Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2018 Salı

İki Büyük Tehlike


İki Büyük Tehlike


Yekta Güngör Özden

Her ülkenin olduğu gibi Türkiye’mizin de kimi sorunları çözüm beklemektedir. Ekonomik, toplumsal, hukuksal, siyasal her tür sorun iyi niyetli ve yetenekli iktidarların öncülüğünde başarıyla çözümlenir. Bunların yaratacağı güçlüklerin giderilmesi olanağı her zaman vardır, bulunabilir. Ama giderek büyüyen iki tehlike Türki­ye’mizin varlığını ve geleceğini olumsuzluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Biri İRTİCA (gericilik), öbürü IRKÇILIK’tır. İkisinin de terörle yakın ilişkisi vardır. Uluslararası ortamda El-Kaide islâmcı terör örgütünün yanında Afganistan’ın Taliban’ı, Mısır’ın Müslüman Kardeşler’i, Filistin’in Hamas’ı hemen anımsanan gerici-dinci örgütlerdir. Türkiye’de İbda-C, Hizbullah, Kaplancılar vd. adlarla kendini duyuran yasadışı dinci örgütler ulusal bağlamdaki örneklerdendir. Günümüz siyasal iktidarı lâiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak suçundan Anayasa Mahkemesi’nce cezalandırılmıştır. Sakıncalı tutumundan dönmek yerine sık­ma­başa sarılarak, sıkmabaşlı milletvekillerine yeşil ışık yakarak, yargı kararlarına karşın sıkmabaşlı öğrencilere ve öğretim üyelerine üniversite kapılarını açarak dinsel düzenden vazgeçmediğini sık sık yinelemektedir.

İkinci tehlike, dinci açılımları gerçekleştirmekte kolaylık sağlanması için verilen ödünlerle kürt ırkçılığının boyutlarının artmasıdır. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni olan, hiçbir soy ve inanç ayrımı gözetmeyen cumhuriyetin yurttaşı olmayı, her yurttaşı kucaklayan “Türk Ulusu” kavramının anlam ve amacını yadsıyarak sürdürülen bölücülük ve yıkıcılık 1980’li yıllardan bu yana 40 bine yakın yurttaşımızı aramızdan almıştır. Hâlâ güneydoğudaki kimi il ve ilçelerde denenen ayaklanmalar, kolluk güçlerine karşı çıkmalar, saldırılar, terör örgütünün rengini taşıyan bezler sallayıp zafer işaretleri yaparak, örgüt başının adıyla bölücü sloganlar atıp posterlerini taşıyan kalabalıklar kürtçülük akımının geldiği düzeyi göstermektedir. Güncel durumları, gerçekleri bırakarak ekonomik ve toplumsal kimi sorunlardan söz ederek sorunu yanlış değerlendirmekle bir yere varılamaz. İktidarın 2011 seçimleri için tüm kalkışmaları, tehditleri, saldırıları, amacı açıklayan konuşmaları görmezlikten-duymazlıktan gelerek savuşturmaya çalışması yarınlarda daha büyük sorunları karşımıza çıkaracaktır. Somutlaşan amaç kürtçü liderlerin açıkladığı gibi özerk yönetimden bağımsız kürt devletine geçmektir. Geçmişin olaylarını tersine çevirerek, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve cumhuriyeti suçlayarak, Mustafa Kemal’in 85 no.lu 1921 Anayasası ile 16 Ocak 1923 İzmit konuşmasını yanlış değerlendirip Lozan görüşmelerini çarpıtarak, 1924 Anayasası’nı ve kürt isyanlarını yadsıyarak bir yere varılamaz.

Güneydoğudaki genel seçimlerin ve yerel seçimlerin sonucu baskı, tehdit ve ölümle korkutulan yurttaşların kürtçüleri yeğlediğini göstermektedir. Kürtçü belediye başkanlarının, öbür yerel yönetimcilerin yanında, hattâ önünde BDP’li milletvekillerini göstermektedir. Ama hiçbirine Silivri yargısı kapsamındakilere uygulanan yöntemler uygulanmamakta, 30 yıl süren ceza dâvası da zamanaşımı nedeniyle sonuçsuz kalmaktadır. Kandil elebaşları “Sınır dışına çekilmek asla söz konusu değildir” diyerek Türkiye içindeki yuvalanmaları, destekleri, militan varlığını ve güçlerini itiraf ve ikar etmektedirler. Ne Kandil’e karşı, ne de yurt içinde etkin bir önlem, anlamlı bir tepki saptanamamaktadır. İktidara yaranma, ilişkileri düzeltme çabasındaki medyada kürtçülere destek giderek artmakta, “anadilde eğitim”le “Kürt ulusu” teriminin Anayasa değişikliğiyle gerçekleştirilmesi önerilip istenmekte, iktidar “Yeni Anayasa” çıkışıyla sanki 2011 seçimlerinden sonra bu istemleri gerçekleştirecekmiş gibi kürtçülere umut vererek oy almaya, istediklerini daha rahat yapabilme olanağı bulmaya çalışmaktadır. Kürtçülerin isteklerini yerine getirince ayrı devlet kurma, “kendilerini yönetme” ayrımcılığından vazgeçecekleri sanılarak aldanılmakta ve halk çoğunluğu aldatılmaktadır. Eşitlik olmasaydı nasıl milletvekili olacakları, nasıl asker ve sivil devlet görevini yüklenecekleri, nasıl özel kesimde varlık edinecekleri, zenginlikleri songulanmamakta, feodal yapının getirdiği sorunlar bırakılıp cumhuriyet yapısının yıkımıyla uğraşılmaktadır.

İktidar o kadar aşırı hoşgörülü sorumlular o kadar ilgisiz ki siyasal yasaklılar siyasal çalışmalara yoğun buçunde katılmakta, onbinlerce yurttaşın kanına giren teröristbaşından “Sayın” diyerek söz etmekte, sorunun çözümü için onu yetkili göstermekte, onun avukatlarınca ulaştırılan buyruklarına uymakta, uymaya çağırmakta, devleti tehdit etmekte, daha ileri giderek “Kürt halkı kendini yönetmek istiyor” sözüyle sakladıkları amacı açıklamak için iktidarın yarattığı ortamı elverişli bulmaktadır. Unutmamak gerekir, hukuk diploması ve avukat ruhsatı almakla kendini hukukçu sanan kimileriyle, muhabirlik günlerini anımsatan çocuksu yazılarıyla gelişmediğini gösteren düşünce yotksullarının “Kürt sorunu” deyişleri asla gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye’de “Kürt sorunu” değil “Kürtçülük sorunu” vardır. BDP milletvekillerinden Sırrı Sakık’ın TBMM kürsüsünde “Ben Türk değilimi” sözleri Türklük ile Türk Ulusu kavramlarını anlamadığını ya da özellikle anlamamış görünerek sömürüsünü göstermektedir. Anayasa’nın 81. Maddesi gereğince içtiği anda aykırı davranmaktan öte andını geri almış sayılacağından milletvekilliğinin düşürülmesi gerekir. Bu sonuç, Ahmet Türk’ün taşıdığı soyadını değiştirmemesi nedenini de düşündürmektedir. Korkak, çıkarcı ve lâik cumhuriyetle Atatürk karşıtı kimi bilimsel sanlı kinci ve dincilerle kimi aymazların ve sapkınların destek verdiği, kimi varlıklılarla yabancıların yardım musluklarını açık tuttukları anlaşılan kürtçülük, anayasal, ulusal ve yaşamsal ilkelerden ödünler verilerek değilaçık, kesin, gerçekçi ve yürekli duruş ve tutumlarla önlenir.

Kürtçüler iktidarın gündeme getirdiği “alt, üst kimlik” tartışmalarını da kabûl etmemekte “Türk ayrı, Kürt ayrı kimliktir, başka kimlik söz konusu değildir” demektedirler. Tüm bu durumları görmemek için görme özürlü olmak gerekir. Doğuya yapılan yatırımlar, bayındır kılma çabaları, teröristlerin yakıp yıktıkları okullar, tesisler, öldürdükleri yurttaşlarla, yalan ve iftiralarla, gizli tanıklar ve sözde itirafçılarla karşılanmıştır. Kimi sözcüklerine katılmasak bile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu konudaki eleştirileri yerindedir.

Önceki devlet yöneticilerinin “Federasyon” ve “Realite” söylemlerini AKP’nin ödünleri izledi. Habur karşılamaları durumun kötülüğünü tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Ayaklanmalar, çocuklarını panzerlerin önüne süren, onları taş, molotof kokteyli, havaî fişeklerle polise ve jandarmaya saldırtan aileler, teröristlerin cenazelerini sloganlar, posterler ve zafer işaretleriyle kaldıranbinler, BDP’li milletvekillerinin kışkırtıcı konuşmaları hızından ve dozundan birşey yitirmiş değildir. Silâhlı Kuvvetleri yıpratmak, yargıyı etkisiz kılmak, giderek bölmekle uğraşmaktan teröre yeterli zamanı ayıramadığı anlaşılan iktidarın sorumluluğu ağırlaşmakta ve artmaktadır.

Dış destek, sözde dostların ve kimi komşuların yardımlarıyla şımarıp azgınlaşan kürtçülere AB ülkeleri de kapılarını açık tutmakta, onları dinleyip yönlendirmekte, kimi azınlık savlarıyla onlara arka çıkmaktadır. Bunlara karşın arap ülkeleriyle ilişkileri güçlendirmeyi yeğleyen iktidar, Türk Cumhuriyetlerine karşı soğukluğuna aldırışsızlık ekleyerek olayların ve yerine getirilmesi olanaksız isteklerin sürmesine neden olmuştur. Ermenistan, İsrail ve İran kuşatmasındaki Türkiye, bir zamanlar terör örgütünü yuvlandıran, aşırı solcu olup şimdi iktidarı destekleyen eski militanları barındıran Suriye ile Lübnan’ın koltukçusu olmuştur.

Irak egemenlerinin oyalayıcı, aldatıcı ve iki yüzlü tutumu da gereken tepkiyi görmüyor. ABD’nin gizlenen koruyuculuğu altında kabadayılık taslayan Kandil kaçakları, Türk Hava Kuvvetleri’nin onca bombardımanına karşın güçlerini korumaktadır. Demekki eksik olan, yeterince yapılamayan, yapımlak istenmeyen, başarılamayan bir şey vardır. Türkiye Cumhuriyeti’ne kafa tutan terör örgütü varlığını sürdürebiliyorsa Türkiye yönetimi sorgulanmalıdır. Silâhlı Kuvvetler eli-kolu bağlı duruma getirilmiş, lâf ebelerinin yakınması üzerine kozmik odalarına, lomanlarına, çalışma-görev yerlerine kadar girilip araştırmalar yapılmış, gerçek dışı suçlamalarla komutanlar önüne çıkarılarak haklarını almaları engellenmiş, iktidarın kötülüklerinin, yanlışlıklarının ve sakıncalı gidişinin önüne çıkması olası güçler ve kesimleryargı kullanılarak sindirilip yokedilmek istenmiştir. Türkân Saylan öldürülmüştür. Haberal, Hilmioğlu, Yurtkuran, Özkan, Poyraz, Cihaner, Doğan, Balbay ve öbür Silivri tutuklularının da ölmelerinin istendiği anlaşılmaktadır. Çelişkili, aykırı, amaçlı uygulamalar bunu göstermektedir. Silivri’dekiler Kandil’dekilerden daha tehlikeli sayılmakta, yabancı ve dşman kuklası kürtçülere gösterilen kolaylıklar Silivri’deki komutanlardan, bilim adamlarından, yazar ve gazetecilerden esirgenmektedir. “Masumiyet karinesi” yok sayılarak tüm şüpheli ve sanıklar iktidar tarafından cezası kesinleşmiş hükümlüler gibi nitelendirilmektedir.

Kendi halkından, ulusundan çokyabancıları dinleyen iktidar, sorunu kestirip atmaktan kaçınmakta, “Gücüzüm varsa gelin, alın” demektedir. Soruşturma, kovuşturma, geçiştirme, oyalama, avutma, savsaklama, erteleme, uyutma ve bildiğini okuma birbirine karışmış durumdadır. İktidarın kendinden başkasını, ülkesini düşündüğüne inanmak güçtür. 

Öte yandan Apo tek seçici gibi davranıp belediye başkanını tehdit etmekte, ateşkes süresinin sınırını belirlemekte, koşullar gündeme getirerek iktidarı etkilemekte, konuklar düzeninde ağırlanarak amacından dönmediğini açık biçimde ortaya koymaktadır. PKK’nın İmralı’dan yönlendirilip yönetildiğine ancak yandaşları karşı çıkabilir. Siyasal iktidar, yönetimindeki devlet kurumlarıyla PKK’nın doğrudan görüşme yaptığını dolaylı anlatımlarla açıklamaktadır. Apo’yla görüşmelerin bugüne değin neler sağladığı da bilinmemekte, sağladığı bir yarar saptanmamakta dır.

Yönetimin zayıflığı o kadar belirgin ki son günlerde PKK yararına görüş veren kimilerinin emeklilikten önce çok önemli görevlerde bulunanlar olduğu kuşku ve üzüntüyle öğrenilmektedir. BDP’lilere gösterilen aşırı hoşgörüden anlaşılıyor ki günümüz iktidarı PKK’dan da BDP’den de korkmakta, üstesinden gelemeyeceği olaylara neden olmaktan çekinmektedir. Ulusal devletin yapısını bozacak girişimleri ve kalkışmaları devleti koruyacak iktidar önleyemiyor. İktidar için ödün vermek çözüm, başarı ve beceri sayılıyor. Yarın neler olacağı kestirilemiyor, gerçekçi, kalıcı, etkin önlemler alınamıyor,cumhuriyeti koruyacak çalışmalar yapılamıyor.

PKK’nın 32. kuruluş yılı nedeniyle Hakkâri-Yüksekova’da, Diyarbakır-Lice’de yapılan taş­kın­lıklar (aslında ayaklanmalar)a iktidar önem vermiyor görünmektedir. Kışkırtıcı konuşmaları gerçek durumu bilmeyen, aldatılan yurttaşlar zafer işaretleriyle, alkışlarla karşılıyor. Kimi yargı yerlerinden kürtçülüğe açılım sayılacak öneriler, güç verecek kararlar çıkıyor, insan hakları, özgürlük, demokrasi sömürüleri sürüyor. Kürt kökenli yurttaşlarımızı değil, kürtçülük yapanları eleştiriyoruz.kürt kökenliler içinde arkadaşlarımız, meslektaşımız, öğrencimiz, dostumuz var. Kürt kökenli avukatla birlikte savunma görevi aldığımız davâ oldu. Kürtçülük yapmayan, ulus bağlamındaki birlikteliğimizin ve cumhuriyetle Atatürk’ün değerini bilen yurtseverleri var. Sorunun sorumluları AB, ABD, Er­menistan, Irak ve içimizdeki PKK’lılarla yan­daşlarıdır. Bir o kadar da siyasal iktidardır, medyadır, üniversitelerdir, yargıdır.

Yeni Anayasa..” sözü kürtçülerle sıkmabaşçılara uzatılmış ucu zehirli bir oltadır. Bundan önce yapılanların olduğu gibi bundan sonra yapılacakların da demokrasiyle ilgisi olmayacaktır. İktidarın ruhunda, anlayışında demokrasi yoktur. Demokrasiyle eğitilmemişler, inançla dokunmuşlardır. Demokrasiyi bilmeyenler demokrasiden söz edemezler. “Sivil irade, askerî vesayet, yargı vesayeti” sözleriyle yolalmak isteyen iktidar, rejimi koruyup güçlendirmek, demokratik niteliğini yükseltmek yerine tehlikeye atmaktadır. Feodal yapının, topraksızlığın, şeyhe ve aşiret başına bağımlılığın çözümlenmesine önclik vermek gerekir. Yoksa kimi raporlardan söz ederek, kimi ödünler ve ayrıcalıklarla çözüm olacağı havasını basmanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur. Türkiye bölünmez bir bütündür. Bir bölgede demokrasi olacak, öbüründe olmayacak, böyle bir çelişki düşünülemez. Etnik duyarlıklar, kültür farklılıkları, kimi özellikler elbet özgürlük içinde yaşam bulur. Kürt kökenlilerden başka kökenliler de var. Ancak etnik özellikler ve özgünlükler ulusal yapıyı bozacak zorlayıcı girişimler olamaz. Anadil öğretilir ama devletin Türkçe’den başka ikinci bir resmî dili olamaz. Yurtdışından verilen örneklerin Türkiye için uygulanmasını gerektiren benzerlikler bulunmamaktadır. Bir kez ödün verilince nerede duracağı, ne sonuçlar getireceği iyi düşünülmelidir. Çok açık olan gerçek, kimi siyasal kuruluşların içlerindeki kürt kökenlilerden kürtçülük yandaşlarının etkisiyle ya da liberal demokrat geçinenlerin kışkırtmasıyla ödünler vererek sorunu çözecekleri ne ilişkin kanılar yanılgıları dır. Yaşamı, güncel olayları, iç kalkışmaları, ayaklanma olaylarını ve dış baskılarla destekleri hep birlikte değerlendirmeden hazır reçetelerle sonuç alacaklarını sanmaktadırlar. Ayrım, kutuplaşma giderek keskinleşmektedir. Kürtçülerin ölçüsüz, aşırı, ayrımcı çabaları dracak sanılmamalıdır. Devletle çatışmaktadırlar. Bundan daha belirgin bir kanıt olamaz. İktidar da kendi amacı ve doğrultusu için bu kesimi okşayarak susturup durduracağı inancıyla yumuşak davranmaktadır.

“Asimilâsyon” söylenti ve suçlamalarına, “özgürlük” yalanlarına kanmamak gerekir. Farklılıkların yarattığı zenginliğin ulusal dokunun özelliği olduğu bilinmeli, yıkıcılıkla, kavgayla, savaşla, ödünle, şirin görünme çabasıyla, anlayış ve hoşgörüyü aşan tutarsızlık ve zayıflıkla bir yere varılamayacağı benimsenmelidir. Teröre başvurup dışardan destek alan kürtçülerle, terör karşıtı kürtlerin ayrı duruşu bile teröristlerin ağır yanılgı ve sapkınlığını anlatmaktadır. Bize düşen, ulusal birliği, ülke ve ulus tümlüğünü korumak, yanılanlara gerçeği öğretmektir. Siyasetin ikilemleri ve ödünleri gerçek çözümü sağlamaktan uzak görünmektedir. Yepyeni Türkiye Cumhuriyeti aşırılıklara kıydırılamaz.

http://turksolu.com.tr/ileri/47/ozden47.htm

..

2 Nisan 2018 Pazartesi

Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde boğulmak mı?

Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde  boğulmak mı? 


Yekta Güngör Özden
10.02.2003/Sayı:23 


Günümüz iktidarı, ABD’nin Irak’a yapacağı saldırıya Türkiye Cumhuriyeti’ni bulaştırma yolundaki baskılarına, liderinin ve Başbakanının ağzından, “ABD’nin yanında yer alacağız.” diyerek ve “başka seçenek kalmadığı”nı belirterek işbirlikçi bir yanıt vermiş bulunuyor. Hatta ABD’nin Irak’ta “otoriter bir yönetim kuracağını, Irak petrollerini ABD’nin yöneteceğini” de kabullenmiş bir biçimde açıklıyorlar! Dünya kamuoyu bu savaşın haklı gerekçesi olmadığını, 1441 Sayılı Güvenlik Konseyi kararının ABD’ye keyfi saldırı yetkisi vermediğini, düpedüz sömürgeci amaçlı bir ABD - İngiliz saldırganlığı söz konusu olduğunu düşünürken, Türk hükümetinin böyle bir tutum takınmasını ve hemen arkasından ABD Hazine Bakanı’nın Ankara’ya gelmesini, bir çok bakımdan temel önemde yanlışları içeren ve büyük tehlikelere çağrı çıkaran usdışı ve onur kırıcı bir tutum olarak görüyoruz. 

Her şeyden önce iktidarın tutumuna dayanak yaptığı ana gerekçe, tek süper güç olan ABD’nin her istediğini yapabileceği, onun karşısına çıkmanın bir çığın altına girmeye kalkışmak gibi çılgınlık olacağı, karşı çıkmak şöyle dursun, ABD’nin yanında yer almama durumunda bile bu süper gücün Irak’a Türkiye’nin hiç istemeyeceği bir biçim verebileceği gerekçesidir. Çoğu güdümlü olan büyük iletişim araçları da bu gerekçeyi, özellikle kimi emekli diplomat ve askerlerle üniversite öğretim üyelerinin ağzından yoğun biçimde yaymaktadır. Bu iletişim çevreleri, Atatürkçüleri, örneğin Kıbrıs gibi ulusal konulardaki tutumlarından dolayı “şahin” diye suçlarken, bugün uluslararası hukuka aykırı bahanelere dayalı ABD saldırganlığına destek verip savaş kışkırtıcılığı yapmakta, barış isteyen Atatürkçülere ise “halk dalkavukluğu” suçlaması yöneltmektedirler. 

Bu günlerde, Mustafa Kemal’in ulusal bağımsızlık için izlenmesini zorunlu saydığı ilkeyi özenle gözönünde tutmanın tam zamanıdır: 

“Asıl olan, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Yabancı bir devletin korumasını ve onun insafına sığınmayı kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, düşkünlük ve güçsüzlüğü kabul etmekten başka bir şey değildir. Oysa Türk'ün onuru, özsaygısı ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!” 

Dış güçlerin güdümünde, onların yarattığı oldu-bittilerin etkisinde bir dış politika değil, özgür ve bağımsız olarak saptanan meşru ulusal yararların hizmetinde, yurt ve ulusu esenlik içinde yaşatacak bir dış politikayı, ancak bu Atatürkçü bilince sahip siyasi iktidarlar izleyebilir. İç yapıları demokrasiden yoksun, lider boyunduruğu altındaki siyasal partilerin ulusa karşı sorumlu siyaset izlemeleri beklenemez. Tersine, böyle siyasal partiler, yetkisiz ve sorumsuz genel başkanların ulusumuzu yabancı devletler önünde temsil etmesi gibi hem onur kırıcı, hem de olağanüstü tehlikeli sakat tutumlar yaratır; Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de süper güçlerin güdümünde savaşlara sürükleyen, Türk ulusuna Sarıkamış yıkımlarını yaşatan Enver Paşa’ları ortaya çıkarır; bir yandan da savaş kışkırtmacılığı arkasında, türbanı kamusal alana sokma, eğitim birliğini baltalama ve bu amaçlar için kamu kurumlarında kadrolaşma gibi demokrasiyi yıkıcı girişimlere ortam hazırlar. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü soylu ulusal dış politikası yerine, ‘ABD her dilediğini yapabilecek güçtedir; onun yanında yer alalım.’ diyen teslimiyetçi görüşün üzerine dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktür, dayanaktan yoksundur. Şöyle ki: 

“ABD, Türkiye onun yanında yer alsa da, almasa da, Orta-Doğu ve Avrasya çapında saptamış olduğu planları uygulayabilir.” demek, gerçekte, ABD’nin yanında yer alsak bile bizim için de kendince uygun bulduğu her planı yürütebileceği anlamına geldiğine göre, bu gerekçeyle onun yanında yer almayı istemek, kendi ulusundan değil, yabancı devletlerden güç almayı benimsemiş teslimiyetçi kafa yapısının ürünüdür. 

Bu düşünce, ABD’nin, zaten bir oldu-bitti olarak önemli ölçüde yapmış olduğu gibi, örneğin Kuzey Irak’ta bir kukla Kürdistan kurmaya, “Ermeni soykırımı” savlarını ABD politikasına dönüştürmeye kalkışması, Kıbrıs konusundaki dayatmalarda olduğu gibi Ege Kıta Sahanlığı ve Hava Alanı sorunlarında ödünler vermemizi, ekonomi alanında demiryolu ve sanayi yatırımları yapmamamızı, tarımımızı korumamamızı … istemesi gibi durumlarda da boyun eğmek dışında elimizden hiçbir şey gelemeyeceğini daha baştan kabul ve ilân etmek anlamına gelmektedir. 

Türkiye’nin ülke topraklarını maddi çıkar sağlamak üzere ABD’ye kullandırttığı, Irak petrollerinin yağmalanmasından kendisine de bir pay çıkarmak için bu ülkeye asker gönderdiği gibi eleştirilere hak verdirir nitelikteki akçalı ilişkiler içine girmek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşu ulusların, hatta tüm dünyanın gözünde çıkarcı, fırsatçı, saldırgan bir devlet gibi görülmesine yol açar. “Denklemin içinde yer alalım” yolundaki sorumsuz, sığ görüşün, ulusumuzu ve yurdumuzu sömürgeci denklemlerinin içinde boğulmaya sürükleyeceği düşünülmeli, bu tür serüvenci yaklaşımlardan uzak kalınmalıdır. 

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Irak sorununa uluslararası hukukun meşruluk ölçüleri ile “Yurtta barış, dünyada barış!”, “Ulusların yaşamı tehlikede olmadıkça savaş cinayettir!” diyen ilkelere dayalı bir tutum belirlemesini, ABD’nin meşru ulusal yararlarımıza aykırı amaçlar gütmesine seyirci kalınmayacağının açık ve kesin biçimde bildirilmesini zorunlu görüyoruz. Bunun için silah gücünün kendi başına bir ulusu güçlü kılmaya yetmeyeceğini, silahların ancak haklı ve güçlü bir dâvânın hizmetinde kullanılırsa işe yarayacağını, çünkü “Meşru haklarının bilincinde olan ve yönetimini kendi eline alan bir ulusun karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile dize geleceğini” kanıtlayan Türk Kurtuluş Savaşı’nın felsefesini bilmek ve benimsemek zorunludur. 


http://www.turksolu.com.tr/23/ozden23.htm

***

Emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağı dik tutabilmek


Emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağı dik tutabilmek


Yekta Güngör Özden 
27.01.2003/Sayı:22 

Bağımsız, hukukun güvencesi altında özgür, bilim ve teknolojinin ışıklarıyla donanıp gönenç içinde bir ulus olarak yaşama hakkımızı ve bunları bize sağlayan Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine dayalı Cumhuriyetimizi yerli ve yabancı sömürücülere karşı yiğitçe savundukları için a1çak cinayetlerle canlarına kıyılan Profesör Muammer Aksoy’un 13., değerli araştırmacı-yazar Uğur Mumcu’nun 10. öldürülüş yıldönümlerindeyiz. Ama bu namuslu ulus aydınlarının yaşamlarına kıyan asıl suçlular ortaya çıkarılıp, ülkemiz siyasal cinayetler işlenemeyen bir ortama kavuşturulamadı. O nedenle siyasal cinayetlerin arkası kesilmedi. Yurttaşlar soruyorlar: “Bu nasıl bir güçtür ki, tetiği çektirenlerin maskeleri baştan aşağıya indirilemiyor ve bir türlü adaletin önüne çıkarılamıyorlar? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücü neden buna yetmiyor?” 

Bu durumun baş sorumlusu, kanımızca, kendileri her türlü yasadışı eylemlerden sanık, hukuk tanımaz insanların -bir-ikisi dışındaki- siyasal partilerde ve Türk siyasal yaşamında etkin olabilmeleri, bu partilerin yapısını ve işleyişini demokratik nitelikten uzaklaştırabilmiş olmalarıdır. 

Hukukun güvenli şemsiyesi altında yaşamak, bağımsız, özgür ve uygar bir toplum olmanın en temel koşulu iken, hukukun üstünlüğü ilkesini çiğneyen siyasetçi kadrosu, Türk ulusunu bu yaşam temelinden büyük ölçüde yoksun bırakmış bulunmaktadır. 

Bu ortam bugüne değin ulusumuzu nice üstün değerden yoksun kıldığı gibi, bilim adamları ve genel olarak aydınlarımızı yurt ve ulus sorunlarıyla yakından ilgilenmekten caydırmakta, yürekli aydınlarımızı terörün tehdidi altında yaşatmakta, devlet gücümüzü zayıflatmakta, ekonomik kalkınmayı engellemekte, ulus ve yurdumuzu uluslararası sömürünün kucağına itmektedir. 

Hukuka saygı kurulup sorumluluk düzeni işletilemedikçe, yan tutuculuktan uzak kamu yönetimi sağlanmadıkça, ulusal birlik ve bağımsızlığımızın, yurt bütünlüğümüzün ve temel hak ve özgürlüklerimizin güvencede olduğunu söylemeye olanak yoktur. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün armağanı ulusal bağımsızlığımızı koruyabilmek, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı dik tutabilmek, ülkemiz kaynaklarının sömürgeciliğin ahtapot kollarına teslim edilmesini engelleyebilmek, sömürgeciliğe karşı devletimizi savunmak uğrundaki özverili, yiğit savaşımları nedeniyle canlarına kıyılan değerli bilim adamlarımız ve yazarlarımız Profesör Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu’nun anılarını saygıyla anar, aynı davanın yılmaz savunucuları olarak ulusumuza başsağlığı dilerken, gerçek katillerinin bulunması isteğimizi yineler, siyasal yaşamımızda hukukun üstünlüğünün her türlü kuşkudan arındırılmış olarak kurulmasının, bir yaşam ve onur sorunu olduğunu bir kez daha vurgularız. 

http://www.turksolu.com.tr/22/ozden22.htm


***


Oostlander Sözde Avrupalı...

Oostlander Sözde Avrupalı...


Yekta Güngör Özden 
07.05.2003
Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın Müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye'nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir.
Türkiye ne zaman gücünün arttığını gösteren bir başarıyla, kültür, sanat, spor, bilim alanında bir etkinlikle ya da uluslararası bir durumla gündeme gelse, Avrupa kaynaklı olumsuz değerlendirmeler, eleştiri ve öneri görüntüsü altında haksızlık dolu yaklaşımlar birbirini izler. Son günlerde AB Raportörü Hollandalı Arie Oostlander 'in üyeliğimiz için Kemalizm/Atatürkçülüğü engel saymasındaki saçmalık, amaçlı açıklamaların yenisi. Bu ilk değil. Önceki yıllarda da Atatürkçülüğü, Atatürk' ün yetiştiği Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, Müslümanlığı, Milli Güvenlik Kurulu'nu demokratikleşme ve AB üyeliği için engel göstermişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu'nu sömürge durumuna düşürüp paylaşmayı gerçekleştirmek için saldırılar, oyunlar, planlar, anlaşmalar düzenleyen Avrupalılar kendi yaptıklarını unutup Türkleri barbarlıkla suçlamayı da sürdürürler. ''Sözde Ermeni Soykırım Tasarıları'' sıklığında olmasa da ısıtıp ısıtıp yineleyerek güncel kılmaya çalışırlar. İçimizdeki aymaz, bağnaz, değerbilmez korosu da bu tür safsatalara alkış tutarak kendi düşüncesinin ve amacının doğrulandığının kanıtı olarak yansıtır, neye araç olduğunun ayırdında mıdır bilinmez, ama işbirlikçi durumuna düşer.
Türkiye'nin her alanda gerçekleştirdiği atılım, bilgisiz, kötü niyetli, tutucu Avrupalıyı kıskandırıyor ya da korkutuyor. ''Yurtta barış, dünyada barış'' ilkesinin içtenlikli bir izleyicisi olarak kimsenin toprağında gözü bulunmayan laik Türkiye Cumhuriyeti'nin, ölüm-kalım savaşı vererek yarattığı Türk mucizesi sonunda, en büyük Türk Devrimi olarak gerçekleştiğini unuturlar. Bu gerçek bir yana, AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer'in AB üyeliği konusunda dürüst ve içtenlikli olmaya çağırdığı Avrupalıları Roger Garaudy 'nin suçlamalarını da unuturlar. Alman tarihçi Hans-Ulrich Wehler 'in amaçlı, gerçekdışı anlatımlarını, Türkiye-AB Parlamento Eşbaşkanı D. J. Bendit 'le Huntington' un Atatürkçülük ve ulus devlette direnmeyi sakınca sayan, laikliği dışlayıp İslamın çekirdek devleti olmamızı içeren çağdışı, sakat görüşlerine sarılırlar. Atatürkçülüğü ve onun başta gelen bekçilerinden Silahlı Kuvvetleri engel görmelerinde aşağılık duygusu da etkendir. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı sömürgeci ve yayılmacı güçlerle içimizdeki sapkınlara karşı kazanan ordulaşmış Türk ulusudur.
Değişik soy ve inanç topluluklarına karşın elde edilen yapı Avrupalının emperyalist emellerinin engelidir. Tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Anadolu İhtilali başarıya ulaşmış, dinsel ağırlıklı kişisel yönetimle birlikte tüm çürük yapı yıkılmış, Osmanlılıkla hiçbir ilgisi olmayan yepyeni bir kurum sonsuza değin bağımsız yaşatılacak sağlıklı temeller üzerine oturtulmuştur. Bu temel, Atatürk ilkelerinin oluşturduğu Türk Devrimi'dir. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyetle demokrasi yaşama geçirilmiş, uygarlığın tüm olanakları her alandaki çabalarla sağlanmış, çağdaşlaşma Avrupa'yı şaşırtmıştır. Atatürkçülük, evrensel değerleri ulusallaştırarak kendini her gün yenileyen, Türkiye'ye özgü düşünce dizgesi, izlence ve uygarlık yöntemidir. İnsanımız tebaa olmaktan yurttaşlığa, toplum ümmet durumundan ulus düzeyine çıkmıştır.
Atatürk ilkeleri, Marksizmi ve kapitalizmi geride bırakmış, kadınlara siyasal hakları İsviçre'den 40 yıl önce vermiştir.
Avrupa kendi din savaşlarını, iktidar kavgalarını, cinayetleri, Stalin' i, Hitler' i, Peten' i, Salazar' ı, Franko' yu, Mussolini' yi, Yunan cuntasını, Makarios' u, EOKA'yı ve öbür diktatörlerle demirperde ülkelerini, Atatürk döneminde Türkiye'ye sığınan 142 bilim adamını, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler üyesi olarak uluslararası alanda görevlerini özenle yerine getirdiğini, krallıklarla kiliseler arasında süren savaşları, laikliği 300 yıl sonra 300 milyon ölü vererek yaşamaya başladığını unutmuştur. Bilgisizlik, bilinçsizlikle koyulaşmıştır. Doyumsuz Avrupa, Atatürk'ün din bağı yerine ulus bağını seçtiğini, ırkçılığı dışlayıp çağdaş milliyetçilikle dostluğu ve barışı yeğlediğini görmezlikten gelmektedir. Tarih ve siyaset bilgisinden, insanlık ve dostluk bilincinden, demokrasi ve ahlak erdeminden yoksun, içtenliksiz, kötü amaçlı, sözde dostlar AB için yeni koşullar hazırladıklarını duyurmaktadırlar. Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurulan Türkiye Cumhuriyeti AB'ye eşit konumda girerse AB daha çok güç kazanır.
Tarihin çöplüğüne atılan Sevr ile kursaklarında kalan, Lozan ile iyice gömülen kapitülasyonlar, Ermeni ve Kürt devletleri Avrupa'nın ham hayali olarak sırıtmaktadır.
İşte Irak Savaşı. Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın Müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye'nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında tüm sorunları çözmeye başlayıp dostluğu güçlendiren 30 Ekim 1930 anlaşmasını imzalayan Elefterios Venizelos' un 12.1.1934'te Atatürk'ü Nobel Barış Ödülü'ne aday gösteren ve Oslo'daki yetkili Komiteye yazılan mektubu, Birleşmiş Milletler Kültür ve Bilim Komisyonu'nun (UNESCO) ilki 1963'te, ikincisi 27.11.1978'de ''Atatürk'ün doğumunun 100. yılının tüm üye ülkelerde törenlerle kutlanmasına'' ilişkin kararını yeniden okumalıdırlar. Atatürkçülüğün o zaman yalnız Türkiye için değil, bölgemiz için, Avrupa için ne kadar yapıcı ve yararlı bir kaynak olduğunu anlayacaklardır.

1 Nisan 2018 Pazar

Yekta Güngör Özden: “Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur”

Yekta Güngör Özden: “Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur”

Savcılar Görevini yapmıştır ve yapacaktır,



TÜRKSOLU: 

Sayın Başkanım, Türkiye’nin bu yoğun gündeminin en önemli meseleleri hep hukuk alanında düğümleniyor. Yargının savunma ve karar yanlarında görev yapmış ve Türkiye’de yargının en üst kurumunun, Anayasa Mahkemesi’nin Başkanlığı görevinde bulunmuş bir kişi olarak size öncelikle bu güncel konuları sormak isteriz. Türkiye’yi sarsan 17 Aralık operasyonunu başlatan Cumhuriyet Savcıları sizce doğru mu yapmıştır? Bir savcının iktidara yönelik operasyon yapma hakkı var mıdır? Süreç hukuksal mıdır?


Yekta Güngör Özden: 

Sorunuza hemen yanıt vereyim. Mustafa Kemal Atatürk’ün 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Okulu’nu açarken yaptığı konuşmanın sonunda; “Cumhuriyet’in kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılışından duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım.” demiştir, güçlü bir sesle. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’un Cumhuriyet Savcılarına kapsamlı, övgülü ve önemli seslenişi unutulmamalıdır. Kamu savunmanlarıdır. Sanıkların lehine olan durumları da gözetip belirtmek zorundadırlar. Bizim hukuk devleti olarak kurduğumuz ve Lozan’da bağımsız niteliğine, kurumsal yapısına çok önem verdiğimiz Cumhuriyet’in çok önemli bir öğesidir Cumhuriyet Savcıları. Hepimizin anımsayacağı gibi başka hiçbir mesleğin adında, meslek adamının görevsel adında da “Cumhuriyet” sözcüğü yoktur. Bu bakımdan hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirecek olan kamusal otoriteyi ve ağırlığı çok önemli biçimde başarması gereken savcılarımızın devlet adına yasaların öngördüğü yetkileri kullanmasından daha doğal bir şey yoktur. “17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” denilen gelişmelerde bugünün iktidarının, tamamen Cemaat’e karşı, Cemaat’in yandaşı olduğunu ileri sürdüğü, hattâ mafya tipi davranışlarla suçladığı yargıç ve savcılara karşı bir insafsızlık ve merhametsizlik yaptığı kanısındayım. Savcılar doğal görevlerini yapmışlardır, doğru yapmışlardır.

TÜRKSOLU: 

Peki buna karşılık olarak savcıların görevden el çektirilmeleri, yer değiştirilmeleri normal midir?

Yekta Güngör Özden: 

“Savcılar iktidara karşı gelir mi?” gibi bir soru bile bana göre fazladır. Çünkü savcılar kim olursa olsun işlemleri yürüteceklerdir. Ancak yasalarda işlemlerin başlaması hariç yürütülmesi ve sonuçlanması için “izin” yani “olur” alınması gereken durumlar varsa ona dikkat edeceklerdir. MİT Müsteşarı hakkında Oslo görüşmeleri nedeniyle başlatılan soruşturmayı yasa çıkararak günümüz iktidarı engellemişti. Böyle durumlarda savcıların davranışını iktidara karşı olarak tanımlamak da yanlıştır. Savcılar görevini yapmıştır ve yapacaktır. Günümüz iktidarının baskıya, dayatmaya, sansüre yönelik davranışları her gün birbirine eklenmektedir. Bu bağlamda; Cumhuriyet Savcılarıyla, Cumhuriyet Savcılarının isteklerini uygun bularak arama kararı veren yargıçların yerlerinin değiştirilmesi, dosyaların ellerinden alınması, her zaman söylediğim gibi gerçek demokrasilerde görülmüş ve görülecek şeyler değildir. Ben altmış yıla yaklaşan hukukçuluk yaşamımda böyle bir olaya hiç rastlamadım. Bunlar çok çirkin örneklerdir. Bunlar demokrasimizi tartıştıran, sulandıran olumsuz yaklaşımlardır. Yasama, yürütme, yargı organları bağımsızlığının, birbirinden ayrılığının, özgürlüğünün tam olarak çiğnenmesidir. Bu noktada adaletten beklenen güveni ulusa veremezseniz yurttaşların devlete olan saygıları ve güven duyguları da azalır. Bunun çok önemli ve kötü uygulamaları var. Bunlara girişerek Cumhuriyet Savcılarının çalışmalarını engellemek bana göre öncelikle ve en hafifiyle birer anayasal suçtur. Yasalarımızın verdiği yetkileri Cumhuriyet Savcıları kullanacaklardır. Bu, hukuk devleti olmanın ve yargı bağımsızlığının çok doğal ve çok zorunlu koşuludur. 

Bunu böylece söylemek isterim.


yekta-gungor-ozden-turksolu-roportaj2

Siyaseti hukuksallaştırmak siyasetçilerin, yargıyı siyasallaştırmamak hukukçuların işidir

Bu savcıların içinde yan tutanlar varsa, duygusal hareket ediyorlarsa, siyasal amaçla hukuku, benim kınadığım gibi, siyasallaştırıyorlarsa bu başka bir konudur. Siyaseti hukuksallaştırmak siyasetçilerin işidir, yargıyı siyasallaştırmamak da hukukçuların işidir. Tersine bir şey yapıyorlarsa onlar için de gerekli yollar zaten var. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu var. Bunlar gerekli incelemeyi yaparlar, o Kurulun da Cemaatçilerin elinde olduğu da söylenemez ya. Söylenemeyeceği de şuradan bellidir ki bu olaylardan sonra iktidara uygun atamaları, görevden el çektirmeleri, yer değiştirmeleri kim yaptı? Bugünkü Kurul yaptı. Mızrak çuvala sığmaz. Bana göre iktidarın ve iktidarı tutanların 17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet olaylarına ilişkin soruşturmaları geçersiz kılmaya çalışmaları, üstünü örtme, karartma ve kapatma çabaları boşunadır, sakıncalıdır ve geleceğimiz için de çok zararlıdır.


TÜRKSOLU: 

Bu bağlamda HSYK düzenlemesi ile ilgili neler düşünüyorsunuz?

HSYK’nın yapısını değiştirme çabası, ele geçirme amacından başka bir şey değildir

Yekta Güngör Özden: 

HSYK düzenlemesinin içtenlikli bir yaklaşım olduğu kanısında değilim. Bana göre, bugünkü HSYK iktidarın kendi isteklerini tamamen yerine getiren bir organ durumundadır. Bu istekleri yerine getirdiğine göre bunun biraz daha iktidar lehinde düzenlenmesi için 17 Aralık 2013 operasyonlarını bahane yapmışlardır. Yapılması gereken şey aslında HSYK’yı iki ayrı bölüm olarak, yani hâkimler için ayrı, savcılar için ayrı olarak çalıştırmak, oraya da meslekten insanları getirmektir. Oysaki bunlar HSYK’yı Meclis çoğunluğunun verdiği yetkiyle tam ele geçirmek için Meclis’in, Cumhurbaşkanı’nın, çeşitli kuruluşların seçtiği kişilerle siyasal bir organa çevireceklerdir.
Bağımsız olması gereken organların içinde herhangi bir yanın ağırlığı zaten tehlikeli ve sakıncalıdır. Örneğin yargıda yürütmenin ağırlığı, yürütmede yargının ağırlığı diye bir şey olmaz. Yasamada yürütmenin, yürütmede yasamanın ağırlığı diye bir şey olmaz. Ama Türkiye’nin gerçeklerinde bugün yasama organı tamamen yürütmenin etkisi ve egemenliği altındadır. Muhalefet partilerinin sözcülerinin konuşmalarından başka herhangi bir aykırı sese rastlanmamaktadır. Anayasa değişikliğinin gerektirdiği nitelikli çoğunluk dışında her yasa için çoğunlukla karar alabilmektedirler. O nedenle bana göre HSYK’ya ilişkin değişikliğin amacı onu daha çok siyasi iktidara bağlamak oyunudur. Nitekim bu nedenle anayasa tartışmaları gündeme gelince HSYK düzenlemesini durdurmuşlardır, ara vermişlerdir. Bu ara vermenin nedeni de yapılacak görüşmelerde uzlaşma olursa Anayasa’nın 159. maddesiyle ilgili yani HSYK’yı düzenleyen maddesinde iktidarın beklediği değişiklikler olursa gündemdeki HSYK önerisine gerek kalmayacak olmasıdır. Olmazsa yine bu yürütülecektir. Zaten Adalet Bakanı da “Seçimlerden önce biz bunu gerçekleştiririz.” demiştir. Onun için HSYK’nın yapısını değiştirmek çabası bana göre orayı daha çok bugünün iktidarının eline geçirme amacından başka bir şey değildir. Bu nedenle de içtenlikli bulmuyorum.

TÜRKSOLU: 

Aslında HSYK 12 Eylül 2010 Referandumu’ndan önce hükümetin eleştirdiği bir yapıdaydı. Referandumla müdahale ederek, değiştirdiler, dönüştürdüler ve şimdi tekrar müdahale ediliyor. Bu durum nasıl açıklanabilir?

Yekta Güngör Özden: 

1961 Anayasası ilk yürürlüğe girdiğinde Yüksek Hâkimler Kurulu da ilk defa oluşturuldu. Başkanı da kendi aralarından seçiliyordu. Daha sonra Adalet Bakanı’nın toplantılara katıldığı zaman başkanlık edeceği bir duruma getirdiler. 1971 değişikliğinden sonra Adalet Bakanlarının saygılı davranarak toplantılara gitmemesi üzerine bağımsız bir şekilde kurum işledi. 1980’den sonra 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle kurulun başkanlığı Adalet Bakanına verildi. Adalet Bakanı’nın Müsteşarı da Bakanın isteğine göre seçildiğinden (Adalet Bakanı’nın değil Adalet Bakanlığı’nın Müsteşarıdır yasalara göre) bütün ağırlık iktidarlarda olmuştur. Bu nedenle de Kurul bağımsız bir yargı organı değil de siyaset organı gibi çalışmaya başladı. Sakıncaları böyle görüldü.

yekta-gungor-ozden-turksolu-roportaj1

Yargının; yürütme ve yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur,

Onun için zaten 12 Eylül 2010 halkoylamasından geçen anayasa değişikliğinin 26 maddesinin 24 maddesi bana göre dolgu maddesiydi. Onlar seçmenlerin yani halkoylamasına katılacak olan yurttaşların oy vermesini sağlayacak aldatmaya yönelik sempati maddeleriydi. Sanmıyorum ki onlardan bir maddeyi hatırlayasınız. Hiçbirimizin yaşamına olumlu bir etkisi olmadığı için. Bütün amaç HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmeye yönelikti. Sonuç istedikleri gibi de olmuştu. Peki, şimdi ne yapıyorlar? Buna bile, en küçük eleştiriye bile katlanamıyorlar. En küçük doğruya çekme, en küçük yanlışlığı önleme çabalarına karşı çıkıyorlar. İktidar, “ben ne dersem o olsun, o yapılsın” diyor. Hâlbuki yargının; yürütme ve yasamanın etkisinde ve buyruğunda olduğu yerlerde hiçbir zaman adalet olmamıştır. Adaletin olmadığı hiçbir toplumda da güvenlikten, barıştan, geleceği ilişkin umuttan söz edilemez.

TÜRKSOLU: 

Bununla bağlantılı olarak, Başbakan sık sık yargı darbesi yapılmaya çalışıldığından, yargının iktidara rakip olduğundan, bahsediyor ve yargıya bile sandığı gösteriyor. Yargının karşılığı sandık mıdır?

Demokrasi sandığa indirgenemez

Yekta Güngör Özden: 

Sandık her şeyi çözmez. Sandığı önermesinin nedeni bugünün Başbakanının, bana göre, eskiden milli hâkimiyet dediğimiz ulusal egemenlikle, milli irade dediğimiz ulusal istenç arasındaki farkı bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Sandık, belirli bir süre için yürütmede yetkili kılınacak insanları seçme işlemidir. Sandık her şey değildir. Sandıktan her çıkma demokrasi olmaz ki. Demokrasiyi sandığa bağlamak basite indirgemek demektir. Demokrasiyi bilmemek, tanımamak demektir. Demokrasinin yaşama geçmesi için sandıktan çıkan yasama organının ve onun belirleyeceği yürütme organının kendi alanlarında bağımsız olmaları kadar yargı bağımsızlığına herkesten çok önem göstermeleri gerekir. Yasama ile yürütmenin birbirinin içinde olduğu bellidir. Çoğunluk yasamada olunca yürütmeyi o seçer. Böylece yürütme yasamanın emrine giriyor. Öyle görünüyor. Yani yürütme öyle egemen oluyor ki partinin genel başkanı Başbakan olduğu için yasama organı da tamamen yürütmenin etkisinde kalıyor. Yasamadan bir ses çıkmamaktadır. Nitekim geçenlerde Meclis Başkanı Anayasa’nın 138. maddesinin ölü olduğunu söyledi. 138. maddeyi vatandaş öldürmedi ki. İktidarlar öldürdü. Yasama organı kendi öldürdü. Yanlış işlemler yaparak, iktidara ayak uydurarak, her dediğini yapmayı görev bilerek öldürmüştür.
O bakımdan bu konu hakkındaki konuşmaların çoğu yanlıştır. Yargı darbe yapmıyor. Onlar yargı organlarının işlerine gelmeyen kararlar vermesini bahane ederek, bunu başkalarının üzerine yükleyerek, sorumluluğu onların üzerine atarak ve yargının terazisinin tarafsız tartmasından duydukları rahatsızlıktan kurtulmaya çalışarak “darbe” diyorlar. Böyle ise sorumlularını tek tek tutup yaptırım uygulasınlar. İşlerine gelmeyen kanun ve işlemler nedeniyle “darbe” demesinler.

TÜRKSOLU: 

Bakanlarla ilgili hazırlanmış fezlekeler var. Meclis Başkanı Cemil Çiçek de savcılığa iade edildiğini söyledi. Bunun işleyişi nedir?

Yekta Güngör Özden: 

Fezlekeler Cumhuriyet Savcılarının sorumlular hakkında hazırladığı, gereğinin yapılması için, yasama organından dokunulmazlık gereği geçtiği için, Meclis’e gereği yapılmak üzere gönderilen yazılardır. Dokunulmazlığın kaldırılması içindir. Savcının muhatabı Bakanlıktır. Doğrudan doğruya Başbakanlık ya da Meclis Başkanlığı değildir. Bakanlığın muhatabı Meclis Başkanlığı değildir, Başbakanlıktır. Savcı, Adalet Bakanlığı’na, Adalet Bakanlığı Başbakanlığa, Başbakanlık da Meclis Başkanlığına gönderecektir. Bu, normal işleyiş merdivenidir. Birer birer bu adımlarla merdivenin geçilmesi gerekmektedir. Yeni bir yönetmelik çıkarmışlar. İçeriğini henüz bilmiyorum. O yönetmeliğe göre güya savcılar fezlekeleri doğrudan Meclise gönderecekmiş. Bunu benim aklım almadı. Usul ve yazışma nezaketinin gereği olarak Adalet Bakanlığının Başbakanlığa, Başbakanlığın da Meclis’e göndermesi gerekmektedir. Geçenlerde bir fezlekeyi Meclis’e göndermişler. Meclis Başkanlığı da “Bize değil Bakanlığa gönderin.” diyerek iade etmiş. Ardından da tersine Bakanlık, “Bana değil Meclis’e gönderin.” diyor.

Fezlekelerle ilgili zaman kazanma oyunu oynanıyor,

Ben bir oyun oynandığı kanısındayım. Böylelikle seçimlerden önce Bakanların yaptığı eylemlerin kötü taraflarının halk tarafından bilinmesini önlemek istemektedirler. Bakanların eylemleri de Başbakanın ve diğer Bakanların bilgileri dışında olmayacağından ve ilişkiler ortaya çıkacağından “iktidar güç durumda kalmasın” diye bunun soruşturmasını seçimlerin sonuna ertelemek için fezlekeler tenis topu gibi karşılıklı gönderilmeye başlanmıştır. Sonucun ne olacağını bilmiyorum. Bu konuda muhalefet partilerinin tepkilerini çok haklı buluyorum. Bunu belirteyim.
Burada bir şey daha vardır. Bülent Arınç gündeme getirdi. “Meclis İç Tüzüğü’ne göre 55 imzayla bir komisyon kurulsun ve fezlekeler buraya verilsin.” deniyor. Fezleke gelmeden sadece muhalefet partilerinin şikâyeti gelecek buraya. Meclis çoğunluğuyla bunlardan soruşturma açılmaz diyecekler. O zaman fezlekelerin gelmesinin de gereği kalmayacaktır. Bu oyalama, zaman kazanma oyunudur.

TÜRKSOLU: 

Bugün basına yansıyan haberlere göre Meclis Başkanı fezlekelerin savcılıklara geri gönderildiğini söylüyor. Geri gönderme hakkı var mıdır?
Yekta Güngör Özden: Evet bugünkü haberlere göre dönmüş. Bir yönetmelikten bahsediliyor. Görmediğim yönetmelik için bir şey diyemem. Bir yönetmelik çıkmış güya, fezlekeler doğrudan gidecekmiş. Peki, madem yönetmelik böyleydi, neden daha öncekilerde Meclis’e gönderilenler “Bakanlığa gönderilsin” diye iade edildi? Bir karışıklık var.
“Yeniden yargılama” değil yargılamanın yenilenmesi olabilir

TÜRKSOLU: 

Bir taraftan da yeniden yargılanma ve uzun tutukluluk süreleri gündeme geliyor. Tutukluluk süresinin yedi buçuk yıldan beş yıla düşürüleceği söyleniyor. Bu Tayyip Erdoğan’ın bir taktiği midir? Bundan bir sonuç çıkması mümkün müdür?

Yekta Güngör Özden: 

Bu da bir oyundur. İki tane yol var gerçekte. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 308. maddesinde karar düzeltme yolu var. Karar düzeltme yolu biliyorsunuz, mahkemenin verdiği kararların Yargıtay’ca onanmasından sonra Başsavcılara başvurularak, “Bunda yanlışlık vardır ve daire de yanlış onama yapmıştır ya da yanlış bozmuştur.” denilerek düzeltme istenmesidir. Başvuru, Başsavcının takdirine bağlıdır. Başsavcı uygun buluyorsa, o ilgili daireye bir daha bakılması için geri gönderilebilir. Orası da uygun bulmazsa Başsavcı Genel Kurul’a kadar gidebilir.
Öbür yol da yargılamanın yenilenmesidir. Yani “yeniden yargılama” değildir. Yenilenme; bir şeyin elde olan şeklinin yani eskisinin özü yerinde kalarak yenilenmesidir. Yeniden yargılama denildiğinde ise sıfırdan başlayarak yepyeni bir yargılama yapılması gibi anlaşılıyor. Bu kavram yanlış kullanılmaktadır. Bu da aynı yasanın 311. maddesinde vardır. Yargılamanın yenilenmesi için gerekli olan şey konunun tamamen bitmiş, kesinleşmiş olmasıdır. Bunu çoğu kimse yanlış biliyor. Yargıtay’dan geçip onandı. Düzeltme işlemi de bitti. Tüm aşamalar tamamlandı ve dosya kapandı. İşte yargılamanın yenilenmesi için bu durum gereklidir. Yani bitmemiş bir süreç için yargılamanın yenilenmesi olmaz. Yani Ergenekon’da bu olmaz. Balyoz’da ise olur. Balyoz davası bitmiştir ama Ergenekon’un daha kararı bile yazılmamıştır. Yenilenme için yasanın 311. maddesi’nin öngördüğü koşulların gerçekleşmesi gerekir.
Okuyalım: “Kesinleşen bir hükümle sonuçlanmış bir dava aşağıda yazılı hallerde hükümlü lehine olmak üzere yargılamanın yenilenmesi yoluyla tekrar görülür: Duruşmada kullanılan ve hükmü erteleyen bir belgenin sahteliği anlaşılırsa…”; işte bitti. Ama buna rağmen Balyoz’da geri çevirdiler. Orada da bir incelik var. Sahtecilik TÜBİTAK’ın kurum adına kararıyla gitmedi. TÜBİTAK’ın görevlendirdiği bilirkişilerin raporu gitti. “O rapor bağlamaz, kurum adına değildir.” deniyor. Bülent Arınç da bu açıdan yaklaştı; “Durun bakalım, öyle mi değil mi, anlayalım.” dedi. Bir türlü râzı olamadılar.

Burada sahteciliğin bir bilirkişi raporuyla ortada olduğu kesindir. Okumaya devam ediyorum: “Yemin ederek dinlenmiş bir tanık ya da bilirkişinin hükmü etkileyecek biçimde hükümlü aleyhine kasıt ve ihmal ile gerçek dışı tanıklıkta bulunduğu veya oy verdiği anlaşılırsa…”; gizli tanıkların beyanları dosyada var. Devam ediyor; “Hükme katılmış olan hâkimlerden biri…” ama hükmü veren ayrı, bir takım karışıklıklar var dosyada. Ben bizzat kendim görüp incelemediğim için, dışarıdan yakınmaların içeriğinden bunları çıkarmaya çalışıyorum. Tam bir şey söyleyemiyorum ama yargılamanın yenilenmesini gerektiren durumları çarşaf çarşaf, sütun sütun gazeteler yazıyor. Bundan başka daha ne olabilir? Üstelik böyle bir şey duraksamalı olsa bile yargıda kuşkunun ve kuruntunun yeri olmaz. Yargının kaçınmadan el atması gerekir. Öyle bir durum yoksa reddedilir. Sonuçta eski kararda direniyoruz denilir. Onun için ben gene de yargıçların bu konuda gereken duyarlılığı gösterdiği kanısında değilim.

Ergenekon’da yargının yenilenmesi şimdi olmaz, sonra olur

TÜRKSOLU: 

O zaman burada çok ilginç bir durum var. Sizin söyledikleriniz anlatılan sürecin tam tersini işaret ediyor. Kararların alınması ve dosyanın kapanması gerekli dediniz. Balyoz’da olur Ergenekon’da olmaz dediniz. İktidar ise Ergenekon sanıkları için yargılamanın yenilenmesi olur ama Balyoz’da nihai karar olduğu için olmaz diyorlar.

Yekta Güngör Özden: 

Ergenekon’da şimdi olmaz. Sonra olur. Yanlış söylemekteler. Bakın yasada yazılan açıktır: “Kesinleşmiş bir hükümle sonuçlanan bir dava…” diyor. Öbüründe yargı daha bitmemiştir ki yenilensin. Bu yol ancak bitenler için geçerlidir. Gerçekte iktidarın yenilemede içtenlikli olduğu kanısında değilim.

TÜRKSOLU: 

Yine bu konuyla ilgili olarak bunun siyasi bir yaklaşım olarak geldiğini görüyoruz. “Biz sizin yargılamanızı yenileyeceğiz.” deniliyor. İnsanlar da dışarı çıkacağını, yargılamasının yenileneceğini ve artık hep serbest kalacağını düşünüyor. Bunun garantisi var mıdır? Tekrar yargılandığı zaman daha ağır bir cezayı ya da aynı cezayı yeniden alma ihtimali yok mu?

Yekta Güngör Özden: 

Sanıkların lehine olacağı için daha ağır bir ceza olmaz. Fakat burada başka bir incelik var. Terörle Mücadele Yasası’nın 10. maddesinde tutuklamaların on yıla kadar sürebileceği yazılıdır. Anayasa Mahkemesi ise bunu bozmuştur. O nedenle uzun süreli tutuklular Mustafa Balbay olayında olduğu gibi tahliye oldular.

Tutukluluk süresinin beş yıla düşmesi iktidarın armağanı değil, zorunluluk

Yine Ceza Yasası’nda tutukluluk için asliye ceza için şu kadar, ağır ceza için bu kadar derler. Bana göre o süre üç yıldır. Fakat yargıçlarımız Yargıtay içtihatlarına bakarak beş yıl olarak götürüyorlar. Terörle Mücadele Yasası, hükümetin dediği gibi buna ilişkin mahkemelerin kapatılmasıyla ortadan kalkacağına göre otomatikman şimdiki beş yıla inecektir. Başbakan’ın “Beş yıla çekeceğiz.” demesi budur. Yani gerçekte beş yıla indirecek bir düzenleme yapmayacaklar. Aslında olmayan bir şeyi veriyormuş gibi davranmaktadırlar. Bir nevi armağan veriliyormuş gibi konuşulmaktadır. Aslında böyle bir durum da yoktur. Kamuoyu da bu incelikleri bilmediği için böyle algılamaktadır.
Bakın Ceza Yargılaması Kanunu’ndan okuyorum: “Madde 102. Ağır Ceza Mahkemelerinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre zorunlu hallerde gerekçeler gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.” Yani Asliye Ceza, Sulh Ceza mahkemeleri için böyledir. “Ağır Ceza Mahkemelerinin görevine giren işlerde tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre zorunlu hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilir. Uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.” Burada “toplam” ifadesi olmasa idi, uzatma süresi üç artı iki beş olurdu. Ama burada “uzatma süresi toplam üç yılı geçmez” deyince iki artı bir üç olmaktadır. Az önce ifade ettiğim yanlış anlama da buradan kaynaklanmaktadır.
Terörle Mücadele Yasası’nın 10. maddesine göre olan on yıl da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği için geriye ancak buradaki en çok beş yıllık süre kalmaktadır. O zaman ne indirilmiş oluyor? Aslında hiçbir şey yapılmamış oluyor. 

İnsanları nasıl kandırdıklarını görüyorsunuz.

TÜRKSOLU: 

Önceki Ergenekon hâkimi, 2500 sayfalık iddianameyi on beş günde okumamız imkânsızdı biz de davayı açtık dedi. Bu açıklamanın sonuçları ne olur?
Yekta Güngör Özden: 

Bu bile yenileme nedeni olabilir. Tam okunmamıştır, tam okunmayan delil yeterli delil değildir. Yetersiz delille karar vermek de yenileme nedenidir.
TÜRKSOLU: 

Yargının genel durumu açısından neler söyleyebilirsiniz? Siz Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaptınız. O dönemden bu döneme yargıdaki olumsuz anlamdaki değişiklikleri nasıl yorumlarsınız?

Yargı bağımsızlığında gölgeler koyulaştı, bulutlar karardı

Yekta Güngör Özden: 

Mustafa Kemal Atatürk’ün çok güzel bir sözü vardır: “Yargı hakkı ulusal egemenliğin temel koşulu olup yargısı bağımsız olmayan ulusların devlet olarak kabulü olanaksızdır.” der. Bir de benim Baro Başkanlığı yaptığım zamanda İsmet İnönü’den rica edip aldığım ve Ankara Barosu’nun 1973’ün 29 Ekiminde çıkan Cumhuriyet’in 50. Yılı özel sayısında yayımlanan bir yazısı vardır. Diyor ki: “Biz Lozan’da kapitülasyonlar kadar mücadeleyi bağımsız hukuk devleti için verdik.” Çok önemlidir. O zaman bu iki büyük insanın dile getirdiği öngörüleri, yapılanmayı düşünüp ondan sonraki aşamalarda yargıya ilişkin düzenlemeleri dikkate alırsanız gitgide yargının bağımsızlığı konusundaki gölgelerin koyulaştığını, bulutların karardığını siz de kabul edersiniz. Demokrat Partililer iktidara geldiğinde 5434 sayılı Emekli Sandığı Yasası’nın bir maddesini kullanarak 28 tane yüksek yargı üyesini emekliye sevk ettiler. Bugün herkesin üzerinde durduğu bu kötü yaklaşım ve uygulama emin olun ki yine de şimdikinden iyiydi. Onlar hiç değilse insanların görev yapmasını engelleyerek tamamen uzaklaştırdılar. Şimdikiler ise görev yapılmasını kendileri doğrultusunda yürütmek için savcılarla ve yargıçlarla oynuyorlar. Aradaki fark budur. Yargının bağımsızlığı konusunda kimsenin özel bir isteminin ya da beklentisinin olduğunu sanmıyorum. Özlenen, bağımsızlıktır. Dikkat ederseniz yeni Bakan’ın da konuşma yaptığı son savcı ve yargıç atamalarında, avukatlıktan yargıçlığa geçenlerin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hangi yönetim kurullarından ve başkanlıklarından geldiği ortaya çıktı.

Benim başkanlığım zamanında Anayasa Mahkemesi mülâkatları yargı konusunda iptal etmişti. Sonra yeniden getirmişler. Bu konularda dışarıdan aldığım duyumlara göre yazılı sınavdan 100 alan kişiler sözlüde kazanamamaktadır. Bu olacak şey değildir. Daha zayıf puan alanların sözlüde geçirildikleri görülmektedir. Bunların hepsi kayırmadır. Bunlar iktidara yönelik olunca iktidar bunlardan kendisinin sorumlu olmadığını söyleyebilmek için topu cemaate atmaktadır. “Bu onların yargı darbesidir.” diyor. Böyle bir şey varsa bunu rastgele konuşmak doğru değildir. Darbeyi hangi yargıç veya savcı yapmışsa, onu da yargının önüne çıkarıp işlemini uygularsın. Dikkat ederseniz böyle bir sorunun gündeme getirilmediğini görürsünüz. Kuşkulandıkları herkesi görevden alıyorlar. Öyle görülüyor ki iktidar kendisine karşı saydığı tarafsız ya da başka yanda gördüğü yargıç ve savcıları görev değişimliğiyle dosyaları ellerinden alarak uzaklaştırıyor ve kendine yakın olanları göreve getiriyor. Benim görüşüm budur.

Yargıdan, hukuk fakültelerinden ses çıkmıyor,

TÜRKSOLU: 

Peki yargıya bu kadar müdahale olurken yargının kendini koruma refleksi neden devreye girmiyor?

Yekta Güngör Özden: 

Benim bütün üzüntüm de odur. Bir göreve gelmekten daha anlamlı olan görevden ayrılmayı bilmektir. Emekliliğiniz yaklaşmış. Bir ihtiyacınız yok. İkramiyeni de alacaksın. Daha ne bekliyorsunuz? Niye? Halkımızın yararını ve adaletin onurunu yüceltmek için ki bana göre adalet yalnız devletin değil dünyanın temelidir, kendinize düşenleri yapmıyorsunuz? Neden istifa etmiyorsunuz? Niye açıklamalarda bulunmuyorsunuz?
Bakın İzmir Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Baş, Adalet Bakanı Müsteşarı’nın kendisine yaptığı baskıyı tutanağa bağladı ve derhal yerini değiştirdiler. Yer değiştirildiği zaman onun yardımcılarının ve başka başsavcıların da bana göre demokratik tepkilerini ortaya koymaları gerekirdi. Siyasal tepkiden söz etmiyorum. Ben siyaseti sayarım, sevmem. Herkes bunu bilir. Ama ses çıkmıyor.
Bir yerden daha ses çıkmıyor: Üniversitelerden. Bu yasa değişiklikleri oluyor, Anayasa’ya yollama yapıyorlar, HSYK düzenlemesini donduruyorlar fakat bir üniversite de çıkıp doğru dürüst tepki veriyor mu? Veya hukuk fakülteleri bir şey söylüyor mu? Veya hukuk profesörlerinin birkaçının feryadıyla Ankara ve İstanbul Baro Başkanları ile Barolar Birliği Başkanı’nın çıkışlarından başka bir tepkiye rastlayabiliyor muyuz? Bunu da bırakalım, elli tane avukat bir araya gelebilir. Toplu imzaları belli gazetelerde belli eğilimde olanlar yayınlıyorlar da neden onurlu hukukçulardan yüz imzalı bir bildiri çıkmıyor? Paraları mı yok? Adam başı yüz lira verseler ne kaybederler? Bu gidiş kötüyedir. Yargının bağımsızlığını korumak devletin bağımsızlığını korumak kadar önemlidir. Ama günümüz Başbakanı çıkıp “İkinci Istiklâl Mücadelesi”nden bahsediyor bunun da anlamı kalmıyor. Kimse “Bunlar ne anlamsız sözlerdir” demiyor.
Yargı devletine darbe yapar mı? “Kimi savcıların ve yargıçların yeltendikleri darbe” de bari. Bütün yargı neden suçlanıyor? Eskiler “Eline, diline, beline sahip ol” derler. Bunların da önce kendilerini düşünmeleri lâzım. Türkiye’de kavramların ve kurumların değeri bilinmiyor. Atatürk’ün, ilkelerinin ve devrimlerin değeri biliniyor mu? Hayır. Hep inanç sömürüsü yoluyla, çıkarcılıkla, birbirini desteklemekle, gazeteleri dolduran rüşvet olaylarıyla, havuzlarla, yavuzlarla bu iş böyle gidiyor.

Basına ve internete sansürde muhalefet Anayasa Mahkemesi’ne gitmeli

TÜRKSOLU: 

Bugün Sözcü’deki köşenizde de yazdınız. Bizim gazetemiz gibi kimi gazeteler bayilere çıkamıyor. Şimdi internet üzerinden de bir sansür geliyor. Bunun için ne diyeceksiniz?

Yekta Güngör Özden: 

Bu da yanlıştır. Bugünkü gazetelere göre yasama çoğunluğuyla internette sansür sayılabilecek müdahaleler geçerlilik kazanmış oluyor. Burada muhalefete sorumluluk düşüyor. Bu da konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımaktır. O zaman bu iş Anayasa Mahkemesi’nin sorumluluğu altına girmiş olur.

TÜRKSOLU: Son olarak yaklaşmakta olan seçimleri soralım…

Yekta Güngör Özden: 

Aydınların tembellikten kurtulması gerek. Küçük nedenlerle eleştirilerde bulunup “Ben sandığa gitmiyorum” demesini doğru bulmuyorum. Ben de adayların tümünü beğenecek ya da tanıyacak değilim. Ama bugünün iktidarının kötülüklerini, olumsuzluklarını, sakıncalarını ki onlar kendilerine uymayanlar için “ihanet” kelimesini kullanıyorlar ama ben o kelimeyi kullanacak kadar ileri gitmek istemiyorum, bunları önlemek için partilerin gösterdikleri adaylara o partinin sempatizanı ya da üyesi olan kişilerin, tamamen katılmasalar bile, oy vermelerinden yanayım. İkinci olarak bölünmelere karşıyım.

Kötüler, her zaman, iyilerin bölünmesinden yararlanarak çıkar

Daha da ilerisinde ben muhalefetin yerinde olsam belli bölgelerde kuvvetli partilerin adayına oy verip öbür partinin birkaç ismini listeye almak yolunu izlerdim. Böyle bir dayanışmaya giderdim. En önemli ihtiyaç dayanışmadır. Çok küçük meselelerle bölünmenin anlamı yoktur. Mansur Yavaş MHP’den gelmiş demek ne ifade eder? Ön plândaki sorun Melih Gökçek’ten kurtulmak değil midir? Yavaş, CHP’ye gelmiş, sen ona gitmemişsin. O zaman CHP’liler neden itiraz etmektedir? MHP’lilerin itirazını bir parça anlarım. Ama onun gerçekten kişiliğini sevenler parti gözetmezler. Zaten yerel seçimlerde partililik sıfatı değil hizmet etme yeteneği, becerisi, çalışkanlığı gözetilir. Örneğin ben Ankara’yı tanırım ama İstanbul’a gitsem hiçbir şey yapamam. Onun için bu ölçüleri değiştirmek gerekir.
Örneğin Osmaniye’de MHP’li aday desteklenmelidir. CHP’li bir isim de MHP’lilerin listesine konulabilir. Elbet istifa ederek ve hukuka uygun olarak yapılmalıdır. Bunlar hile-i şeriye değildir. Tek çâre budur. Ankara’da ise CHP’yi desteklemek ve MHP’den bazı isimleri koymak gerekir.

Kötüler, her zaman, iyilerin bölünmesinden yararlanarak çıkar.

Yargının bağımsızlığı bir ülkede hukuk devletinin ve demokrasinin gerçek olması için en temel koşuldur. Yargının bağımsızlığı sadece mahkemelerin, yasama ve yürütme organının bağımsızlığı değildir. Mesela İtalya’da Anayasa Mahkemesi kendi bütçesini yapar devlet de uygular. Bizde bu anlamda tam, ideal bağımsızlık yoktur. Fakat bu bağımsızlığın korunması için baroların bağımsızlığı da şarttır. Barolar da halen idari vesayet altındadır. Hukuk soyut bir kavramdır. Hukukun eli kolu yoktur. Hukuku hukuk yapan hukukçulardır. O bakımdan iyi hukukçu yetişmeden de hukuk devleti olmaz. Ahlâken iyi, çalışkan, yürekli ve bilgili hukukçuya ihtiyaç vardır. Bunu yetiştirecek olan da hukuk fakülteleridir. Bugün 185 üniversite var. 120’den fazla da hukuk fakültesinden söz edilmektedir. Ben bunlardan birinin dolaylı olarak içindeyim, diğerinde ise öğretim görevlisi olarak bulunuyorum. Kadroları da, eğitim düzenini de beğenmiyorum. Beni eski bir hukukçu olarak beğenmiyorsam yenilerin hiç beğenmemesi gerekir. İyi hukukçu yetişmemektedir. Stajlar iyi yapılmamaktadır.

Hukukun siyasallaşması değil, siyasetin hukuksallaşması ilke edinilmelidir ülkemizde. Oysa bir gösteri alanı olarak, insanların zayıf yanlarını okşayan bir yapı olarak siyaset yeğleniyor. Paralarını alıp dönemden döneme liderin buyruğuna göre el kaldıran insanlar var. Ben Anayasa Mahkemesi’nde bile çalıştığım yirmi yıla yakın süre içerisinde hiçbir konuşma yapmadan, yalnız evet ya da hayır diyerek emekli olan üyeler biliyorum. Bu böyle olmamalı. Bunlar acı şeylerdir.

Hukuku hukukçular yapmaktadır. Bizim ulusal hukukumuzun kaynağı da Anayasa’dır. Amerikan Anayasası kaç yüz yıldır yürümektedir. Ancak ekler almaktadır. Federal Yüksek Mahkeme içtihatla yasaların anayasaya uygunluğunu yapmaya başladı. Biz neden çağdaş ve doyurucu bir anayasa yapamıyoruz? Bunların hepsi “basiret” dediğimiz iyi düşünme ve iyi karar verme yetisine dayalı özelliklerdir.

Bir gün bir hukukçu arkadaşım, “Birisine beddua etmek istiyorsanız Allah sizi Türk yargısına düşürsün; dua etmek istiyorsan düşürmesin.” dedi. “Güleriz ağlanacak hâlimize” sözünü kanıtlayacak bir şeydir bu. Bunlardan ders çıkarmak gerekir. Bunu söyleyen eski bir hukukçu, bir yurttaştır. Uzayan dâvalar, mahkemelerde yargıçların yanları azarlaması, avukatları konuşturmaması, geç yazılan kararlar, gerekçesiz kararlar… Böyle yargı düzeni ve adalet dağıtım olmaz. Biz zamanında kendimizi beğenmeyip eleştiriyorduk.

Yansızlık yargının mayasıdır,

Şimdi olanaklar, aygıtlar, kitaplıklar, yardımcılar, tetkik hâkimleri, raportörler, danışmanlar, AİHM kararlarıyla donanımlı bir yargı var. Daha iyi durum, daha doyurucu adaletle güçlü bir yargı olacakken “Bağımsız yargı istiyoruz!” sesleri meydanları dolduruyor. Yargıdan yakınmalar artıyor ve yayılıyor. Yargısı bağımsız olmayan ülkelerde herkes bağımlıdır.
Bu bakımdan “kişilik” dediğimiz size onur kazandıracak eylemlerin tarafınızdan yapılmasıyla oluşur. Onur kazanmayacağınız eylemler kişiliğinizi gölgeler. Kişilik sözle olmaz. Verilen sözün tutulmasıyla olur. Yansız davranacaksınız, yürekli olacaksınız, korkmayacaksınız. Çıkar için değil özveriyle çalışıp, ülke ve ulusunuza hizmet ederek devletinizi yücelteceksiniz. Önemli olan budur. Yansızlık yargının mayasıdır.

http://www.turksolu.com.tr/yekta-gungor-ozden-yarginin-yurutme-ve-yasamanin-buyrugunda-oldugu-yerlerde-adalet-yoktur/


13 Aralık 2017 Çarşamba

Yeni Anayasa Nasıl yapılır?


 Yeni Anayasa Nasıl yapılır? 




Yekta Güngör Özden,
Cindoruk, Soysal ve Özden'dan Yeni Anayasa

Hüsamettin Cindoruk, Mümtaz Soysal, Yekta Güngör Özden ve Kemal Alemdaroğlu Milli Anayasa Forumu için Ankara'da biraraya geldi.
GİRİŞ13.04.2012 20:40
GÜNCELLEME13.04.2012 20:40

TBMM eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Dışişleri eski Bakanı Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Yekta Güngör Özden, İstanbul Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’nun çağrısıyla toplanan Milli Anayasa Forumu, çalışmalarına yarın Ankara Etimesgut, Mamak ve Çayyolu toplantılarıyla devam edecek.

İşçi Partisi’nden yapılan açıklamaya göre, Milli Anayasa Forumu, “milli ve demokratik anayasa” konusunu siyasetçilerin, aydınların, toplum önderlerinin ve vatandaşların katıldığı toplantılarla tartışmayı sürdürüyor. 28 Nisan 2012’de Ankara’da gerçekleştirilecek olan büyük kurultay öncesi çalışmalarına hız veren Milli Anayasa Forumu, Ankara merkezli toplantıların hazırlıklarını tamamladı. Daha önce Altındağ’da gerçekleştirilen Başkent toplantılarının ikinci ayağı olan Etimesgut-Sincan, Mamak ve Çayyolu forumları yarın yapılıyor.

Etimesgut-Sincan Milli Anayasa Forumu’nu Türkmen Danışma Meclisi Başkanı) Prof. Dr. Ümit Akkoyunlu yönetecek . Toplantıya eski Ulaştırma Bakanı Prof. Dr. Enis Öksüz, İşçi Partisi Genel Sekreteri Osman Yılmaz, Emekli Albay ve Yazar Erdal Sarızeybek katılacak. Saat 14.00-18.00 arası düzenlenecek toplantı İstasyon Cad. No:215 Opet Arkası adresindeki Etimesgut Kent Konseyi Toplantı Salonu’nda yapılacak.

Mamak Milli Anayasa Forumu ise Avukat Hüseyin Gökçearslan yönetiminde düzenlenecek. 14.00-18.00 saatleri arasında yapılacak toplantıya konuşmacı olarak İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Avukat Ceyhan Mumcu, Emekli Tümgeneral Osman Özbek ve Eski Dev-Genç Genel Başkanı Atilla Sarp katılacak. Toplantı, Tıp Fakültesi Caddesi No: 141 Abidinpaşa adresindeki Irmak Düğün Sarayı’nda yapılacak.

Çayyolu Milli Anayasa Forumu ise aynı saatler arasında Yenimahalle Belediyesi Çayyolu Ek Hizmet Binası Nikâh Salonu’nda gerçekleştirilecek. Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Ümit Zileli’nin yöneteceği toplantıya İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Avukat Mehmet Cengiz, Devlet Eski Bakanı Ufuk Söylemez, Türk Hukuk Kurumu Başkanı Tuncay Alemdaroğlu katılacak. (ANKA)

http://www.haber7.com/hukuk/haber/868627-cindoruk-soysal-ve-ozdendan-yeni-anayasa


 Yeni Anayasa Nasıl Olmalı,

    Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de 5 yıl siyasi yasak istemiyle yargılanması konusunda aldığı karar yeni bir tartışma yarattı.

Bazı hukukçular Gül’ün yargılanamayacağı ve siyaset yasağı uygulanamayacağını açıklamasına karşın, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, milletvekillerine istenen siyaset yasağının Cumhurbaşkanı Gül’ü de kapsadığını savundu. Özden, ANKA’ya yaptığı açıklamada şöyle dedi:

“Bir parti aleyhine açılan kapatma davası kapatmayla sonuçlanır, eylem ve söylemleriyle partinin kapatılmasına neden olanlar içinde Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ya da partili kim olursa olsun siyasetten yasaklanır. Cumhurbaşkanının dokunulmazlık konumu, milletvekillerinin de üstündedir. Ancak, Anayasa’nın 105’nci maddesi gereğince suçlar için öngörülen vatana ihanet koşulu parti kapatmasında geçerli olamaz. Siyaset yasağı siyasetin en yüksek noktası olan Cumhurbaşkanını da tereddütsüz bir biçimde kapsar. Avrupa ile yapılan sözleşmelerde geçen özgürlükler konusu, siyasi partinin kurumsal durumu için söz konusu değildir."

http://www.milliyet.com.tr/--siyaset-511975/


***

HUKUK DEVLETİ

HUKUK DEVLETİ



Yekta Güngör Özden 
yektagungorozden@mucadele.com.tr
04 Ağustos 2007 

İlkel toplumlardan uygar toplumlara uzanan gelişim çizgisinde en önemli aşamayı birlikte yaşamanın çatısı, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumu niteliğiyle devlet oluşturmuştur. İktidar adı verilen siyasal gücün yönetimindeki donanlı örgüt soyut bir varlık olmasına karşın olanakları ve yaptırımlarıyla dayandığı, temsil ettiği ve yönettiğini toplumla özdeşleşmekte ve somutlaşmaktadır. Kurucu halka ilişkin egemenliğin kaynağı ve yapısı yönlerinden değişik devlet biçimleri yanında klâsik demokrasilerin doğrudan , temsili, yarı doğrudan temsili biçimleri demokrasilerde de Meclis Hükümeti, Başkanlık , Parlamenter dizgi (sistem) türleri ve yönetim (Hükümet) biçimleri vardır. Devletlerin adları biçimlerini biçimleri de adlarını tam olarak yansıtmasa bile yapılarının dokusunu, özünü ve ısrarını (karakterini)gerçekleştirmeyi amaçladığı ilkeleri, bir ulusal yaşam andı olarak iktidarın siyasal ve hukuksal konumunu belirleyip sınırlayan Anayasasının içeriği açıklar, belirgin kılar. Bu durumda devletin kimliğinin en gerçekçi kanıtı, değerini ortaya koyan niteliğidir. Hukuk, kişisel ve kurumsal ilişkilerini düzenleyen evrensel bir ölçüttür.

Kaba güçten, insan haklarını ve özgürlüklerini güvenceye bağladığı ölçüde saygınlık kazanan, demokra tik devlet yapısına erişinceye değin insanlık büyük acılar çekmiştir. Güçleri denetime alan, toplumcu, katılımcı kurallar ve kurumlar düzeni demokrasilerde yönetimin niteliği devletin simgesidir. Güçler ayrılığına dayanan parlamenter dizginin geçerli olduğu ülkemizde organların varlığı ve birlikte çalışma düzeni siyasal rejimin göstergesidir. Aslında “ halk egemenliği “ demek olan demokrasiler de, halk doğrudan ya da temsilcileri eliyle denetim hakkını kullanır. Bu kullanım, hukukun öngördüğü yöntemle yapılır. Hukukla yönetilen, hukukun yönlen dirdiği, geçerliğini saptadığı, hukuku uygulayarak varlığını sürdüren devlet, hukuk devletidir. Hukuk devletinde hukuk siyasallaşmaz, siyaset hukuksallaşır.

Bir devlettin Anayasasında “ Hukuk devleti” niteliği yazması, o devletin gerçek bir hukuk devleti olduğunu göstermez. Anayasada yazıla olan bir öngörüdür, ulaşılmak istenen düzeydir ve amaçtır. Hukuk devleti, her istediğini yapamayan, kendini hukukla bağlı sayan devlettir. Baskıya, zora, güce, dayanan “ Polis devleti “ yle, biçimsel düzenlemelerin uygulandığı “kanun devleti “ evrelerini geride bırakan, hukukun üstünlüğü ilkesini yaşama geçirerek her işlem ve eyleminin hukuka uygunluğu koşulunu gözeten devlet, gerçek hukuk devletidir. Çağrımız, insan hakları, bilgi ve uzay çağı olarak adlandırılmaktadır. İnsan kaynakları adaletin kaynağıdır, adalet ve devletin, hattâ dünyanın temelidir. Hukuk, insan haklarından tüketilir, yasalar da hukukla üretilir. Hukuk devleti, hukukçu devleti ya da yargıçlar devleti değildir. Hiçbir kişi ve kurumun hukukun dışında ve üstünde olmadığı, kuralları yaşam gerekleriyle gerçeklerine uygun, yaptırımları çağdaş, yargı organları bağımsız devletin hukuksallığı tartışılamaz. Aykırılık, çelişki, sakınca, bozukluk, kötülük, haksızlık, adaletsizlik vd. tüm sorunların hukukla çözümlediği, son sözü hukukun söylediği devlet, hukuk devletidir.Hukuk devletinin birçok tanımı yapılmış, yapılacaktır. Özetle hak aramanın, savunmanın kutsallığını benimseyen devlettir hukuk devleti. Yönetenlerin hesap vermeyi çok doğal bulduğu, demokratik bir işlerliğin her dalda ve konuda yeğlendiği bir devlet hukuk devletidir. Yasaklar düzeni değildir, lâiktir. Yönetim hukukla kotarılacağından dindışıdır, dinsel değildir, laiktir. Baskıcı değildir, demokrattır. Çağın toplumsal gereksinimlerini doyurucu yanıyla da sosyaldır.

Yasaların üstünde yasakoyucu nun da uymak zorunda bulunduğu evrensel ve üstün hukuk kurallarını hiçbir zaman gözardı etmeyen, hukuksal ilkelerden ödün vermeyen, her organ üzerinde hukukun mutlak egemenliğini sağlayan, insan haklarına ve gözgürlüklere saygılı, bunları koruyup güçlendirmeyi, yaygınlaştırmayı, hukukun üstünlüğü ilkesine özenle uyarak tüm işlem ve eylemlerini hukuka uygun yürütmeyi, böylece güvenceli ve adaletli bir düzeni kurup geliştirmeyi başlıca erek ve görev edinen, bağımsız yargının etkin denetimine açık, çağdaş içerikli Anayasası bulunan, hukuku yadsıdıkça ve hukuka karşı çıktıkça geçersiz kalacağını, bağlılığı oranında onur kazanacağını bilen, hiçbir ayrım gözetmeden tüm bireyleri eşit kucaklayan, hiçbir sömürüye ve haksızlığa olanak tanımayan, hukuksallıkta öncü ve örnek olan devlet, hukuk devletidir. Böyle çağdaş bir hukuk devletinin en sağlıklı güvencesi de anayasa yargısıdır. Hukuk devletinin dayanağı, eğitimli yöneticiler, bilinçli yurttaşlardır. Sözle değil, sonuçlarıyla kanıtlanır.

http://www.mucadele.com.tr/yazarlar/hukuk-devleti-56285/


***

YENİ ANAYASA İLE ALAKALI Anayasa Uyarı ve Önerileri,


YENİ ANAYASA İLE ALAKALI Anayasa Uyarı ve Önerileri; 

Yekta Güngör Özden, Anayasa Hakkındaki Görüşlerini açıkladı.
Sözcü Gazetesi 
YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
yektagozden@sozcum.com
Anayasa Uyarı ve Önerileri
18 Ağustos 2016 

    Darbe girişimi sonrası KHK'lerle kimi düzenlemeler yapan günümüz iktidarı, “Mini Anayasa” söylemini gündeme taşıyarak siyasal amaçları doğrultusunda devlet 
yapısını istedikleri gibi kurmak istediklerini açıklamış oldu. Yasayla düzenlenmesi gereken konu ve kurumları Bakanlar Kurulu'nun eline bırakan 
kararnamelerin hukuksal içerikleri tartışma konusudur. Ancak, Anayasa girişimi hepsinden önemlidir. Anamuhalefet partisinin de bu konuda içeriğini bilmediğimiz bir hazırlık yaptığını basından öğreniyoruz.

YARGI BAĞIMSIZLIĞI VURGUSU

Daha kapsamlı, daha doyurucu görüşlerimizi taslaklar açıklanınca kamuoyuyla paylaşmak üzere şimdilik konuşulup yazılanla sınırlı, özetle kimi durumlara 
değineceğiz. Eski ortaklarına yükledikleri sorumluluklardaki paylarını unutturma çabalarıyla bocalayan iktidarcılar, hukuksal konularda hukuksuzluk içindedirler. 
Yargıtay ve Danıştay yasalarındaki değişiklikle yetinmeyip tüm yargıya uzanarak önceden hazırlandığı belli ve kendilerinin bildikleri kişileri kapsayan 
çizelgeler dışında yaptıkları atamalar ve seçimlerle yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak işlemler yapmaktadırlar. Amaçlı uygulamalarını oldubittilerle 
gerçekleştirdiklerini sananlar, Anayasa'ya aykırı tutum ve davranış kınamasından kurtulamazlar. KHK'lerin Anayasal denetime taşınması sorumluluğu da ana 
muhalefetin omzundadır.

1950 sonrası Adalet Bakanları Osman Şevki Çiçekdağ ile Hüseyin Avni Göktürk zamanında Emekli Sandığı yasası uygulanarak neden olunan yıkıcılığın sorumluları belleklerdeki kara suçluluk yerlerinde durmaktadır. Günümüz Adalet Bakanı'nın hukuksuzluk ve Anayasa'ya aykırılıkları savunan konuşmaları da bu çizgidedir. 
Siyasal belleğe zaman zaman ışık tutmak gerekir. Bu da doğal bir yurttaşlık hakkı ve görevidir.

ULUSAL YAŞAM ANDI OLMALI

Anayasa parça bölük yapılmaz. Bir tümlük içinde ele alınır. “Ulusal yaşam andı” olma niteliği asla gözardı edilemez. İçinde kişi adlarının olması uygun 
bulunmuyorsa başlangıç doyurucu içerikle donatılarak Mustafa Kemal'in önderliğinde kazanılan Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi ve O'nun “En büyük Türk 
Devrimi” olarak gündeme getirdiği cumhuriyetle nitelikleri ve ilkelerinden söz edilerek ödün verilmez bağlılık ve saygı vurgulanır. Kişi olmaktan ötede bir 
kurum olarak ulusal varlığımızın simgesi durumuna gelen ATATÜRK'ün armağan ettiği cumhuriyetin Anayasası bu girişle açılır.

Kurulu Meclis (şimdiki TBMM) yepyeni bir Anayasa yapamaz. Yürürlükteki Anayasa'nın bağlayıcı kurallarını gözardı edemez. Ancak, değiştirilmeyecek 
kurallar (mad.1-4) dışındakileri değiştirebilir. İktidarın “Yeni Anayasa” savını “Yenilenmiş Anayasa” olarak anlamak daha doğrudur. Yandaşların çığlıklarıyla, 
demokrasi şovlarıyla hukuksal gerçekler çiğnenemez. Yeni bir Anayasa ancak kurucu meclis tarafından kotarılır ya da Anayasa'da değişiklik yapılarak yeni 
bir Anayasa oluşturacak bir Meclis ayrıca kurulur. Siyasal propagandalarla, partizan görüşlerle Anayasa yapılması, ulusal birlik ve dayanışmaya önem 
vermeden kimi kişisel, kimi partisel görüşleri öne alarak yola çıkmak yarınlarda büyük sorunlar doğurur.

MECLİS'İN DEĞİL TÜM ULUSUN MALI

Şimdilerde “partili başkanlık” adı altında bir tür Recep Tayyip Erdoğan oluşturulmak istenmektedir. Darbe bahanesiyle öne sürülen görüşler, 
partizanların önerileri ve iyice iktidarın sözcülüğüne soyunan medya kesimiyle çağdaş bir Anayasa edinileceğine inanmak ve kanmak güçtür. Anayasa bir partinin ya da yalnız bir Meclis'in değil, tüm ulusun malıdır. Belli zamanlar ve belli kişiler için yapılmaz.

Demokrasinin sözde kalmaması, her alanda ve konuda gerçek olması isteniyorsa, evrensel ilkeler örnek alınmalıdır. Anayasa'yı tartışmak yalnız bu konuda görev alanların, çalışma yapanların değil, her yurttaşın hakkıdır. Yeter ki içtenlikli olunsun ve oldubittiye getirilmesin, parti çıkarı gözetilmesin. Ulusal hukukun kaynağı ve dayanağı olan Anayasa ancak hukukun üstünlüğüne inanan, adalete yürekten bağlı olan toplumların yaşam anıtı olur, yaşam güvencesi ve varlık onuru olur. Yalnız iktidarların eline bırakılacak kadar sıradan bir konu değildir. Parça parça değil, bir bütünlükle ele alınıp gerçekleştirilir.

SİYASETÇİLERE KATKI AMACIYLA

Deneyimli siyasetçilerin, bilim adamlarının, düşünür ve yazarların değerlendirmeleriyle yaraşır ve yararlı olacağını umduğumuz Anayasa 
çalışmalarına katkı amacıyla, bu konuda yıllarca çalışmış bir yurttaş olarak, görüşlerimizi açıklama görevimizi yerine getirme özeni içindeyiz. Özetle 
sunuyoruz:

a) Anayasa yapma yetkisini açıkladık. Başlangıç kısmının önemine vurgu yaparak içerikle ilgili tartışmalara bu açışta son verilebileceğine değinmiştik.
b) İlk dört maddeye dokunulması olağan bir değişiklikte söz konusu olamaz. Kurtuluş ve kuruluş felsefesi bu maddelerdedir.

KAZANILMIŞ HAKLAR GÖZETİLMELİ

c) Anayasa Mahkemesi kararlarının “geriye yürümezliği” kaldırılmalı ya da “kazanılmış hak” ilkesi gözetilerek tamamlanmış işlemler bu kuralın dışında 
tutulmalıdır. İçtihatla kesinlik kazanmış “Yürürlüğü durdurma” yöntemi Anayasa'ya konulmalıdır. Kimi sakıncaları önlemek için iptal dâvaları Fransa'da 
olduğu gibi ön denetime bağlanabilir.
d) Anayasa Mahkemesi üyeleri 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi kurumlarınca seçilmeli, Cumhurbaşkanı ile yasama organına sembolik sayıda üye atama yetkisi tanınmalıdır.
e) Meclis'in çıkardığı yasaların iptali istenirken Bakanlar Kurulu'nun çıkardığı Olağanüstü Hal Kararnamelerinin iptallerinin istenmemesi hukuktan kaçmak, 
yönetime alan açmaktır. Anayasa Mahkemesi'nin bu kararnamelerden 424, 425 ve 430 no.lulara 1991 ve 1992 yıllarında verdiği kararlarla açtığı yargı yolu dikkate alınmalıdır. Olağanüstü durumların olağanlaştırma yanlışlıkları dâva yoluyla önlenebilir.

BAŞKANLIK SİSTEMİ DIŞLANMALI,

f) Cumhuriyet Senatosu kurulmalıdır.
g) Anayasa'nın 104. maddesinde cumhurbaşkanına tanınan aşırı yetkiler sınırlanmalı, yargıya çok üye, üniversiteye rektör atamasına son verilmelidir. 
Darbe sonrası konuşulan Genelkurmay ile MİT'in Cumhurbaşkanı'na bağlı olması, sorumsuzluğu nedeniyle düşünülmemeli ve başkanlık sistemi tüm türleriyle 
dışlanmalıdır.
h) Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun bağımsızlık ve yansızlığı kesin biçimde sağlanmalı, Adalet Bakanı'nın başkanlığı kaldırılmalıdır.
ı) Erkler (güçler-kuvvetler) ayrılığı keskinleştirilip yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesiyle gölge almayacak düzeye kavuşturulmalıdır.
i) Barolar ve meslek kuruluşları yönetimin vesayetinden kurtarılmalı, etkin denetim yeterli sayılarak demokratik yapıları güçlendirilmelidir. Anayasa için 
görüşleri alınmalıdır.
k) YÖK yeniden yapılandırılarak siyasal etkilerden arındırılmalı ya da yetkileri Üniversitelerarası Kurul'a devredilerek bilimsellik başlıca ölçüt alınmalıdır.

TBMM İÇTÜZÜĞÜ DE DEĞİŞTİRİLMELİ

l) Yasama organının denetim yolları sağlıklı, etkin ve hızlı biçimde işlemeli, TBMM İçtüzüğü'nde gerekli değişiklikler yapılarak demokratik işleyiş çağdaş 
çizgiye getirilmelidir. Anayasal antlara aykırı tutum ve davranışlar yaptırıma bağlanmalıdır.
m) Devrim yasalarının korunması sürdürülmeli, Anayasa değişikliklerinde cumhurbaşkanına konuşma olanağı kaldırılmalıdır. 
Değişiklik için halkoyuna götürme yetkisi yeterlidir.
n) 1980 harekâtı sonucu Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının sona erdirilen bağımsızlığı kurumların üyelerine geri verilerek Atatürk'ün emanetine saygı 
gösterilmelidir.
o) Seçim yasalarıyla siyasî partiler yasası çağdaş içerikleriyle yenilenmelidir.
ö) Üniversitelerin özerkliği tam olarak sağlanmalı, bilimsel nitelik ve bilimsel yarar başlıca amaç sayılmalıdır. Kamuoyu bilgilendirilmeli, bilim adamları dinlenmeli 1876 Kanun-i Esasi'si, 1921, (1923 değişikliğiyle), 1924, 1961 ve 1982 Anayasası ile yabancı Anayasalardan yararlanılmalıdır

EĞER YÜCE DİVAN AYRILACAKSA

Son 14 yıldır tüm yetkiler AKP iktidarında idi. Bugün tutuklanan yargıç ve savcıları kimler atadı? Yüksek yargıya seçimleri ve atamaları kimler yaptı? Kime 
güvenerek işlem yapıp karar verdiler? Sakıncalı sayılıp gözaltına alınıp tutuklananları, mallarına el konulanları kimler omuzladı, kimler ellerinden 
tuttu, kimler koruyup yükseltti? Anayasal bağlamda ele alınıp çözüm üretilecek önemli sorunların başında bunlar gelmektedir. Genelkurmay'ın, MİT'in, Diyanet 
İşleri Başkanlığı'nın Cumhurbaşkanı'na bağlanması gibi yararsız, sakıncalı, hukuka aykırı önerilerin dillendirildiği günümüzde Anayasayı her şeyden önce ve 
her şeyden önemli biçimde ele almak zorunluluktur. Olanlardan alınan derslerle, içtenlikle ve yansızlıkla. Siyasal sorumluluklar özür dilemekle geçiştirilemez.
Yüce Divan, Anayasa Mahkemesi içinde ayrı bir yapı biçiminde oluşturulacaksa, günlük ve genel suçlara değil, nitelikli görev suçlarına bakacağından, AYM'den 
hukukçu özellikle yönetim kökenli üyeler alınmalıdır.

http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/yekta-gungor-ozden/anayasa-uyari-ve-onerileri-1355872/


"Anayasa Uyarı ve Önerileri"

"Anayasa uyarı ve önerileri", 

"Darbe girişimi sonrası KHK'lerle kimi düzenlemeler yapan günümüz iktidarı, “Mini Anayasa” söylemini gündeme taşıyarak siyasal amaçları doğrultusunda devlet yapısını istedikleri gibi kurmak istediklerini açıklamış oldu. Yasayla düzenlenmesi gereken konu ve kurumları Bakanlar Kurulu'nun eline bırakan kararnamelerin hukuksal içerikleri tartışma konusudur. 
Ancak, Anayasa girişimi hepsinden önemlidir. Anamuhalefet partisinin de bu konuda içeriğini bilmediğimiz bir hazırlık yaptığını basından öğreniyoruz.. 

YARGI BAĞIMSIZLIĞI VURGUSU. 

Daha kapsamlı, daha doyurucu görüşlerimizi taslaklar açıklanınca kamuoyuyla paylaşmak üzere şimdilik konuşulup yazılanla sınırlı, özetle kimi durumlara değineceğiz. Eski ortaklarına yükledikleri sorumluluklardaki paylarını unutturma çabalarıyla bocalayan iktidarcılar, hukuksal konularda hukuksuzluk içindedirler. Yargıtay ve Danıştay yasalarındaki değişiklikle yetinmeyip tüm yargıya uzanarak önceden hazırlandığı belli ve kendilerinin bildikleri kişileri kapsayan çizelgeler dışında yaptıkları atamalar ve seçimlerle yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak işlemler yapmaktadırlar. 

Amaçlı uygulamalarını oldubittilerle gerçekleştirdiklerini sananlar, Anayasa'ya aykırı tutum ve davranış kınamasından kurtulamazlar. KHK'lerin Anayasal denetime taşınması sorumluluğu da ana muhalefetin omzundadır.. 1950 sonrası Adalet Bakanları Osman Şevki Çiçekdağ ile Hüseyin Avni Göktürk zamanında Emekli Sandığı yasası uygulanarak neden olunan yıkıcılığın sorumluları belleklerdeki kara suçluluk yerlerinde durmaktadır. Günümüz Adalet Bakanı'nın hukuksuzluk ve Anayasa'ya aykırılıkları savunan konuşmaları da bu çizgidedir. Siyasal belleğe zaman zaman ışık tutmak gerekir. Bu da doğal bir yurttaşlık hakkı ve görevidir.. 

ULUSAL YAŞAM ANDI OLMALI. 

Anayasa parça bölük yapılmaz. Bir tümlük içinde ele alınır. “Ulusal yaşam andı” olma niteliği asla gözardı edilemez. İçinde kişi adlarının olması uygun bulunmuyorsa başlangıç doyurucu içerikle donatılarak Mustafa Kemal'in önderliğinde kazanılan Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi ve O'nun “En büyük Türk Devrimi” olarak gündeme getirdiği cumhuriyetle nitelikleri ve ilkelerinden söz edilerek ödün verilmez bağlılık ve saygı vurgulanır. Kişi olmaktan ötede bir kurum olarak ulusal varlığımızın simgesi durumuna gelen ATATÜRK'ün armağan ettiği cumhuriyetin Anayasası bu girişle açılır.. Kurulu Meclis (şimdiki TBMM) yepyeni bir Anayasa yapamaz. 

Yürürlükteki Anayasa'nın bağlayıcı kurallarını gözardı edemez. Ancak, değiştirilmeyecek kurallar (mad.1-4) dışındakileri değiştirebilir. İktidarın “Yeni Anayasa” savını “Yenilenmiş Anayasa” olarak anlamak daha doğrudur. Yandaşların çığlıklarıyla, demokrasi şovlarıyla hukuksal gerçekler çiğnenemez. Yeni bir Anayasa ancak kurucu meclis tarafından kotarılır ya da Anayasa'da değişiklik yapılarak yeni bir Anayasa oluşturacak bir Meclis ayrıca kurulur. Siyasal propagandalarla, partizan görüşlerle Anayasa yapılması, ulusal birlik ve dayanışmaya önem vermeden kimi kişisel, kimi partisel görüşleri öne alarak yola çıkmak yarınlarda büyük sorunlar doğurur.. 

MECLİS'İN DEĞİL TÜM ULUSUN MALI. 

Şimdilerde “Partili Başkanlık” adı altında bir tür Recep Tayyip Erdoğan oluşturulmak istenmektedir. Darbe bahanesiyle öne sürülen görüşler, partizanların önerileri ve iyice iktidarın sözcülüğüne soyunan medya kesimiyle çağdaş bir Anayasa edinileceğine inanmak ve kanmak güçtür. Anayasa bir partinin ya da yalnız bir Meclis'in değil, tüm ulusun malıdır. Belli zamanlar ve belli kişiler için yapılmaz.. Demokrasinin sözde kalmaması, her alanda ve konuda gerçek olması isteniyorsa, evrensel ilkeler örnek alınmalıdır. Anayasa'yı tartışmak yalnız bu konuda görev alanların, çalışma yapanların değil, her yurttaşın hakkıdır. Yeter ki içtenlikli olunsun ve oldubittiye getirilmesin, parti çıkarı gözetilmesin. Ulusal hukukun kaynağı ve dayanağı olan Anayasa ancak hukukun üstünlüğüne inanan, adalete yürekten bağlı olan toplumların yaşam anıtı olur, yaşam güvencesi ve varlık onuru olur. Yalnız iktidarların eline bırakılacak kadar sıradan bir konu değildir. Parça parça değil, bir bütünlükle ele alınıp gerçekleştirilir.. 

SİYASETÇİLERE KATKI AMACIYLA. 

Deneyimli siyasetçilerin, bilim adamlarının, düşünür ve yazarların değerlendirmeleriyle yaraşır ve yararlı olacağını umduğumuz Anayasa çalışmalarına katkı amacıyla, bu konuda yıllarca çalışmış bir yurttaş olarak, görüşlerimizi açıklama görevimizi yerine getirme özeni içindeyiz. Özetle sunuyoruz:. 

a) Anayasa yapma yetkisini açıkladık. Başlangıç kısmının önemine vurgu yaparak içerikle ilgili tartışmalara bu açışta son değinmiştik.. 

b) İlk dört maddeye dokunulması olağan bir değişiklikte söz konusu olamaz. Kurtuluş ve kuruluş felsefesi bu maddelerdedir.. 

KAZANILMIŞ HAKLAR GÖZETİLMELİ. 

c) Anayasa Mahkemesi kararlarının “geriye yürümezliği” kaldırılmalı ya da “kazanılmış hak” ilkesi gözetilerek tamamlanmış işlemler bu kuralın dışında tutulmalıdır. 

İçtihatla kesinlik kazanmış “Yürürlüğü durdurma” yöntemi Anayasa'ya konulmalıdır. Kimi sakıncaları önlemek için iptal dâvaları Fransa'da olduğu gibi ön denetime bağlanabilir.. 

d) Anayasa Mahkemesi üyeleri 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi kurumlarınca seçilmeli, Cumhurbaşkanı ile yasama organına sembolik sayıda üye atama yetkisi tanınmalıdır.. 
e) Meclis'in çıkardığı yasaların iptali istenirken Bakanlar Kurulu'nun çıkardığı Olağanüstü Hal Kararnamelerinin iptallerinin istenmemesi hukuktan kaçmak, yönetime alan açmaktır. Anayasa Mahkemesi'nin bu kararnamelerden 424, 425 ve 430 no.lulara 1991 ve 1992 yıllarında verdiği kararlarla açtığı yargı yolu dikkate alınmalıdır. 
Olağanüstü durumların olağanlaştırma yanlışlıkları dâva yoluyla önlenebilir.. 

BAŞKANLIK SİSTEMİ DIŞLANMALI. 

f) Cumhuriyet Senatosu kurulmalıdır.. 
g) Anayasa'nın 104. maddesinde cumhurbaşkanına tanınan aşırı yetkiler sınırlanmalı, yargıya çok üye, üniversiteye rektör atamasına son verilmelidir. 
Darbe sonrası konuşulan Genelkurmay ile MİT'in Cumhurbaşkanı'na bağlı olması, sorumsuzluğu nedeniyle düşünülmemeli ve başkanlık sistemi tüm türleriyle 
dışlanmalıdır.. 
h) Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun bağımsızlık ve yansızlığı kesin biçimde sağlanmalı, Adalet Bakanı'nın başkanlığı kaldırılmalıdır.. 
ı) Erkler (güçler-kuvvetler) ayrılığı keskinleştirilip yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesiyle gölge almayacak düzeye kavuşturulmalıdır.. 
i) Barolar ve meslek kuruluşları yönetimin vesayetinden kurtarılmalı, etkin denetim yeterli sayılarak demokratik yapıları güçlendirilmelidir. 
Anayasa için görüşleri alınmalıdır.. 
k) YÖK yeniden yapılandırılarak siyasal etkilerden arındırılmalı ya da yetkileri Üniversitelerarası Kurul'a devredilerek bilimsellik başlıca ölçüt alınmalıdır.. 

TBMM İÇTÜZÜĞÜ DE DEĞİŞTİRİLMELİ. 

l) Yasama organının denetim yolları sağlıklı, etkin ve hızlı biçimde işlemeli, TBMM İçtüzüğü'nde gerekli değişiklikler yapılarak demokratik işleyiş çağdaş çizgiye 
getirilmelidir. Anayasal antlara aykırı tutum ve davranışlar yaptırıma bağlanmalıdır.. 
m) Devrim yasalarının korunması sürdürülmeli, Anayasa değişikliklerinde cumhurbaşkanına konuşma olanağı kaldırılmalıdır. Değişiklik için halkoyuna götürme yetkisi yeterlidir.. 
n) 1980 harekâtı sonucu Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının sona erdirilen bağımsızlığı kurumların üyelerine geri verilerek Atatürk'ün emanetine saygı 
gösterilmelidir.. 
o) Seçim yasalarıyla siyasî partiler yasası çağdaş içerikleriyle yenilenmelidir.. 
ö) Üniversitelerin özerkliği tam olarak sağlanmalı, bilimsel nitelik ve bilimsel yarar başlıca amaç sayılmalıdır.. 

Kamuoyu bilgilendirilmeli, bilim adamları dinlenmeli 1876 Kanun-i Esasi'si, 1921, (1923 değişikliğiyle), 1924, 1961 ve 1982 Anayasası ile yabancı Anayasalar dan yararlanılmalıdır. EĞER YÜCE DİVAN AYRILACAKSA. Son 14 yıldır tüm yetkiler AKP iktidarında idi. Bugün tutuklanan yargıç ve savcıları kimler atadı? 

Yüksek yargıya seçimleri ve atamaları kimler yaptı? Kime güvenerek işlem yapıp karar verdiler? Sakıncalı sayılıp gözaltına alınıp tutuklananları, mallarına el 
konulanları kimler omuzladı, kimler ellerinden tuttu, kimler koruyup yükseltti? Anayasal bağlamda ele alınıp çözüm üretilecek önemli sorunların başında bunlar 
gelmektedir. Genelkurmay'ın, MİT'in, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Cumhurbaşkanı'na bağlanması gibi yararsız, sakıncalı, hukuka aykırı önerilerin dillendirildiği günümüzde Anayasayı her şeyden önce ve her şeyden önemli biçimde ele almak zorunluluktur. Olanlardan alınan derslerle, içtenlikle ve yansızlıkla. 

Siyasal sorumluluklar özür dilemekle geçiştirilemez.. Yüce Divan, Anayasa Mahkemesi içinde ayrı bir yapı biçiminde oluşturulacaksa, günlük ve genel 
suçlara değil, nitelikli görev suçlarına bakacağından, AYM'den hukukçu özellikle yönetim kökenli üyeler alınmalıdır..  
Yekta Güngör Özden, 

Yazarın Diğer Yazıları;
Gerçek Demokrasi
11 Aralık 2017
Yaşamak ve Yaşatmak
7 Aralık 2017
   Işık
4 Aralık 2017
   
http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/yekta-gungor-ozden/anayasa-uyari-ve-onerileri-1355872/


-------