Fahrettin Aslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fahrettin Aslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2019 Çarşamba

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 8

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 8





26- Ercan ERSOY 28.2.1997 tarihli ifadesinde; 

1977 yılında Polis Kolejini bitirdiğini, 1980 yılında ise şimdiki adı Polis Akademisi olan Polis Enstitüsü son sınıf öğrencisi iken disiplin puanlarının yükselmesi yüzünden mezun olamadan okuldan atıldığını ve Polis Memuru olarak Merzifon’da göreve başladığını, daha sonra meslekten de ihraç edildiğini ancak Danıştay’a açtığı davayı kazanarak döndüğünü, Özel Harekat kursunu bitirdiğini, Siirt ve İzmir’de çalıştıktan sonra Özel Harekat Daire Başkanlığına tayininin çıktığını, kendi isteği ile tekrar İzmir’e döndüğünü, Özel Harekat Şubesinde çalışırken kendi isteği ile 1995 yılında ayrılarak karakolda çalışmaya başladığını, emekli olmayı düşündüğünü Güneydoğuda görevli iken korumalığını yaptığı, tanışıp dost olduğu Sedat Bucak’a söylediğinde “eğer çalışmaya niyetim varsa, bana koruma verecekler gelir misin” diyerek koruması olmasını teklif ettiğini, 
teklifi kabul ettiğini ve daha sonra da tayini çıkınca Sedat Bucak’ın yanında koruma olarak göreve başladığını ve kazadan sonra açığa alınıncaya kadar bu görevinin devam ettiğini, olay günü de birlikte olduklarını, Kazadan önceki pazar sabahı, kaza yapan mercedes oto ile Sedat Bucak, kendisi, Gani, Mustafa ve Enver İstanbul’a giderek Hilton Oteline yerleştiklerini, o gece otelden çıkmadıklarını, otele kendi aşiretinden Seyit Ahmet ile Fevzi beyin bir emlakçıyla beraber geldiğini, bunların beraberlerinde Altınoluk tarafında Burhaniye 
Dalköy denilen yerdeki bir arazinin tapu ve benzeri belgelerini getirerek gösterdiklerini, İstanbul’a vardıklarının ikinci günü taziye için Ali YASAK’ın şirketine gidip otele döndüklerini, sabahleyin Ankara’da Sedat Bucak’ın 
yazıhanesinde tanıştığı Mehmet Özbay’ın da otele geldiğini, kahvaltıdan sonra Sedat Bucak’ın kendisine anahtar uzatarak “Ercan, Gani’yle beraber inin, bir araba daha geldi, sizin eşyaları ona koy, Mehmet bey de bizle beraber gelecek” dediğini, bahsedilen arsaya bakmaya gideceklerini, emlakçı Fevzi’yi de Sedat beyin “sen git bizi orada bekle” diye bir gün önceden gönderdiğini, kendisinin yeni gelen Mercedes otonun, Gani’nin de Sedat beyin 600 Mercedesin direksiyonuna geçerek hareket ettiklerini, gece Yalova-Termal’de kaldıklarını, 
ertesi günü saat 14.30-15.00 gibi yola çıktıklarını, bu defa Sedat beyin Mercedesini Mehmet beyin kullanmaya başladığını, Gani’nin de kendisinin yanına geçtiğini ve arkadan onları takip ettiklerini, Burhaniye’de Fevzi ile buluşup araziyi gezdiklerini, ertesi günü bir taziye için İzmir’e hareket ettiklerini, Mehmet Özbay’ı Prenses Otele bırakarak kendilerinin taziye için gittiklerini, otele döndüklerinde Sedat beyden “Yasemin Ağar için burada korumalar var, Enver’in de benim de evlerimiz İzmir’de” diyerek izin alıp Enver’le birlikte sabah 
dönmek üzere İzmir’e gittiğini, Taziyeden otele dönerken kendilerini yolcu eden aşiret mensuplarının otosunun “polisiz, yol kontrolu yapıyoruz” diye durdurulduğunu ve yapılan aramada ruhsatsız silahlar çıkmış olmasına rağmen Bucak aşiretinden oldukları için kimliklerinin tespit edilerek silahların da alınmadan bırakılmış olduklarının kendisine söylenmesi üzerine yaptığı araştırmada polis tarafından böyle bir uygulama yapılmadığını öğrendiğini ve bu 
durumdan kuşkulandığını, bunun üzerine Sedat Bucak’a burada fazla kalmayalım, gidelim dediğini ve Sedat Bucak’ın da “Kuşadası’nda benim yazlığım var, yapıldığı günden beri hiç görmedim. Gidip orayı bir göreyim. Kuşadası’nda Onur Otel var orada kalırız” cevabını verdiğini ve Onur Otele gittiklerini, 
İzmir’de kaldıklarının ikinci günü sabah kahvaltısında Gonca Us’u Mehmet Özbay’la beraber gördüğünü, Gonca’nın İzmir’de olduğunu gece veya sabah telefon ederek gelmiş olabileceğini, o gün İzmir’de gezdiklerini, Sedat Bucak’ın “Hüseyin bey geliyor, havaalanına git, Hüseyin beyi al gel” dediğini, Hüseyin beyikarşıladığını, yolda Hüseyin Kocadağ’ın emekli Emniyet Müdürü Tamer Kırklar ile görüştüğünü ve Tamer Kırklar’ın da kendilerinin yemek için buluştuğu Deniz Restoranta geldiğini, yemekten sonra Tamer beyin ayrıldığını, kendilerinin de otele döndüklerini, ertesi günü akşam saatlerinde Kuşadası’na giderek otele 
yerleştiklerini, iki gün orada kaldıklarını, Sedat beyin Davutlar’daki evini gördüğünü, müteahhit ile görüştüğünü, başka bir araziye baktıklarını, saat 16.30 sıralarında Kuşadası’ndan hareket edip Selçuk’ta yemek yediklerini, Manisa’da benzinlikte kahve içtiklerini, Sedat beyin bulunduğu otoyu Hüseyin Kocadağ’ın 
kullandığını ve Manisa’ya kadar önde gittiğini, yolda takip edilmediklerini, Susurluk’a 20 km. kalıncaya kadar kendisinin öne geçtiğini, Susurluk’ta kamyon konvoyuna takılınca Mercedes 600’ün kendisini geçtiğini ve kendisinin bir daha yetişemediğini, saat 19.30 sıralarında öndeki otolarda dörtlü sinyallerin yandığını ve arabaların durmuş olduğunu görünce sollayarak geçtiğini ve kazayı gördüğünü, kamyon şoförü ve birkaç kişinin otonun başında olduğunu, hepsi ölmüşler dediklerini, otonun yarısının yok olduğunu, sağ arka kapıyı açarak 
Mehmet Özbay’ı çıkarıp yere uzattıklarını, ağzından kan geldiğini, yüzünün, kolunun, göğsünün kırık olduğunu, “Allah” dediğini duyduğunu, kendi kullandığı arabaya taşıdığını, Hüseyin Kocadağ’ın vurma anında ölmüş olduğunu, torpido gözünün alt kısmına sıkışmış olan Sedat beyi güçlükle çıkarabildiklerini, Sedat beyle Gonca Us’u bir steyşın oto ile Mehmet Özbay’ı da kendi kullandığı Mercedes ile Susurluk’a götürdüğünü, yolda Mehmet Özbay’ın nabzının durduğunu ve öldüğünü, gözünü ve çenesini kapattığını, hastanede Hüseyin 
Kocadağ, Gonca Us ve Mehmet Özbay’ın öldüğünün, Sedat Bucak’ın ise yaşama şansının fazla olduğunun anlaşıldığını, Sedat beyi oradan Balıkesir’e ve Balıkesir’den de uçakla İstanbul’a götürdüklerini, Enver’i kaza yapan oto ve cenazelerle ilgilenmek üzere bıraktıklarını, Otoda bulunan çanta denilen beyaz naylon torbayı Gani’nin aldığını, içinde para bulunduğunu, Gani’nin harcamaları bu çantadan para alarak yaptığını, kendisine de kazadan sonra gereken masrafları karşılamak üzere 230-240 milyon verdiğini, İstanbul’da bu parayı Sedat Bucak’ın eşi Saadet hanıma iade ettiğini, Otoda bulunduğu söylenen silahlarla ilgili bilgisi olmadığını, bildiği Sedat Bucak’ın zigzaver, Mehmet 
Özbay’ın beyaz renkte ve büyük Baretta tabancasının olduğunu, kaza yapan arabaya 3-5 dakika sonra ulaştıklarını, arabayı bırakıp gittiklerini, kimsenin kalmadığını, jandarmanın da olay yerine en az yarım saat sonra gelmiş olabileceğini, Sedat Bucak’ı arabanın içinden çıkarırlarken iddia edildiği şekilde koltuğun üzerinde MP-5 silah görmediğini, olsa idi eline ayağına çarpması, takılması gerektiğini, o halde de alıp öbür arabaya koyabileceğini, Ömer Lütfi Topal Cinayeti ile ilgili olarak İzmir’de İstanbul’dan gelen ekibe teslim edildiğini, İstanbul’a Asayiş Şubesi Cinayet Büro Amirliğine getirilerek sorgulandığını, sorgulama esnasında tutanak tutulmadığı gibi ses kaydı da yapılmadığını, iki gün sonra Ankara’ya gönderildiklerini, iki gün de Ankara’da kaldıktan sonra 
bırakıldıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını ve hiç görmediğini belirtmiştir.(Ek:199) 

27- Tuncay Yılmaz Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakcılık, İstihbarat 

ve Harekat Dairesi Eski Başkanı 4.02.1997 tarihli ifadesinde; 1993 Temmuz ayından bu yana Kaçakcılık İstihbarat ve Harekat daire Başkanı olarak görev yaptığını, bu süre içerisinde tabii olarak kaçıkcılıkla mücadele ettiğini, araştırma konusuyla ilgili olarak sadece Tarık Ümit’i tanıdığını ve onunla temasları olduğunu, bu nu da Afyonun eroine dönüştürülmesinde kullanılan 150 ton asetik 
asit anhedid yakalanmıştır onunla ilgili bilgi getirdiğinde tanıştığını ve 3-4 kez yüzyüze bir okadar da telefonla teması olduğunu, ilk defa zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın odasında görüştüğünü ve Ankara ve İstanbul Emniyet Müdürlüklerine güvenmediği için asetit asit anhedid ile ilgili olarak Türkiye’ye giriş yollarını hangi vasıtalardan geldiği hususunda bilgi verdiği, ne zaman mal sevkiyatı yapılacağı hususunda bilgi vereceğini söyleyerek ayrıldıklarını, daha sonra mal sevkiyatında bilgi verdiğini ve bunun üzerine değişik partilerde 5 ton, 30 ton ve 30 tonluk partiler halinde asetik asit anhedid yakaladıklarını, 15 ton malın 7,5 ton eroine eşdeğer olduğunu bu miktarı Türkiye’de bir ailenin yapması mümkün olmadığından değişik ailelerin bu 
işe girdiğini, Dünyada yakalanan asetik asit anhedid’in % 90’nın Türkiye’de yakalandığını, bunun gelişmiş Avrupa ülkelerinde imal edildiğini, Türkiyenin ülke olarak asetit asit anhedid’in imalinin kontrol altına alınması için 1994’den bu yana Birleşmiş Milletler nezdinde çalıştığını, 1995 yılındaki sözleşmeye rağmen Avrupa’nın asetik asit anhedidin kontrol altında satışına rıza göstermediğini, eroin’in bitmesi için asetit asit anhedid’inmutlaka kontrol altına alınması gerektiği, çeşitli sebeplerle de Avrupanın bu asit’i kontrol’e yanaşmadığını, 
sınırlama yapılırsa Çin’in piyasaya hakim olacağını ve Avrupa’da kimya sanayinin zarar göreceğini söylediklerini, Susurluk olayında adı geçenlerin, hiçbir zaman uyuşturucu kaçakcılığı konusunda pazar elde etme düşüncesinde olmadığını, zaten bilgisi de bulunmadığını, uyuşturucu kaçakcılığına adı karışanlardan öldürülenlerin kaçakcı olabileceğini, ancak öldürenler konusunda kanaat belirtemeyeceğini, Abdullah Çatlı ile Hüseyin Kocadağ’ın birarada olabileceğine anlam veremediğini, Abdullah Çatlı’nın uyuşturucu kaçakcılığından dolayı bir defa mahkumiyet kararı olmasına rağmen kaçakcı denebilmesi için onunla ilgili diğer Avrupa ülkelerinden de bilgi akması gerektiğini, oysa Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden böyle bir bilgi akımı gelmediğine göre uyuşturucu kaçıkcısı olarak değerlendirmediğini, Karapara transferi konusunda hazırladıkları tasarıyı Adalet Bakanlığı kanalıyla Meclis’e gönderdiklerini ve 1996 mayıs ayında çıkarıldığını, Türkiye’de malın 1 kilo fiyatı 15 bin mark, Almanya’da 150 bin mark olduğu, 
evsafına yerine ve perakende pazarlanmasına göre 1 milyon marka kadar fiyatın yükselebildiğini, Dilek Örnek hadisesinde paranın nakit olarak yurda girdiğini, Türkiye’de özellikle yatırım yapan büyük inşaat firmaları, turizm büroları, oteller, Kumarhanelerin, otobüs firmaları ve akaryakıt bayilerinin devletin kredi sisteminden kaynaklanmayan ancak normal olmayan yöntemlerle temin edilmiş paraların kullanıldığına inandığını, kendilerinin başlattığı ve “Asena” adı verilen proje ile Türkiye’deki kaçakcı ailelerin üç göbek öncesi ve sonrasının tesbit edildiğini, Almanların da buna karşı “Anadolu” projelerinin olduğu, 40 örgütün 
organizasyonunun belirlendiğini, bunların Avrupadaki ayaklarının da Avrupalılar tarafından belirlenmesi için çaba sarfettiklerini, Türkiye’de altı laboratuvar yakaladıklarını ancak çok fazla mal olmadığını, Baybaşinlerle irtibatlı Konuklu ve 
Ay aileleriyle ilgili Yalovada Jandarma tarafından yakalamalar olduğunu, ancak yakalanan malın değerinin fazla sayılacak miktarda olmadığını, Baybaşin ile ilgili Lake S hadisesi olduğunda kendisinin görevde olmadığını, hadise olunca Baybaşin’in yurtdışına kaçtığını, olaydan sonra ilk defa kendisine gelen Aydınlık Gazetesine, Baybaşin’in uyuşturucu dünyasını daha iyi bildiğini söylediğini, Lake S’in açık denizde Bakanlar Kurulu Kararı ile yakalandığını, Kısmetim 1’de yakalanmak üzereyken son derece güç şartlarda gemiye çıkılamadığını, o hadiselerde arkadaşlarından birinin Baybaşin ile ortaklık yaptığına inanmadığını, öyle olsaydı gemiler yakalanamazdı, Lake S’in Karaçiden gelirken tayfalardan birinin ailesini telefonla aramıs sonucu bulunabildiğini, Kaçakcıların güvenliklerine gelince; bunların kendi korumalarını kendilerinin yaptığını, kimseye ihale etmedikleri, Türkiyede çek-senet mafyası olarak bilinen adamların olduğunu, ancak bu konuda fazla bilgi sahibi olmadığını, Emniyetten ayrılan bazı sivil arkadaşlarının birçok yerde koruma görevi yaptıklarını, bunlardan 
Gaziantepte Şube Müdürü olan Güven Oktay emekli olduktan sonra Burdur’da yakalandığını, ancak kimin kiminle uyuşturucu bağlantısı olduğunu bilmediğini, 
İstihbarat temininde MİT’in fonksiyonuna gelince; MİT’in zaman zaman aldığı bilgiyi sadece uyuşturucuya bağlı kalmaksızın, resmi yazıyla değil klasik bir bilgi notuyla gönderdiği, kendisinin de ilgili şubeye göre değerlendirmesini yapıp o teşkilata bilgi verdiği, bütün istihbarat kaynağının da sadece o teşkilat olmadığını, informal denen bazı insanların devlet adına kullanılmasına rastlamadığını, Afganistandan İngiltereye kadar her ülkede bir adam olduğunu ve bu insanlar da rant’dan kazanç elde ettiklerini, uyuşturucu ile mücadelede; 
PKK’den bahsedildiğinde Avrupa ülkelerinin Türkiyenin politikasındaki değişiklikleri hissettikleri, Türkiyenin bu suçtan zararı olmadığı halde neden mücadele içinde bulunduğunu, Türkiye PKK’nın uyuşturucu kaçakcılığı 
içinde olduğundan bahsedince yani 1994’den sonra çocukları da kullanmaya başlayınca Türkiye’nin mücadeledeki yerini kavradıkları, Kürt mafyası ile Laz mafyasının uyuşturucu ticaretinde önemli gruplar olduğunu, Hakkari Yüksekova’daki uyuşturucu fidye bağlantısı ve Kahraman Bilgiç hadisesinde soruşturmanın asker tarafından yapıldığını, onun için detayını tam bilmediğini, ancak içerisinde polisinde yer aldığını hatta Hakkari, İstanbul ve Tuzla da 8 memur hakkında işlem yapıldığını, ancak ayrıntısını hatırlamadığını, Hakkari gibi bir yerin helikopterle bile % 20’sinin kontrolünün zor sağlandığını, bu bölgede yerleşik alan ve polis bölgesinin az olması, uyuşturucunun girip çıktığı aşiretlerin hakim olduğu bölgelerin polis bölgesi olmaması nedeniyle mücadeleyi etkilediği, Dünyada uyuşturucu mücadelesinin genellikle gümrükçü ile ve Jandarmayla yapıldığını, ancak Türkiye’de polisin bu işle yüzyüze bulunması nedeniyle çarpıklık oluşturduğu, bölgede çalışan personelin mahalli olmasından ve gece harekat imkânının kısıtlı olmasından kaynaklanan sıkıntılar olduğunu, 
Narkotik dışında silah kaçakcılığı konusuna gelince; Türkiye’ye daha çok Kuzey Irak’tan terörist refakatinde gelmiş kaçak silahlar olduğunu, yoksa sistematik olarak başka silah ticaretinin sözkonusu olmadığı, menşeine bakılmaksızın silahlara ruhsat verilmesi hususundaki yasal düzenlemenin kendi mücadelelerini olumsuz etkilediğini, kendilerinin daha çok ruhsata bağlanmadan yakalanan silahlarla uğraştıklarını, Daha önce konu edilen Cantürk olayı ile ilgili olarak, burada uyuşturucu pazarını ele geçirme kavgasından ziyade, bu pazarı yürüten insanlar arasında haraç alma kavgası olduğu, Yaprak, Captagon kaçakcısı olduğu halde yakalayamadıklarını, hatta sabıka kaydı ve belge bulunmaması kendilerinin harekat sahasını daralttığını, Mehmet Kasar, Leyla Zana’nın evindeyken operasyon yapıldığını, hem narkotik hem de PKK konusu olduğu 
için iki koldan operasyon yapıldığını ancak terörcüler önce baskın yaptığı için eroinin Kasar tarafından döküldüğünü dolayısıyla narkotikcilerin amacına ulaşamadıklarını, Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı ve arkadaşları tarafından öldürüldüğüne dair bilgim yok, ancak Tarık Ümit’in öldürüldüğüne inanmadığı, O’nun asıl hedefinin Dursun Karataş olduğunu kendisine söylediğini, Tarık Ümit’i 
Mehmet Eymür ve Atilla Aytek ile çalıştığını söylediği için MİT’in asıl ajanı intibaının oluştuğunu, Hüseyin Kocadağ’ı tanıdığını, onun meslekten ihracı, içki ve kadına zaafiyeti olduğunu ve bu zaafiyetten yer altı dünyasının yararlana bileceğini, kendisi işe başladıktan sonra Dündar Kılıç ve Avukatı Burhan Apaydın’ın görüşme taleplerini kabul etmediğini, Hadi Özcan’ı da tanımadığını ve onların operasyonlarını da kendilerinin yapmadığını, 1984 operasyonunda Dündar Kılıç’ı Tarık Ümit’in ihbar edip, sorguladığını, Uyuşturucu kaçakcılığı ile mücadelede spesifik bir hadise olduğunda bilgi teafisi yapıldığını, ancak bu teafi 
sırasında da bazı sıkıntılar yaşandığını; herhangi bir Avrupa ülkesine kendisi istemeden veya hakim kararı olmadan bilgi geçildiğinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı davranılmış olduğunu, bu nedenle o ülkeler Türkiye’ye bilgi verdikleri takdirde kendilerinin de bilgi verdiğini, yani mütekabiliyet esasına göre çalışıldığını, Kanada’da yakalanan uyuşturucu kaçakcısının üzerinde çıkan telefonlarla ilgili hem kanada’da hem de Türkiye’de araştırma yaptıklarını, telefonun Başbakanlığa ait olduğunu öğrendiklerini, bununla ilgili Başbakan lık Özel Kalem Müdürlüğü ve Turizm Müsteşarlığı ile yazışma yaptıklarını, Kanadalının da cezalandırıldığını öğrendiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti yaptığına dair herhangi bir kayıt olmadığını, uyuşturucu kaçıkcısı Baybaşin’in 1995 martında Türkiye’ye iade kararı vardı ancak Hollanda yargıtayının aralık ayında susurluk olaylarını da bahane ederek karar verdiğini, asit dışındaki uyuşturucu maddelerin % 60’ının Türkiye’de yakalandığını, bu konuda Türkiye’nin en duyarlı ülke olduğunu, Batı da ise, asitle mücadele edilmeyip Türkiye’ye gelmeyen efedin ile mücadele edildiğini, bir başka özellik te; Avrupa ve Amerika da asli unsurlardan ziyade göçmen ve sığınmacı statüsündeki gelir seviyesi düşük insanlarla zencilerin daha çok uyuşturucu kullandıklarını, bu durumun da batı devletlerinin uyuşturucu ile mücadele politikasını etkilediğini, 
Uyuşturucu ile mücadelede görevli insanların bu kesimde çok para döndüğü için, sistem de müsait olduğundan uyuşturucu organizasyonuna veya korumasına meylettiklerini, bunun sistemden kaynaklandığını, Türkiye’de çek-senet mafyası denen grupla ülkücü mafyanın geliştiğini, aslında mafya değilde organize suç 
çeteleri demenin daha uygun olacağını, Alaaddin Çacıkı, Ümit Ölmez geçmişte çek-senet yapan kesim olduğundan ülkücü mafya diye bir kavram geliştiğini, ancak bunların uyuşturucu kaçakcılığı içerisinde görmediklerini, ancak Hollanda da bir kahvehanede hem ülkücülerin hem de PKK’lıların aynı anda uyuşturucu 
ticaretini yaptıklarını duyduğunu, Abdullah Çatlı’nın üzerinde çıkan kokain’in onun satıcı değil kullanıcı olduğunu gösterdiğini, uyuşturucuyla ilgili mücadelede Gümrüklerdeki sıkıntının asıl Gümrük ile Gümrük Muhafaza arasındaki kavgadan kaynaklandığını, önemli kapılarda ve İstanbul ve Ankara havaalanlarında 
müşterek bir tim kurmak için gayret sarfettiklerini ancak gümrük idaresinin karşı çıktığını, fakat Gümrük muhafaza ile iyi bir diyalog içinde olduklarını, bununla ilgili 1992 yılında iki bakanlık arasında bakanlar düzeyinde protokol imzalandığını, gümrük kapılarında geçiş yapan bayanların üst aramalarını yapabilecek bayan elemanın istihdam edilmesi gerektiğini, bunun da Türkiye’deki istihdam sorunundan kaynaklandığını, narkotik subelerin normalde il seviyesinde örgütlendiği ancak Yüksekova’da da kurulması yönünde yetkililerle görüşmelerinin olduğunu,

Narkotikle mücadelede yıllar itibariyle artan seviyede başarı sağlandığını 1993 yılında 2.2 ton, 1994’de 3,5 ton, 1995 yılında da 4,5 ton yakalandığını, Jandarmanın da mücadeleye katkıda bulunmasının sevindirici olduğunu 
belirtmiştir. (Ek:200) 

28- Metin Günyol 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 

1965 senesinde servise girip, inkıtalı olarak 22 mart 1981 tarihine kadar çalıştığı, 1982 Ekim ayında tekrar servise dönüp 1986 yılı Ocak ayına kadar serviste çalıştıktan sonra istifa ederek özel sektörde çalışmaya 
başladığını, Serviste istihbarat bölümünde değerlendirmeci olarak çalıştığı için Devlet'in bazı kişileri ASALA veya PKK'ya karşı kullandığını bilmediğini, 
Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Haluk Kırcı, Yaşar Öz, Tarık Ümit gibi kişilerin yurt dışına çıkışta kullandıkları pasaportların sahte olduğu hususunda bilgilerin intikal etmesi üzerine tahkiki için yazılar geldiğinde tahkik ettirilerek bölge müdürlükleri vasıtalarıyla arşiv araştırması yapılıp, kaldırıldığını, MİT'in bu tip insanları 
operasyonlarda kullandığını tahmin etmediğini, yukarıda adı geçenlerin yurtdışına gönderilişini organize ettiği söylenen Mete beyi de tanımadığını, kendisinin kasıtlı olarak Mete bey diye lanse edildiğini, Abdi İpekçi öldürüldüğünde ve Ağca hapisten kaçırıldığında teşkilatın kendisini görevlendirdiğini ve Ağca ile ilk röportajı da kendisinin yaptığını, faili meçhul olayı çözmek için çok çaba sarfettiklerini, Uğur Mumcu yazılarında Mayorka'ya gidişinin Ağca takikatıyla ilgili olduğunu iddia etse de kendisinin servisten ayrılıp 
Mayorka'da Otoban diye bir şirketin genel müdürlüğünü yaptığını, bu tür konuları gündeme taşıyan medyanın kendisiyle görüşme yapmamalarına rağmen aleyhinde çok şeyler söylendiğini, İpekçi davasında asıl suçlunun Ağca olduğunu, Ağcayı, ülkü ocaklarına kayıtlı sempatizan biri olan Bünyaminin O'na asker elbisesi giydirerek kaçırdığını, Ağca İstanbul'da bir süre kaldıktan sonra Erzurum üzeri iran'a götürüldüğünü, İran'dan kaçış yolu bulamayınca tekrar istanbul'a gelip kendisine verilen sahte bir pasaportla Bulgaristan'a çıktığını oradan da Viyana veya İsviçreye gittiğini, kaçırılış olayında rol oynayanların cinayete azmettirenler olduğunu ancak onların kim olduğunu bilmediğini, araştırmalarında Ağca'nın konuşmadığını ve Ağca'nın bu olayı para karşılığıyaptığını, Ağca'nın Beyazıtta bir kahvehaneden alınarak kendilerince sorgulandığını ve sonunda Ağca'nın; megolomani içinde, yaptığı işten gurur duyan kendisine yapılan saygıdan mütehassis bir haleti ruhiyyesi olduğunu Ağca çıktıktan sonra gazeteye mektup yazarak papayı vuracağını söylemişse de, kimsenin buna inanmadığını, Ağca'yı buna hükmettirenin kim olduğunu da bilmediklerini, zaten dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in verdiği ikinci bir emirle Ağca'nın MİT'le 
görüştürülmesi de yasaklandığından sorgulama imkânı bulamadıkları, Uğur Mumcu ile görüştüğünde Albay Turan Çağlar konusunun gündeme geldiğini, Asker orijinli albay Turan Çağlar'ın kendilerini Doğu Perinçek ve Aydınlık Gazetesine sattığını ve 6 arkadaşının resminin Aydınlıkta yayınlandığını ve bunun sonucu 6 arkadaşlarının öldürüldüğünü, Turan Çağlar'ın Amerikalılarla da teması olduğundan CİA servisinin mensubuyla iş üstünde yakalanması sonucu cezaevine konulduğunu, bütün bu olaylarda Doğu Perinçek'in düzenleyici ve organizatör durumda olduğunu, Abdullah Çatlı, Oral Çelik ve İbrahim Ural'ı da tanımadığını, MİT, Jandarma emniyet ve Genelkurmayın istihbarat örgütler arasında kendi zamanında bir çatışma olmasa da Özal döneminde MİT'e karşı kampanya başlatıldığını, Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar yapılan darbelerin kendilerine haber verilmemesinden kaynaklanan rahatsızlıkla yeni istihbarat örgütlerinin kurulmasının gündeme geldiğini, Jandarma istihbaratı 
olarak JİTEM'i bildiğini, emniyet içinde böyle bir birim oluşturulduğunu bilmediğini, Cumhurbaşkanlığındaki Erkan Gürvit'in de; operasyonculuk sıfatı, istihbarat nosyonu olmayıp sadece irtibat memurluğu yaptığını, MİT'in espeyonel ve Kontraespenenol görevlerde çalışıp, bilgileri derleyip değerlendirip ilgili birime verdiklerini ve başka konuya girmediklerini, babalar konusunun kendi ihtisas alanı dışında ve servis olarak ta ilgilenmediklerini, 1986 yılında servisten ayrılışının nedeninin Özal'ın tasarrufundan kaynaklandığını, servisi sivilleştirme gayesiyle haksız tasarruf ve iltimasın servise sokulduğunu özellikle 1986 MİT raporundan rahatsızlık duyduğunu, raporların mecliste, sağda-solda dağıtılıp Ecevit'e dahi verildiğini, Ecevit'in Başbakanlığı döneminde Turan Çağlar'ın alınmasına kızma nedeninin de; bir albayın bu şekilde itile-kakıla arabaya bindirilip getirilmesi olduğunu, Ecevit'in bundan duyduğu rahatsızlıkla kendisinin MİT'den alınmasını talep ettiğini ancak görevden alınmadığını,1980 ihtilali öncesinde hergün 15-20 kişinin öldürüldüğünü, Devlet'de çürüklük ve otoritesizlik nedeniyle terörün ön plana çıktığını, halen de Gaziosmanpaşa olaylarında olduğu gibi olayların devat ettiğini, Bazı devletin görevlisi olmayanların ASALA'nın bitirilmesi gibi iylemlerde kullanılmasına gelince; MİT'in 
yurtdışında çalışmalarını, legal rezer olarak insanlarla temas kurup ajanlandığını, bunun MİT'in görevi olduğunu, bütün dünya servislerinin bu şekilde çalıştıklarını, MİT teşkilatının da şimdiki müsteşarı ile sivilleşme hareketinde olabilecek en iyi müsteşara sahip olduğunu ve hiçbir beklentisinin de bulunmadığını, MİT'in yıpratılmasının tek nedeninin içinin bilinmemesinden 
kaynaklandığını, kendisi görevdeyken herhangi bir konuda MİT gündeme geldiğinde açıklama yapmak üzere profesyonel bir basın temsilcisinin istihdamının yararlı olacağına inandığını, MİT kapalı kaldığından ithamların 
arttığını, bunun giderilmesi için görev yapmış bütün müsteşarlarla görüşüp, çok fazla gayret sarfettiğini, Mete ile Metin Günyol'un Özdeştirilmelerine gelince, kendisinin Ağca ile ilgili tahkikatından, kaçışını ve cinayetini takip etmesinden ve bunun sonucu basına konu olmasından kaynaklandığını, Ağca'dan Çatlı'ya 
bağlantı kurulduğunu, kendisinin afişe olmasını istemediğini, 12 Eylül'den önce olaylara karışanların kendilerine fikir babalığı yapanların maşası olduğunu, ancak bunların topluma kazandırılacağı ümidiyle bırakıldığını, MİT'in personeli sayı olarak tahmin edildiği gibi olmayıp, teknik, kişiler ve istihbarat olarak mükemmel olduğunu, bünyesinde bütün kurumlarının oluştuğunu, bir kişinin servisten hiçbir dökümanı çıkarma olasılığının olmadığı gibi hiyerarşik yapının askeriyeden daha disiplinli olduğunu, MİT müsteşarının Başbakan ile muhatap olan bir sembol olduğunu ve Başbakan istediğinde Müsteşar'ın bilgiyi Başbakana sunduğunu, Türkiye'de mafyacılığın ayağa düştüğünü, polisin karşısında mafyanın birşey yapamayacağı gibi, mafya denilenlerden sağ ve sol örgütlerin rahatlıkla geçmişte haraç alabildikleri, mafyanın aslında bu kadar  büyütülme mesi gerektiği, Türkiyede kurumların fazlasıyla yıpratılması nedeniyle geleceğin riske edilmesinin, Askere, polise, Mahkemelere saldırılmasının mafyadan daha fazla zararlı olduğunu belirtmiştir. (Ek:201) 

29- M.Emin Yurdakul Yüksekova Tabur Komutanı Binbaşı 18.02.1997 tarihli ifadesinde; 

Kendisinin 18 yıllık meslek hayatının 10 yılının Diyarbakır, Siirt ve Hakkari illerinde geçtiğini, Yüksekova'da da 1985 ve 1994-1996 yıllarında komando birliklerinde görev yaptığını, İtirafçı olarak bilinen Kahraman Bilgiç'le ilgili olarak; bu şahsın PKK saflarında bölük komutanı görevindeyken kaçıp teslim olduğunu, bölgeyi, terör unsurlarının harekat tarzını ve barınma yerlerini bilmesi nedeniyle Tabur Komutanlağınca organize edilen operasyonlarda klavuz olarak kullanılmak üzere verildiğini, bu şahsın, kendi ismini kullanarak bazı yasal olmayan eylemlere giriştiği iddiasının ise kendi bilgisi dışında olduğunu, haraç alma ve infaz işlemlerinin de kendi taburunun görev sahasında olmasının mümkün olmadığını, zaten böyle birşey yapacak olsa üst komutanlarınca bilineceğini ve hakkında işlem yapılacağını buna rağmen mesleki hayatında ihtar dahi almadığını, Kahraman Bilgiç'i bağımsız herhangi bir görevde kullanmadığını kendisi as birlik komutanı olduğundan Tugay komutanının emri olmadan zaten kullanmasının da mümkün olmadığını, normalde de silahlı kuvvetlerin böyle bir şeye ihtiyacının olmadığını, Ancak Kahraman Bilgiç'in başlangıçta faydalı olmakla birlikte, Taburun mıntıkası dışında iyi niyeti suistimal eden kişisel davranışlara girdiğini duyduğunu, bunu öğrenince de taburuna almadığını, ancak detayı konusunda bilgi sahibi olmadığını, olumsuzluklarını tugay karargahına ve ilgili arkadaşlarına da söyleyerek uzaklaştırdığını, Tabur olarak yapılan operasyonların 1-2 gün, tugay olarak yapılan operasyonların da hava şartlarına göre 3-4 
gün veya daha fazla sürdüğünü, bu operasyonlarda hangi birlik komutanı arazideki operasyondaki hedef durumuna göre riskli sayılabilecek yerdeyse Kahraman Bilgiç'in o birlik emrinde çalıştırıldığı, yani Tugay'a bağlı bütün taburların Kahraman Bilgiçten yararlandığını, Tabur da kaldığı süre içerisinde kendisinden habersiz yemek yemeye dahi gitmediğini, Kahraman Bilgiç'in cezaevinde yatıp yatmadığını hangi statüyle maaş aldığını, itirafçıların da çalıştırılma ve istihdam şekillerini tam olarak bilmediğini, Tabur Komutanlığının çalışması ve halkla ilişkiler bakımından da; Jandarma ve Polis gibi vatandaşla içiçe olmayıp Tugay tarafından kendilerine verilen operasyon görevlerini icra edip döndükleri,, ferden ve tabur olarak operasyon planlama yetkilerinin dahi olmadığını, uyuşturucu, toz ve kaçakçılık gibi konulara yönelik görevlerinin bulunmayıp sadece teröre yönelik görev ifa ettiklerini, Karadağ operasyonundaki toz ve silah iddialarına gelince; özel harekat timleri tarafından kendilerine intikal 
eden duyumu Tugay'a bilgi vererek köye gittiği halde birşey bulunamadığını ancak dönüşte askerlerin bir torba toz eroini çıkardıkları ve bunun özel harekat timine teslim edildiğini, tutanaklarının da Cumhuriyet Savcılığında mevcut olduğunu, tozla kendisinin kesinlikle alakasının olmadığını, Yüksekova Belediye Başkanının karısına da silah vermediğini, zaten onların silaha da ihtiyaçlarının olmadığını, İzmirde yakalanan Ali isimli levazım Astsubayının iddialarının da doğru olmayıp, o'nun gençliği nedeniyle kandırıldığını zannettiğini, O'nun iddia ettiği uyuşturucu kayıtlarının savcılıkta mevcut olduğu, çünkü kendilerinin operasyonda ferden çalışmayıp bölük komutanı, S-3 subayı ve bütün askerlerin orada bulunduğunu, Ali İhsan Zeydan'ın gösterdiği kişilerin yakalanıp kendisi tarafından para karşılığı bırakıldığı ve 5 milyar karşılığı seçimlerde kazandırma garantisi ile ilgili iddiaların da asılsız olduğunu, bunların silahlı kuvvetleri yıpratmak için söylendiğini, Milletvekillerince hazırlanan rapor ve Abdullah Canan'ın kaçırılıp öldürülmesi ile ilgili olarak; bölgede aşiretler arası bir kargaşa olduğunu, zaten o adamın çıkma saatinde askerlerinden hiçbirisinin dışarıda olmadığını, bölgenin özelliği nedenyile bu tip olayların zaman-zaman ortaya çıktığını, Kahraman Bilgiç'in kendisinin adını vererek cananlarla kişisel ilişkiye girdiğini ve bir miktar para aldığını duyduğunu ancak detayını bilmediğini, 
Abdullah Canan'ın aşiretine bağlı Karlı ve yanındaki Çatma köyünde sığınak olduğu şeklinde duyum gelince Emniyet ve MİT ile çalışmalar yapıldığını, özel harekatla birlikte amirlerinin ve komutanlarının bilgisi dahilinde yapılan operasyonda 4 teröristin öldürüldüğünü, sığınaklar tesbit edilerek bir miktar malzeme ve erzak temin edildiğini, o operasyon sonunda kapalı bir evin asker tarafından kurcalandığını ancak iddia edildiği gibi fazla miktarda tahribat yapılmadığını, bununla ilgili şikayet konusuna gelince: Mehmet Yüzbaşı'nın 
kendisine, şikayetten vazgeçeceklerini ve konuşma talepleri olduğunu söyleyince, kendisinin de bu konuda tedirginliklerini olmadığını, istedikleri kadar şikayette bulunabileceklerini söylediğini, köyde arama yapan komutanları da çağırarak aramayı yapanların onlar olduğunu belirtip tokalaşıp ayrıldıklarını, herhangi bir tehdit olayı olmadığını, Abdullah Canan'ın kendisiyle ilgili şikayette Yüoksekovada olmadığını ve Abdullah Canan namına başkası tarafından yazıldığını öğrendiğini, bu hususta Savcı Ayhan Kocabaş'ı da tehdit etmediğini o 
savcının bazı hareketleri nedeniyle ilçeden tayinen ayrıldığını, Abdullah Canan olayında işi tezgahlayan ve parayı alanın Kahraman Bilgiç olduğunu tahmin ettiğini, bunu Tugay Komutanının da söylediğini, Abdullah Canan'ın öldürüldükten 7 gün sonra bulunduğu halde cesedinin bozulmamasını da kış şartlarına bağladığını, Tabur Komutanı olarak kendisinin Yüksekovada görev yaptığı sürece okul aile birliği toplantılarına katıldığını, ihtiyaç sahibi olan kişilere Belediye Başkanı ve Kaymakam tarafından tesbit edilenlerle birlikte Tugay'ın da 
bilgisi dahilinde her türlü yardım yaptığını, okul açılışlarında birçok çocuğu giydirdiğini, Yüksekova'da kendisine fahrihemşerilik beratı verildiğini, şaibeli kişilerle konuşmadığı gibi tabura da aldırmadığını, Tabur'un seçim döneminde şehir merkezinde herhangi bir görev üstlenmeyip sadece Mustafa Zeydan'ın 
köylerinin bölgesinde seçim güvenliğini sağladığı, Kahraman Bilgiç dışında, Tugay'ın bilgisi dahilinde kullanılan herhangi bir itirafçıyı da Yeşil'i de tanımadığını, ancak sınırötesi operasyonda iki tane itirafçıdan yararlandıktan sonra onların da operasyon sonunda helikopterle ayrıldıklarını, Kahraman Bilgiç'in, Canan'lar la ilişkiye girdiği dönemde Van'da otelde kaldığını ve çok fazla da para harcadığını komando taburunca kendisine söylendiğini, Ağaçlı köyünde yapılan operasyonda 73 yaşındaki Şemsettin Yurtsever ile oanda köyde ağaç toplayan 18 yaşındaki Modat Özeken ve 13 yaşındaki Münir Sarıtaş'ın alınmasıyla ilgili kendi birliğinin herhangi bir girişimi olmadığını, o dönemde kendisinin sorumluluk sahası dışında sıfır noktasında olan o köyde operasyonu
olmadığını, Kurmay Başkanı Albay Hamdi Poyraz ile emir komuta bağlantısının olmadığını, JİTEM hakkında da bilgisinin olmadığını, Bölgedeki sıkıntılardan kurtulmak için öncelikle ayrı-ayrı görev yapan ünitelerin tek bir noktada, bir 
koordinasyon merkeziyle yönlendirilmeleri, sınır güvenliğiyle birlikte ekonomik kalkınmanın da gerekli olduğu, Yüksekovadaki terör, kaçakçılık ve esrar olayı bitirildiği takdirde Türkiye'deki terörün biteceğini belirtmiştir.(Ek:202) 

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 7

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 7




19- DOĞU PERİNÇEK 24.12.1996 tarihli ifadesinde; 

1981 yılında Abdullah ÇATLI ile MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram ABBAS’ın buluştuğunu ve kendisinin bunu çok anlamlı bulduğunu, çünkü Türkiye’nin 12 Eylül’e bir istikrarsızlaştırma operasyonu ile getirildiğini, 12 Eylül günü CIA Ortadoğu İstasyon Şefi Paul HENZE’nin Amerika’ya, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarımızı kastederek “Our boys have done” (bizin oğlanlar bu işi becerdi) şeklinde mesaj çekmesinin 12 Eylül’ün tamamen Amerikan Devleti tarafından planlandığını gösterdiğini, 12 Eylül öncesindeki olaylarda CIA 
ve Amerikan faaliyetlerini aramak gerektiğini ve bunda Abdullah ÇATLI’nın özel bir rolünün gözüktüğünü, Hiram ABBAS ve Mehmet EYMÜR’ün CIA’nın MİT içindeki elemanları olduklarını, ÇATLI ve arkadaşlarının Amerika’ya götürülerek CIA’de eğitimden geçirildiklerini, ÇATLI’nın İsviçre Bostadelle Cezaevinden eroin 
kaçakçılığından mahkum olduğu ve infazı bitmediği halde CIA tarafından çıkarıldığı, ÇATLI ekibinin 1981’den sonra doğrudan doğruya Amerika’nın kontrolü altına girdiklerini ve buna bağlı olarak da Tansu ÇİLLER ve Özer ÇİLLER ile irtibatlandıklarını, kendilerinin buna Çiller Özel Örgütü dediklerini, bu örgütün; birinci olarak Amerika Birleşik Devletlerinin bir yeraltı faaliyeti olarak gördükleri Azerbaycan Darbesi olayına giriştiğini, halbuki Haydar Aliyev’i devirmekte Türkiye’nin hiçbir çıkarı bulunmadığını, o zamanki Başbakan Tansu 
ÇİLLER’in bu darbe faaliyeti içinde yer aldığını ve bunun da ÇATLI’larla Tansu ÇİLLER arasındaki bağlantının kanıtlarından olduğunu, 

Özel bir görüşmede Haydar ALİYEV’in ÇİLLER bu darbede var mı sorusuna “ÇİLLER bugün Türkiye’nin Başbakan Yardımcısı, bunu açıklayıp Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini bir krize sokamam ki” cevabını verdiğini, İkinci olarak, Çeçenistan’a silah ve adam gönderdiğini, bunun neticesinde Rusya Başkanının Moskova’da basını toplayarak “Türkiye Çeçenistan’a silah ve adam yolluyor, onların da kürt meselesi var, biz de onu mu karıştıralım” diyerek Türkiye’yi tehdit ettiğini ve bundan sonra PKK’nın Moskova’da bürosunu kurduğunu, 
Türkiye’nin Çeçenistan’ı, Rusya’nın da kürt meselesini karıştırmasının sadece Ameriya’ya yarayacağını, Amerika’nın böylece her iki devleti kontrol edeceğini, bunun da Orta Asya doğalgaz ve petrol boru hatlarıyla ilgili olduğunu, Rusya ile Türkiye’nin sürtüşmesiyle bu boru hatlarının Amerika’nın tam denetimi altına 
gireceğini,Üçüncü olarak, İran’la savaşı kışkırtmak istediğini, İran’ın başında kim olursa olsun, Türkiye’nin İran’la dost olmaya mecbur olduğunu, Abdullah ÖCALAN ile görüşmesinde, kendisine “biz İran tarafından korunuyoruz” diye İran tarafından korunduklarını kendisine beyan ettiğini, Amerika’nın Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Pentagon ve CIA’ye yakın yarı resmi organlardan izlediği tespitlere göre, sürekli bir Türkiye-İran çatışması senaryosunun bulunduğunu, Türkiye ile İran’ın, birbirlerini, aleyhlerinde faaliyet gösteren PKK ve Halkın Mücahitleri örgütlerini himaye etmekle suçlayacaklarına dış ticaret hacmimizi nasıl 10 milyar dolara çıkartırız, işbirliğimizi geliştiririz, kürt meselesinin bölgede Amerika tarafından kullanılmasını birlikte nasıl önleriz diye kafa kafaya vermeleri gerektiğini, Dördüncü olarak, Çin’in Uygur bölgesine sabotaj timleri gönderildiğini, kendisinin durumu Sayın Cumhurbaşkanına mektupla bildirmesi üzerine Genelkurmay Başkanınınbu faaliyeti dudurduğunu, 
Beşinci olarak, Kuzey Irak’taki CIA faaliyetlerine karıştığını, bütün bunların Amerikan çıkarlarına hizmet eden faaliyetler olduğunu, 

Çiller Özel Örgütünün PKK ile aynı çanaktan beslendiğini, PKK’nın Suriye’den getirdiği uyuşturucuyu bunların alarak Ege güzergahı denen yol üzerinden Avrupa’ya sevkettiklerini, Abdullah ÇATLI’nın Hollanda, Hüseyin KOCADAĞ’ın da Fransa bağlantısı olduklarını,... 

   Hollanda ve Fransa’da ayakları olduğunu, sol maskeli örgütleri de eroin işinin içine çekerek kontrol altına aldıklarını, Amerika’nın PKK’ya müsamaha gösterdiğini, çünkü, Türkiye’ye “benim kriz bölgelerinde müdahale gücüm olacaksın” dediği ve “Kuzey Irak’ta bir Kürdistan kurulacak, sen de bunu himayen altına alacaksın” planını dayattığını, Turgut ÖZAL-ÇİLLER çizgisinin, bu dayatma olan Kuzey Irak’ta bir kürt devleti kurulsun, biz de bunu himaye altına alalım, Musul-Kerkük petrollerinden de yüzde 5-yüzde 6 hisse alalım olduğunu, Amerika’nın “Irak’ı böleceğiz, ya siz geçin bu Kuzey Irak’taki kürt devletinin başına ve onu koruyun veyahut da biz bu işi İran’a vereceğiz. Siz yapmazsanız İran’a vereceğim ve Türkiye bölünecek” açıkça “ya büyüyeceksin ya küçüleceksin” dediğini, bu Kürt devleti himaye altına alındığı takdirde İran’la, Arap dünyası ile Rusya ile hatta Avrupa’yla cephe cepheye gelineceği, bir tek Amerika ile birleşileceği, Amerika’ya bağlı bir Kürdistan, ikinci bir İsrail oluşmasını Avrupa’nın iyi karşılamayacağı nı, Türkiye’nin Amerika’dan başka hiçbir seçeneği kalmayacağını, Çekiç Güç’ün Kürt devletinin kurulması amacıyla Kuzey Irak’a yerleştirildiğini, Irak’ın bölünmesine hizmet ettiğini, gıda yardımı ve insani yardım adı altında Kuzey Irak’a birtakım silahlar götürdüğünü, Eşref BİTLİS’in bu ve benzeri durumları tespit ederek Genelkurmay Başkanlığına raporlar halinde bildirdiğini, Doğan GÜREŞ’in Amerika’nın kriz bölgelerine müdahale gücünü benimsediğini, Eşref BİTLİS’in ise “Biz Amerika’nın kriz bölgelerine müdahale gücü olursak parçalanırız” dediğini, Irak’a ambargonun boşluğunu Türkiye devletinin eroin ticaretiyle doldurduğu nu, resmi makamlara göre Irak’a ambargo yüzünden 40-50 milyar dolar kaybettiğimizi, Türkiye’nin dışa satımıyla dış alımı arasında 20 milyar 
dolar fark olduğunu, yılda 8 ila 15 milyar dolar eroinden girdiğini, Irak’a fasulye, mercimek, buzdolabı satmaktan kaybetmiş olduğumuz kazancı eroin satarak doldurduğumuzu, Türkiye ekonomisinin eroine bağımlı 
hale geldiğini, Amerika’ya bağımlılığın Türkiye’yi bu hale getirdiğini, 
Eşref BİTLİS’in uçağının buzlanmadan, pilot hatasından ve uçak yapım hatasından düşmediği gerçeklerinin teknik ve bilimsel açıklamalarla tespit edildiğini, Doğan GÜREŞ’in uçağının düştüğünün ertesi günü alelacele hiçbir ciddi araştırma yaptırmadan ve uzman olmayan subaylardan bir heyet kurdurarak rapor tanzim ettirdiğini ve buzlanma oldu diye kendi arkadaşının ortadan kaldırılması hakkında yalan beyanda bulunduğunu, Eşref BİTLİS’in Cem ERSEVER ve çevresindeki 20 kadar subay tarafından ortadan kaldırıldığını, Cem ERSEVER’in büyük suçlar işlediği ve büyük açıkları bulunduğundan üzerine gidilmesi söz konusu iken ordudan istifa ettiğini, Aydınlık’a gelerek yaptığı açıklamalar arasında “Eşref BİTLİS suikasti’ni açıklarsam yer 
yerinden oynar” dediğini, daha sonra da Abdullah ÇATLI’lar tarafından Başbakanlık Poligonunda sorguya çekildiğini ve Eşref BİTLİS suikastindeki rolü nedeniyle ortadan kaldırıldığını, Uğur MUMCU’nun öldürülmesinde İran’ın MOD adlı yeraltı kuruluşunun önemli rolü bulunduğunu, MOD’u ABD’nin büyük ölçüde kontrol ettiğini, eroin işine girdiğini ve içinde Şah döneminden kalma SAVAK ajanlarının çalıştığını, Lazım ESMAELİ ve Asgar SİMİTKOV’u öldüren İranlıların da bu örgütten olduklarını,İran Dışişleri Bakanı Mumcu suikastinden sonra Türkiye’ye geldiğinde konunun sorulması üzerine “Biz, 25 milyar doları kapsayan bir doğalgaz ve petrol anlaşması yapmak için Türkiye’ye geliyoruz, tam geldiğimizden bir gün önce böyle bir suikast yapıp Türkiye ile ilişkilerimizi berhava etmenin hangi mantığa sığdığını açıklamak lazım” dediğini ve kendilerinin de bunun doğru olduğu kanısında olduklarını, burada İran’ın bir çıkarı olmadığını, ABD’nin raporlarında “Kemalizmin modası geçti, Türkiye’ye ılımlı İslam gerekli, Türkiye’nin kimliği ılımlı 
İslam olmalı” dendiğini, bizim kültürel kimliğimizi Amerika’nın belirlediğini ve bunun da “Ilımlı İslam” olduğunu, bu sebeple Amerika’nın, Kemalizmin bugünkü temsilcileri ve savunucuları olan Uğur MUMCU, Bahriye ÜÇOK ve Muammer AKSOY’u öldürterek Kemalizmi savunanlara gözdağı operasyonu yürüttüğünü, Dışişleri Bakanlığını CIA’nın kontrolüne alamayacağı için ÇİLLER tarafından bir CIA istasyonu kurulduğunu ve arkasından Dışişleri Bakanlığının by-pass edildiğini, ÇİLLER’in Başbakan olunca dış Türkler arasında  koordinasyonu sağlamak için bir Başbakanlık Müşavirliği kurduğunu ve başına kayınpederi CIA ajanı olan, Amerika bağlantıları bilinen kayınpederi Emekli Deniz Yüzbaşı Kamil YÜCEORAL’ı getirdiğini ve bunun eline muazzam devlet imkânları verdiğini, 500 milyar liralık örtülü ödeneği de bunun üzerinden kullandığını, Raşit DOSTUM’la da ilişkileri bulunduğunu, Raşit DOSTUM’a 3 milyon dolar gönderdiklerini, gönderilen 4 milyon doların da kayıp olduğunu, Kamil YÜCE ORAL’ın da bir CIA istasyonu olarak ve MİT’teki Özer ÇİLLER’in adamı Tolga ATİK ile beraber çalıştığını, bunların Gaziosmanpaşa Koz Sokak ve Hoşdere Caddesinde yerleri olduğunu, buralarda olağanüstü donatım ve dinleme araçları bulunduğunu, Mesut YILMAZ’ın evi dahil çeşitli yerlerin dinlenmesinin bu istasyon tarafından yürütüldüğünü, 
ÇİLLER’in Amerikan vatandaşı olup, 1971 yılından beri ABD Dışişleri Bakanlığına hizmet veren “çağrılı görevli” olduğunu, sözleşmeli ya da kadrolu olmayıp davet üzerine görev yaptığını, “güvenilir eleman” olarak nitelendirildiği için ihtiyaç halinde görevlendirildiğini, resmi görevinin Kuzey Afrika ve Ortadoğu Dairesi 
Savunma Sanayiinden Sorumlu Sekreteryada görevli Davetli Personel olduğunu, ABD Adana Konsolosu Elizabeth SHELTON ile bağlantılı olduğunu, GAP Bölgesinde İsrail ile ilişkili olarak Sedat BUCAK’lar tarafından geniş araziler kapatılmakta olduğunu ve bu faaliyetin Shelton tarafından denetlendiğini, uyuşturucu trafiğinde de etkin bir rol oynayan BUCAK’ların bu faaliyet sırasında İsrail ile de işbirliği içinde olduklarını, ÇİLLER ve AĞAR’ın Türk Hava Yolları aracılığı ile eroin ticareti yaptıklarını ve bu işte HAVAŞ’ı kullandıklarını, HAVAŞ’ın şimdiki ortaklarından birinin Mehmet AĞAR’ın kardeşi Yunus AĞAR olduğunu ve 
Yunus AĞAR’ın eroin işinde kilit bir insan olduğunu, Almanya’da eroin ile yakalandığını, Turgay CİNER ile yakın ilişkisi olduğunu, eroin kaçakçısı Baybaşin’in, Mehmet AĞAR ile birlikte eroin kaçakçılığı yaptığını çok 
ayrıntılı bir şekilde ince ayrıntılarına kadar Aydınlık Gazetesinde anlattığını ve bunun ses kaydının yapıldığını, Özer ÇİLLER’in eroin işinde olduğunu gösteren bilgi ve belgelerin önümüzdeki dönemde çıkacağını, nükleer madde kaçakçılığında Özer ÇİLLER’in olduğunu, Almanya’da, Lakoza adında Deguza denen Alman Kimya Sanayi tekelinin paravan şirketiyle anlaşmalar yaptıklarını, Osmiyum, Uranyum gibi nükleer maddeleri sattıklarını, İran’a da bu maddeleri sattıkları, İran’a satıştaki ilişkilerin öldürülmüş olan Esmaili ve Simitkov 
adındaki MOD ajanları üzerinden olduğunu, Abdullah ÖCALAN’ın Körfez Savaşından sonra “Mesut Barzani ve Talabani Amerika’nın desteğiyle bir kürt 
devletçiliği kurdular, demek ki Amerikan desteğiyle bu iş oluyor ve Amerika gelip Ortadoğuya büyük bir güç olarak oturdu, ben de Amerika’ya ve Batı’ya yaslanarak ve insan hakları gibi heyetleri tahrik ederek bir durum 
yaratabilir miyim” politikasına girdiğini, Öcalan’ın Suriye’nin elinde rehin olduğunu, hiçbir yere çıkamayacağını, Suriye devletinin resmi politikalarının dışında hiçbir şey yapamayacağını ve Suriye ile bağlantısının memurluk düzeyinde olduğunu belirtmiştir.(Ek192): 

20- NECDET MENZİR 23.01.1997 tarihli ifadesinde;

İstanbul Emniyet Müdürü iken, Emniyet Müdür Yardımcısı Mestan ŞENER’in telefon ederek, bir evde yapılan aramada iki yeşil pasaport, iki silah ve bu silahların ilgili tarafından taşınabileceğini ifade eden yazılı emir bulunduğunu, daha sonra da Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın bunların Emniyet Genel Müdürlüğüne gönderilmesi talimatını verdiğini bildirdiğini, kendisinin de “madem talep ediliyor şahsın aranıp aranmadığına, silahların bir olayda kullanılıp kullanılmadığına bakın ve mutlaka mevcut bu evrakları kurye marifetiyle 
gönderin” dediğini, iddiaların kendisine bildirildiğine göre, pasaportların devlet tarafından verildiğini ve belgelerin de yine devlet tarafından düzenlendiğini, bu durumda sahteliklerinin söz konusu olamayacağını, ancak, sahte bir evrakın düzenlenmesinin söz konusu olacağını, Adliye’ye müteallik bir işlemin olmasına cevap verecek bir durumun da olmadığını, 

Sonradan araştırdığında Adana havaalanında bir kişinin sahte pasaport veya sahte vizeyle ele geçirildiğini ve bu kişinin bunu Yaşar Öz’den temin ettiğini, onun marifetiyle aldığını söylediğini, Adana Emniyet Müdürlüğünün de İstanbul Emniyet müdürlüğüne “Yaşar Öz’ün bir olaya katıldığı, böyle bir şeyi tanzim ettiği iddia olunmaktadır, şahsın yakalanarak ifadesinin alınmasını ve nüfus cüzdan suretinin gönderilmesini, başka bir suç unsuru var ise adliyeye sevki” şeklinde yazı gönderdiğini, yapılan araştırmada Yaşar Öz’ün İnterpol ile Emniyet 
ve Adalet makamları tarafından aranmadığının anlaşılması üzerine silahların incelenmesi ve gerekli zabıtların düzenlenmesinden sonra Emniyet Genel Müdürüne hitaben “yapılacak soruşturmaya esas olmak üzere, değerlendirilmek maksadıyla evraklar ve silahlar ilişikte gönderilmiştir” şeklinde yazılıp gönderildiğini, sonradan yaptığı incelemede pasaportların devlet tarafından verildiği ve belgelerin de yetkililer tarafından düzenlendiğinin, Yaşar Öz’ün yapılacak olan bir istihbarat operasyonunda devlet tarafından kullanılacağının 
söylendiğini öğrendiğini, daha sonra zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ile karşılaştığında konuyu sorunca “büyük bir operasyon hazırlanıyor bu istihbarat ile ilgili, bunlardan da istifade edilmesi için biz bu hazırlığı yapmıştık, çalışma devam ediyor” şeklinde cevap aldığını, Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını, kendi İstanbul Emniyet Müdürlüğü zamanında o alemin ve yeraltı dünyasının zapturapt altına girdiğini, Yurtiçinde ve yurtdışında birkısım insanların devlete hizmet için çalışmalarının yasal bir zemine oturtulması gerektiğini, ihtisas mahkemeleri kurulmasının, savcı ve hakimlerin de belirli konularda uzmanlaşmalarının faydalı olacağını, suçların takibinde teknolojik gelişmelerden mutlaka istifade edilmesi gerektiğini belirtmiştir. (Ek:193) 

21-NURİ GÜNDEŞ 28.01.1997 tarihli ifadesinde; 

1965-1984 yılları arasında İstanbul’da MİT Bölge Daire Başkanlığı’nda Şube Müdürü, Bölge Daire Başkan Yardımcısı ve Bölge Daire Başkanı, 1984-1986 yılları arasında da Ankara’da MİT Müsteşarlığında Yurtdışı İstihbarat Başkanı, 1993-1994 yıllarında da Başbakanlık İstihbarat Başdanışmanı olarak görev yaptığını, Abdullah Çatlı’nın 1977 yılından beri hedefleri olduğunu, kullanılıp kullanılmadığını bilmediğini, istihbarat için Ermeni olanları da kullandıklarını belirtmiştir. (Ek:194) 

22- DENİZ GÖKÇETİN 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 

1995 yılı Kasım ayında asayişten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğünde göreve başladığını ve başarılı bir çalışma sürdürdüklerini, Ahmet Çetinsaya’nın yeğeni Ömer Çetinsayan’ın Don Petro Disco’daki hisselerini tehdit etmek suretiyle Söylemezler’in aldığını, Ömer Çetinsaya’nın göstereceği adreslerde sanık araması yaparken Kızıltoprak’taki 
büroyu tespit ettiklerini ve buraya tesadüfen komiser muavini ile Ömer Çetinsaya’nın gittiklerini, büroya önce komiser muavininin girdiğini, içerdeki şahısların komiser muavininin silahını alıp yere yatırarak etkisiz hale 
getirdiklerini, içeriden gelen sesleri duyan Ömer Çetinsaya’nın içeriye girip bu durumu görmesi üzerine silahını çekip çatışmaya girdiği ve bu sırada SÖYLEMEZLER’in adamı olup daha önce Ankara’da Rumork Disco önünde Sedat Bucak’ın yeğenlerini öldüren sanıklardan Sait Aydın’ın öldüğünü, olayın tahkikatını yaparak ele geçen sanıkları adliyeye gönderdiklerini ve firarda olan aralarında Faysal Söylemez ve Sena Söylemez’in debulunduğu sanıkları yakalamak için ekipler oluşturduklarını, ancak, bu sırada İl Emniyet Müdürlüğüne getirilen Kemal Yazıcıoğlu’nun kendisinin görev yerini değiştirdiğini, bunun üzerine yıllık izne ayrıldığını, izinde iken de kendi görevlendirdiği ekiplerin Adana otoyolunda Söylemez Kardeşleri yakaladıkları, bunlardan Faysal Söylemez’in ifadesinde, Başkomiser Halim Apaydın aracılığı ile kendisine para verdiğini söylediğini, bunun yalan olduğunu ve Faysal Söylemez ile Halim Apaydın’ın Mahkemede “ biz polisteki ifademizi işkence sonucunda verdik, böyle birşey söylemedik” diyerek yalanladıklarını, rüşvetin oluşabilmesi için bir işin 
yapılmış olması gerektiğini, halbuki Söylemezler tahkikatında yaptıkları bir usulsüzlüğün bulunmadığını, işkenceden suçlandıklarını, hem işkence yapmanın hem de rüşvet almanın mümkün olamayacağını, Suçsuz olduğu ve cezaevinde can güvenliğini düşündüğü için teslim olmadığını, ağır ceza mahkemesinin delil 
toplama safhasının uzun olmasının da bunda etkili olduğunu, birinci duruşmada teslim olunduğu takdirde altı duruşma süresince cezaevinde yatılacağını, 
Çok başarılı bir meslek hayatı olduğunu, 40 takdirname aldığını, medyanın iddia ettiği gibi Söylemezler Çetesinin üyesi olmadığını, hiçbir endişesi olmadığını ve gerçeğin çıkacağını, kaçmasının sebebinin de bu olduğunu belirtmiştir. (Ek:195) 

23- SEDAT DEMİR 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 

İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Asayiş Şube Müdürü olarak görev yaparken İl Emniyet Müdürü’nün değiştiğini, Emniyet Müdürlüğü emrine alındığını, daha sonra da Kars iline tayininin çıktığını, Söylemezler’le ilgili çalışmaları kendilerinin başlattığı halde yeni gelen yöneticilerin, bunların kendileri tarafından korunduğu şeklinde yanlış bilgiler verdiğini, Söylemezler ile ilgili olarak Polis, Savcılık ve 
Mahkeme aşamasında herhangi bir suçlamanın bulunmadığını, arkadaşına sattığı evi, o arkadaşını irtikap ederek sattığından dolayı tutuklandığını, Ruhsatsız olan kumarhaneleri ve gazinoları büyük baskılara rağmen Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanununa göre re’sen kapattıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı gıyaben tanıdığını, gıyabi tutuklamasının kendilerine gelmediğini, kendisine ve kumarhanelerine müsamaha göstermediklerini, komploya kurban gittiklerini, Söylemezler’i 
korumadıklarını belirtmiştir. (Ek:196) 

24- AYHAN ÇARKIN 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 

1986 yılında gittiği Diyarbakır Özel Harekat Şube Müdürlüğündeki görevinden 1990 yılında İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü operasyon grubuna geldiğini ve yasadışı örgütlerin operasyonlarına bilfiil katıldığını, bu operasyonlardan dolayı halen sekiz davasının devam ettiğini, 8 Ağustos 1995 tarihinde de Şanlıurfa Milletvekili sayın Sedat Bucak'ı korumak üzere görevlendirildiğini, Kamuoyunda Susurluk diye adlandırılan olaydan dolayı çete suçlamasıyla tutuklu bulunduğunu, Abdullah Çatlı'yla münasebetlerini ve Ömer Lütfi topal cinayeti ile ilgili Cumhuriyet Savcılığına ve Devlet Güvenlik 
Mahkemesine ifade verdiğini ve bu ifadelerin aynen geçerli olduğunu, 
Sedat Bucak'ın ismini yapmış olduğu görevler dolayısıyla Diyarbakır'da duyduğunu, PKK'ya karşı verdiği mücadeleyi ve bu uğurda kayıplar vermiş olduğunu bildiğini ve buradan bir gönül bağı doğduğunu, Ankara'da 
Daire Başkanlığına geldiğinde de tanıştıklarını, biribirlerini sevdiklerini, koruma konusu gündeme geldiğinde kendisine teklifte bulunduğunu ve seve seve kabul edeceği cevabını verdiğini, sonra da Sedat Bucak'a koruma olarak görevlendirildiği ni, görevlendirilmeden önce de Ankaradaki bürosuna gittiğini, ibrahim Şahin'in de gidip geldiğini, Abdullah Çatlı'yı da Mehmet Özbay olarak ikibuçuk yıl önce bu büroda tanıdığını, çok iyi dostça ilişkileri olduğunu, kazaya kadar Mehmet Özbay'ın abdullah Çatlı olduğunu bilmediğini, Mehmet Özbay'ın 1994 sonlarında kendi gözü önünde TBMM'ne kimliğini vererek girdiğini, Anavatan Partisinin Balgat'taki binasına da iki sefer girdiğini, Mehmet Özbay vasıtası ile Haluk Kırcı, Sami Hoştan ve Fevzi Bir ile de tanıştığını, Ömer Lütfi Topal ile hiçbir ilişkileri olmadığını, Hüseyin Kocadağ ile Diyarbakır'da Özel Harekat Şube Müdürü iken operasyonlarda defalarca yan yana ölümü paylaştıklarını, Hüseyin Kocadağ'ı Mehmet Özbay ile birlikte görmediğini, Drej Ali ile Mehmet Özbay'ın beraber olduklarını, Kanal D TV kanalında kendisi ile ilgili "İstanbul Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şubesinde eroin krizine girip infiale kapılarak devlet için cinayetler işlediği" şeklindeki yayın üzerine kendisini savunmak için Hürriyet Gazetesinin binasına giderek Rahmi Turan'a "benim kişilik haklarıma, benim aileme saldırıyorsunuz, bu hakkı size kim veriyor, sizi çocuklarınızı öldürürüm, size evlat acısı yaşatırım, çünkü benim de evladım var, bana eroinman, bana katil, bana şerefsiz dediniz, aylardır Kemal Yazıcıoğlu müdürümle, polisin, birbirimizin arasını açtınız.." dediğini, Rahmi Turan'ın odasında kendisine "canlı yayına çıkarmısın, 10 milyar lira para verelim" 
teklifinde bulunulduğunu, "ben kendimi parayla satmam, Özel Harekatcıyı satın alacak para daha basılmadı" cevabını verdiğini, oradan HBB'ye giderek Behiç beyle görüşüp programa çıktığını, bundan amacının ailesine karşı olan sorumluluğu olduğunu, Yaşar Okuyan ve Agah Oktay Güner'in kendisini Almanya'ya Mesut Yılmaz'ın kardeşinin yanına göndereceklerini, kendileri ile dolaylı teması olduğunu ve bu durumu mahkeme safhasında ispat edeceğini, 
Yalova'da sayın Okuyan ile görüşen veya ikili ilişkileri olan bazı şahıslar tarafından bu teklifin kendisine iletildiğini, Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmesi olayının, Topal'ın ortağı Sami Hoştan'ı Mehmet Özbay vasıtası ile 
tanımış olmalarından dolayı kendilerine yüklenilmek istendiğini, sürekli olarak kendilerinin yapabileceği imajının işlendiğini, katil olmadığını, bu olaydan dolayı 17 milyon dolar aldığının söylendiğini, Ömer Lütfi Topal'ı öldürmediklerini, görmediklerini, tanımadığını ve hiçbir şekilde hiçbir ilişkilerinin olmadığını, 
ANAP Genel Başkanı'nca ve Sayın Eyüp Aşık'ın kamuoyuna "kaset var, belge var, itiraf var, bunu İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu'ndan öğrendik, netleştirdik" şeklindeki beyanları üzerine "kaset var ve ne konuştuğum ortada" dediğini, Hakkındaki ihbardan sonra Asayiş Şubesine kendisinin gittiğini ve gözaltına alındığını, Topal olayı konusunda sorgulandığını, neticede "bu konuyla ilgili şubemizce gözaltına alınan bu şahıslar anılan öldürme olayı ile 
ilgileri olmadığı anlaşıldığından, fakat konunun önemine binaen bağlı bulundukları Daire Başkanlığı bünyesinde tetkik edilmesi" şeklinde tutanak tanzim edildiğini, orada da bir müddet sorgulama ve araştırma yapıldığını, herhangi bir suçları bulunamayınca konunun kapandığını, Üç beş tane özel timcinin üzerinden polis teşkilatının yıpratılmaya çalışıldığını, bir suç işlemişse yalnız kendisinin yargılanması gerektiğini, kendi yüzünden müdürlerini ve bütün teşkilatı kimsenin yargılamaya hakkı olmadığını, Kendilerini çete olarak nitelendirenlerin bunu belgelendirmeleri gerektiğini, bu suçlamada bulunan kişi ile bütün operasyonları beraber yaptıklarını, Mahkemelerdeki illegal örgütlerle ilgili davalarda kendisinin yargısız infaz suçlamaları ile yargılanmakta olduğunu, 
Ömer Lütfi Topal'ın oğlunun, babasının katillerini bulana büyük miktarda para ödülü vereceğini vadettiğini ve bu paranın Kadıköy'de bir yerde emniyet mensubu kişiler tarafından paylaşıldığının konuşulduğunu, bu konunun araştırılması gerektiğini belirtmiştir. (Ek:197) 

25- Oğuz YORULMAZ 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 

Ömer Lütfi Topal'ın öldürüldüğü tarih olan 28 Temmuz'daki olay esnasında Bakırköy'de Rıfat Usta isimli restorantta yemekte olduğunu, masasında bir komiser arkadaşının da bulunduğunu, lokanta sahibinin de bir ara 
polis masası diye gelerek bir süre oturduğunu, kendisinin onu şahit göstermediğini,PKK'yı ve Dev-Sol'u belli bir ideolojisi olan, bir lideri olan, uyuşturucu kaçakçılığıyla ya da silah kaçakçılığıyla finanse olan örgüt gibi gördüklerini, fakat öyle olmadığını, bunların sempatizanları, köşe yazarları ve medya spikerlerinin bulunduğunu, "siz gidin dağda tetik çekin, biz buradan başka şekilde sizi destekleyelim" dediklerini, Dev-Sol'un cezaevinde kendilerini öldürmeleri için İBDA-C'ye 300 bin dolar teklif ettiğini, bunun gerçekleşmesi halinde, 5-6 özel timcinin öldürülmesi halinde örgütün güzel bir yere geleceğini, çünkü kendilerinin mahkemelerde yargısız infaz iddiası ile yargılanmakta olduklarını, Ziya Bandırmalıoğlu ve Ayhan Çarkın'ın çocuklarının sünnet düğününe katıldığını, bu düğüne Sedat Bucak'ın gelemediği için kendisini temsilen aşiretinden 3-4 kişiyi gönderdiğini, Mehmet Özbay'ın da gelerek Ziya'nın çocuğunun kirvesi olduğunu, Sedat Bucak ile Siverek'e gittiğinde bir defa Mehmet Özbay'ı orada gördüğünü belirtmiştir. (Ek:198) 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***