Şahin TEKDEMİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şahin TEKDEMİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2019 Çarşamba

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 5

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 5






14- Sedat BUCAK 21.01.1997 tarihli ifadesinde; 

1960 Siverek doğumlu olduğunu, siyasete 1991 yılındaki seçimlerde katıldığını, DEP milletvekillerinin, özellikle Abdullah Öcalan’ın yanından gelen elçiler vasıtasıyla kendisiyle görüşmek istediklerini, kendisiyle görüşerek “Biz, Siverek’e, Urfa’ya örgüt olarak gireceği, yalnız tarafsız kalacaksınız, bize karışmayacaksınız, devletin yanında yer almayacaksınız” demek istediklerini bildiğini, devletiyle beraber olduğunu, Bekaa’dan gelen bazı insanlarla görüşmelerinin çoğunu kasete aldığını ve bundan Ankara Emniyeti başta olmak üzere o zamanki tüm devlet yetkililerine bilgi verdiğini, DEP’in kapatılması ve milletvekillerinin çoğunun içeri alınmasında Devlet Güvenlik Mahkemelerine verdiği ifadelerin büyük katkısının olabileceğini, 1993’te bunların kendine karşı ve ailesine karşı bir tavır almak istediklerini ve Siverek’te örgütlü eylemlerin başladığını, Siverek’te Anavatan Partisi İlçe Başkanı ve kardeşinin katledildiğini, bazı köylülerin ve vatandaşların katledildiğini, Siverek halkının bu olayları istemediğini, Siverek halkının tavır almasıyla beraber örgütün orada 
çökertildiğini, halkla olan içtenliği ve devlete olan bağlılığı nedeniyle kendisine karşı tavırlar olduğunu, kanunsuz bir iş yaptığı zaman devletini çiğnemiş olacağını, İstanbul’a giderken Mehmet Özbay’ı aradığını, Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu çok sonraları öğrendiğini, İstanbul’a dinlenmeye gittiğini, Yalova’daki termale gittiklerini, o akşam yakın arkadaşı Ali Aydınlıktan’ın oğlunun kafasına kurşun değdiğine dair haber aldıklarını, durumunun kötü olduğunu öğrendiklerini, akşam bu durumu arkadaşlarına söylediğini, İzmir’e gitmesi gerektiğini söylediğini, Mehmet Özbay’ın “bende gelirim” dediğini, yola çıktıklarını, Ören’de veya Altaylar’da bir arsa ofisi olduğunu, bu arsaya baktıktan sonra şoförünün gelip “Ağabey, Ali Abinin oğlu 
vefat etmiş” dediğini onun üzerine hemen harekat ettiklerini, hastaneye gittiklerini, fakat kimseyi bulamadıklarını, daha sonra evlerine gittiklerini, taziyelerini bildirdikten sonra ayrıldıklarını, Princess’te yer ayırttıklarını, otele gittiklerinde bir bayanın Mehmet Özbay’ın yanında oturduğunu, onunda kendileriyle geldiğini, İzmir’e gelirken Kocadağ ile görüştüklerini, Kocadağ’a İzmir’e gidiyorum dediğini, onunda “bilsem bende gelirdim” dediğini, daha sonra uçakla yarın geleceğini söylediğini, ertesi sabah uyandıklarında Kocadağ 
ile görüştüklerini ve onun geleceğini öğrendiklerini “beni aldırabilirmisiniz?” dediğini, bunun üzerine yanındaki koruma polisi Ercan Bey’i (daha önce Kocadağ’ın yanında çalışmış bir polis olan) Hüseyin Kocadağ ı arabayla 
almaya gönderdiğini, koruma polislerinde ve şoförün de huzursuzluk gördüğünü, polis Ercan’ın bir ara kendisini çağırıp huzursuz olduklarını ve takip edildiklerini söylediğini, “İzmir’den hemen ayrılalım” dediklerini, Bunun üzerine Kuşadasına gitmeye karar verdiklerini, o gün akşam üzeri çıktıklarını, Onura otel’de 
kaldıklarını, ertesi gün de orada kaldıklarını, polislerde rahatsızlık ve tedirginlik olduğunu görünce Ankara veya İstanbul’a gidelim dediğini, Hüseyin Kocadağ’ın İstanbul’da işi olduğu için İstanbul’a gidip oradan Ankara’ya geçmeyi düşündüklerini, o gün sabah en geç kendisinin kalktığını ve kahvaltısını yarım bırakarak yolaçıktıklarını, o bayan ile Mehmet Özbay’ın arabanın arkasında oturduklarını, İzmir’i geçtikten sonra Kocadağ’ın çok süratli gittiğini gördüğünü, arabanın ibresinin 230’u gösterdiğini, birşeyler söylediğini, Kocadağ’ın 
kendisine dönüp birşeyler söylediğini ve güldüğünü, kendisininde gülerek yolu görmemek için koltuğun ucuna doğru geldiğini, kaza’dan sonra Ankara’da ancak arabasını televizyonda görünce, kaza yaptığının kesin olduğuna emin olduğunu, arabada bulunan silahların İstanbul’a gelirken dahi olmadığını, o silahlardan 
bilgisinin olmadığını, kendisinin arabada bulunan Sig Sauter silahı olduğunu, onun dışında polislerinin hepsinin silahı olduğunu, eğer takip ediliyorlarsa bu silahların kazadan sonra arabaya konulmuş olabileceğini, diğerlerinin çantasında vardıysa silahların onların olabileceğini, arabada söylenildiği gibi gizli bölme 
olmadığını, Mehmet Özbay’ın, köyüne 1 defa 1996 Kasım’ında geldiğini, 1993 yılı sonu veya 1994 yılı başında Siverek’e halka güven verebilmek için gittiğini, Ankara’da babasının vefat etmesi üzerine Siverek’e defnettiklerini ve taziyelerin 1,5-2 ay sürdüğünü bu arada yorgun düştüklerini, 1994 ortası veya sonunda 
dinlenebilmek amacıyla Ankara’ya geldiğini, daha sonra İstanbul’a gittiğini, İstanbul’da Mehmet Özbayı tanıdığını, Abdullah Çatlı adıyla tanımadığını, kalabalık bir ortamda “siz, Sedat Bucak’sınız” diyerek kendisiyle tanışmak istediğini söylediğini, orada tahminen bir hafta kaldığını, Ankara’ya geldiğinde kendisini telefonla aradığını, kendisinin tekrar Siverek’e döndüğünü, 1995’te geldiğini bir-iki defa Mehmet Özbay’ın kendisini sorduğunu, Ankara’ya yılda 2 ya da 3 defa geldiğini, kendisinin dışarıda bürosu olduğunu, bürosuna gelip, 
oturup, sohbet edip gittiğini, bu insanla (Abdullah Çatlı) bir illegal ya da legal bir işinin, ya da bağlantısının olmadığını, Çatlı nın kendisine ithalat-ihracat şirketi olduğunu ve ticaretle uğraştığını söylediğini. Abdullah Çatlı ile Gonca Us arasında bir gönül ilişkisi olduğunu varsaydığını, hanımıyla bir-iki defa görüştüğünü, ailece İstanbul’da oldukları bir zamanda Çatlı’nın ailesini alarak bir-iki defa yanlarına geldiğini, hatta bir keresinin de bir düğünde olabileceğini, Mehmet Özbay ile Kocadağ’ın kendi yanında tanıştıklarını varsaydığını, kendinden 
önce tanıyıp tanımadığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağ ile her zaman görüştüklerini, Mehmet Özbay’ı vatansever biri olarak tanıdığını, konuşmalarının hep bu yönde olduğunu, Hüseyin Kocadağ ın 1980 ihtilalinden hemen sonra Siverek’e emniyet amiri olarak verildiğini, sonra tahminen Ankara’da Özel Harekatın kurulma aşamasında Ankara’ya geldiğini, Siverek’te de Ankara’da da görüştüklerini, Diyarbakır Özel Harekat Şube Müdürlüğü yaptığı sıralarda da görüştüklerini, kendisinin bu sıralarda Siverek’i tanımasından dolayı arada bir 
geldiğini, babasıyla Hüseyin Kocadağ’ın ilişkilerinin çok samimi olduğunu, babasından sonra bu ilişkiyi kendisinin sürdürmek istediğini, Bucak Aşireti olarak varsayılan topluluğun 40, 50 veya 60 aileden oluştuğunu, Siverek’te 70’i geçici olmak üzere 430 korucu olduğunu bildiğini, Fatih Bucak’ın amcaoğlu olduğunu, 
Ankara’da oturduğunu, şu anda inşaat şirketi kurduğunu bildiğini, aralarında kopukluklar olduğunu, korumalarını istemesi konusunda; Koruma Şube Müdürlüğünün kendilerini atadığını ve koruma vereceklerini söylediklerini, kendisinin ise koruma istemediğini, daha sonra aradıklarında “siz isim verebilirseniz de olur” denildiğini, bu korumaların Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin’in korumaları olduğunu, İbrahim Şahin’le PKK’ya karşı tavır ortaya koymak için Emniyet Genel Müdürü, Paşalar, 7. Kolordu Komutanı 
geldiğinde Özel Harekat Daire Başkanı olarak geldiği sırada konuştuğunu, daha sonra birbirlerini aradıklarını, İbrahim Şahin’in doğuya gittiği zaman, özellikle Siverek güzergahını seçtiğini ve misafiri olduğunu Polis Ercan’a “bana koruma verilmek isteniyor, korumalık yaparmısınız?” diye sorduğunu, onun da “benim bir arkadaşlarla görüşmem gerekir” dediğini, daha sonra “evet” cevabının geldiğini bunların 5 kişi olduğunu, oysa 6 koruma verilmek istendiğini, 6’ncının da bu beş koruma tarafından önerildiğini adının da Mustafa olduğunu, 
Bakan Mehmet Ağar’a bunların verilmesi için yazdığını ve kabul edildiğini, hatta çok zaman sonra verildiğini, Ömer Lütfi Topal cinayetinden daha sonra korumalığını yapan polislerin gözaltına alınmasından sonra İstanbul 
valisi veya Emniyet Müdürünü aradığını, bu insanları koruma olarak istediği için bunların işlediği bir suç varsa bunları bilme zorunluluğunu hissettiğini, bu kişilerle (korumalarla) telefonla konuşmadığını, Arnavut Sami yi (Sami Hoştan) bir defa Çınar Otelinde başkalarıyla birlikte oldukları sırada kendisine tanıttıklarını, daha sonra onu görüp görmediğini hatırlamadığını, kendilerinin kumarla ya da kumarhanelerle hiç bir ilişkilerinin olmadığını, bir gece kulubü ya da diskoteğe amcaoğlunun da içinde bulunduğu üç gencin girersin-giremezsiz 
tartışmaları sonucu öldürüldüğünü, bu olayın kumarla ilgili olmadığını, söylemezleri de bu olaydan sonra bildiklerini, daha sonra bunlardan iki tanesinin öldürülmesiyle kendilerinin hiç bir ilgisinin olmadığını, Mehmet Ağar Genel Müdür olana kadar kendisini tanımadığını, öldüren kişilerden birinin lojmanında kaldığı hususunda; o insanla konuşmuşluğunun olmadığını, tanımadığını, kendisinin evine gelen biriyle gelmişse gelmiş olabileceğini , kalsa bile 1 geceden fazla kalamayacağını, Mehmet Ali Yaprak’ı tanımadığını, televizyonunun da 
Gaziantep te olduğunu bilmediğini, Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılmasının ailesince yapılmış olamayacağını, Rıdvan Kocaman diye birisini tanımadığını, 1979’da amcasının bir suikastle yaralandığı ve akrabalarından bir çoğunun PKK tarafından öldürülmesi ve kendilerinin PKK tarafından tarafsız kalmalarının istenmesiyle birlikte ailelerinin PKK ile mücadelesinin başladığını, kendilerinin operasyonlara katılmadıklarını operasyonları askerlerin yaptığını, halkın istihbaratı çalışmaları olduğunu, 1979 da PKK tarafından kendilerinden 140-150
askerlerin yaptığını, halkın istihbaratı çalışmaları olduğunu, 1979 da PKK tarafından kendilerinden 140-150 arasında kişinin öldürüldüğünü, bir çoğunun kendilerinin yakını olduğunu, Korkut Eken ve diğerlerinin kendi yerlerinin olduğunu onların oralarda kaldıklarını, Mehmet Ağar’ın hiç evine gelip kalmadığını, korucuların çatışmaya gittiklerinde muhimmatı onların kendilerinin aralarında temin ettiğini, HBB Televizyonunda yaptığı konuşmanın 5 veya 10 dakikasını hatırladığını geri tarafını hatırlamadığını, daha sonra bu roportajın kasetini getirttiğini, oradaki konuşmalarını görünce tamamını bile izlemediğini, hükümetin güvenoyu almasından önce Mehmet Özbay’ın çok özel, gizli görüşmek istediğini söylediğini, o görüşmedeMehmet Özbay’ın “ben devletle 
çalışan gizli bir adamım; bunu da kimsenin bilmemesi lazım şu kimliğim, şu yeşil pasaportum, bu ehliyetim, bu silah ruhsatım, bu nüfus cüzdanım” diyerek birşeyler çıkardığını, Terörde uzman yazan bir kağıt gördüğünü, 
onun söylediği ismi bir lakap ve kod ismi zannettiğini ve sonuna kadar bile onu Mehmet Özbay olduğuna inandığını, o kimliğin sahte mi yoksa gerçek mi olduğunu tespit edemediğini, Haluk Kırcı ve Yaşar Öz’ü tanımadığını, Drej Ali’yi tanıdığını, onun taziyelerine geldiğini kendininde İstanbul’daki yazıhanesine birkaç defa gittiğini, PKK’nın ölüm listesinde, birinci sırada olduğunu bildiğini, Abdullah Çatlı’yı 1980’den önce aranan biri olarak bilmediğini, “Ben Abdullah Çatlıyım” dedikten sonra da bir arkadaş olarak ilişkilerinin devam ettiğini, Korkut Eken’in , babasının eski dostu olduğunu, babasının yanına bir defa geldiğini 
hatırladığını, kendilerine devletin her kademesinden insanların geldiğini, istedikleri bilgileri bilebildikleri kadar hepsini verdiklerini, her zaman devletin yanında olduklarını, PKK’nın Siverek’i yenemediğini, Med TV’de, Abdullah Öcalan’ın söylediği sözlerin kendisine o gün telefonla dinlettiklerini, HBB’ye Sayın Yılmaz’ın kendisini Fransa’da dediğini duyunca “Ben buradayım” mesajını vermek için çıktığını, hastanede emar filmi çektirmek dışında bir yere gitmediğini, kaza anında bu susturucu ve silahlar arabada olsaydı bunların korumalar tarafından alınabileceğini, Meysu’nun sahibinden 300 bin marklık bir senet alma, bürolarında kurşunlama gibi bir olayın olmadığını, tahminen bu olayın faillerinin yakalanmış durumda olduğunu, arabada bulunan silahların 
arkada oturanlar tarafından konulmuş ya da başkaları tarafından konulmuş olabileceğini, kendisinin 130-140 milyar aldığı şeklindeki ithamların yalan olduğunu, kumarhanelerden haraç almadığını, maaşı dışında kimseden 
para almadığını belirtmiştir.(Ek:187) 

15- Hasan Celal Güzel Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı 17.02.1997 tarihli ifadesinde; 

1945 yılında Gaziantep’te doğduğunu, 1975 yılında Süleyman Demirel’in özel müşaviri olarak Başbakanlık’ta görev yaptığını,1977 yılının ikinci yarısında II MC Hükümeti sırasında Korkut ÖZAL’ın İçişleri Bakanlığı döneminde Müsteşar Yardımcılığı, Turgut Özal’ın Müsteşarlığı döneminde, onun yardımcılığını yaptığını, 1980 yılında 12 Eylül’den önce yayınlanan gizli bir genelge ile Devletin Güvenlik Koordinatörü yapıldığını, Emekli Korgeneral Rüştü Naipoğlu, Emekli Hava Korgenerali Refik Işıtman ve Emekli Albay Kadir Bilgen’den oluşan 
o tarihte artan terör olayları ile meşgul olan bir güvenlik koordinasyon ekibi kurduklarını, MİT, Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet İstihbarat Dairesinden gelen bilgilerin bu kurulda değerlendirildiğini ve o tarihte 
Başbakan olan Süleyman Demirel’e arz edildiğini, o tarihte Başbakanlık Müsteşarı olan Turgut Özal’a da bilgi verildiğini, Başbakanlık Müsteşar Vekilliği ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Vekilliği görevlerinde bulunduğunu,12 Eylülden sonra da 35 gün Başbakanlık Müsteşarlığına vekalet ettiğini, Necdet Calp’in Başbakanlık Müsteşarlığına getirilmesi üzerine onunla 5 ay süre ile çalıştığını, Şubat 1981 ayında Süleyman Demirel’i ziyarete gitmesi nedeniyle görevinden alındığını, görevinden istifa ederek Kayseri Erciyes Üniversitesinde öğretim elemanı olarak çalıştığını, 1983 yılı sonunda Anavatan Partisinin iktidara geldiğinde Başbakanlık Müsteşarlığına getirildiğini, 1986 yılının Ağustos ayı başına kadar bu göreve devam ettiğini,o tarihteki ara seçimlerde Gaziantep’ten Milletvekili adayı olduğunu, Milletvekili seçildiğini, Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü olarak göreve başladığını,1987 erken seçimlerinde Gaziantep Milletvekili olarak yeniden seçildiğini, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı olduğunu, Mart 1989 tarihinden itibaren de ANAP Gaziantep Milletvekili olarak devam ettiğini,17 Haziran 1989 tarihinde ANAP’tan istifa ettiğini, 20 Ekim 1991 seçimlerine iştirak etmediğini, 23 Kasım 1992 tarihinde de Yeniden Doğuş Partisini kurduğunu, halen Genel Başkanlık görevini yürüttüğünü, 

Babasının Demokrat Parti yöneticilerinden, Dayısı Ali İhsan Göğüş’ün de Halk Partisi Bakanı olduğunu, kendisinin Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iken Türkiye’de sağ denilen öğrenci lideri olarak uzun süre çalıştığını, bütün hadiselere iştirak ettiğini, Hür Düşünce Kulüplerinin merkez sağ çizgide, demokrasiyi savunan, 
meşruiyetçi çizgide bir teşkilat olduğunu, o tarihte İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın, hatta Adalet Partisi’nin buteşkilata müdahale etmek istediğini, zira iktidar partisi olmasına rağmen üniversitelere hiç giremediğini, müdahale etmelerini istemediklerini belirtmelerine rağmen dinlenmeyince Adalet Partisi gençlik kollarına el koyarak meseleyi çözdüklerini, Muhalefet Partisi Cumhuriyet Halk Partisinin bir bürosunu Siyasal Bilgiler Fakültesine kurmuş olduğunu, 
Türkiye İşçi Partisinin tamamen öğrenci gençliğe dayandığını, Hükümet olan Adalet Partisininde sağcı gençliği solcu gençliğe karşı kullanma staretejisi içerisine girdiğini, İsmet İnönününde bunu hep dile getirip, şikayet ettiğini, Fransada 1968 olaylarını başlatan meşhur Kızıl Rocky’nin Siyasal bilgiler Fakültesi yurdunda bir hafta kaldığını ve polis saldırısına karşı fakülteyi nasıl koruyacakları konusunda sosyalist, marksist öğrenci liderlerine taktik verdiğini gözleriyle gördüğünü, MHP Ülkü Ocakları Teşkilatının kendisinin de samimiyetle inandığı şekilde son derece vatansever, millîyetçi, millî ve manevi değerlere itibar eden gençlerden oluştuğunu, onların bu hislerini Emniyet Genel Müdürlüğü ve Milli İstihbarat Teşkilatına bağlı kişilerin istismar ettiğini, kullandığını, kendisinden de bu konuda destek istendiğini ancak kendilerinin Türkiye de bir takım terörist olayların meydana gelmesine, dış müdahalelerin olmasına karşı olduklarını ve böyle bir kullanıma karşı çıktığını,bu gençlerden bazılarının resmen Milli İstihbarat Teşkilatında ve Emniyet Genel Müdürlüğünde görev aldıklarını, belli seviyelere kadar da gelebildiklerini, Devletin istihbarat ve güvenlik örgütlerinin teşkilatların her kesiminden bilgi alması lazım geldiğini, bunun aksinin düşünülmeyeceği ni ancak bilgi toplarken bu kesimlerdeki kişileri bilginin ötesinde operasyon faaliyetlere sokmalarının fevkalade yanlış olduğunu,operasyonların bu teşkilatların elemanları vasıtasıyla yapılması gerektiğini, problemin bu olduğunu, Çatlı hadisesinde de problemin bu nedenle ortaya çıktığını, Gerek Süleyman Beyin Döneminde gerekse Turgut Beyin döneminde “Sadece Sayın Başbakan tarafından açılacaktır” ibaresi bulunan zarfları onların verdikleri yetki ile açtığını,okuduğunu ve özet bilgileri onlara 
aktardığını,devletin bu tip bilgilerine sahip 3-4 kişisinden birisi olduğunu, 
Milli İstihbarat Teşkilatı ve Emniyet Genel Müdürlüğü arasında çok belirgin bir koordinasyonsuzluk,rekabet hatta zaman zaman sürtüşme ortaya çıktığını,MİT’in istihbarat görevinin kendilerinde olduğunu,Emniyetin sadece adli vakalarda istihbarat yapması,onun ötesine karışmaması gerektiğini,Emniyet Genel Müdürlüğünün de MİT’in iyi istihbarat yapamadığını,Türkiye genelinde birinci şubelerce yapılan kendi istihbaratlarının olmaması halinde dağılacağını,hazıra konduğunu,iyi çalışmadığını iddia ettiğini,bunun özellikle kaçakçılık 
istihbaratı konusunda ortaya çıktığını,Emniyette Atilla Aytek’in çok kuvvetli bir polis müdürü olduğunu,gözüpek işinin ehli,uyuşturucu kaçakçılığı işi ile çok etkin mücadele ettiğini,ancak bu vasıflarını bilmesinden dolayı Genel Müdürünü bile takmayan,dediği dedik bir müdür haline geldiğini,onun dönemi MİT 
içerisinde o tarihe kadar kurulmamış kaçakçılık istihbaratı adıyla bir birimin kurulduğunu, Emniyet MİT’in bu işin içerisine girmesinin gereksizliğini savunduğunu,MİT’inde kaçakçılık istihbaratınında kendi konularına 
girdiğini ve kaçakçılık istihbaratının siyasî konularla da ilişkili hale geldiğini bu nedenle yapmaları gerektiğini savunduğunu bunun uzun seneler tartışıldığını,daha sonra Emniyetteki bu birim ile Mit’teki bu birim arasında 
problemler çıktığını,Emniyetteki birimin gayrıresmi şefliği daha sonra İstanbul Emniyet Müdür Muavini iken Mehmet Ağar tarafından üstlenildiğini, Mehmet Ağar’ın  Özallarla yakın irtibatının kurulmasının bu olaylara rastladığını, Zeynep Özal’ın Asım Ekren isimli bir müzisyenle münasebeti bulunduğunu, Zeynep ve Semra Özalın gece eğlencesini çok sevdiklerini, bu nedenle sık sık eğlence yerlerine gecenin geç saatlerinde gitmelerinden dolayı koruma sorunu  doğduğunu,Başbakanın kızının ve eşinin korunmasının Devlet görevi olduğunu,bu nedenle Emniyet Müdürü Ünal Erkan ile muhatap olduklarını,onun ise politik yanının bulunmaması sebebiyle bu işlerden hazzetmediğini, 
Mehmet Ağar’ın politikaya daha yatkın olduğunu,kibar nazik,zeki herkes tarafından sevilen,çok süratli hareket edebilen iyi polis denecek özelliklere sahip olduğunu,sivil sektörle çok yakın ilişkileri bulunduğunu,kendiliğinden koruma konularında onun daha öne çıktığını, Zeynep Özal ve Asım Ekren’in Antalyaya kaçmaları ve evlenmelerine ilişkin olaylarda Ekren’in İstanbuldaki aydınlık olmayan çevrelerle münasebetleri bilindiğinden evlenme olayının aile tarafından hiç istenmediğini,bu nedenle polisin koruma görevi altında Antalyaya gitmelerinin kontrol edildiğini,bu olayın Mehmet Ağarın Özallara yakın olmasını 
sağladığını, çünkü onu tanıdıklarını, Semra ve Turgut Özal ile çok yakın samimi olduğunu, âdeta onların emrinde, özel bir polis gibi olduğunu,Ankara Emniyet Müdürlüğüne terfian getirilmek istenildiğinde Bakanlar Kurulunda kendisinin karşı çıktığını,münasebetleri yönünden bu atamanın yanlışlığını anlattığını,ancak Turgut beyin dediğini yaparak, Ağarı Ankara Emniyet Müdürlüğüne getirdiği ni,sonrada Ağar’ın kendisine gelerek,kendisinin aleyhinde olduğunu bilmesine rağmen,’emriniz varmı sayın Bakanım’ diye sorduğunu,bu tavrının da son derece hazımlı son derece sempatik ve olgun bir insan olduğunu gösterdiğini, Hiram Abbas’a Emniyet Mit çekişmesinin sebebini sorduğunda,MİT’in bu mafyadan bilgi aldığını,hem uyuşturucu kaçakçılığı bakımından,hemde siyasî bakımlardan bilgi aldıklarını, Emniyetinde bilgi aldığını,Mafyanın dininin imanının para olduğu nu, başka birşey düşünmediğini,ve terörle beslendiğini,silah kaçakçılığının onlara kar getirdiğini,onlarında hem sağ hem de sol teröriste silah temin edip,para 
kazandıklarını, bunları bildiklerini,bilgi aldıkları grupları da himaye ettiklerini, mafyanın da hem poliste çeşitli guruplara,hem de istihbaratta çeşitli guruplara dayanmak ihtiyacını hissettiğini söylediğini,bunun kendisine çok ters geldiğini,sonradan bunu emniyetteki kişilere de teyid ettirdiğini,bunun sonucu olarak da Emniyet ve Mit arasındaki rekabetin doğurduğu başka bir platformun oluşmuş olduğunu,yani herkesin kendi mafyasını oluşturduğunu anladığını,Hiram beye ve emniyetteki kişilere,” siz ne yapıyorsunuz,adamları uyuşturucu ile 
yakalayınca görmüyormusunuz,iade mi ediyorsunuz?” dediğinde çok açık bilgi veremediklerini,biraz müsamahakar davrandıklarını söylediklerini, kendisinin de ”Mafyayı ikiye ayırdınız,bilgi aldıklarınızı müsamahaa ediyorsunuz, emniyetin mafyası ayrı Mitin mafyası ayrı,emniyetin içinde falanın mafyası var 
filanın mafyası var aynı şekilde mitin içinde falanın mafyası var filanın mafyası var bu ne biçim iş böyle kepazelik? “ dediğini, bunun üzerine konuyu Özal’a anlattığını,bilgi kaynağının olabileceğini,belirli kişilerin korunabileceğini,ama ekipleri korumaya kadar işin götürülmesinin sakıncalarını anlattığını,sonradan istihbarat raporunda da ,sorgulama raporunda da bunu teyid eder mahiyette Dündar Kılıç’ın polisin bir kısmını bu şekilde beslediğinin ortaya çıktığını,bu nedenle işin ciddiyeti yönüyle ilgili kişilerle görüştüğünü,bir müddet sonra 
mafya-polis, mafya-istihbaratçı ilişkisi halinde devam eder,probleme sebebiyet verir dediğini, nitekim, Mehmet Eymür-Atilla Aytek,Mehmet Ağar-Mehmet Eymür rekabeti halinde ortaya çıktığını,sonuçta 1987 tarihinde ki raporun ortaya çıkmasına kadar da bu rekabeti getirdiklerini,raporların hepsinin doğru olmadığını,özel hayatına kadar çok yakından tanıdığı Saffet Arıkan Bedük’e bile çamur atmalarının bunu gösterdiğini,bunu her tür rapora güvenmemek gerektiği için söylediğini,adamın kendine göre rapor yazdığını sonra da el altından bunu 
herkese dağıttığını,Çatlı ile ilişkisi olup olmadığını bilmediğini, Milli İstihbarat Teşkilatının aslında devletin en önemli ve gerekli bütün ülkelerde olan bir teşkilatı olduğunu,MİT’in 1960 yıllarına kadar sivil kişiler tarafından yönetildiğini,27 Mayıs ihtilalinden sonra asker kişilerin eline geçtiğini, süreç içerisinde MİT Müsteşarlığının Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir kadro ve tayin 
makamı haline geldiğini ve bunun fevkalade yanlış olduğunu,bu kadronun Korgenerallerin tayin yeri haline geldiğini, tüm parti liderleriyle yaptığı konuşmalarda MİT Müsteşarlığının Başbakandan çok Genel Kurmay 
Başkanına bağlı ve yakın olduğunu değerlendirdiklerini,12 Mart ve 12 Eylül istihbaratını özel olarak yapmadığını söylediklerini, 12 Eylül döneminde bir tesadüf sonucunda arkadaşı olan bir kişinin bilgi vermesi üzerine öğrenmesine karşılık MİT’in tam bir sessizlik içerisinde olduğunu,buna karşılık,askeri sistemin 
bürokratik yapısının çok iyi çalışması sonucu kodlu olarak Başbakanlığa ertesi gün ihtilal yapacaklarını bildirdiklerini,bu nedenlerle de ne kadar Başbakana bağlı görülse de hiçbir şekilde Genel Kurmay’ın dışında kullanılamayacağını, ilk sivilleşme harekatının buradan başladığını,Müsteşarlığın boşaldığında önce Vecdi 
Gönül’ü, sonra Saffet Arıkan Bedük’ü yani sivil birisini bu göreve getirmek istediklerini, olmadığını, daha sonra teşkilattan olan Hiram Abbas’ı önerdiklerini ancak uygun görülmediğini, o zaman Teoman Koman Paşanın getirilmesi söz konusu olduğunu,kendisinin emekli olmasını ve bu teşkilatın başına getirilmesini 
istediklerini ancak onunla yapılan görüşmede asker olarak yükselmek istediğini,bunun içinde ordu komutanı olması gerektiğini ve kıta hizmetine çıkacağını,bu durumdu du en fazlaa 3 yıl için orada kalmasının söz konusu 
olduğunu ve atamanın yapıldığını,sivilleşme uzantısı olarak da Evren Paşa’dan Hiram Abbas’ı Müsteşar Yardımcılığına atama tavizini aldıklarını,onun atanması ile birlikte Nuri Gündeş’in kendisine gelerek ayrılmak istediğini söylediğini, ayrılmaması için ikna edemediğini,onun emekli olduğunu bunun dea içeride hizipleşme olduğunu gösterdiğini,Hiram Abbasın son derece gözüpek,dürüst ve namuslu ve canını feda etmekten çekinmeyen bir kişi olduğunu teşkilatın böyle yetişmiş elemanları varken,Çatlılara ya da benzeri kişilere ihtiyacı bulunmadığı düşüncesinde olduğunu, Mit'te Teoman Koman Paşanın Turgut Beyle dostluğu zaviyesinde ilişkilerin yumuşatılmasıyla devam ettiğini,ancak istedikleri gibi sivilleştiremedikleri ni, Sönmez Köksal ‘ın gelmesi ile MİT’in 
sivilleştirdigini, Dışişlerinde gerçekten kabiliyetli bir insan olduğunu, güvenlik dairesinden bilgisibulunduğunu,o şekilde geldiğini ve gelmesinin de kendisince isabetli olduğunu,Sönmez beyin alt kadroda bir değişiklik yapmadığını aslında hem Emniyet Teşkilatının hem de Mit teşkilatının yenilenmeye ihtiyacı 
bulunduğunu, 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 4

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 4





9- Şahin TEKDEMİR 14.03.1997 tarihli ifadesinde; 

1964 Kocaeli Keteme doğumlu olduğunu, ilkokulu İzmit’te okuduğunu, sonrada serbest çalışmaya başladığını, önce araba alıp satmaya başladığını 1989-1990 senesinde yurtdışına çıktığını, Alman vatandaşı ile evlendiğini, Almanya, hollanda ve Belçika’da kalıp, Türkiye’ye döndüğünü, büyük kardeşinin polis olduğunu, İbrahim Şahin’in korumalığını yaptığını, Suçunun Hadi Özcan’ı tanımak olduğunu suçlandığı konular içerisinde Of’lu Muzaffer’i öldürmek, bunların silah temin etmek, bunlarla çete kurmak gibi ilgisi olmayan suçlardan 
cezaevine gönderildiğini, Hadi Özcan’ı abisinin 1980 öncesi öğretmen lisesindeokuduğu sırada, okulda meydana gelen taşlı sopalı kavgalar sırasında, tanıdğını, boş zamanlarında okula giderek abisine göz kulak olduğunu, 
Hadi Özcan’ın MHP’li olduğunu, kendisinin de MHP’li olduğunu, Abisinin siyasî bir yönü bulunduğunu, halen açığa alınmış durumda bulunduğunu, İbrahim Şahin’in koruması olduğu için açıkta olduğunu, 1985 ya da 1986 da özel harekata girdiğini, kursların sonunda Siirt’e gittiğini, 4-5 yıl kaldığını, sonra tayinen İzmir’e gittiğini, İbrahim Şahin’in Özel Harekat Daire Başkanlığına gelmesi üzerine tayininin Ankaraya çıktığını,

Abdullah Çatlı’yı tanıdığını, kendisine Mehmet Özbay olarak tanıtıldığını, ancak onunla yurtdışında tanışmış olduğunu, Türkiye’de Abdullah Çatlı olduğunu öğrendiğini, ancak kimseye birşey söylemediğini, 1990 yılında Almanya’da Hanover Havaalanında birisini bekler iken, kendisini orada gördüğünü Türk olduğunu öğrenince konuştuğumuz, adamın Mehmet Özbay olduğunu söylediğini, Türkiye’de iken de İzmit’ten geçerken kendisine uğradığını bir iki kez İzmirde karşılaştıklarını fuarda lunapark müdürlüğü yaparken karşılaştıklarını, 
Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay adıyla Hadi’ye tanıştıranın kendisi olduğunu, bu nedenle Hadi ile aralarının açıldığını, petrol işinden dolayı kendisine kazık attırmakla suçlandığını, Abdullah Çatlı’nın kendisine ortaklık yaparken insanın bir şeye para koyması lazım, bunu koymadığı için ortak olamadık demesi sebebiyle Çatlı’yı haklı gördüğünü, Hadi’yi abisi Alper ile tanıştırmadığını, Yedi TİP’li olaylarından dolayı sağdan, soldan duyumlar nedenleriyle Abdullah Çatlı’nın kaçak olduğunu, bildiğini, sağdan soldan onun Asala ile mücadele etmiş olduğunu öğrendiğini bu nedenle de hoşuna gittiğini, İzmir’de birlikte yemek yerler iken, konuştuklarını, kendisini tanıyıp tanımadığını, kim olduğunu bilip 
bilmediğini sorması üzerine, onu tanıdığım, bildiğim onunla böyle mevzulara girmek istemediğini, geçmişini bilmek istemediğini söylediğini, Abdullah Çatlı’yı birkaç defa Haluk Kırcı ile gördüğünü, İbrahim Şahin ile Abdullah Çatlının tanışık olduğunu bilmediğini, Holis olan Ercan Ersoy ve Ayhan Akçay’ı tanımadığını, başka işlere karışıp karışmadıklarını bilmediğini, Hadi Özcan’ı çok sevdiğini, nesli tükenmiş kel aynak kuşu olduğunu, varını yoğunu olmayanlarla paylaşan iyi 
bir insan olduğunu, hep haklının yanında olduğunu onun tahsilat işleriyle uğraştığını bilmediğini, yaptığı bir iş karşılığında para alacağını da tahmin etmediğini, Kendisinin abisi tarafından teslim edildiğini, git teslim ol, suçsuzsun, kaçmaman gerek yok demesi üzerine teslim olduğunu, 8 dosyadan sorumlu tuttuklarını, 9 aydır cezaevinde olduğunu, Latif Özdamak diye bir arkadaşı olduğunu Özel Harekatçı, Siirt’ten gelen bir hocanın yanına gittiğini, camide 
yapılacak işler için onun yardımcı olduğunu, izinli olduğunda, bayramlarda geldiğini ve cami inşaatına yardım ettiğini, kendisinin telefonu ile telefon ettiğini, daha sonra bu adamı kendisine silah getirdi diye yargıladıklarını ve görevden aldıklarını, vicdan azabı duyduğunu, Of’lu Muzafferin öldürülmesinde kendisinin suçlandığını, orada olduğunun iddia edildiğini kendi arabasının renginde bir araba ile öldürüldüğünü, arabasının hemen Emniyet binası ile yanyana bulunduğunu, Abdullah Çatlı’yı abisinden çok sevdiğini bu sebeble de onun kaçak birisi olduğunu abisine söylemediğini, Abdullah Çatlı ile birlikte hiçbir iş yapmadığını, kendisinin galerisi olduğunu ve kiralık araba servisi işlettiğini, 
Abdullah Çatlı ile Ahmet Baydar’ın ramazan ayında akşam vakti iftar yemeğinde kendisine uğradıklarını, yemek yerken konuştuklarını, bir petrol işi olduğunu söylediğini, ister ortak isterseniz onu komisyona verin Hadi Özcan ile bu işi yapma dediğini, bunun üzerine onları tanıştırdığını, petrolün alındığını, alındıktan sonra bazı olaylar olduğunu, bu yüzden Hadi ile aralarının açıldığını, Çatlı’nın petrolu satıp, paraları yiyip, bir şey göndermediğini Hadi’nin söylediğini, kendisininde Abdullah Çatlıya kızan herkeze kızdığını, Abdullah Çatlı ile 
Hadi Özcan’ın kendi yanında yerlerinin ayrı ayrı olduğunu hiç kimse ile de küs olmadığını belirtmiştir.(Ek:182) 

10- Necdet KÜÇÜKTAŞKINER 17.03.1997 tarihli ifadesinde; 

Askerliğini bitirir bitirmez 1966 yılı Haziran ayında MİT’e girdiğini, 1973’e kadar Emniyet Müfettişi kadrosunda bu teşkilatta çalıştığını, MİT’in CIA tarafından proroke edildiği, Baybaşin ile ilgili olayların 1983 tarihinde başladığını, Feridun Kocamaz adındaki emlakçının, “benim bir dostum İstanbul 2. Şubeye nezarete 
düşmüş ilgilenirmisin?” demesi üzerine İstanbul Emniyel 2. Şube Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar’a Başbayin’in durumunu sorduğunu, Mehmet Ağar’dan Baybaşin’i gasptan aldıklarını öğrendiğini, bunun üzerine onun vekaletini olmadığını, sözü edilen kişinin Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilerek tutuklandığını davasına hangi avukatların baktığını bilmediğini, 1986 yılında İngiltere’ye bir iş için gideceği sırada

Baybaşin’in İngilterede 12 seneye mahkum olduğunu öğrendiğini, Baybaşin’in iki tane Kıbrıslı kızın eroin getirdiği bir mahalde dolakırken yakalandığını, polislerin ona tesadüfen yakalandığını, kızların malı onun verdiğini söylediklerini, onun üzerine Baybaşin’in Island Wight denilen küçük bir adadaki hapishaneye 
hükümlü olarak konulduğunu, Mete Bozbora, Hüseyin Çoban’la birlikte cezaevinde Baybaşin’le görüşme yaptıklarını, Baybayin’in orada durumunun çok kötü olduğunu, hergün dayak yediğini, ne yapıp edip kendisini Türkiye’ye götürmelerini istediğini, Hüseyin Başbayin’in kendisine yalan söylediğini tespit ettiklerini ve davasını yine almadıklarını, sonradan öğrendiklerine göre 1986 dan sonra başkaları kanalıyla Türkiyedeki bir İngiliz ile tabur edilmek suretiyle Türkiyeye gelişinin sağlandığını, Bayrampaşa da cezaevinde olduğunu, 
tahminen 1988 de gelmiş olabileceğini, yine tahminen 1989 senesinde Mete beyle beraber, Feridun Kocamaz’ın yanında üç tane daha adamın yazıhanelerine geldiklerini, Hüseyin Başbayin’in kardeşi Mehmet Şirin Baybaşin’in Silivri’de bir çiftlikte yakalanan eroin ile ilgili olan ve İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesinde 
devam eden davalarını aldıklarını, bu davayı iki celse girdikten sonra bıraktıklarını, bu olaylarda herhangi bir siyasînin veya yöneticinin ilişkisini bilmediğini, Baybaşin’in hayatı boyunca dört veya beş defa gördüğünü 
belirtmiştir.(Ek:183) 

11-İstanbul Valisi Rıdvan YENİŞEN 27.12.1996 tarihli ifadesinde; 

Sayın Cumhurbaşkanı sık sık İstanbul’a gelir ve kendisiyle sık sık görüşürüz, 14 Kasım günü çok yoğun bir programları vardı. Program sonrasında da Polat Renasionse otelde bir akşam programı vardı, o programdan sonra evde Kemal Yazıcıoğlu ile görüşebileceğini söylediler, 22.00 sıralarında. Sayın Cumhurbaşkanımızla birlikte otelden çıktık, Leventteki ikametgahta Kemal bey bizi kapıda karşıladı ve içeriye girdik; Sayın Cumhurbaşkanının konuyu sormaları üzerine, Yazıcıoğlu, 25.8.1996 günü Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü 
Cinayet Büro Amirliğine gelen isimsiz telefon ihbarında Ömer Lütfü Topal’ı Özel Harekat polisleri Ercan Ersoy, Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ile maktülün ortakları olduğu söylenen Ali Fevzi Bir (Aliço) Sami Hoştan (Arnavut Sami) adlı şahısların öldürdüğünü beyan ediyor. Bu ihbar üzerine ön çalışma yapıldığını takip edildiklerini, 28.8.1996 tarihinde bu kişilerin Asayiş Şube Müdürlüğünce gözaltına alındıklarını, olayda kullanılan silahın Şarjörü üzerindeki koli bandından elde edilen parmak izi ile bu beş kişinin parmak izi mukayesesinin yapıldığını, benzerlik olmadığının tespiti üzerine İçişleri Bakanıyla da görüşülerek, onun 
talimatı ile Genel Müdürlük ile temas kurulup, daha geniş imkânlarla araştırma yapılmak üzere 29.8.1996 günü akşamı bir tutanakla beş kişi, Genel Müdürlükten görevlendirilen ekibe teslim edildiklerini, Yazıcıoğlu’nun, 
bunlar Ankaraya gönderildikten sonraki günlerde yapılan araştırmalara göre, elde edilen bazı karineler ve işaretlerin bu öldürme fiilini bunların yaptığı intibaını verdiğini ifade ettiği, Sayın Cumhurbaşkanının, Emniyet Müdürüne, gözetim altına aldığını şahısların yazılı ifadelerini aldınız mı? bu sorguya, karşılıklı 
görüşmeyle ilgili bant kayıt, bu şekilde bir kayıt var mı? sorularının, Yazıcıoğlunun alınmış yazılı ifade olmadığı, bant, kaset bulunmadığını kesin bir dille Cumhurbaşkanına ifade ettiğini, Cumhurbaşkanı’nında, hiçbir zaman Devlet suç işledi olmaz, hangi şahıs suç işledi ise Devlet onun yakasına yapışmalı , bunlara Devlet karşı çıkar şeklinde beyanda bulunarak; her türlü imkân kullanılacak, gayret sarf edilecek ve Devletin şüphelerden, şaibelerden arındırılıp temize çıkarılmasını” istediğini, talimat olarak verdiğini, Olay günü yine bir telefon ihbarıyla, 23.30’da Yeniköy Karakol Amirliği ve Taneceviz Sokağında bir otoya seri şekilde silahla ateş edildiğinin bildirildiğini, ekibin bahse konu yere gittiğinde, çalışır vaziyette 34 BTG 96 plakalı BMW oto içinde Ömer Lütfü Topal’ın cesediyle karşılaşıldığını, maktülün incelemelerinin yapıldığını, 
otonun arkasından 20 metre uzaklıktan atılmış 7.61 mm çaplı kalaşinkof marka iki tüfek bulunduğunu, tüfeklerden birinde, üzerine takılı vaziyette koli bandı ile sarılmış bir adet şarjör olduğunu tüfeğin şarjöründeki koli bandı yapışkan iç yüzeyinden mukayese edilir nitelikte parmak izi tesbiti yapıldığını, bu tesbitin Bekletme Fişine yapıştırıldığını, o orada dururken 5 Aralık günü Sabah Gazetesinde çıkan Abdullah Çatlı’nın Şahin Ekli adını kullandığına dair bir haber üzerine ki o tarihte Emniyet Müdürününde görevinden uzaklaştırılmış 
olduğunu, kendisinin bilgisi dahilinde arşiv araştırması yapıldığını, 26.2.1992 tarihinde yurtdışına çıkarken Şahin Ekli adına düzenlenmiş sahte pasaportla yakalandığına ilişkin kaydı bulduklarını, o tarihte parmak izinin on parmak olarak alınıp, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığına sanığın sevk edildiğini, Savcılığın tahkikat açmasına karşın suç niteliği sebebiyle sanığın serbest bırakıldığını,

Abdullah Çatlı’nın diğer parmak izlerinin de kayıtlardan çıkarılarak tüm parmak izleri karşılaştırmasında bütün izler arasından tam bir uygunluk sağlandığını tesbit edildiğini, 1977 yılında Abdullah Çatlı’nın 6136 sayılı kanununa muhalefet, polise ateş etmek suçlarından Balıkesir Edremit’te de alınmış parmak izleri bulunduğunu, Abdullah Çatlı’nın Interpol tarafından alınan parmak izleriyle, Türkiye’de tesbit edilen parmak izleri arasında bir uyum tesbitinin yapılıp yapılmadığını bilmediğini, koli bandı dışında parmak izi tesbit edilmemiş olduğunu, sağ orta yarım parmak izinden başka parmak izi bulunamadığını, diğerlerinin eldivenli olduğunun söylendiğini, Emniyet Müdürünün Cumhurbaşkanı ile görüşmeyi kendisinin talep ettiğini, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanının İstanbul Valisinden bu olayla ilgili bilgi talep etmediklerini, Emniyet Müdürünün kendisine herhangibir band olmadığını söylediğini, Cumhurbaşkanından destek alarak, yetki almak amacıyla görüşme oldu ifadesinin Cumhuriyet Savcılarının niyabeten Emniyet güvenlik kuvvetlerinin adli bir araştırma yapmasında hukuken bir aksaklık bulunmadığını, bu yetkilerinin kullanılmasını adli yada idari mercilerden kaynaklanan bir 
engel bulunmadığını, parmak izinin yüzde yüz hiç değişmesi mümkün olmayan bir delil olduğunu, sonrasınında bağımsız Türk Adliyesine ait olduğunu, Kendisinin de kişilerin Emniyet Genel Müdürlüğüne tesliminden sonra 
haberinin olduğunu, neden bilgi verilmediğini ilgililerden sorduğunda, bunların memur olması nedeniyle hassas bir konu olduğunu, bir ihbar üzerine işlem yapıldığını, maddi delil elde edilmesi halinde zaten Sarıyer Savcılığına 
verileceklerini ve aynı anda da Vilayete bildireceklerini söylediklerini, 
İstanbul’da bugün 25 tane talih oyunları oynanan salonlar bulunduğunu, İçişleri Bakanlığının yazdıkları yazıdan sonra İstanbul Valiliği olarak resmi Gazete’de yayınlanan 1 Ekim tarihli bir tebliğ, ilan, yasaklama kararı çırkarttıklarını, şimdiden sonra yeni düzenleme yapılıncaya kadar bu yerlere Türk vatandaşlarının alınmasının yasaklandığını, Türklerin alınması halinde Polis Vazife ve Selahiyet Kanununun ilgili maddelerinin uygulanacağını, yani kapatılabileceğini gerekçeli bir yazıyla Resmi Gazete’de yayınlatıp, bu uygulama çeşitli ikazlarımızdan sonra muhtelif şekilde çok kapatma kararı şahsen uygulamaya başladığını, idare mahkemesinin bir süre sonra bu tebliğ için yürütmeyi durdurma kararı verdiğini, o zaman tebliğin geçerliliğinin kalmadığını, böylece de oyun salonları eski durumuna dönmüş olduğunu, yargı kararına uymaktan başka yapacağı bir şey olmadığını, İstanbul Emniyet Müdürü iken Bursa Valiliğine atanan Orhan Taşanların, bu atama üzerine verdiği “beni 
kumarhaneler mafyası buraya tayin ettirdi” şeklindeki beyanı konusunda da, kumarhaneler için aldığı tedbirler nedeniyle hiçbir güçlük ya da zorlukla karşılaşmadığını, pekçok büyük oteli kapatmasına karşılık, konuya ilişkin bir ricacının bile kendisine gelmediğini, görevin yapılması halinde bir şey olmayacağı kanaatinde olduğunu, Devletten güçlü kimsenin bulunmadığını, Bursa İl’ine Vali olarak atanmanında bir terfi olduğunu belirtmiştir.(Ek:184) 

12- Ahmet BAYDAR 22.01.1997 tarihli ifadesinde; 

Yozgat Milletvekili Ahmet Baydar’ın torunu olduğunu, ondan öncede Belediye Başkanlığı yaptığını, Binbaşı Halil Baydar’ın tüccar olduğunu ceviz tomruğu yaptığını, Uzun yıllar kendisinin Perşembe pazarında demir-çelik ithalatı yaptığını, 1980 yılında iş hayatına atıldığını, 1985 yılına kadar demir çelik ticareti yaptığını, Türkiye’de üretim sıkıntısı doğ da dünya pazarlarından ithalat yaptıklarını, sık sık döviz dalgalanması sebebiyle kazandığı yada kaybettiği dönemler olduğunu, pamuk balya çemberi üreterek sanayicilik yaptığını, bu üretimlerinin 8-10 yıl sürdüğünü, İki ikibuçuk yıl önce burada bir arkadaşı ile otururken yanlarındaki masada bulunan kişilerin anlattığı bir fıkra nedeniyle tanıştıklarını, birbirlerine kartlarını verdiklerini ve daha sonrada Mehmet Özbay isimli bu kişinin ofisine geldiğini, bu karşılaşmanın İstanbul’da olduğunu, sözkonusu yerin adının Zeytin Sardunya olduğunu,kendisine tekstil ihracaatı yaptığını söylediğini, Arzu hanım isminde bir kişi ile beraberliği olduğunu, onun 
kızkardeşinin de izmir’de yaşayıp, zaman zaman İstanbul’a geldiğini, bu gelişlerinden birisinde Gonca hanımın, Mehmet Bey’le tanıştıklarını, bir müddet sonrada arkadaşlık yapmaya başladıklarını, Baysa şirketini Ant Güven Sazak karısı Slvia Sazak, kendisi, Mine Baydar ve oğlu Alper Baydar ile birlikte 1992 yılında kendisinin kurduğunu, 1995 yılında ortaklıktan ayrılma kararı aldıklarını yönetim kurulunda enaz 3 kişi olması gerektiğinden kendisi dışında 
ikinci kişi olarak 16 yıldır yanında çalışan Fehmi Tarım’a yönetim kurulu üyeliği verdiğini, o sırada Mehmet Beyin orada oturduğunu, üçüncü kişi olarak kimi yapalım diye kendi kendilerine düşünürken, onun ben olabilirim dediğini, 
bu nedenle de yönetim kurulu üyesi olduğunu, ancak başsanın % 100 hamiline hisse senetlerinin kendisine ait olduğunu, şirketin alanının inşaat, petrol, dış ticaret, ithalat, ihracat gibi çok geniş olduğunu, Baysaş’ın tek yaptığı işin 
Botaş’taki sılaç (petrol çamuru) sanayie verilmesi ve çamurun bulunduğu yerin temizlenmesi işi, onun miktarının 22 bin ton olarak hesap edildiğini 220 bin dolar, o zamanın parası ile 10 milyar lira olduğunu, ancak 10 bin ton 
civarında bir çamur çıktığını, Kendisinin baysa dışında Kursaç, Mersa kureks gibi şirketleride bulunduğunu bunlar vasıtasıyla Demir, çelik, Amerika ve İtalyadan pirinç, Hindistan Sudan, demir-çelik, romanya dan canlı hayvan, çimento görevinde Romanyadan çimento, bulgaristandan demir-çelik, harb çıkmazdan öncesinde Yugoslavyadan demir-çelik ithal ettiğini, bu tür işler yapan bir firma olduğunu, 1990, da dolar krizi sebebiyle büyük darbe aldıklarını, daha sonra şeker ithalatında yine sıkıntıları doğduğunu, 5 nisan kararlarından sonra bankalarında üzerlerine gelmeye başladığını, bu nedenle rahat çalışmak için, sıfır bir şirket olarak 1992 yılında Baysayı kurduklarını, Botaş’ın sılaç konusu ortaya çıkması petrol ile uğraşan iki eksperi, sılaçın olduğu yere gönderdiğini, numuneler öldürdüğünü içine bazı kimyevi maddeler katıldıktan sonra sanayi yakıtı olarak kullanılabileceğinin tespiti üzerine sılaça talip olduklarını, kendilerinden önce teklif veren firmaların tonunun 1000 dolar verdiklerini, 
ihaleyi aldıkları tarihte Mehmet Beyin yönetim kurulu üyesi olmadığını, 
Kendilerinin İstanbul’da oturmaları sebebiyle iskenderuna sık sık gitmelerinin zor olduğunu, bu nedenle Mehmet Beyin Turgay Maraşlı’yı orada çalışabilecek kişi olarak tavsiye ettiğini, şirkete sigortalı olarak dahi alındıklarını, kar ettiklerinde bir şey vereceklerini düşündüklerini, kendilerinin de Güven Tezerdi isimli petrol 
içinden anlayan ancak güvenmedikleri bir kişiyi görevlendirdiklerini, bu çocuğuda onun başına koyduklarını, daha sonra özellikle çok kaba olması nedeniyle şikayetler almaya başladıklarını, hatta Botaşta çalışanlardan da şikayetler geldiğini, daha sonra da Mehmet Beyin kendisini uyardığını ve o kişinin şirketin parasını çaldığını söylediğini yaptıkları tespitle şirkete ait parayı çaldığını tespit ettiklerini, 5 liraya sattığı malı 3 lira gösterdiğini, kendi evine ve ailesine pek çok harcama yaptığını ve Toyota marka araba olduğunu, bu suretle 5-6 milyar lira 
içeri attığını, bunun üzerine Turgay Maraşlının işine son verdiklerini ve kovduklarını, bu konuda Botaş şirketinede bu şahsın şirket ile ilgisinin kalmadığını yazı ile bildirdiğini, 5-6 ay süreyle kendileriyle çalıştığını, 
Turgay Maraşlı’yı hiç tanımadığını, bir gittiğinde Ukraynalı bir eşi olduğunu gördüğünü, Mehmet Özbay’ı yönetim kurulu üyesi olarak, genel kurulda görülebileceğini ancak ne çekte, ne faturada ne de anlaşmada hiçbir imzasının ve yetkisinin bulunmadığını, Mehmet Özbay’ın kaabiliyetli bir yanını göremediğini, ya da anlayamadığını, ticari yönde pek fazla bir bilgisinin bulunmadığını, parasal tıkanmaları olduğunda, Mehmet’ten borç istediğini, ancak onunda yemin ederek yok dediğini, bulamam dediğini, hatta 150-200 milyon istediğinde de yok dediğini ondan sonrada sıkıntı geçene kadar kendisini hiç aramadığını, Mehmet Özbay’da duran telefonun kendisine ait telefon olmadığını Botaş işi için alınan 3-4 telefondan birisinin şirkete getirildiğini ancak bundan daha sonra haberi olduğunu, Botaş’ın içinde tankların ve havuzların 
olduğunu, aralarında çok mesafe bulunduğunu, kamyoun kantara gidip tartıldığını, sonra satış için gittiğini, telefonlarında bu işlerde haberleşme için kullanıldığını, Mehmet Özbay’daki telefonun İskenderun’da çalışan 
Ali ismindeki bir çocuğun adama kayıtlı olduğunu,Botaş işinden zarar ettiğini halen 15 milyar lira borcu bulunduğunu, Mehmet Hadi Özcan’ı tanıdığını Botaş’ta sılaç olduğunu söyleyen adamın o olduğunu, Bulgaristan ve Romanya’da iş yaptığı kişilerin kendisi ve ellerinde gazoil adetif olduğunu ithal edip etmeyeceğini sorduklarını, sılaçın sanayii artığı yapılması için gerekli maddelerden olduğu için bu malzemeden de almaları gerektiğini, bunun İzmit’e geleceğini değerlendirdiklerini, Mehmet Özbayın o zaman deposu olan bir tanıdığının İzmit te olduğunu, adamın Hadi Özcan olduğunu, söylediğini, ramazan günü onun yanına gittiklerini, depoyu, tankları alemdar kimya gibi bir yerden kiralayabileceklerini söylediğini, bu suretle tanıştıklarını, ancak onunla daha sonrasında ilişkilerini devam etmediğini, bilahare bu adamın işin % 50 atağı olduğunu sağda solda söylediğini duyduğunu, İhale aşamasında 3 firma olduklarını, diğer iki firma 100 lira gibi rakamlar verirken kendilerinin 10 dolar 
verdiklerini, Korkut Eken’i tanımadığını, İbrahim Şahin’i tanımadığını, Mehmet Özbay ile onları birlikte görmediğini, Botaş’ta kendilerine yardımı olan kimse bulunmadığını, Şemsettin isimli bir şahsın bu iş için talip olduğunu ve 
bin lira teklif verdiğini, kendilerinin ihaleyi alması üzerine bu şahsın Enerji Bakanlığı Müsteşarının çıktıklarını, sonra yeniden ihale edildiğini, ihalede 800 dolar fiyat verildiğini, tankların içindeki suyu hesap etmediklerini, bu sebepten düşük fiyat verdiklerini, taşeronluk yapmak istediklerini söylediklerini, arena programına çıkan adamın bu olduğunu, çok konuşan ve yalan söyleyen bir adam olduğunu, Botaş kayıtlarında bu malın, 22 bin yüzde 30 30 bin falan gözüktüğünü ama malın 20 bin tonu ve 10 bin tonu mal neden bu kadar bu işe asıldığını anlamadığını, yıllarca bu adamın pompalarla hortumlarla sılaş denen çökeltiyi bu tanka topladığını, 715 nolu tank, belkide adam 30 bin ton topladığı gibi gösterdiğini, Güney Makine isimli firmanın Ömer Lütfü Topal’ı tanımadığını hiç yerine gitmediğini, Haluk Kırcının hiç gelmediğini, tanımadığını, şirketlerine hiç tıbbi malzeme satmadığını, Abdullah Çatlının Susurluk olayındaki ölümünden sonra cenazesinin alınmasına gitmediğini, bir gün sonra Gonca Hanımın cenazesini erkek kardeşi ile birlikte aldığını, teşhis edenlerinde kardeşleri olduğunu, Abdullah Çatlı’nın İstanbul’da evine 1-2 kez gittiğini, Meral Çatlı ve çocuklarını tanıdığını, Kürşat Yılmaz’ın adını gazetelerden duyduğunu, hiç karşılaşmadığını, Bilal Atik’in bir defa ofislerine geldiğini, çok komis bir rakam teklif ettiğini, maliyetin altında, Şahin Tekdemir, Turan Gedikli Sultan Nakkış’ı hiç tanımadığını, Alper Tekdemir’i Hadi Özcan’ın yanında gördüğünü, sonradan polis olduğunu öğrendiğini, Abdullah Çatlı’ya karısının bile Mehmet diye hitap ettiğini kandırılmış olabileceğini, hatta kızının kendisinin bir arkadaşına sorusu üzerine Abdullah Çatlı’yı sevmediğini, adını Mehmet olarak yalan söylediğini, senin isminde mi? değişik diye kendisine sorduğunu, üzüldüğünü, Abdullah Çatlı’nın inşaat, dış ticaret gibi bir şirketi olduğunu bilmediğini, sadece sultan Tekstili bildiğini, Zarar etmeye başlayınca, kağıt üstünde kopmalar olması 
da işten kopmalar başladığını, And Güven Sazak’ın Kursaş’ta üyeliğinin olduğunu, ayrılma kararı alındığını, ancak genel kurulun yapılmadığını, o şirketlerin problemleri olduğunu, borçları olduğunu onların ödenmemiş 
olduğunu, onun için de tam ayrılmamış olduklarını, Abdullah Us’u tanımadığı, Basının olayları topluma yanlış aktarmasından dolayı çok sıkıntı çektiğini,
Fransada hapiste kaldığına ilişkin bir duyumu olmadığını, bu işlerden hoşlanmayan bir yapısı olduğunu, Mehmet Beyin, fatura almak için kullanılan fatura kartından, şirketleri aldığını, otelde kaldığını, bunları tespit ve masraftan düşmek üzere satın almayı düşündüğünü Başsa adını alıp alamayacağını sorduğunu, kendisininde de alsa da birşey ifade etmeyeceğini söylediğini, onun aldığını daha sonra da kendisi için yeni fatura kartı bastırıp verdiklerini, Sami Hoştan’ı tanımadığını, bir defa yemekten çıkıp, gazinoya gittiklerini, Arzu Hanım’ın küçük bir oyun oynadığını, birbirlerini Mehmet Bey ile Sami Beyin sadece tanıdıklarını ancak samimi bir hava hissetmediğini 15-20 dakika oturduktan sonra gazinodan ayrıldıklarını, Genelde Mehmet Bey, Arzu Hanım, Gonca Hanım ve kendisinin birlikte yemeğe gittiklerini, gezdiklerini, 
Mehmet Beyin sırdaşı ya da dert ortağı falan olmadığını, kendi cep telefonunu Savcı Bey’ede verdiğini, cep telefonu, araç telefonu, şirket telefonu ve ev telefonunu hiçbirini değiştirmediğini, telefon arama listesinden kendisini kaç defa aradığının, kendisininde onu kaç defa aradığının tespit edilmesini istediğini belirtmiştir. (Ek:185) 

13- Ekrem MARAKOĞLU 30.01.1997 tarihli ifadesinde; 

Kendisinin Ömer Lütfi Topal’ı, 1964 yılında avukatlığa ilk başladığı zamanlarda bitirimhane tabir edilen bir kumarhane işletmecisi olarak müşterek tanıdıkları kanalıyla tanıdığını, o zamanın yeraltı dünyasının kaçakçılıkkabadayılık-
kumarhanecilik temeli üzerine kurulu bulunduğunu, Ömer Lütfi Topal’ın 1978 yılında uyuşturucu kaçakcılığı suçlamasıyla tutuklanması olayında kendisinin hukuki çabalarına rağmen Ömer Lütfi Topal’ın Amerika’ya gönderildiğini; 1985 yılında tahliyesini takiben Türkiye’ye geldiğinde yeraltı dünyasının temel felsefesinin de iktisadi kabadayılığa ihale-arazi- tahsilat üçgenine dönüşmüş 
bulunduğunu, Kumarhaneciliğe tekrar başlayan Ömer Lütfi Topal’ın bir cinayet olayından hapise düştüğünü ancak meşru müdafa ve genel affın yardımıyla 50-55 gün sonra çıktığını ve sabıka kaydının oluşmadığını, Ömer Lütfi Topal’ın casino işletmeciliğine 1991 yılında Adana Seyhan otellerinin casinolarını alarak 
başladığını, kendisininde emperyal Şirketleriyle ilişkisinin 1993 Martında Alanya da meydana gelen ölümlü bir avukatın malzeme takibiyle başladığını, 1994 yılının sonlarında şirketin vekaletini de aldığını, 1994 Aralığındaki Akgün Otel Bülent Fırat cinayetinde, Ömer Lütfi Topal’ın casinolarını kumarhane geleneği 
yöntemi ile çalıştırdığını farkettiğini; bu yöntem içinde kullanılıp atılmış insanların Mart 1996 tarihindeki Hikmet Babataş cinayetinden sonra kendisine Ömer Lütfi Topal’ın da hayatının tehlike altında olduğunu hissettirdiklerini ancak Ömer Lütfi Topal’ın bunu ciddiye almadığı, Ömer Lütfi Topal’ın ölümünden sonra aynı marka ve benzer plakalı arabasıyla olay mahalline endişe içinde giderken hiçbir polis arabasına ve çevirmeye rastlamadığını, olaydan sonra şirket yöneticileriyle yaptıkları toplantılarda olayın failleri olarak akıllarına Hikmet Babataş’ın yakınları, Dev-Yol ya da bir başka azmettirici kişinin geldiğini, 
Kendisinin olayın faillerinin ortaya çıkarılması için çabalamasına rağmen Ömer Lütfi Topal’ın ailesinin kendisine ve sorgulamasına karşı bir duvar ördüklerini, bunun nedeninin de Kuşadasındaki Casino Müdürünün karıştığı bir cinayet sonrasında, bu müdürün Kuşadası emniyetine güvenlikli bir şekilde teslim edilmesi sırasında Ömer Lütfi Topal kanalıyla tanıdığı özel harekatçı Ercan Ersoy ile olan ilişkisinin olabileceği, Ali Fevzi Bir, Sami Hoştan gibi kişileri Emperyal grubu bünyesinde çalışmaya başladıktan sonra tanıdığını ve Sami Hoştan’dan, Abdullah Çatlı’nın ara sıra yanlarına geldiğini duyduğunu, yine bu şekilde Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’ta bulunduğu bir sırada Abdullah Çatlı’nın da orada Ömer Lütfi Topal ile görüştüğünü duyduğunu, Ömer Lütfi Topal cinayetinde, Emperyal şirketler grubunu çok büyük zarara sokacak bir maddi ihtilafın olması 
gerektiğini, ancak ailenin kendisine karşı uzak durması nedeniyle sadece duyumlara dayanarak bazı öngörülerde bulunabildiğini, örneğin, Ömer Lütfi Topal’ın ölmeden bir gün önce İspanya’dan arayan İsmail Tank adlı birisiyle adet-i hilafına rağmen çok uzun ve sert bir tartışma yaptığını, geçmişte İspanya’da uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatmış bulunan Giresunlu bu adamın Ömer Lütfi Topal ile geçmişe dayalı çok özel bir hukuklarının bulunduğunu ama ailenin bu konuları saklamaya çalıştığını, Mehmet Ağar ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin, 1986 da Mehmet Ağar’ın Ömer Lütfi Topal ile Alattin Çakıcı’nın ortaklaşa çalıştırdıkları klubü kapattırmasından ibaret olduğu, çeşitli vesilelerle örneğin Necati Kurmel kanalıyla Mehmet Ağar İçişleri Bakanı iken Ömer Lütfi Topal’ın tanışma çabalarına karşı Mehmet Ağar’ın uzak durduğu, ancak ısrarlar karşısında “Dilkum sitesinde karşılaşırsak bir merhabalaşırız herhangi bir sorunumuz yok” ifadesini duyduğunu, Hüseyin Kocadağ ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin ise çok daha yakın olduğunu, zaman zaman İbrahim 
Polat’ın da ortak olduğu Polat otelinin casinosunda sık sık beraberce oturduklarını, 1994 yılındaki Akgün oteli cinayetinden sonra araya bir soğukluk girdiğini, Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesinden bir ay önce Celal Doğan’ın kendisine Fenerbahçe Klubünün yöneticilerinden Hüseyin Kocadağ’ı yolladığını, kendisinin de bunu ömer Lütfi Topal’a haber verdiğini, bu toplantının DGM ile de ilgisi bulunduğunu çünkü teypten yazıya döktüğü yazılı ifadesini DGM ne de verdiğini, konunun da Gaziantepli bir kaç işadamının G.T.O. başkanının 
adı arkasına sıklanarak kumar borçlarının hafifletilmesi yönünde bir ricadan ibaret olduğunu ancak konunun basına daha değişik şekilde yansıtıldığını, Hüseyin Kocadağ’ın sanki köşke (Cumhurbaşkanlığı) yakın birisi tarafından görevlendirilmiş ve o kişi de bu işin halledilmesini istiyormuş gibi bir intiba uyandırmaya çalıştığını, bütün bu konuların da kendi mantığı açısından ve tarih bakımından Ömer Lütfi Topal’ın da dahil edildiği söylenen 58 kişilik liste ile ilişkili olması gerektiğini, Ömer Lütfi Topal’ın haraç anlamında birilerine hiçbir şey almadan para verecek bir yapısı olmadığını böyle bir işi ancak çok büyük ir baskı karşısında yapabileceğini, Kendisinin 1994 Haziranında Ömer Lütfi Topal ile birlikte Müdüriyet odasındayken VIP salonu monitöründen Necdet Menzir ile Hüseyin Kocadağ’ı gördüğünü, bütün casinolarda video kayıt sistemine bağlı kameraların bulunduğunu, bunun herhangi bir itiraz durumunda kullanıldığını; ancak Murat Topal tarafından bu kasetlerden birisinin fotoğraflandığı ve bu fotoğraflardan birinin Hüseyin Kocadağ’a gösterildiğini, sonraki konuşmalarında 
Hüseyin Kocadağ’ın bu konudan ne kadar rahatsız olduğunu belirttiğini ve genelde Klasis’e giden Necdet Menzir’i sanki kendisi şantaj yapmak istermiş çesine oraya özellikle götürdüğü gibi bir durumun ortaya çıktığını, ancak resmin kritik dönemlerde dahi ortaya çıkmamasının kendisine bir güvence verdiğini söylediğini, Ömer Lütfi Topal’ı öldürenler ve azmettirenler arasındakti ihtilafın ve Kemal Yazıcıoğlunun aldığı ihbarın netleştirilmesinin art olduğunu, 
Ömer Lütfi Topal bir yerlere 10 milyon 17 milyon dolar gibi bir para gönderdiyse bunu şirket yetkililerinin, ölümünden sonra da ailesi ve yakınlarının bilmesi gerektiğini, Kendisinin “Ömer Lütfi Topal Ankara’ya gittim ismimi listeden sildirdim” beyanının ise cinayetten onbeş gün önce Alanya Seven Seas tatil köyünde bir yemekte Ömer Lütfi Topal’dan şahsen duyduklarına dayandığını, 
Bu tür konularda Ömer Lütfi Topal’ın dostalıran ve yakınlarına başvurulması gerektiğini, örneğin 1989 yılına kadar en yakın dostunun halen İspanya’da bulunan Nail Akdeniz olduğu, bu tarihten soraki en yakınlarının şirketinin Genel Müdürü, gazinolarının genel müdürü ve Ünit Utku gibi kişiler olduğunu, 
Ömer Lütfi Topal’ın ağzından Sami Hoştan ile Sedat Bucak’ın tanıştıklarını ve görüştüklerini duyduğunu, Ömer Lütfi Topal’ın Türkmenistan da yaptığı yatırımlar nedeniyle kurduğu ilişkiler kanalıyla Diplomatik Türkmenistan Pasaportu almış olabileceğini, yine İsrailli ortağından da bazı bilgilerin alınabileceğini,Bir yandan mütevekkil, bir yandan da o dünyanın şartlarından kaynaklanan kuşkulu bir yaşam tarzına sahip olan Ömer Lütfi Topal’ın nasıl bir koruma ve güvenlik sistemine sahip olduğu sorusuna cevaben; daha çok 
yeraltı dünyasının geleneklerine dayanan, emekli emniyet mensupları ve fiziken güçlü insan kaynaklarını ve ruhsatsız silahları kullanan ve özellikle başlangıç safhasında bizim gazinolarımızda herhangi bir olay olmasın diye çok aşırı tepkiler gösteren bir güvenlik sistemi kurulduğunu, bu sisteminde rakipler tarafından çok rahat bilinebileceğini ve içerden de destek alınabileceğini, Ömer Lütfi Topal’ın vefatından sonra ilk eşini başsağlığı dilemek için ziyaret ettiklerinde tesadüfen 
televizyonda Susurlukla ilgili haberler geçtiğinde ilk eşinin “kanı yerde kalmadı” ifadesi üzerine kendisinin “Peki Sami’den, Aliço’dan bir şüphe veya endişeniz var mı?” sorusuna cevaben de “Ama, Özer Çiller’den şüphe ediyorum.” dediğini, ancak kendisinin Sami Hoştan ile merhabalaştığını bildiklerinden bilerek de 
kendisine böyle denilmiş olabileceğini, zaten kendisinin daha önceden Ömer Lütfi Topal veya çevresinin ağzından buna yönelik başka bir şey duymuş olmadığını, 
Ömer Lütfi Topal’a ait otellerin özellikle bayram tatillerine ilişkin misafir listelerinde çok sayıda yargı mensubuna rastlanabileceğini yine aynı şekilde Tepebaşı Emperyal de sırf yargı mensuplarının yemek ve aynı ihtiyacını karşılayan bir lokal oluşturulduğunu, Ali Fevzi Bir ve Sami Hoştan’ın 3 özel tim mensubuyla beraber İstanbul da gözetim altına alındıktan sonra Ankara’da serbest bırakılmalarını takiben kendisinin istaanbul’da Sami Hoştan ile görüştüğünü ve hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarana kadar da işinin başında olduğunu duyduğunu ve gıyabi tutuklama kararını takiben ortadan kaybolduğunu, Ömer Lütfi Topal’ın kendisine Bodrum olayında Ercan Ersoy’u yolladığına göre diğer özel tim görevlilerini de tanıyıp tanımadığı sorusuna cevaben herhangi bir bilgisi bulunmadığını, Ömer Lütfi Topal ile Cavit Çağlar arasında herhangi bir çekişme bulunmadığını, Cavit Çağlar’ın bir başkasından alacağını alamadığı için bu alacağı Ömer Lütfi Topal’dan istediğinin söylenildiğini, Ömer Lütfi Topal’ın Hüseyin Kocadağ ile görüşmediğini ve hatta Hüseyin Kocadağ’ın geçmişte böyle bir taleple geldiğinde görevlinin “sizin buraya girmeniz istenmiyor” ifadesinde bulunduğunu bunun da arkasında 
geçmişte Ömer Lütfi Topal Mehmet Özcan ihtilafında Alevi olması sebebiyle Hüseyin Kocadağ’ın Ömer Lütfi Topal’a karşı Mehmet Özcan’ı tutmasının olabileceğini, Kendisinin Cavit Çağlar veya Necdet Menzir ile herhangi bir çekişmesi veya ilişkisinin olmadığı, dışarıda spekülasyon konusu yapılmak istenen kameraların normal sistemi içerisinde çekilmiş kaseti herhangi bir 
yanlışlığa sebebiyet vermemek için şahsen aldığını ve bir resmin yırtılarak imha edildiğini ancak kendisinde bir kaset ve birkaç fotoğrafın halen mevcut bulunduğunu, bunları tutmasının amacının da kendisini korumak olduğunu, esasen bunların imha edilmesini istediğini, Belçika’da iki Amerika’da beş sene olmak üzere toplam yedi yıl hapiste yatan Ömer Lütfi Topal’ın yeniliklere 
açık bir insan olarak bu senelerde kendisini yetiştirdiğini ancak kontrolsüzlükle başlayan gazino olayında başlangıçta Turizm Bakanlığının herhangi bir düzenlemesinin olmayışının düzeni tamamen bozduğunu, esasen gazinoların kara para aklamak için uygun bir yer olmadığını, kar oranlarının da uyuşturucu işine göre çok daha iyi olması sebebiyle hiç bir gazino işletmecinin uyuşturucu işine girmeyeceğini, HAVAŞ’ı almak için Ömer Lütfi Topal’ın her türlü organizasyonu yapmasına ve parası da var iken alamamasına hatta diskalifiye edilmesine karşı tutumunun ne olduğu sorusunu cevaben, Ömer Lütfi Topal’ın herhangi bir itirazda bulunmadığı bu konudaki bilgilerin şirketten alınabileceği emniyetten-istihbarattan gelen uyarılar hakkında bir bilgisinin bulunmadığını, 
Sedat demir’in İstanbul Asayiş Şube Müdürü olmasından sonra Nihat Mete aracılığı ile Ömer Lütfi Topal’dan Akgün otel cinayeti sanığı Çetin Gencer’in bulunmasını istediği böylelikle İstanbul’da hiçbir faili mechul cinayetin kalmayacağının söylenmesiyle, kendisinin İstanbul’da dünya kadar faili meçhul cinayet olduğunu bilerek, kardeşi vasıtası ile Çetin Gencer’i buldurarak Fatih Cumhuriyet Savcılığına teslim ettiğini,Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’taki Jasmine Cavit oteli yatırımları, İsrailli ortağı ve Kıbrıs Türk Hava Yollarının 
özelleştirilmesi konularında kendisinin bilgisinin olmadığını aileden saygı gördüğünü ancak kendisine bilgi verilmediğini, Şüpheli konularda bilgi edinilmesi için şirketin yöneticilerinin ve aileden bazı kişilerin bir bütün olarak ele alınıp dinlenmeleri gerektiğini, kendisinin Ömer Lütfi Topal’ın ve Emperyalin ceza davaları ile ilgilendiğini, Ömer Lütfi Topal’ın kiminde arandığı, kiminde gıyabi tutuklama kararı bulunan davalarının sürdüğünü, bunlara rağmen istanbul’da işinin başında nasıl serbestçe bulunduğu ve dolaştığının da İstanbul emniyetinden sorulması gerektiğini, Bodrum tahkikatında istanbul savcılığına sonradan talimat yazılarak polisin devre dışı bırakıldığını, Antalya’daki aramanın da polis aramasından savcılık aramasına dönüştürüldüğünü, Sami Hoştan ile Abdullah Çatlının tanışması ve Ömer Lütfi Topal’ı öldüren silahta da Abdullah Çatlı’nın parmak izinin çıkmasına rağmen kendisinin gözlemlerine göre Ömer Lütfi topal ile Sami Hoştan’ın arasında herhangi bir itilaf bulunmadığını, zaten Sami Hoştan’ın olay esnasında Marmaris’te olduğunu, ihtilafın Ömer 
Lütfi Topal’ın eşleri çevresinde mevcut bulunduğunu, Olayın soruşturmasında savcının kendisinin ifadesine başvurmamasının yanında kendisine olan tavrını da olumsuz bulduğunu, Abdullah Çatlı’yı tanıyan Sami Hoştan’ın da kesinlikle bazı işlerinde onu veya özel tim görevlilerini kullanmadığını, Ömer Lütfi Topal Abdullah Çatlı buluşmasının arkasında küçük günlük olaylardan çok HAVAŞ 
gibi büyük benzer olayların aranması gerektiğini belirtmiştir.(Ek:186) 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***