23 Mart 2017 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2


  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2



1950-1960 Yılları





Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş, Avrupa ’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. 

dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf ve yalnızdır. Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin 
1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşmasını fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars ve Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu sorun o sıralarda ve ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış politikasının ana sorununu teşkil etmiştir.

1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli ve çok aktif olmakla beraber geleneksel dengeli ve basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmış tır. Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı güvenliğinin sağlanması Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme 
hatalarına düşülmüştür.

9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de 
muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz ve Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı görüyor ve bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi.

Türkiye NATO’ya katıldıktan ve İngiltere’nin itirazları aşılarak NATO Komutanlıklarına doğrudan bağlandıktan sonra dahi Orta Doğu’da ayrı bir savunma sistemi kurmak çabaları devam etti. Başlangıçta böyle bir sisteme Arap ülkelerinin, özellikle Irak, Suriye, Mısır ve Ürdün’ün de dahil edilmesi öngörülüyordu. 

Fakat Irak hariç diğer ülkelerin hiçbiri böyle bir tertipte yer almak niyetinde değildi. Mısır 1952 Devriminden önce bile projeye karşı olduğunu bildirmişti. Devrimden sonra Mısır’ın tutumunun daha ılımlı olmasını bekleyecek kadar gerçeklere gözlerini kapatanlar olmuştu. Oysa devrimi takiben Mısır’ın başlıca önceliği İngiliz kuvvetlerinin Süveyş Kanalı bölgesinden çekilmesiydi. Bu yıllarda Türkiye ise Arap devletlerine karşı tamamen Batılı ülkeler paralelinde bir politika izlemekteydi. Birleşmiş Milletler’de Cezayir meselesi konusundaki oylamalarda sürekli Fransa’yı destekliyordu. Mısır’da devrimden önce Kahire’ye gönderilen ve eşinin Mısır’daki topraklarının yeni rejim tarafından millileştirilmesine duyduğu tepkiyi gizleyemeyen bir Büyükelçiyi görevinde tutmaktan vazgeçmiyordu. 

1953’te General Eisenhower’in Başkanlığa seçilmesinden sonra ABD Orta Doğu’nun güvenliği konusunda daha aktif bir rol oynamaya başladı. Dışişleri 
Bakanı John Foster Dulles bu maksatla Orta Doğu bölgesinde bir tura çıktı ve Mayıs’ta Ankara’da Başbakan Menderes ile görüştü. Bu görüşmede 
Menderes’in Kral’dan fazla Kral taraftarlığı göstermesi, komünizme karşı şahinliği ile ün salan Dulles’ı bile şaşırtmıştı. Örneğin Menderes Süveyş Kanalı 
bölgesinin hayati bir jeopolitik konumda olduğunu ve bu yüzden İngiliz kuvvetlerinin bu bölgeyi tahliye etmemesi gerektiğini belirtmiş. Ayrıca Fransa’nın Kuzey Afrika’daki konumunun devamının NATO savunması için son derece önemli olduğunu vurgulamış. Orta Doğu’nun savunmasına gelince, Menderes Arap devletlerinin bir ortak savunma sistemine katılmaları konusundaki umudunu artık kaybettiğini, fakat Türkiye’nin, savunma gücü takviye edildiği takdirde bu sistemin belkemiğini oluşturabileceğini ifade etmiş. Dulles ise belkemiğin etrafında et bulunması gerektiğini, Süveyş Kanalı’nın stratejik önemini kabul etmekle beraber, Mısır halkının arzusu hilâfına bu bölge de tutunmaya çalışmanın yerinde olmayacağını savunmuş. 

Yine de, Türkiye ziyaretinin sonunda Dulles Kuzey Zinciri konseptini açıklamak tan geri kalmamıştır.

Kuzey Zincirinin gerçekleştirilmesinde inisiyatifi alan, beklenebileceği gibi, Türkiye oldu. İlk adımda Türkiye ile Pakistan arasında Nisan 1954’te bir 
Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı. Şubat 1955’te ise Türkiye ile Irak Bağdat Paktı’nı imzaladı. Bu antlaşmaya imzasını koyan Başbakan Nuri Sait, 
Mısır’ın lideri Nasır’ın bütün bölgede derin destek gören Arap milliyetçiliği politikasına karşı açıktan cephe almakla büyük bir riske giriyordu. Bu hatasını 
1958’de hayatı ile ödeyecekti. İngiltere Bağdat Paktı’na Nisan 1955’te katıldı. Onu aynı yıl Eylül’de Pakistan, Başbakan Musaddık’ın devrilmesinden hemen sonra da İran takip etti. Mısır’ın ve Yahudi lobilerinin tepkilerinden çekinen ABD ise, Pakt Konseyi’nin ve diğer organlarının toplantılarına katılmakla birlikte üye olmaktan kaçındı.

Bağdat Paktı’nın ömrü uzun olmayacak, bir askeri darbe ile Irak Krallığının devrildiği ve Nuri Sait’in de katledildiği 14 Temmuz 1958’de fiilen sona 
erecekti. Fakat üç yıllık ömrü içinde Pakt yalnızca Arap devletleri ile değil, Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin ilişkilerini de olumsuz etkilemekten geri kalmayacaktı. 

Gerçekten de, Sovyetler Birliği, Pakt’ın yarattığı tepkilerden ve 1956 yılında Fransa, İngiltere ve İsrail tarafından Mısır’a karşı girişilen talihsiz 
askeri operasyondan yararlanarak bölgeye gittikçe daha fazla sızıyordu.

Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinin 1956’da tahrik ettiği krizde Türkiye’nin Orta Doğu politikasının çelişkileri iyice su yüzüne çıktı. Savaştan önce bir 
yandan direkt menfaati olmadığı halde Londra’da toplanan Süveyş Şirketi hissedarları toplantısına katılıyor, diğer yandan savaştan sonra bütün Arap ülkeleri ile savaşı kınıyor ve İsrail’deki Elçisini geri çekiyordu. İsrail ile ilişkiler bu tarihten sonra sürekli inişli çıkışlı bir seyir takip edecekti.

Bu devirde Suriye ile ilişkilerde de büyük bir gerginlik yaşanmaktaydı. Suriye 1955’te Sovyetlerden gittikçe artan miktarda silah ve askeri malzeme yardımı 
alıyor ve Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izliyordu. ABD de Suriye’ye Sovyet sızmasını ve bunun bölge ülkeleri için oluşturduğu güvenlik tehdidini 
kınıyordu. Ocak 1957’de açıklanan “Eisenhower Doktrini” ile ABD “uluslararası komünizmin dolaylı bir tecavüzü” ne karşı bölge ülkelerini korumayı taahhüt ediyordu. Suriye ise Türkiye’yi sınıra kuvvet yığmakla suçluyordu. Sovyetler Birliği Eylül 1957’de verdiği bir notada Türkiye’yi Suriye’ye saldırma niyeti beslemekle itham etmekteydi. Mısır Suriye’ye iki tabur gönderirken Suriye de ihtilâfı Birleşmiş Milletler Asamblesi’ne taşıyordu. Asamble’de tarafların sundukları iki karşıt karar önerisinin geri çekilmesi ile krizin daha fazla büyümesi önlendi ve Türkiye sınırdaki kuvvetlerinin bir kısmını geri çekti.

Bu krizlerde Türkiye’nin tutumunun ters tepki yarattığı kabul edilmelidir. Türkiye zaten NATO’nun üyesiydi ve güvenliğinin en sağlam teminatı bu ittifaktı. Amerika’yı bölge ihtilâflarına daha fazla çekmeye ve Eisenhower doktrinine aslında ihtiyaç yoktu. O tarihlerde Orta Doğu’da sergilenen lüzumsuz  gayret keşlik Türkiye’nin bölgede ihtilâf halindeki devletler arasında taraf tutmamak yolundaki geleneksel politikası ile bağdaşmamaktaydı. Bu gayret keşlik problemler yaratmaktan geri kalmayacaktı. Irak’ta Temmuz 1958 devrimini takiben Lübnan, Mısır’ın lideri Abdülnasır’ın taraftarları ve hasımları arasındaki mücadele yüzünden bir sivil savaşın eşiğine gelmiş ve Cumhurbaşkanı Chamoun’un talebi üzerine ABD bu ülkeye deniz ve kara kuvvetleri göndermek 
kararını almıştı. İncirlik üssünde toplanan Kara birliklerinin Lübnan’a sevk edilmesi Türk Hükümeti’nin önceden rızası alınmamıştı. Diğer taraftan 
Türkiye ve Pakistan Irak devriminden sonra Bağdat Paktı’nın yaşamını sürdürmesi amacıyla ABD’nin Pakt’a üye olmasında ısrar ettiler. ABD Pakt’a 
katılmayı reddetmekle beraber Pakt’ın geri kalan üyeleri ile ikili anlaşmalar imzalamayı kabul etti. Türkiye ile 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmanın dibacesi “tarafların doğrudan veya dolaylı her türlü tecavüze karşı koymak azmini” vurguluyordu. Bu ibare iç politikada gerginlik yarattı, zira muhalefet 
iktidarın gerekirse kendisini tasfiye için anlaşmaya dayanarak ABD’nin desteğini isteyebileceğinden kuşku duydu. Mart 1959 anlaşması da gerçekte tamamen 
lüzumsuzdu. Türkiye’nin güvenliğine bir katkısı olmadığı gibi birçok Arap ülkesi ile ilişkilerini olumsuz etkiledi.

Irak devriminden sonra Türkiye ile İsrail arasında da bir yakınlaşma teşebbüsü ne girişildi. İsrail Başbakanı Ben Guryon ile Dışişleri Bakanı Golda Meir gizlice Ankara’ya gelerek Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüştüler. İki taraf Karşılıklı diplomatik temsilciliklerini Büyükelçilik seviyesine yükseltmeyi ve aralarındaki siyasi işbirliğini geliştirmeyi kararlaştır dılar. Fakat bu proje gerçekleştirilemedi.

1960-1970 Yılları

1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının temel yaklaşımlarında değişiklikler başladı. Türkiye Bağdat Paktı devrindeki gayretkeşliğinden 
uzaklaştı. 27 Mayıs askeri müdahalesinin liderleri tarafından yayınlanan bir bildiride Türkiye’nin bundan böyle ulusal bağımsızlık mücadelelerini ve özellikle 
Cezayirlilerin mücadelesini destekleyeceği açıklandı. Hatta Fransa ile Cezayir arasında arabuluculuk bile bir ara gündeme geldi. Ne var ki, isabetli 
olan bu yeni politikada yol kazaları her zaman önlenemedi. Eylül 1961’de Suriye, 1958’de Mısır’la kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma 
kararını alınca, Türkiye bu kararı derhal tanıdı ve buna tepki gösteren Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesti.

Irak’ta devrimden sonra iktidarı ele geçiren General Kasım’ın kurduğu yönetim ile de ilişkilerde rahatsızlık mevcuttu. Irak’ta Kürtlere yeni haklar tanınmasının 
Türkiye’ye de olası yansımaları konusunda kaygı duyuluyordu. Nisan 1962’de başlayan Molla Mustafa Barzani ayaklanması da ayrı bir endişe 
kaynağı teşkil etti, fakat bu ayaklanma, Irak savaş uçaklarının iki kere Türk hava sahasını ihlâl etmesinin yarattığı gerginlik dışında Türkiye’yi doğrudan 
etkilemedi.

1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi Hükümeti Orta Doğu ülkelerine karşı bir açılım politikası güdeceğini programında belirtmişti. Bu 
mesaja ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı ikili ilişkilerin geliştirilmesini Irak’ın da arzuladığını belirtmekle yetinmeyerek 
Kıbrıs konusunda da Türkiye’ye destek verdiklerini ifade etti. Mısır’la bir ticaret anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Tunus’u ziyaret etti. Suudi Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi ve ziyareti çok dostane bir hava içinde geçti. Mayıs 1967’de Ankara’da yapılan bir Büyükelçiler toplantısında Orta Doğu politikası bağlamında üç ilkenin altı çizildi: Bütün Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler geliştirilecek; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışılmayacak ve taraf tutulmayacak; Arapları bölecek paktlara ve bölge anlaşmalarının dışında kalınacak.

1967 yılında Mısır’la yakınlaşma politikası çerçevesinde Dışişleri Bakanı Çağlayangil Mısır’ı ziyaret etti ve Başkan Nasır tarafından kabul edildi. Bu 
görüşmede Nasır Türkiye’nin daha önceki yıkardaki Mısır aleyhtarı politikalarından duyduğu kırgınlığı çok açık bir şekilde dile getirmekten kaçınmadı. 
Hatta bir ara Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesine karşı Mısır’da uçaklarının konuşlandırılmasına izin isteyen Yunanistan’a olumlu cevap vermeye 
meylettiğini, fakat son dakikada “Müslümanlığının” kendisini bundan vazgeçirdiğini söyledi.

1967’de Araplarla İsrail arasında yeni bir savaş tehlikesi ufukta belirmişti. Suriye ile İsrail arasındaki sınır çatışmalarına tepki olarak Mısır Başkanı Nasır, 
1956 Savaşı’ndan sonra Sina Yarımadası’na yerleştirilmiş olan Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin çekilmesini talep ediyordu. Bu tutumun İsrail’in Mısır’a 
bir saldırısını tetikleyeceğinde şüphe yoktu. Türk Hükümeti tehlikeyi açıkça gördüğünden Başbakan Demirel Nasır’a ivedi bir mesaj göndererek İsrail ile 
bir savaşın Mısır için neden olacağı çok ağır sonuçlara dikkat çekti. Fakat Nasır kararını değiştirmedi. İsrail sınırına 100,000 asker yığdı ve Tiran Boğazı’nı 
İsrail bandıralı gemilere kapattı. 5 Haziran tarihinde İsrail Mısır’a karşı önleyici bir saldırıya geçti. Mısır’ın bu sefer savaşı kazanacağını vehmiyle Ürdün 
de İsrail’e saldırdı. Savaşa Suriye de katıldı. Yalnızca 6 gün süren savaşın sonunda İsrail Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakasını ve Doğu Kudüs’ü 
ele geçirmişti. Sina Yarımadası hariç, İsrail 6 günlük savaşta işgal ettiği toprakların hepsini bugün de elinde tutmaktadır. 

Savaş Mısır için hüsranla bitince Başbakan Demirel Nasır’a yeni bir mesaj göndererek umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini ve Mısır’ın bugün uğradığı 
kayıpları telâfi edeceğine inandığını vurguladı. 22 Haziran’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun özel toplantısında da Dışişleri Bakanı Çağlayangil, 
yaptığı konuşmada, Türk Hükümeti’nin kuvvete başvurulması yoluyla toprak kazanılmasını kabul edemeyeceğini söyleyerek Birleşmiş Milletler Genel 
Kurulu’nun İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen karara Arap ülkeleri ile birlikte oy verdi. Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin 
Türkiye’nin desteğine teşekkür etmeleri Türkiye’nin artık bölgede çok daha olumlu bir şekilde algılandığını kanıtlıyordu. 

Türkiye’nin 1970’li yıllarda İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) katılması da kendisini Müslüman bir ülke kimliğinde görmesinden çok o devirde Orta 
Doğu’da güttüğü “reel-politik” in bir unsuru olarak değerlendirilmelidir. Bu örgütün özellikle Arap üyeleri arasında büyük bir dayanışma olmadığı, aralarında sık sık ihtilâfa düştükleri, hatta birbirleri ile savaştıkları da unutulmamalıdır.

Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme 
gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas ve Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da davet 
edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının 
dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı 
düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan ve örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda 
Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının ve dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten 
İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen hepsi kağıt üzerinde kalmakta ve uygulanmamaktadır.

İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin daveti üzerine 1976’da İstanbul’da toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi ve Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk delegasyonunun girişimiyle kültürel ve bilimsel işbirliği için iki merkezin kurulmasına karar verildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih, Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar ve Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder