazlığı kaldırıldı. Augusto Pinochet'in 17 yıl süren iktidarı süresince binlerce devrimci, demokrat öldürülmüş ya da kaybolmuştu... Bundan ilham alan bazı aydınlar Kenan Evren'i yargılamaya heveslendi.

7 Haziran'da, Cumhurbaşkanı Necdet Sezer İran'da yapılacak Ekonomik İşbirliği Teşkilatı toplantısına katılıp katılmamakta tereddüt ettiği için, Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler toplantıda Cumhurbaşkanı'nı temsil edeceğini açıkladı... Bu tarz çarpık "lâiklik" anlayışı bizi hep sıkıntıya sokmuştur. İslam Ülkeleri Konferansı toplantılarında da, Türkiye kararlara hep, "kanunlarımız müsaade ettiği nisbette" tarzında çekinceler koymuş, müslüman ülkelerden hep uzak durmuştur. Necmettin Erbakan gibi yaklaşanları da başımızdaki dönme general ve işadamları devirmiştir.

Yine 7 Haziran'da Yunanistan'da hükümet Avrupa Birliği'ne girildikten sonra verilecek yeni kimliklerde din hanesini kaldırma kararı aldı. Bundan heveslenen bazı dönme ve gayrımüslim aydınlar "darısı bizim başımıza" demeye başladılar.

8 Haziran'da eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, Abdi İpekçi cinayetini tam anlamıyla aydınlatmak istediklerini, ancak dönemin Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ'un bunu engellediğini iddia etti.

9 Haziran'da temsil ettiği işçilerin parasını çarçur etmek ve yemekle şöhret yapmış olan Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral, İLO toplantısına katılmak için gittiği Cenevre'deki otel odasında 10.000 dolarını kaptırdı. Kime, nasıl kaptırdığı pek anlaşılamadı.

10 Haziran 2000'de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'ın ölüm haberi Ankara'ya ulaştı. Yerine oğlu Beşşar Esad geçti.

11 Haziran'da Amerikan Merkezî Haber Alma Teşkilatı CIA ve Federal Soruşturma Bürosu FBI tarafından, Türkiye'ye kaçan ve İran terör eylemleri sorumlusu olarak bilinen Ahmed Behbahani olduğu sanılan kişinin "sahte" olduğunu bildirildi.

12 Haziran'da MHP Mesut Yılmaz'ı ikinci defa, bu sefer de GSM ihalesi yüzünden Yüce Divan'a yollama yönünde oy kullandı.

13 Haziran'da İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio, 19 yıldır hapiste bulunan Papa suikastçisi Mehmet Ali Ağca'nın affını imzaladı. İtalya Adalet Bakanı da "Türkiye'ye iade" kararını imzaladı.

14 Haziran'da Türkiye iade edilen Mehmet Ali Ağca, Kartal Cezaevi'nde özel bir hücreye kondu. Kapısında 24 saat jandarma nöbet tutmaya başladı. Cezaevinin kartlı güvenlik sistemi değiştirilip "parmak izi" sistemi getirildi.

15 Haziran'da Başbakan Ecevit, Diyarbakır'da yaptığı konuşmada asker ve poliste olduğu gibi bürokratlar için de "Doğu Hizmeti" getirileceğini açıkladı. Ama getirildi mi, bilmem.

16 Haziran'da, nereden icabettiyse, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Ali Yılmaz, Vatikan'da Papa 2. Jean Paul ile görüştü. Papa, "Türkiye büyük bir devlet. Atatürk büyük bir lider," dedi. Hani Türkiye'ye gelen turistler "rakı, şişkebap güzel, erkekleriniz yakışıklı," deyip gururumuzu okşar ya, öylesine... 5 yıl kadar önce de Fethullah Gülen Hoca Papa'yı ziyaret edip elini öpmüştü. Yine Fethullah Gülen Fener Kilisesi Başpapazı Bartalemeos'u ziyaret Fener Kilisesi Başpapazı Bartalemeos'u ziyaret etmiş, onu Yunan temsilcisi gib görüp, "Siz Atina'da cami yapın, bizde Ruhban Okulu'nu açalım," gibi lâflar etmiş, adamın göbeğini okşamıştı.

17 Haziran'da Hafız Esad'ın kardeşi Rıfat Esad'ın Türkiye'ye yaptığı ziyaret esnasında, kendisinin iktiidara gelmesi için yardım istediği, ancak Türk Hükûmeti'nin olumsuz yanıt verdiği ortaya çıktı.

18 Haziran'da kamuoyunda "Süleymancılar" diye bilinen tarikatın önde gelen isimlerinden olan ve Adalet Partisi'nden 3 dönem Kütahya milletvekili seçilen Kemal Kaçar'ın cenaze törenine Mesut Yılmaz da katıldı. Törende büyük izdiham yaşandı.

21 Haziran'da bir çok cinayetle suçlanan "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım'ın ölmediği belirlendi.

22 Haziran'da Karagümrük Çetesi lideri Nuri Ergin ile Alaattin Çakıcı grubu gene kapıştı. Nuri Ergin'in kardeşi Zeynel Ergin otomobilde uğradığı saldırıda yaralanırken, sohbet ettiği köfteci Mustafa Kâmil Erdoğdu hayatını kaybetti. Bu saldırıya 5 saat sonra karşılık veren Nuri Ergin'in adamları, Yenikapı'daki Mercan Restoranı'nda Çakıcı'nın adamları Erkan Ulaş ve Murat Göksal'ı kurşun yağmuruna tuttu. İkisi yaralanırken, restoranın kâhyası Hacı Hasan Pençe öldü.

22 Haziran'da 1996'da İpsala Emniyet Müdürü iken Silivri'de bir otomobil kazası geçiren, ve aracındaki iki Moldovyalı kadından birinin ölümüne sebep olan Ayhan Çalıkuşu'nun 1 yıldır arandığı ve bir türlü bulunamadığı açıklandı.

26 Haziran'da 28 Şubat'ın elebaşlarından Başbakanlık başdanışmanlarından eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Güven Erkaya toprağa verildi.

28 Haziran'da Kafkas İstikrar Paktı'na Doğru Kars Kent Kurultayı'na işadamlarının gaylrıresmî daveti üzerine gelen 4 Ermenistan delegesi, İl Emniyet Müdürü tarafından "resmî davetli olmadıkları" gerekçesiyle sınırdışı edildi. Aslında Emniyet Müdürü doğru iş yaptı. Çünkü daha önce Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü, Turgut Özal'ın işgüzarlığı yüzünden, Karadeniz'e sınırları olmamasına rağmen Ermenistan ve Yunanistan'ı da topluluğa dahil etmesi ile, işlemez hale gelmişti. İki düşmanın katıldığı ortaklıktan hayır gelir mi?.. Bugün (2013) hâlâ bu iki ülke örgütten çıkarılmış değillerdir.

28 Haziran'da Mâlî Şube ve SPK müfettişleri Uzanlar'a ait Çukurova Elektrik şirketine baskın yaparak defterlerine elkoydu.

Yine 28 Haziran'da Amerika Birleşik devletleri, Küba'ya karşı 41 yıldır uyguladığı ambargoyu yumuşatma kararı aldı. ABD sadece ambargo uygulamakla kalmamış, Küba'nın ihraç ürünü olan şekerkamışı ve puro tütünü tarlalarını zehirli kimyasal maddelerle bombalayıp ekonomisini çökertmeye çalışmış, insanlarının sağlığını bozmuştu.

29 Haziran'da Endonezya'da, içinde 500 yolcusu bulunan bir feribot battı, kazada kurtulan olmadı.

30 Haziran'da Hizbullah'ın lider kadrosunun kullandığı, iki kişinin oturabileceği özel bölmesi ve havalandırması bulunan tankerden bozma "makam aracı" ele geçirildi. Ayrıca Hizbullah kuryelerinin kullandığı motosiklet ile, kaçırılan kişilerin taşındığı kamyonete el konuldu.

1 Temmuz'da SPK müfettişleri ÇEAŞ ve Kepez belgeleri üzerinde araştırma başlattı.

2 Temmuz'da içi boşaltılan Çukurova ve Kepez şirketlerine baskın düzenleyen Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı Prof. Muhsin Mengitürk'e, Uzanlar'ın televizyonu Star'da ölüm tehdidi imâsımda bulunuldu.

3 Temmuz'da sinema sanatçısı, komedyen Kemal Sunal, uçak korkusuna rağmen kendisini uçağa binmeğe zorlayanlar yüzünden kalp krizi geçirip öldü.

5 Temmuz'a Necmettin Erbakan, 1 yıllık hapis cezasının Yargıtay'ca onanması ile, ömürboyu "siyasî yasaklı" oldu.

7 Temmuz'da Türk tıbbının parlak beyinlerinden Doçent Dr. Haldun Karagöz, kalp ve damar cerrahisinde, özellikle by-pass ve ve büyük kalp ameliyatlarında kendine has tekniği ile hastayı uyutmadan ameliyat etmeyi başardı. Nasıl olduysa, profesörler bu başarıyı onun elinden kapıp kendilerine mâletmediler!.. Aynı gün Yargıtay, eski milletvekili Şevki Yılmaz'a verilen 25 ay hapis cezasını onadı.

9 Temmuz'da Daimler-Chrsyler'in Çırağan Sarayı'nda yapacağı toplantıda Irak tahripçisi eski Başkan Baba Bush'a, yaptığı konuşma için onbinlerce dolar ücret ödenirken, Mason Demirel'e konuşmasına karşılık beş kuruş verilmedi. Zaten adam yeni hiç bir şey söylememişti.

10 Temmuz'da Mehmet Ali Ağca çıkarıldığı mahkemede "Şeytanın merkezi Vatikan kapatılsın" başlıklı mektup dağıttı. Papa suikastinin bizzat Vatikan tarafından organize edildiği öne sürdü, ki doğrudur. ABD ile Vatikan bunu birlikte planlamış, böylece şöhret bulan Papa, Polonya'da sosyalizmin çöküşünü başlatmıştı... Öte yandan Vatikan gerçekten Şeytanın emrindedir. Pek çok şirketi ile faizcilik, tefecilik yapar. Sözümona kendilerini Allah'a adadıkları için evlenmeyen papazlar, piskoposlar, kardinaller genç oğlanları kandırıp tecavüz ederler. Papa 16. Benedict bu skandallar yüzünden görevinden ayrıldı. Mafya ile işbirliği içindedirler. Eskiden gelir sağlamak için genelev dahi işletir, "En temiz fahişeler bizde" diye reklam yaparlardı!

11 Temmuz'da ilk defa bir Türk şirketinin hisseleri New York borsasında işlem gördü. Seansı Turkcell'in patronu Mehmet Emin Karamehmet gongu çalarak başlattı.

12 Temmuz'da "Umut Operasyonu" iddianamesinde Türkiye'de son 12 yıldır işlenmiş olan 22 cinayetin aydınlatıldığı vurgulandı. İddianameye göre Uğur Mumcu lâik kesimin temsilcisi olduğu için öldürüldü. Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy'un ise başörtüsüne karşı konuştukları için öldürüldükleri öne sürüldü.

14 Temmuz'da şaibeli işadamlarından Halit Narin, 1,9 trilyonluk borcu için icrayla üzerini aratan Kentbank'ın sahibi Mustafa Süzer'i, hiç bir şey olmamış gibi oğlu Emre'nin düğününe çağırdı... Hırsız, hırsızı daima kollar.

17 Temmuz 2000 tarihinde Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye verdiği ortaklık belge taslağında "Kürtçe TV ve Kürtçe eğitimin serbest bırakılması" istendi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yok sayıldı... O gündür, bugündür başa geçen hükûmetler Avrupa Birliği'ne giremiyeceğimizi bile bile istenenleri yerine getirirler. Kıbrıs'ta taviz verirler. Hatta daha ileri gidip "anadilde eğitim, anadilde savunma" getirmeye, Anayasa'dan TÜRK kelimesini çıkarmaya çalışırlar!

Yine 17 Temmuz'da İtalya'da, tecavüze uğrayan bir kadın tecavüzcüsüne sadece 5 dakika direndi diye, tecavüzcü suçsuz bulundu. Kot pantalon giyen bir başka kadın da "kot öyle kolay indirilmez, sen çıkarmışsındır," diyen hâkim tarafından kusurlu bulundu, tecavüzcü gene paçayı kurtardı... Boğazına bıçak dayanırsa, ister kadın, ister erkek, bak bakalım, direnebiliyor musun?.. Pantalonu kendin indiriyor musun, indirmiyor musun?.. Bu hâkim ve savcı takımının kendi ailelerinden birinin karısına kızına tecavüz edilmedikçe, trafik kazasına uğramadıkça, evi soyulmadıkça ne tecavüzcüye, ne hırsıza, ne de sarhoş sürücüye uygun bir ceza vermesi mümkün değildir! Hâkimler âdeta suçluların avukatı, mazlumların celladı olmuşlardır.

18 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Sezer, YÖK'ün gönderdiği "rektörler listesi"ni 6 sayfalık bir mektupla iade etti. YÖK en uzun toplantısını yapıp kimleri öne sürdüyse, listede ısrar etme kararı aldı.

19 Temmuz'da liseli iki kız öğrenciye gözaltında cop ile tecavüz ettiği iddiasıyla yargılanan polis memuru Gürkan İlhan'a Hatay Emniyeti tarafından "üstün başarılı" çalışmaları nedeniyle teşekkür belgesi verildi. Kızlar direnmemişler, belki de donlarını kendileri indirmişlerdir...

21 Temmuz'da 75 yılda binbir zorlukla meydana getirilmiş olan millî kurumların birer birer elden çıkarıldığı "özelleştirme" furyasında, peşin ödeme rekoru Petrol Ofisi (POAŞ) satışında kırıldı. İş Bankası-Doğan Şirketler Grubu konsorsiyumu 1 milyar 250 milyon dolar ödeyerek POAŞ'ı satın aldı. Halbuki POAŞ'ın, bırakın yaptığı ciroyu, arsası, binaları, eşyası, malzemeleri ve kasasındaki para daha fazla ederdi.

Yine 21 Temmuz'da Fransa'da Yargıtay, zinayı "bireysel özgürlük" olarak tanımladı... Bizimkiler durur mu, müslüman İmam-Hatipli Erdoğan eliyle, onlar da zinayı suç olmaktan çıkardı.

24 Temmuz'da Hürriyet yazarı Çetin Emeç, şoförü Sinan Ercan, ateist yazar Turan Dursun, İranlı rejim muhalifi Ali Akbar Gorbanî cinayetlerinden yargılanan "İslamî Hareket" örgütünün "Ameliyat Timleri" (herhalde "Harekat" demek istediler, "operasyon" karşılığı olarak) lideri İrfan Çağrıcı ve 4 arkadaşı idam cezasına çarptırıldı.

Yine 24 Temmuz'da Belçika'da mahkûmların her ay eşleri ya da sevgilileriyle en az 2 saat süreyle cinsel ilişkiye girmelerine izin verildi... Bizimkiler durur mu, müslüman İmam-Hatipli Erdoğan eliyle, onlar da mahkûmlara aynı hakkı tanıdı. Hatta "karınız, sevgiliniz yoksa, fahişe de bulabiliriz," diye neredeyse pezevenkliğe bile kalkacaklardı.

Yine 24 temmuz'da İsrail Başbakanı Ehud Barak, "Eğer İsrail- Filistin barışı sağlanacaksa Gazze Şeridi'ndeki tüm Yahudi mahallelerini boşaltmaya hazır olduklarını" söyledi.

25 Temmuz'da Bakanlar Kurulu Akkuyu'ya yapılması düşünülen Nükleer Santral ihalesini iptal etti. Başbakan Ecevit, "nükleer enerjiye 15-20 yıl sonra geçilebileceğini" söyleyerek bu girişimi erteledi. Acaba hangi Batı ülkesinden ne gibi bir baskı geldi de, İran gibi nükleer enerji sahibi olmamız önlendi?

26 Temmuz'daki Millî Güvenlik Kurulu toplantısında "PKK içinde Abdullah Öcalan'a muhalefetin güçlendiği, Bursa Cezaevi'nde yatan Sabri Ok'un etkisinin arttığı" dile getirildi.

Yine 26 Temmuz'da İtalya'da 32 kent ve kasaba belediyesi çağdaş kentin öldürücü temposuna karşı bir araya gelerek "yavaş kent" projesini başlattı... Yürür mü, yürümez mi, bilinmez. Ama şurası bir gerçek ki, Hıoristiyan Batı hayat tarzını benimsediğimiz şehirlerde artık yaşamıyoruz, oradan oraya koşuşturuyoruz. Mutlu olmak için para kazanmamız gerekirken, para kazanmak için mutsuz oluyoruz. Mutlaka bu hayat tarzını yavaşlatmak gerek.

27 Temmuz'da Tekno Matbaa Mürekkepleri Fabrikası'nda üç büyük patlamaya yol açan bir yangın çıktı. Topkapı cehenneme döndü. Yangın bitişikteki plastik hortum, brülör ve parfüm fabrikalarını da yuttu... Ne zaman bir fabrika, tesis veya orman yangını olsa, sabotajdan, PKK, TİKKO, DHKP-C eyleminden veya yabancı ülke faaliyetinden kuşkulanırım. Bu ihtimalin özellikle araştırılması gerektiğine inanırım. İhmal, vs. sonra gelir.

Yine 27 Temmuz'da Suriye'nin yeni devlet başkanı Beşşar Esad, ülkesindeki siyasî mahkûmların geri kalan cezalarını affettiğini açıkladı... Acaba iyi mi yaptı?.. Çünkü bu affedilen siyasîlerin hemen hepsi 2010 yılından itibaren ABD ve AB desteği ile kendisine karşı ayaklandı, silahlı isyana katıldı.

28 Temmuz'da Avrasya İslam Şûrası Teşkilatı toplantısında "Türkçe'nin ortak dil haline getirilmesi, dinî gün ve bayramların Diyanet İşleri Başkanlığı'nca belirlenen tarihlerde kutlanması" kararlaştırıldı... Acaba bu yönde faaliyet ve münasebet sürüyor mu?.. Maşallah 10 yıllık Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, her ülkeye gidiyorlar, Ortaasya TÜRK Cumhuriyetleri'ne pek uğramıyorlar!..

29 Temmuz'da İstanbul'da "Lambda Katılımcısı" adı altında biraraya gelen bilumum homoseksüel, travesti, transseksüel, lezbiyen, "gay"ler "ayırımcılığı" protesto ettiler... Hernedense "modern" Batı anlayışında iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, tabii ile gayrıtabiiyi, suçlu ile masumu "ayırmak" ayıp sayılıyor!

30 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Sezer nihayet boş bulunan 22 üniversiteye rektör atadı. İzmir 9 Eylül Üniversitesi'ne en çok oyu alan Rum asıllı, Hıristiyan bir rektör, Emin Alıcı , hem de 3. sırada olmasına rağmen, yeniden atandı. Bu kişinin atanması Cumhurbaşkanı ile YÖK arasında sorun olmuştu... Şimdi akla şu sorular geliyor: Acaba işgâlci Yunan'ın denize döküldüğü tarihi ad olarak taşıyan 9 Eylül Üniversitesi'nde, Hıristiyan ve Rum Emin Alıcı'ya bu kadar çok oyu verenler de Rum ve Hıristiyan mıydı?.. Emin Alıcı'yı isteyen Cumhurbaşkanı Sezer miydi, YÖK müydü?.. YÖK olmadığı, YÖK'ün bu Rum'u listeden çıkardığı söyleniyor. Peki, Cumhurbaşkanı Sezer acaba niye bu kadar ısrar etti, Yunan'ın ve işbirlikçi Rumlar'ın denize döküldüğü 9 Eylül adını taşıyan üniversiteye bir Rum'un tayin edilmesi hususunda???

2 Ağustos'ta DİE enfilasyon oranlarını açıkladı. Yılbaşından bu yana enfilasyon % 19,6 oldu. Yıllık hedef ise % 25 idi.

3 Ağustos'ta Adnan (Oktar) Hoca tahliye edildi.

4 Ağustos'ta Yüksek Askerî Şûra tarafından Erol Özkasnak'ın da emekli edilmesiyle 28 Şubat generallerinin sonuncusu da emekliye ayrılmış oldu. Ama 28 Şubat süreci sona ermedi. Tuğgeneral Veli Küçük te emekliye ayrılanlar arasında idi.

5 Ağustos'ta İzmir Mâlî Şube ekipleri 50 trilyonluk hayalî ihracat olayını ortaya çıkardı. 6 Tekstil şirketinin yöneticisi, 3 yeminli mâlî müşavir (nasıl yemin ise... herhalde tek ayak üstünde yemin ettiler), 1 vergi mahkemesi emekli yargıcının bulunduğu 21 kişi gözaltına alındı.

6 Ağustos'ta İzmir Emniyet Müdürü Hasan Yücesan,"İzmir'de çeşitli şirketlerin 1998 ve 1999 yıllarında 1,5 katrilyon liralık yolsuzluk yaptığını belirledik. İhracaat kolaylığını istismar edenler, Devlet'i trilyonlarca lira dolandırıyorlar," dedi. Demediği husus, o tarz ihracat kolaylığının aslında Devlet'i dolandırmak, birilerini havadan zengin etmek için uydurulduğu gerçeği idi.

7 Ağustos'ta Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Ecevit ile mutat görüşmesini yapmadı! Ecevit bu durumu basın toplantısı ile açıklayınca, Sezer "İstanbul'a gittiği için randevu vermediğini" belirtti.

8 Ağustos 2000 günü hayalî ihracat yapan ve "Balina Operasyonu" çerçevesinde aranan Hakiki Koç şirketinin sahibi Mehmet Niyazoğlu teslim oldu. Operasyon İzmir'de bulunan ve yurt dışına tekstil ürünü yerine kumaş parçaları gönderen 6 tekstil şirketine baskın düzenlenmesiyle başlamıştı. Önceleri hayali ihracat ve naylon fatura yoluyla yapılan 50 trilyonluk bir yolsuzluktan bahsedilirken operasyon ilerledikçe rakamın tahmin edilenden çok daha fazla olduğu, nerdeyse katrilyonlara ulaştığı anlaşıldı. Naylon faturaların kesildiği 250'yi aşkın paravan şirket ortaya çıkarıldı. 23 gümrükçü görevden uzaklaştırıldı. Yolsuzluğun büyüklüğünden dolayı operasyona "Balina" adı verildi. Aynı gün Cumhurbaşkanı Sezer, irticaî ve bölücü faaliyetlere karıştığı öne sürülen devlet memurlarını tasfiye etmeye yönelik Kanun Hükmünde Kararnameyi "Hukuk devleti ilkesine aykırı" olduğu gerekçesiyle hükûmete iade etti.

Yine 8 Ağustos'ta Sivas'ta kıyak tarafından bedelli askerlik yapan Mason Süleyman Demirel'in hayalî ihracatçı yeğeni Murat Demirel, sözümona hasta olduğu için yattığı revirden dışarı çıkınca, Serdal Altekin adlı kişi tarafından bıçaklandı.

Ve yine 8 Ağustos'ta İspanya'da kısa adı ETA olan Bask Yurdu ve Özgürlüğü'nün komutanı Patxi Rementeria, hazırladığı bombanın elinde patlaması sonucu öldü... İngiltere'deki IRA ile İspanya'daki ETA örgütleri hep bizim PKK ile kıyaslanır. Basklar'a özerklik verilmiş olmasıi, bizim Kürt bölücülerin özerklik taleplerini artırır. Unutulan husus odur ki, hem İngiltere, hem İspanya bölünmüş değil, "birleşik" krallıktır. Aslında Almanya da öyledir. Onun için federe devlettir. Federasyon birleşerek olur, bölünerek değil. Meselâ biz Irak'la, Suriye ile, Nahcivan ile, Azerbeycan ile federasyon kurabiliriz. Ama içimizden bir "federasyon" çıkaramayız!

9 Ağustos'ta Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı Sezer'in veto ettiği memurlarla ilgili kanun hükmündeki kararnameyi aynen geri göndermeyi kararlaştırdı.

10 Ağustos 2000'de hayalî ihracat ve sahte belgelerle KDV iadesi alındığı iddiasıyla düzenlenen bir operasyonun hedefi Bursa'daki Uludağ Tekstil ve Konfeksiyon Dış Ticaret A.Ş.'ydi. Şirketin 1998-2000 yıllarında Sarp, Gaziantep ve Haydarpaşa gümrüklerinden tümüyle sahte ya da tahrifatlı 76 gümrük çıkış beyannamesiyle hayalî ihracat yapıldığı belirlendi. Gözaltına alınan 21 kişiden 5'i tutuklandı. 10 kişi hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi. Bursa merkezli operasyon 5 ilde yürütüldü. Asıl adı "Kartopu" olan operasyona, daktilo hatası yüzünden "Kartal Operasyonu" adı verildi.

Bursa Emniyet Müdürü Aydın Genç, "değişik illerde devam eden yaklaşık 40 trilyon liralık bir kara para aklama operasyonu başlattıklarını" söyledi. Genç, ayrıca Ankara'dan mali denetim uzmanları, Bursa Defterdarlığı ve Bursa Emniyet Müdürlüğü Mali Şube ekiplerinin katılımıyla geniş çaplı bir operasyona giriştiklerini belirterek,

- "Geçmişi 2-3 aya dayanan bir operasyon başlatıldı. Vurgunun boyutu 40 trilyon lirayı buluyor. Önemli evraklar elegeçirdik. İhracat yapma amacıyla yola çıkan KOBİ bazındaki küçük veya büyük çaptaki bazı şirketler, hayali ihracat yoluyla devletten korkunç rakamlarda haksız para elde etmişler,"

dedi. Aydın Genç, UTGS A.Ş.’ye ait kayıtlarda adı geçen, bir dönem “Özelleştirme Kraliçesi” olarak nitelendirilen Ayşe Balcı’nın arandığını da ifade ederek, bu kişinin yakalandığı zaman “ortalığın daha da karışacağını” sözlerine ekledi.

Yolsuzluğa adı karışanlar Uludağ Tekstil A.Ş sahibi Nizamettin Uludağ, UTGS Genel Müdürü Ahmet Çevik, Akil Balcı, Ayşe Balcı, mâlî müşavir Bülent Cenami Tuzcuoğlu, Şakir Gümüş ve Mustafa Barut idi. Yakalanarak gözlem altına alındılar.

Bu davanın ne durumda, hangi safhada olduğu bilinmiyor. Bilinse ne olacak ki?.. Hâkim yine bir bardak soğuk suyu hazırlamış!

Yine 10 Ağustos günü Ankara 2 No.lu DGM heyeti, Fethullah Gülen'in gıyaben tutuklanmasına karar verdi.

11 Ağustos'ta has yeğen Murat Demirel'i bıçaklayan Serdal Altekin, "bu işin karşılığında bir tekstil şirketi patronundan peşin 10.000 dolar aldığını" söyledi. "Kalçasından bıçakla, sakın öldürme, dediler," açıklamasını yaptı.

12 Ağustos'ta Rus nükleer Kursk denizaltısı, casusluk faaliyeti sırasında Barents Denizi'nde 112 mürettebatıyla battı.

14 Ağustos 2000 günü uyuşturucu baronu Örfi Çetinkaya'nın Bahçeşehir'deki evine baskın yapıldı. Baskında Örfi Çetinkaya ile birlikte Çinli bakıcısı Su Meng, imam nikahıyla yaşadığı Hediye Sekman, kasası ve kara paralarını akladığı kişi olarak bilinen dövizci Cemal Nayır yakalandı. Bilgisayar disketleri, hesap defterleri ve çeteye ait döviz bürolarının hesaplarına el kondu.

Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı 1998 yılından itibaren Türkiye ile İspanya ve Batı ülkeleri arasındaki uyuşturucu trafiğini takibe almış, İspanya ile diyalog kurulmuştı. Bu yüzden operasyona "Matador Operasyonu" adı verildi. Yurtdışına kaçırdıkları uyuşturucu miktarı yaklaşık bir tondu.

Operasyon ilerledikçe uyuşturucu çetesinin emniyet görevlileriyle 'özel ilişkiler' kurdukları ve bu sayede Örfi Çetinkaya ve Cemal Nayır'a dokunulmadığı da açığa çıktı. Öyle ki Emniyet'in resmi açıklamasında "Çetinkaya ve Nayır'ı koruyan 'kalkan'ın kırılması için iki yıl boyunca operasyonun çok gizli yürütüldüğü ve elde edilen bilgilerin sadece bir DGM savcısında yine 'çok gizli' depolandığı" belirtildi.

Hatta iddialara göre operasyonu başlatan dönemin Narkotik Şube Müdürü Tayfur Erdal Ceren, emrindeki memurlara güvenmediğini ima edince, operasyon merkezden yani Organize Suçlar ve Silah Kaçakçılık Daire Başkanlığı'nca yürütülmüştü.

Operasyonun sonucunda soruşturmayı yürüten Ankara DGM Savcısı Talat Şalk, eroin çetesiyle bağlantı kurdukları ve karşılıklı menfaat ilişkisine girdikleri belirlenen dokuz polis memuru hakkında İçişleri Bakanlığı'na suç duyurusunda bulundu. İstanbul Narkotik Şube Müdür Yardımcısı ve Emniyet Amiri Hüdai Sayın hakkında da uyuşturucu kaçakçısı Örfi Çetinkaya'ya yardım ettiği için soruşturma açıldı.

" Matador Operasyonu" nda ayrıca Çetinkaya'nın suç ortakları Murat Atalay, Mahmut Atalay, Şahin Selim, Dursun İnal, Ayhan Taş, Sezer Taş, Hatice Özen, Ali İnal, Hüseyin İnal, Cemal'in kardeşi Bülent Nayır, Cemil Cömert, Ahmet Reha Yereşen, Yavuz Battal, Hilmi Barbaros ve Soner Talas da yakalandı.

Netice ne oldu?.. Dava devam ediyor... Son bilgi 8 Nisan 2011'de yapılan duruşmada ... Ölme eşeğim ölme, yonca ektim yaz gelsin, dava bitsin!.. Tek teselli suçluların mallarına konan ihtiyatî tedbir !.. O da kaldırılmadıysa!

15 Ağustos 2000 Türkiye için kara bir gündü. Türkiye bir kere daha oyuna getirildi, ihanete uğradı.. Avrupa Birliği'ne üye olmadan nasıl Gümrük Birliği'ne sokulduysa, yine üye olmadan AB üyelerinin imzaladığı "İkiz Anlaşmalar"a New York'ta Büyükelçi Volkan Vural eliyle imza attı! İhanetin kalemi büyükelçi Volkan Vural bu imzadan kısa bir süre sonra emekliye ayrıldı.

Bu "İkiz Sözleşmeler" Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nda emperyalist ülkelerin zoruyla 16 Aralık 1966'da kabul edilmişti. Sözde ezilen, sömürülen halkları bağımsızlaştırmak için düzenlenmiş iken; emperyalistler tarafından, ulus devletleri yıkmak ve sömürgeleştirmek için gündeme getirilmakta idi. Asıl adları masumâne görünümlü "Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi”dir.

Türkiye’nin 1966 yılından itibaren geçen 37 yılda onaylamadığı bu sözleşmeler, ABD’nin Irak’a saldırarak, işgal ettiği süreçte, TBMM’ye sevk edilmiştir. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, ilk kez Amerikan hayranı Turgut Özal’ın başbakanlığı sırasında, 18 Ağustos 1990 tarihinde (Körfez Savaşı sırasında) Hükümet tarafından kabul edilerek, TBMM’ye gönderildi. Ancak bazı anlaşmazlıkların ortaya çıkması üzerine, sözleşmenin onayından vazgeçildi ve Hükümet sözleşme tasarısını geri çekerek, askıya aldı. Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, ikinci kez Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin imzasıyla, 23 Haziran 1992 tarihinde TBMM’ye sunuldu. Bir işlem yapılmadı. DSP, MHP, ANAP Hükümetinin yetki vermesinden sonra, 15 Ağustos 2000 tarihinde New York’ta imzalandı. Bu sözleşme 23 Aralık 2002 tarihinde Abdullah Gül Hükümeti tarafından TBMM’ye sevk edildi . Gene bir işlem yapılmadı. Nihayet 25 Nisan 2003 tarihinde Tayyip Erdoğan Hükümeti tarafından TBMM’ye sevk edildi. ve ATATÜK'ün kurduğu parti olan, Atatürkçü (!) CHP'nin de oyları ile onaylandı.

"İkiz İhanet Sözleşmeleri"nde pek çok sakıncalı madde var. Maddeler iyi analiz edilip, yorumlandığında ortaya ulusal bütünlüğün korunması açısından çok tehlikeli bir tablo çıkmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkı halklardan başka, mezhep, aşiret, tarikat, cemaat gibi gruplara bile tanınmıştır. Yani aleviler, hatta ateistler "kendi kaderlerini tayin edip" bağımsız bir devlet halinde Türkiye'den ayrılmayı isteyebilirler. Sözleşmelerde doğal zenginliklerle su ve enerji kaynaklarının kullanımı, bütün ülkenin kaynakları olmaktan çıkarılıp, etnik gruplara verilmektedir. Böylece Keban ve GAP barajlarına, elektrik santrallerine Kürtler sahip çıkabilecektir. Bunun sonucunda etnik gruplar ve bölgeler arasında ekonomik çıkar kavgaları kışkırtılarak, parçalanma süreci hızlandırılacaktır. Sözleşmelerdeki son maddede ise, bu hükümlere uymayan devletlere müdahale etmenin yasal bir hak olduğu savunulmaktadır. Yani Türkiye Aleviler'e, Kürtler'e bağımsızlık vermezse, Birleşmiş Milletler Türkiye'ye müdahale, hatta işgâl edebilecektir.

Çekoslovakya Hükümeti, Birleşmiş Milletler’in İkiz Sözleşmeleri'ni 1983 yılında kabul etti. Ancak Çekoslovakya yedi yıl sonra, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye bölünmekten kurtulamadı.

Yugoslavya Hükümeti de, Tito’nun ölümünden dört yıl sonra, 1984 yılında Birleşmiş Milletler’in İkiz Sözleşmeleri'ni onayladı. Bu onaylamanın üzerinden altı yıl geçtikten sonra, Yugoslavya’da "kendi kaderini tayin" hakkına dayalı ayrılık hareketleri başladı ve günümüzde Yugoslavya adında bir devlet kalmadı.

Avnupa Birliği'ne girdiğimiz takdirde parçalanacağımız endişesini dile getirenlere, Mehmet Altan gibi Batıcı sözde aydınlar "Avrupa Birliği'ne girip te parçalanan yok," diyorlardı. Evet, AB'ye girdikten sonra parçalanan yok!.. Ama önce parçalanıp sonra girenler çok!.. Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovakya, Çekya, Hırvatistan gibi...

18 Ağustos'ta "Matador Operasyonu"nu yürüten DGM savcısı Talat Şalk, eroin şebekesiyle karşılıklı menfaat ilişkisine girdikleri belirlenen 9 polis hakkında suç duyurusunda bulundu. Şebekenin Hollanda ayağı gözaltına alındı.

19 Ağustos'ta İstanbul Valiliği çocukların sokakta çalıştırılmasını ve çocuklardan alış-veriş yapılmasını yasakladı. Bu yasağa uymayanların 6 aya kadar hapis ile cezalandırılacağı bildirildi... Ne var ki, yasak pek yürümedi. Çocuklaı sokaktan çekmek için, önce aile reisine iş bulmak gerekir.

20 Ağustos'ta Cumhurbaşkanı Sezer mürteci memurlar ile ilgili kararnameyi ikinci defa iade etti. Böylece Ecevit ile Sezer arasındaki sürtüşme iyice su yüzüne çıktı.

22 Ağustos'ta Cübbeli Ahmet Hoca'nın müritlerinin toplandığı çiftlik evine yapılan baskında 36 kişi gözaltına alındı.

Yine 22 Ağustos'ta Azerbaycan eski Devlet Başkanı Ebulfeyz Elçibey vefat etti. Kendisi büyük bir TÜRK dostu idi. Allah rahmet eylesin!

23 Ağustos'ta MGK "irtica ve bölücü faaliyetlere karışan memurların ayıklanması" kararı çıktı. Bölücüler pek ayıklanmadı. İrtica da namaz kılma, eşinin başörtülü olmasına dayandırıldı. Bu tarz fişleme yapanlar daha sonra Ergenekon soruşturmasında ortaya çıktı.

25 Ağustos'ta Sayıştay'ın yeni binasındın arşiv bölümünde yangın çıktı. Yangın güçlükle söndürüldüğünde pek çok evrak yanıp gitmişti.

26 Ağustos'ta İstanbul Beyoğlu'nda F Tipi Cezaevleri'ni protesto etmek isteyen 40 kişi gözaltına alındı... F Tipi cezaevleri münferit olduğu için, militanlar koğuş sistemindeki gibi ortak hareket edemiyor, yeni eleman toplıyamıyorlar. Protesto edilen budur. Yoksa F Tipi cezaevleri neredeyse "5 yıldızlı otel" konforuna sahiptir. Evsiz, işsiz nice insan orada yatmak için can atar.

27 Ağustos'ta İstanbul 2 No.lu DGM heyeti, Ankara DGM'sinin Fethullah Gülen hakkında verdiği gıyabî tutuklama kararını kaldırdı. Bu da mahkemeler, hâkimler, savcılar arasındaki sürtüşmeyi ortaya çıkardı.

28 Ağustos'ta Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nda yapılacak olan "Din Zirvesi"ne Türkiye'den kimse çağrılmazken, ABD adına Merve Kavakçı davet edildi.

29 Ağustos'ta Sayıştay yangını hakkında çifte soruşturma açıldı. Ancak dava 2008'de "zaman aşımı"na uğradı, düştü... Bu "zaman aşımı" uygulamasına bayılıyorum. Ne zaman bir yolsuzluk, soysuzluk davası çözülecek olsa, hemen "zaman aşımı" devreye girer. Kural sanki adalet mekanizması işlemesin diye konmuş!

30 Ağustos'ta Ankara DGM savcılığı Fethullah Gülen hakkında 10 yıla kadar ağır hapis cezası talebiyle dava açtı.

2 Eylül'de Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, "Bütün memurlara irticacı (aslı mürteci) olarak bakamayız. İddialar somut eylemlere dayanmalı. Aksi takdirde McCarthy dönemine gireriz," dedi. Doğru dedi.

3 Eylül'de Maliye Bakanlığı, "hayalî ihracat ve naylon faturalarla Devlet'i soyanları tesbit için özel bir bilgisayar programı hazırladıklarını" açıkladı... Program işe yaramamış olacak ki, soygun hâlâ sürüyor!

5 Eylül'de açılış konuşmalarıyla olay yaratan Yargıtay Başkanı dönme Sami Selçuk "yasama ve yürütmenin yargıdan el çekmesini" istedi. El çeksinler ki, hâkim ve savcılar istedikleri gibi at oynatabilsinler!.. Türkiye'de hâlihazırda Hükûmet te, Meclis te Yargı'ya karışamaz, ama Yargı hem Hükûmet'e, hem de Meclis'e karışır ki, bir nevi diktatörlük haline gelmiştir.

6 Eylül'de Belçika'nın İstanbul Başkonsolosluğu, Türk folklorculara, " Bunlar polis, Fehriye Erdal'ı kaçıracak," diye vize vermedi!

7 Eylül'de Kuşadası'nda halkın eşcinsel turistlere tepki göstermesi uluslarası bir meseleye dönüştü. ABD, " Olay kaygı verici, " diye Türkiye'yi uyardı. Amerikalı, Kanadalı, Meksikalı homoların gemisi İstanbul'un yavşak esnafı tarafından tezahüratla karşılandı. Heriflere kırmızı halı bile serildi.

8 Eylül'de New York'taki "Milenyum Zirvesi"ne katılmak için giden Cumhurbaşkanı Sezer'e verilecek zırhlı otomobil bulunamadı! Halbuki diğer bütün devlet başkanlarına birer zırhlı otomobil tahsis edilmişti. Bu hakaret te yenildi, yutuldu!

11 Eylül'de Yunanistan'da yapılan NATO tatbikatına katılan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, tatbikatı Yunan donanmasına bağlı Salamis gemisinde izledi. Başına geçirdiği "Salamis" kepiyle dikkat çekti. Kıvrıkoğlu'na bu hiç yakışmadı!

12 Eylül'de Diyarbakır DGM'sinin Necmettin Erbakan'a verdiği 1 yıllık hapis cezası üzerine Edremit Savcılığı'nın çıkardığı "tutuklama" kararı, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın cezayı 4 ay ertelemesi ile, Hoca hapisten kurtuldu.

13 Eylül'de Necmettin Erbakan'a bağlı Milli Gençlik Vakfı şubeleri yurt genelinde kapatılmaya başlandı.

14 Eylül'de, Alarslan Türkeş'in doktoru Selim Kaptanoğlu, 12 Eylül 1980'den 20 yıl sonra, Konsey üyelerine tasarlanan suikast planlarını açıkladı. Planlardan biri sadece Kenan Evren'i öldürmekti. Diğeri ise 5 Konsey üyesini ortadan kaldırmaktı.

16 Eylül'de TMSF tarafından elkonulan Egebank soruşturmasında 8 milyon dolar kredi aldığı gerekçesiyle ifadesine başvurulan eski Van Spor Başkanı, işadamı Ömer Gülüştür, çekilen kredinin Yahya Murat Demirel'e verildiğini söyledi. "Banka görevlilerinin imzalattırdıkları boş kâğıtları kullanıp çektikleri 8 milyon doları, kendisine ait Mercedes otomobili kullanıp Murat Demirel'e götürdüklerini" anlattı.

18 Eylül'de İstanbul Polisi, Kartal Özel Tip Kapalı Cezaevi'ne konulan Alaattin Çakıcı'nın 46 adamını, Karagümrük Çetesi lideri Nuri Ergin ve adamlarına yönelik eylem hazırlığında iken yakaladı.

19 Eylül'de Türkiye'nin son 20 yılın en büyük enerji krizi ile karşı karşıya olduğu öne sürüldü. Büyük şehirlerde sık sık elektrik kesintileri başladı. Ancak bunun özel doğalgazla işleyen elektrik santralleri için bir ayak oyunu olup olmadığı anlaşılamadı.

22 Eylül'de Bakanlar Kurulu, Kopenhag Kriterleri ile paralel olan İnsan Hakları Raporu'nu kabul etti.

Bu Kopenhag Kriterleri Siyasî ve İktisadî olmak üzere iki grupta yer alıyordu. Hıristiyan Batı Dünyası, emperyalist, sömürgeci ve köleci yanını unutup kendini dünyada en medenî kesim sayıyor ya, Siyasî Kriterler'ini şöyle sıralıyordu:

- İstikrarlı ve kurumlaşmış bir demokrasinin olması... (Onun için bizim en kıtipiyoz politikacımızın, en Cahil " Aydın "ımızın bile dilinden "demokrasi" düşmez. Sanki demokrasi aç karınları doyurur, açıkta olanların üstüne dam yapar.)

- Hukukun üstünlüğüne saygı ... (Hıristiyan Batılılar'ın "hukuk" dediği, kendi inançlarına göre yaptıkları yasalardır, bizim anladığımız anlamda ADALET değildir! Sonra da bu yaptıkları uyduruk kanunlara uyulmasını, saygı gösterilmesini isterler. Meselâ, Fransa Yargıtay'ının zinayı "bireysel özgürlük" yani "hak" görmesi gibi!.. Hukuk bunun neresinde?)

- İnsan Hakları'na saygı... Hıristiyan Batılılar'ın "insan hakları" dedikleri aslında suçlu haklarıdır. Onun için sık sık gelip bizim cezaevlerini teftiş ederler. Hiç Düşkünler Yurdu'na gidip kimsesizleri, Çocuk Esirgeme Kurumu'na gidip yetimleri, öksüzleri ziyaret ettiklerini gördünüz mü? )

- Azınlıkların korunması... ( Hıristiyan Batılılar kendi ülkelerine göçmen, işçi olarak gelmiş ve kalmış olanların korunması ile ilgilenmezler, hatta onları hor görür, ezer, kovarlar. Ama başka ülkelerde azınlıklara istisnaî haklar tanınmasını isterler... ki, o ülkeleri bölebilsinler!.. Almanya'da 3 milyon Türk var. Var mı Alman televizyon ve radyolarında Türkçe yayın??? Ama Türkiye'de Kürtçe, Zazaca, Boşnakça, Çerkezce, Lazca yayın isterler.)

Ekonomik Kriterler'e gelince; kapitalist, sömürücü, hatta köleci zihniyete uygun bir "piyasa ekonomisi", yani "serbest pazar ekonomisi", yani "liberal ekonomi" isterler... ki, kurallarını kendilerinin koyduğu bu sistemde diğer ülkeleri daha iyi sömürebilsinler!.. Serbest pazar ekonomisi için,

- Arz-Talep Dengesi'nin, piyasa güçlerinin (o ne demekse, herhalde büyük patronları ve onların karşısında zavallı üreticilerle tüketicileri kastediyor) (devlet'ten) bağımsız bir şekilde "karşılıklı etkileşim" ile kurulmuş olması... (Yani diyor ki, " Beni serbest bırak, işime karışma, ben senin malını istediğim fiyattan alayım, sana da malımı istediğim fiyattan satayım! ")

- Ticaret kadar fiyatların da liberal olması... Piyasaya giriş (yeni firmalar) ve piyasadan çıkış (hileli iflâs) için engellerin bulunmaması... (Gördünüz mü?... "Fiyatlar serbest olsun, ben istediğim fiyata alayım, istediğim fiyata satayım" demekle kalmıyor, "Benim senin pazarına girmeme karışma, soyup soğan çevirdikten sonra hiç bir bedel ödemeden çıkmam için de engel koyma," diyor!.. Aslında bunu diğer ülkeler için dediği kadar, kendi ülkesi için de istiyor!.. İsteyenler patronlar, ağababalar!.. Kendi hükûmetlerini bile buna razı etmişler! Üç-beş kuruş karşılığında!)

- Mülkiyet Hakları'nı (tapu, patent, lisans) içeren düzenlemeleri kapsayan yasal bir sistemin olması... Ve bu yasalar ile ilgili gerekli düzenlemelerin yapılıp uygulanabilmesi... (Yani yasa çıkarmaya karışmakla yetinmiyor, "o yasaları uygula bakalım," diye tepene dikiliyor!.. Peki, istenen ne?.. Her imalata, icada, keşfe " Patent " olarak seni bundn mahrum etmek ve sittin sene onlara "kullanma ücreti" ödetmek!.. Satın aldığı binayı, araziyi sittin sene korumak, istimlâk edilmesini önlemek!)

Fiyat istikrarını da içeren bir siyasî istikrara ulaşmış olması... Ve sürdürülebilir dış ödemeler dengesinin varlığı... (Yani ülkede öyle bir hükûmet, öyle bir iktidar olsun ki, fiyatlar bir inip, bir çıkmasın, sendika-mendika diye işçi ücretleri, maaşlar yükselmesin. Ülke borçlansın ama, Ali'nin külâhını Veli'ye, Veli'nin külâhını Ali'ye giydirerek dış borçlarını ödemeye devam etsin. Borçlarına karşılık tesislerini, kurumlarını, toprağını satsın. Yeter ki, borcunu ödesin!)

- Ekonomik Politikaların Gerekleri hakkında ülkede geniş bir " Fikir Birliği " olması... (Yani, bu uygulanan kapitalist, sömürü, hatta köleci ekonomik politikaya karşı çıkan, ses eden olmasın!)

- Mâlî Sektör'ün tasarrufları üretim yatırımlarına yönlendirebilecek kadar gelişmiş olması... (Aslında "tasarrufun yatırıma yönlendirilmesi" gerçek iktisadî bir zarurettir. Ancak bu kapitalist, sömürücü, hatta köleci Hıristiyan Batılılar'ın dediği, halkın küçük birikimlerinin borsaya ve özel şirket bankalarına yönlendirilerek, büyük patronların eline geçmesinin sağlanması, böylece onların daha semirip yağlanmasına imkân hazırlanmasıdır.)

Bunlar isteniyor... Yetmez!.. Kapitalist ekonomi yok edici rekabete dayanır. Tabii ki, AB Kopenhag Kriterleri de bu rekabet üzerinde duruyor. AB içinde varlığını sürdürüp rekabet edebilmek için:

- Öngörülebilir ve istikrarlı bir ortamda, karar alabilen ekonomik kurumların makro ekonomik istikrarının olması... ve işlevsel bir serbest piyasa ekonomisinin varlığı ... (Yani özerk Merkez Bankası gibi, kendi devletinden bağımsız, ama dış etkilere açık kurumların, dışardan gelen talimatlara uymamazlık etmemesi, kendi isteklerine göre işleyen bir " Serbest Piyasa " olması!.. Yani sen ABD mallarına, AB mallarına kota koymayacaksın, ama ABD senin T-şörtüne kota koyacak. AB Sebzeni, Meyveni " İlaçlı " diye geri gönderip kendi malını satacak!)

- Altyapı, eğitim ve araştırmayı içeren yeterli miktarda fizikî ve beşerî sermayenin olması... (Yani yollar, köprüler, limanlar sömürücü Hıristiyan Batılılar'ın istediği ticareti yapacak düzeyde olmalı!.. Onların ihtiyaçlarına göre eğitilen insanlar, işçiler olmalı!)

- Firmaların teknolojiye uyum sağlama kapasitesinin bulunması... (Ama onların vermeye razı olduğu teknolojiye uyum sağlayacak!.. Senin ihtiyacına uygun teknolojiye değil!)

Bunlar gerekmektedir... İşte AB'nin Kopenhag Kriterleri böyle!.. Haa, bir de bunun "İnsan Hakları" talebi var! Ama artık yazmaktan yorulduk. Onu da siz "İnsan Hakları Raporu" ndan okuyun!.. Bakın, bu insan yağından sabun, insan derisinden çanta yapan Avrupalılar, kendilerini insan sayıp bizden neler neler istiyorlar!

13 CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,


http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata38c.html



..