Mehmet Faraç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Faraç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2020 Cuma

Devletin ' SIR ' ları TIR' latırken, silahlar kimi vuruyor?

Devletin 'SIR'ları TIR'latırken, silahlar kimi vuruyor?


Mehmet Faraç
21 OCAK 2014


AKP'nin Suriye'de günahı çok... En yakın örnekten söz edelim: Erdoğan, Suriye meselesine burnunu sokmasaydı, Türkiye Şam çıkmazında emperyalistlerin maşası ve taşeronu haline getirilmeseydi; Cilvegözü Sınır Kapısı ile Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde 40'tan fazla yurttaşımız bombalı saldırılara hedef olarak katledilmezdi...

Bırakınız Suriyeli göçmenlerin açtığı sosyo-ekonomik yaraları, Ankara'nın Ortadoğu'da yalnız kalışını, AKP'nin dış politikadaki çöküşünü, Türkiye'nin neredeyse El Kaide'nin barınma üssü olmasını ve Güneydoğu'daki esnafın iflas noktasına gelmesini... Cilvegözü ve Reyhanlı örnekleri bile AKP'nin nasıl bir günah kuyusunda çırpındığını göstermeye yetiyor...

Evet, AKP iktidarı suçlu... Çukurova üzerinden sınıra yönlendirilirken durdurulan "silah yüklü TIR"lar da gösteriyor ki, Esad 3 yıldır devrilemezken AKP'nin Suriye hırsı da ne yazık ki bitmiyor...

TIR'lara yüklenmiş araç- gereçler ya da "silah"lar gerçekten ÖSO militanlarına mı, yoksa savaşın ortasında savunmasız kalan "Türkmenlere" mi gönderiliyor tam olarak saptanamıyor ama sorgulanması gereken iki mesele var; MİT'in dış operasyonlara giriştiği iddiasıyla devletin gözetimindeki TIR'ların yıllar sonra bu kadar kolaylıkla deşifre olabilmesi hiç de hayra alamet değil...
İhbar kaosunda savaş çıksaydı?

Ne şaşırtıcı değil mi; Suriye krizi üç yıldır Ortadoğu'yu kilitlemiş ve AKP hükümeti, Esad'ı devirmek için oldum olası Suriye muhaliflerine silah ve para yardımı yapmakla suçlanıyor...

Bu bir "devlet politikası" mı, yoksa Türkiye, ABD ve destekçilerinin silah ve mühimmatlarını Suriye'ye ulaştırmakta "kargo" hizmeti mi veriyor bilinmiyor... Hatta son üç yılda kaç TIR Suriye'ye gizemli yük taşıdı, o da tam olarak kestirilemiyor...

Ancak şu bir gerçek ki; cemaat ile AKP arasındaki kavga başlamadan önce TIR'lar falan böyle kolaylıkla deşifre olmuyordu!..

Yani ne zaman cemaat ile AKP arasındaki kavga devlette yuvalanmış "cemaatçi" bürokratları tasfiye etmeye başladı, amaçları ve güzergâhlarını ancak istihbarat-çılarla özel görevlilerin bilebileceği devlet TIR'ları da ardı ardına deşifre edildi!..
Medyaya yansıyan analizler ve "kuşku" haberleri de gösteriyor ki; AKP-cemaat kavgasında, salt hükümet zor durumda kalsın diye "TIR'lar ihbar ediliyor", valiler, savcılar, polisler ve jandarma birbirine düşürülüyor...
Deşifre edilen ve durdurulan her TIR karşısında taraflardan biri avuçlarını ovuştururken, devletin dış politikasındaki sırları da yollarda geziyor!..
Kimse yanlış anlamasın; AKP-cemaat çatışmasında yalnızca laik cumhuriyetten yanayız... Ama "devlet istihbaratının bilgisinde" olan araç ve gereçlerin "intikam uğruna" bu kadar pervasızca ihbar edilmesi ve Türkiye cumhuriyetinin uluslararası arenada zor duruma düşürülmesi, devletin işlerliği ve geleceği açısından da tehdit oluşturmuyor mu?..
Örneğin; tam da şu sırada, yani AKP ile cemaatin birbirini vurmak ve zor durumda bırakmak için ihbar-gözaltı-tasfiye mücadelesinde olduğu süreçte, Türkiye aniden bir savaşa girmiş olsaydı devletin sırları açısından neler yaşanırdı acaba?.. Cepheye giden TIR'ların, tankların, askerlerin ve uçakların güzergâhları da böyle pervasızca "ihbar" edilir miydi?..
AKP ile cemaat birbirine istediği kadar taarruz etsin... İkisi de istediği kadar yıpransın... Çünkü Türkiye'nin çivisinin çıkmasında bu ikilinin derin ortaklığı etkili oldu...

Ama istihbaratın egemenlik kavgalarında kimse TIR ihbarlarını yalnızca, "Suriye muhaliflerine silah gönderiliyor" diye tek gözle ve basitçe analiz etmesin; çünkü ihbarcılığın Truva stratejisi iyice TIR'latırken, kendi içinde sır avcılığı yapan bir Türkiye, dış etkenlere karşı kolay lokma olmaktan da kurtulamaz!..
Kılıçdaroğlu, Çaltı'yı izliyor mu?

Belediye başkan adayları bugünlerde kendilerine arka çıkacak dayılar ararken, Şişli Belediyesi'nin CHP'li meclis üyesi ve başkan aday adayı Dursun Çaltı, profesyonel bir ekibe etkileyici bir proje kitapçığı hazırlatmış ve medyaya göndermiş... İnceledik; Şişli'yle ilgili 41 önemli projeyi anlatan kitapçıkta insana ve doğaya özgü ne ararsanız var...
Dursun Çaltı Şişli'de doğmuş... CHP'liler onun Şişli'nin kalbine giden damarları bile bildiğini söylüyor... 

Öyle, ilçenin arka sokaklarına bıraksanız caddeye çıkamayacak kadar bilgisiz ve silik, kendine hayrı olmayan siyasetçilerden değil o!..
18 yaşından bu yana CHP üyesi olan Çaltı, partinin gençlik kollarından yetişmiş ve ilçe başkanlığına kadar yükselmiş... Onu herkes yolsuzluklar ve yeşil alan vurguncularına karşı giriştiği mücadele ile tanıyor... Örneğin; Ali Sami Yen Stadı'nı park yaptırmak isteyen Çaltı'ya destek verilseydi, 60 dönümlük arazi AKP yandaşlarına peşkeş çekilmezdi!..
Unutmayalım ki, Şişli'nin eski Belediye Başkanı Gülay Aslıtürk'ün tutuklanmasına yol açan yolsuzlukları da Çaltı ortaya çıkartmıştı...
Ve CHP'de herkes bilir ki, yolsuzlukların üzerine gittiği için daha önce kurşunlanan Çaltı, geçtiğimiz aylarda ikinci kez silahlı saldırıya uğradı...
Bunları niçin mi anımsattık; siyasetin iyice kirlendiği, AKP'nin yolsuzluklar nedeniyle sarsıldığı bir süreçte CHP'nin böylesi örnek adaylara gereksinimi olduğunu anımsatmak için... Umarız CHP lideri Kılıçdaroğlu da, temiz ve ahlaklı siyaset için Çaltı gibilerin farkındadır...
CHP'nin Ataşehiri'ne neşter!..

14 Şubat 1968'de İstanbul'da doğmuş... Sivas'ın Gürün ilçesinden İstanbul'a göç etmiş bir ailenin oğlu... Robert Kolej ve İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ni bitirmiş... Uzmanlık eğitimini ABD'deki Yale Üniversitesi'nde yapmış. Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde kadın hastalıkları ve doğum ihtisasından mezun olan ilk Türk doktoru...

Toplam 11 yıl ABD'deki çeşitli hastanelerde görev yapmış. ABD'de uzmanlık dallarının en yüksek standardını belirleyen "American Board of Obstetrics and Gynecology" sertifikasını almaya hak kazanmış... Amerikan Kadın Doğumcular Birliği, Amerikan Tıp Birliği, Amerikan Üreme Sağlığı Birliği, Amerikan Tıbbi Ultrason Ensitüsü gibi kuruluşların üyesi...
Bilimsel eserleri 400'ün üzerinde uluslararası yayında referans olarak gösterilmiş... 2004 yılında yurda dönmüş ve Türk insanına hizmet ediyor...
Peki, kim bu özgeçmişi örnek gösterilen tıp adamı?.. CHP'nin Ataşehir Belediye Başkan Adayı Dr. İbrahim Sözen'den başkası değil...
Yolsuzluklar, şaibeler ve huzursuzlukların bitmediği, CHP'nin kıl payı kazanabildiği Ataşehir'in sorunlarına da neşter vurabileceği söyleniyor... Temiz siyaset için bizden duyurması...


***


4 Kasım 2017 Cumartesi

Tarihin en karmaşık seçimine sürüklenirken ahval ve şerait!..


Tarihin en karmaşık seçimine sürüklenirken ahval ve şerait!..

Mehmet Faraç

Türkiye, terörün yaşamı teslim aldığı 1980 öncesinde bile sosyal ve siyasal açıdan bugünkü kadar karanlık bir süreç yaşamamıştı... Puslu havada öngörünün kör olduğu, hedefin siste kaybolduğu bir kaotik süreçtir bu!.. Siz bakmayın televizyonlarda işkembeden hikâye anlatanların derin "uzman"lık teranelerine!.. Çünkü hiçbirinin elinde siyasal tabloyu net olarak analiz edecek bir veri yok ve hepsi karanlıkta kurşun sıkmaktan başka bir şey yapamıyor!..
Bence anketlerin de gerçekleri saptayabileceği açık ve net bir siyasal ortam yok... Yanlış anlamayın; sahtekârlığın bayraktarlığını yapan çakma anketörlerin masa başı tezgâhlarından söz etmiyorum!.. Hırsız belediye başkanlarına satılmayan, işini adam gibi yapan araştırma şirketleri bile siyasette önümüzü gösterebilecek sağlıklı bilgiler elde etmekte zorlanıyorlar...
Bakar mısınız seçmenin kafasını karıştıran şu vahim tabloya; "Açılım"-terör kıskacının yarattığı tehdit aylardır pusuda... "Şiddeti dayatma politikası"nı siyasal strateji haline getiren PKK-BDP çizgisi, "yeniden şiddet" tehdidiyle devleti ve iktidarı sıkıştırmaya devam ediyor...
Karmaşa ve hezimetten kurtulamayan diplomasiye gelince?.. İsrail, Rusya, İran ve içişlerine karışmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığımız Irak'ı bir tarafa bırakın; ABD, Avrupa ve özellikle Türkiye'nin içine düşürüldüğü Suriye çıkmazı emperyalizmde derin bir hayal kırıklığı yarattı?.. Olan, Hatay'daki patlamalarda kaybettiğimiz masumlara ve iş ortamları dağılan sınır kentlerimize oldu...
"Yeni Anayasa" altındaki yıkım planı "Atatürk'te birleştik" diyenlerin baskısıyla dağılırken, rejimi tamamen dönüştüremeyen "kinci cumhuriyetçi", işbirlikçi, gerici-bölücü ittifak da çaresiz durumda...
AKP ile cemaat arasında yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla başlayan kavga ise yalnızca hilafetçiliğin ezeli müttefiklerini birbirine düşman yapmadı; hem devletin nasıl bölüşüldüğünü hem de rejimi ele geçirme mücadelesinde kalelerin nasıl da içten kuşatıldığını deşifre etti...

İktidar ve muhalefetin çıkmazı...

Türkiye böylesi bir atmosferde seçime giderken iç siyaseti körelten gerekçeler yukarıdaki saptamalardan ibaret değil ki... Halkın önüne üç ay sonra yerel seçim sandığı konulacak ama seçmen bu kaosta tercihini nasıl yapacak belli değil... Alın size seçmeni kararsızlığa iten ve yanıt arayan sorular:
- Yolsuzluğun ayyuka çıkması AKP seçmeninin Erdoğan'a bakışını ne kadar değiştirdi?.. Yüzde 50'nin desteği halen sürüyor mu?.. AKP halen seçeneksiz mi?.. ABD, Erdoğan'dan desteğini çekti mi, yoksa "Erdoğansız AKP" yeni bir strateji mi?.. İş dünyasında "AKP giderse ekonomik kaos başlar" şeklindeki kaygı devam ediyor mu?.. Medya halen Erdoğan'dan yana mı?..
- CHP, yolsuzluk ve rüşvetin AKP'yi sarstığı bir dönemde; adı yolsuzlukla anılan Sarıgül yerine şaibesiz bir ismi aday çıkartmayarak şu siyasal ortamda bile en büyük strateji hatasını yapmadı mı?.. AKP'nin cemaati "çete" diye suçladığı bir dönemde, CHP'nin Atatürk'ün ideallerini bir tarafa bırakarak seçmenin infialine rağmen bu gruba yanaşması ikinci büyük umutsuzluğa yol açmadı mı?..
- AKP'nin de bir anketle saptadığı gibi, cemaatin oyu "yüzde 1" olduğuna göre ve Erdoğan onlara kolaylıkla cephe alabildiğine göre bu grubun siyasette etkisi tartışmalı değil mi?.. Hilafet yandaşlarının tam egemenlik uğruna birbirine düştüğü, siyasal algı dengesinin değiştiği, CHP'nin bile ne yazık ki laiklik karşıtlarından medet umduğu bu dönemin sandığa yansıması nasıl olacak?..
- Ve de MHP'nin dolduramadığı merkez sağdaki boşluk devam ettiğine göre; AKP-cemaat çatışmasının sürdüğü bu dönemde söz konusu kesimlerin oyları nereye gidecek, özellikle mürit-militanlarla Milli Görüşçü-Fethullahçı kavgasını şaşkınlıkla izleyen muhafazakâr çevreler sandıkta nasıl davranacak?..
Tüm bu sorular da şunu gösteriyor; Aydınlık dergisinin 1990'ların sonlarında kapak konusu yaptığı gibi Erdoğan'ı iktidara ABD hazırladı... Erdoğan'ın kısa sürelik şairane hapisliğini "demokrasi" naralarıyla mağduriyete dönüştürmesi de siyasal senaristlerin cilası oldu ve AKP henüz birkaç aylık partiyken 2002'de uluslararası bir tezgâhla iktidara getirildi. 2007 seçimleri, muhalefetin başarısızlığı nedeniyle AKP'ye yaradı. 2011'de CHP'nin ulusalcı kadroları tasfiye ederek sağa yanaşması ve de merkez sağın tamamen çökertilmesi, Erdoğan'ı yine tek seçenek yaptı... Peki bundan sonrası?..

Atatürk'te birleşin, gerisi gelecek...

Sosyal, siyasal ve diplomatik açıdan kaosla sona eren 2013, bize bir sandık karmaşasını da miras bıraktı... Artık ne Erdoğan'a güvenen "yüzde 50" ne yapacağını biliyor; ne de AKP yolsuzluk ve cemaat "çete"ciliğinin kıskacındayken, adı yolsuzluk ve cemaatle anılanlarla işbirliğine yönelen CHP'den umutlu kesimler ne yapacağını biliyor!.. Anlayacağınız; siyasal kaos, kararsız kesimlerin oranını da geçmişte hiç olmadık biçimde yükseltiyor...
"Bundan sonra ne olacak" sorusu işte bu yüzden de yanıt bulmakta güçlük çekiyor... Cemaatle çatışma sırasında da olsa, yıkım yaratacak çok büyük bir skandal ortaya çıkmazsa ne yazık ki AKP seçeneksizliğin yarattığı kaosu ve toplumun unutkanlığını önümüzdeki yerel seçimde de lehine kullanacak...
Bu size bir umutsuzluk gibi gelmesin; çünkü Türkiye'de yolsuzluk, gericilik ve bölücülük kıskacında yine de yükselen tek bir değer var; ulusalcı kaygılarla da güçlenen Atatürkçülük...

Kimse bunun kanıtını isteyerek komik duruma düşmesin; çünkü "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganıyla milyonların "Gezi" sürecinde meydanlara çıkması, 100 bini aşkın yurttaşın yurt genelindeki "Milli Merkez" toplantılarında "laik cumhuriyet" çığlığı atması bile bunu kanıtlamaya yetiyor...
Kinci cumhuriyet peşindeki AKP de, CHP'yi ikinci cumhuriyet tuzağına sürüklemek isteyen işbirlikçi liboşlar da 2013'te kaybetmiştir... Göreceksiniz, 30 Mart'taki yerel seçimin sonuçları siyasal dengeleri iyice altüst edecek... Pusula işte ondan sonra tamamen "Atatürk'te birleştik" diyenlerin eline geçecek...
Dirençli ve umutlu olun; çünkü yinelemekte yarar var: AKP, gericiler, bölücüler ve özelikle de gaflet içindeki Meclis muhalefetine rağmen koşullar 1919'dan kötü değildir...

Çünkü Haziran 2013'ten itibaren bu ülkede yaşananlar da kanıtladı ki; 2014, kuşatılan cumhuriyetin, aydınlanmanın ışığında ayağa kalkacağı yıl olacak... Atatürk'te birleşin; gerisi kesinlikle gelecek...


***

29 Ocak 2017 Pazar

Kandil'e Giden CHP'li ve Gerici-Bölücü ittifak!..



Kandil'e Giden CHP'li ve Gerici-Bölücü ittifak!..,



Mehmet Faraç

İstanbul'un Avrupa yakasındaki ilçelerinden birinde belediye başkanlığı yapan bir zatın bir süre önce PKK'nın Kandil'deki üssüne giderek örgüt militanlarından seçim desteği istediği medyaya yansıyınca parti tabanı büyük şok yaşamıştı...
CHP yönetimi; bir süre önce affedilerek partiye yeniden alınan bu kişinin, PKK ile ittifak girişimi konusunda ne ilginçtir ki bir açıklama yapmadı... Medyadaki vahim haberlere bakılırsa, PKK'lılar Kandil'e giden CHP'liye yüz vermeyince o da geri dönmek zorunda kalmış...

Ana muhalefetin BDP'ye "İstanbul'da 4 belediye başkanlığı" önerdiği iddialarının tabanda yarattığı infial ise sürüyor...

Kılıçdaroğlu'nun çevresindeki isimlerle Mustafa Sarıgül'ün, bir yandan cemaatle diğer yandan da PKK'nın legal partileriyle ittifak yapacağı iddiası büyük tepki çekerken ne ilginçtir ki CHP yönetiminde derin bir suskunluk hakim!..
Suskunluk devam ettikçe gerici-bölücü çevrelerle "gizli ittifak" yapıldığı iddiası daha da güçleniyor ve partiye oy veren kitlelerin öfkesi büyüyor, istifalar yaşanıyor...
PKK yanlısı BDP- HDP hattı ise bu suskunluğu CHP'ye taarruza dönüştürmüş... Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) İstanbul'da yaptığı toplantıda da "CHP ile ittifak" meselesi tartışılmış...
Örneğin HDP Eşbaşkanı Ertuğrul Kürkçü, CHP tabanının, CHP yönetimini ittifaka zorladığını öne sürmüş!..
Kimlermiş bu CHP tabanı doğrusu merak ettik?.. Sakın ola; "ABD oluyorsa, Türkiye Birleşik Devletleri de olur" diyebilen Mustafa Sarıgül zihniyeti olmasın?...
CHP ve Sarıgül gibiler bu kafayla giderlerse, görünen o ki her ilçede "Milli Merkez" güçlenecek ve "cumhuriyetçi güçbirliği" adayları ortaya çıkacak...
Doğrusu cumhuriyetin kuşatıldığı, laikliğin tehdit altında olduğu bir dönemde, bölücü-gerici ittifaka karşı ancak "Atatürk'te birleştik" stratejisi seçenek olabilir ki, CHP tabanı da zaten bunu çok iyi görüyor...

NATO kafa!..

NATO'nun, "Arap Baharı" safsatasıyla Libya lideri Muammer Kaddafi'yi teröristlerin kucağına attırarak linç ettirmesinin üzerinden iki yıl geçti...
Kaddafi, Ekim 2011'de öldürülünce ülkeye demokrasi geleceğini zanneden zavallılar, yarattıkları kan bataklığını izlemekle yetiniyorlar...
Başıboşluk ve kaos sürerken ülkenin güneyindeki bedeviler, rejime isyan ederek özerklik talebinde bulundu... Libya'da şeriat rejimi kurmak isteyen dinci gruplar ise iki yıldır ordu güçleriyle savaşıyor...
Geçen yıl Bingazi Konsolosluğu baskını sırasında ABD elçisi Chirs Stevens'ın da öldürülmesinden sorumlu olan El Kaide bağlantılı radikal İslamcı Ensar el-Şeria militanları hükümete karşı isyana öncülük ederken, şeriat peşinde koşuyorlar... Ve işte bu sırada Libya'da her gün onlarca kişi katledilirken, ülke hızla iç savaşa sürükleniyor...
Anlayacağınız, Bağdat'ın işgalini izlemekle yetinen Iraklılar nasıl Saddam Hüseyin'i arıyorlarsa, Kaddafi'nin linç ettirenler de eski Libya'yı özlüyor...
Demek ki neymiş; ulus olarak NATO'nun ve emperyalizmin gazına gelerek kendi liderini, başkasının ipiyle ölüme göndermeyeceksin!.. Olmuyor yani başkasının kucağında "demokrasi", olmuyor!..

El Kaide Turka!..

Gaflet yalnızla emperyalizmin ayak seslerine alkış çalmakla sınırlı değil elbet... Örneğin işbirlikçilerin işgaline katkı için kendi ayaklarıyla komşu ülkelere koşanlara ne demeli?..
İçişleri Bakanlığı, Suriye'de terörist grupların iç savaş çıkartma çabalarıyla ilgili ürkütücü bir rapor hazırlamış... Rapordan da anlaşılıyor ki, El Kaide sempatizanı 500 kadar Türk de, Suriye'ye giderek Esad'ı devirme ya çalışan şeriatçı El Nusra Cephesi ve "Irak-Şam İslam Devleti" saflarına katılmış...
Hani şu Suriye sokaklarında kafa kesen, öldürdükleri insanların kalplerini yiyen militanlar var ya, Türk El Kaideciler ne yazık ki onlarla birlikte savaşıyormuş!..
Bakanlığın raporuna göre 500 Türk militan Afganistan ve Pakistan'daki kamplarda eğitilmiş ve bunların 75 kadarı da Suriye'deki çatışmalarda öldürülmüş...
Peki geriye kalanlar?.. Bir süre sonra Suriye huzura kavuşunca bu Türk militanlar ülkelerine geri dönerler ve faaliyetlerine devam ederler!.. İşte o zaman 2003'te İstanbul'da yapıldığı gibi El Kaide yine kamyonlara birer ton patlayıcı yerleştirerek sinagogları, konsoloslukları ve banka şubelerini havaya uçurur mu acaba?.. Çünkü Türk güvenlik güçleri; 2003'te, İstanbul'daki 4 intihar saldırısında 60'tan fazla yurttaşı öldüren El Kaideciler'i de yalnızca izlemekle yetinmişti!..
Umarım tarih yeni canlı bomba eylemleri konusunda da tekerrür etmez ve Suriye'de büyüyen terör Türkiye'yi vurmaz!..

Kırık ayna!..

Lütfen siz de çevrenizdekilere sorun bakalım aynı tepkileri alacak mısınız?.. Çünkü son haftalarda kiminle konuştuysam aylardır televizyonda haber izlemediğini söyledi... Bazı insanlar 2011 Haziran'ındaki son genel seçimlerden bu yana habere olan ilgilerini kestiklerinden yakındı...
Bu tepkinin en az üç nedeni var... Mesela Ulusal Kanal, Halk Tv ve Kanal B dışındaki televizyonların neredeyse tamamı iktidarın borazanına dönüşmüş... Haberlerde sürekli AKP'nin propagandası yapılıyor...
"Gezi" olayları sırasında görülen penguen televizyonculuğu ise yandaşlığın zirvesine dönüşünce, halkın televizyonlara ambargosu büyümüş...
İkinci gerekçe toplum psikolojisinin bozulduğunu da kanıtlıyor... Çünkü halkın işsizlik ve geçim sorunları yerine trafik kazalı, cinayetli, vurdulu kırdılı suçlarla ilgili sinir bozucu haberler ve magazincilik yapılması da insanları ekrandan uzaklaştırıyor...
2011 seçimlerinde AKP'nin üçüncü kez tek başına iktidara gelmesinin ardından halkın umudunun tükenmesi de, insanları siyasetin rehin aldığı güncel olaylara duyarsız hale getirmiş...
Çevrenizdeki insanların neredeyse dörtte üçü televizyon haberleri izlemiyor hale gelmişse aslında bu da toplum psikoloji açısından önemli bir haber konusudur... Ancak eminim bu konudaki bir haberi yapacak yandaş televizyon kanalı kesinlikle bulunamayacaktır!..
Çünkü memlekette habercilik adına ahkam kesen en az 50 tane "beyaz cam", kırık bir ayna kadar gerçeği gösteremeyecek kadar zavallılaşmış!..


***


10 Ocak 2016 Pazar

TERÖRE DAVETİYE ÇIKARANLAR.., BÖLÜM 2




TERÖRE DAVETİYE ÇIKARANLAR..,
BÖLÜM  2


Emniyet teşkilatımızın, 2 bin Hizbullah üyesi üzerin ­de yaptığı araştırmaya göre, okumuş teröristler içinde İmam-Hatipliler başı çekiyor.14

Mehmet Faraç’ın yaptığı ve 23.11.2003 tarihli Cum­huriyet Gazetesi’nde yer alan araştırması, sayıları binler­le ölçülen kız ve erkek militanın “intihar eylemcisi” olmak için Hizbullah Örgütü’ne başvurduğu gerçeğini ortaya Çıkarıyor.15

Bu eylemleri ortaya çıkaracak kurumlardan Milli Güvenlik Kurulu, son bir yılda yapılan ve TBMM’de bulu­nan tüm partilerin destek verdiği yasa ve Anayasa deği­şiklikleriyle işlevini yapamaz hale getirildi. Emniyet Teşki­latı’nın durumunu öğrenmek için Necip Hablemitoğlu’nun hayatına mâl olan ‘Köstebek’ adlı kitabı okumak yeterli.

Yazımın bu noktasında bazı yazarlarımızın yaptığı tespitlere kulak verelim:

“Daha dün, yüzde doksan dokuzundan fazlası Müslüman olan ülkemizi ‘Dar-ül İslam’, yani İslam ülkesi ol­mamakla suçlayarak; Türkiye’yi ‘dar-ül Harp’, yani İslam’ın kurtuluşu için kan dökülecek ülke olarak ilan edenleri barındıran siyasi partilerin dinci terörle mücade­lede başarı sağlaması zor görünüyor. Önce içte düzenle­me gerekli...

“ Türkiye’de de ulusal duruşu temsil eden kurumla­rın işlevsizleştirilmesiyle işe başlandı. ''  Şimdi ise toplum­sal psikolojinin çökertilmesi hedefleniyor! istikrarsızlaştırma, yalnızlaştırma ve ardından istenileni kabul edecek kıvama getirme. işte Türkiye üzerinde oynanan oyun bu. Bu bağlamda ‘' Terör savaşı’nın hedefindeyiz.''

“ Terör saldırılarıyla Türkiye’nin AB’ye yakınlaştığından söz ediliyor! Daha fazla terör, daha fazla AB!.. Terör örgütlerinin koruyucusu olmayı sürdüren AB ülkelerinin gözyaşları inandırıcı mı? Örneğin Almanya timsahlaş­mak yerine, neden radikal dinci örgütlerin faaliyetlerini durdurma kararı vermiyor?”16

“Sinagog saldırılarını gerçekleştirenlerin gözaltına alınan aile bireylerine dikkat ettiniz mi? Kuşkusuz hepsi suçlu değil, ama hepsi çember sakallı, İslamcı kesim­den... Saldırgan ve zanlıların hiçbiri ne tesadüf, sakalsız, takkesiz, başörtüsüz, kısacası en azından ‘laik’ görü­nümlü bir aileden çıkmamış... Bu ailelerin bazı çocukları da Afganistan’a, Pakistan’a, Çeçenya’ya gidiyor bazen... işte onlar, dünün hunharları, Türkiye’nin geleceğinin cellatları. Aralarında imamlar var, hatipler var, arkalarında El Ezher tahsilli EI Kaide terbiyeliler... İslamcı teröristleri izlemek, yakalamak ve zararsız hale getirmek elbette gerek. Ama İslamcı terörün beslendiği gübreyi, eğitimde ve camide kurutmak şart! Bunun için de, her şeyden ön­ce ‘Aman zararsızlar’ diye diye Türkiye’de terörün alt ya­pısını hazırlayan dincileri ‘hoşgören’, savunan ve tarikat­ların, fanatizmin yayılmasına seyirci kalan sözüm ona aydınların gaflet uykusundan uyanması gerek. Özellikle basının.”17

30 Mayıs 2000 tarihli Hürriyet gazetesindeki “Cami­lerdeki Terör Örgütü” başlıklı makalesinde Muharrem Sarıkaya şu bilgileri veriyor:

MGK, 28 Şubat kararlarıyla Kur’an kurslarının Diya­net ve Milli Eğitim Bakanlığı denetiminde yürütülmesini hükümete ‘tavsiye’ ettiğinde bazı kesimler ayağa kalkı­yor.

Hatta, bu kararlara tepki gösterenler arasında, mer­kez sağ partilerden bazı milletvekilleri de yer alıyor.

Ancak, iki yıl sonrasında bugün ortaya çıkan ger­çekler, 28 Şubat’ta alınan bu kararların ne kadar haklı ol­duğunu ortaya koyuyor.

Bunu anlamak için Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin Hizbullah terör örgütü hakkında hazırla­dığı iddianamedeki ‘Örgütleme Modeli’ ara başlıklı bölümde anlatılanları okumak yetiyor.

          Hizbullah, ilk örgütlenmesini kitabevleri kurarak başlatıyor.

          1980’1i yılların sonuna gelindiğinde ise camiler me­kânı oluyor.

          Örgüt, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından başlatı­lan ‘gönüllü imamlık’ uygulamasını fırsat biliyor.

          Güney doğu’daki camilere yöneliyor. 

          Örgüt elemanlarının ifadelerinden hazırlanan iddia­namede, Hizbullah’ın camileri örgüt yuvası haline dönüş­türmesinin ilk adımı şöyle aktarılıyor:

“Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde gönüllü imamlık uygulamasından faydalanan örgüt, imamı olmayan tüm camilere kendi adamlarını yerleştirdi...”

         Hizbullah bununla da kalmıyor.

          Diğer cami ve mescitlerdeki resmi imamları gerek sindirme yöntemiyle, gerekse iyi ilişkiler kurarak pasifize ediyor.

          Kısa sürede Güneydoğu Anadolu bölgesindeki ca­mileri hakimiyeti altına alıyor.

1994 yılına gelindiğinde sadece Diyarbakır’daki 162 cami ve mescitten 90’ında örgütün yapılanması ta­mamlanıyor.

Akşam ve yatsı namazları sonrası, camiler örgütün siyasi eğitim çalışmasının yapıldığı yuvalar haline dönü­şüyor.

          Bunların hepsi de ‘dini eğitim altındaki masumane çalışmalar’ olarak gösteriliyor.

 Temel dini bilgileri öğrenmesi için Kuran kurslarına gönderilen çocuklara önce İslami bilgiler içeren kitaplar veriliyor.

          Bu dersler sırasında örgüt adından kesinlikle söz edilmiyor.

Öğrenciler, ders gruplarına ve yaşlara göre ayrılı­yor. Her grubun başına da ‘muhasebe elemanı’ adı veri­len bir lider konuluyor.

          Bir süre sonra bu çalışmalar, piknik, spor müsaba­kaları gibi sosyal aktivitelerle destekleniyor.

Dönem bitiminde muhasebe elemanı, öğrencilerin davaya yatkınlıklarını belirten bir raporu ve çizelgeyi ca­mi sorumlusuna aktarıyor.

          Çizelgede eğitimin ikinci aşamasına geçecek öğ­renciler sıralanıyor.

İkinci aşamaya geçilecek öğrencilerden özgeçmiş raporları alınıyor. Hatta özgeçmişlerin doğruluğu konu­sunda istihbarat çalışması yaptırılıyor.

          İkinci aşama eğitime geçişte, öğrenci örgüte davet ediliyor ve kabul edip etmeyeceği soruluyor.

          Daveti kabul etmeyen aday ise şu sözlerle uyarılı­yor:

“Bu daveti unutacaksın. Bir süre örgüt seni takip edecek, aksine hareketin halinde sen de, ailen de ceza­landırılır...”

         Kabul edenler ise bir daha dönüşü olmayan yola ilk adımı da atıyor.

          Önce siyasi, ardından askeri eğitim...

          İslam’ı daha iyi anlayıp vecibelerini doğru yerine getirmek için masumane başlayan dini eğitimin sonunda ortaya çıkan ölüm makineleri...

28.11.2003 günü, Sedat Ergin “20 bin Hizbullahçı aramızda” başlıklı makalesinde, Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner’in şu sözleri yer alıyor: “2000 yılında ya­pılan operasyonlar sırasında Hizbullah arşivi ele geçiril­di. Bu arşivdeki bilgisayar kayıtlarına göre 20 bin kişi ör­güte katılmak için dilekçe ve biyografi vermiştir.”

Hizbullah konusunda iki kitap yazan Mehmet Fa­raç, 22.11.2003 tarihli Tempo Dergisi’ne şu açıklamalar­da bulunuyor: “Islam’ı referans alan örgütler bir zincir oluşturuyor. Zincirin başında EI Kaide var. Hedef neresi? Türkiye. Bir buluşma noktası gerekiyor. Bir aracı gereki­yor. Toplantıyı organize etmesi gereken bir güç gereki­yor. Hemen geri gidelim, 17.1.2000’de Beykoz’da Hizbul­lah’a yapılan operasyonda örgüte 20 bin kişinin özgeç­miş verdiği belirlendi. Bana göre o rakam 100 bin kişidir. Ne yapıldı? 2000 yılında 3 bin 365 kişi yakalandı. 2001’de 1596 kişi’ yakalandı. 2002’de 710 kişi yakalan­mış. Bu sene AKP’nin iktidarda olduğu dönemde ortaya çıkan rakam polis ve jandarmanın açıklamalarına göre 80’i bile bulmuyor. Toplayın tüm rakamları 5 bin falan ediyor, nerede geri kalan 15 bin kişi?... Türkiye’de çok yanlış bir söylem vardır: ‘Hizbullah çöktü, PKK çöktü’ gi­bi. Kim söylerse söylesin, gaflet ve delalettir bu... Bir Hiz­bullahçıya sordum: ‘Bu kadar adam vurdun, nasıl yaka­lanmadın?’ Dedi ki, ‘bizi CIA elemanlarından iyi eğitiyor­lar’... Emniyet Genel Müdürlüğü, valiler ve kaymakamlar içindeki örgütlenmelerde AKP neyi gözetti? Kendileri dö­neminde yakalanan militan sayısı neye bu kadar azalı­yor?. Hüseyin Velioğlu nerede yakalandı? 450 bin marklık villada. Konya’daki, Mardin’deki saraylara bakın. Fi­nansı bulmak EI Kaide için çok kolay. Önemli olan fedai bulabilmek. O da Türkiye’de bulunuyor.”

Otuz yıldır her yıl Türkiye’ye gelen Datça’nın Fran­sa’daki Bruxerolles ile kardeş kentliğini sağlayan, gerçek Türk dostları Liliane ve Alfred Screve, İstanbul’u vuran son terör saldırılarından sonra değerli yazar Mine G. Kı­rıkkanat’a Fransa’dan telefon ediyorlar. Liliane Screve şunları söylüyor: “Ben bugüne değin hep Türkiye’nin AB’ye girmesi gerektiğine inandım ve bu görüşü savun­dum. Ancak fikrimi değiştirdim. AKP hükümeti, sizin or­duyu dağıtmak için AB’ye bastırıyor. Demokrasi falan iste­diğinden değil, salt ordudan kurtulmak için. Sakın gelme­yin bu oyuna!.. Radikal İslamcılara karşı elinizdeki tek laik güç, her şeye rağmen Türk ordusu.”18

Terör eylemlerini engellemek için istihbarat topla­mak, yasal düzenlemeler yapmak devletin başlıca görev­lerinden biridir ve demokratik düzen başka türlü ayakta tutulamaz.

Ülkemizde ise, son üç yılda TBMM’de bulunan çe­şitli partilere mensup tüm milletvekilleri, güdümlü medya­nın da desteğiyle “Demokratikleşme”, “Çağdaşlaşma”, “AB’ye uyum yasaları” gibi parlak etiketlere sarıp, halkı­mızın ve aydınlarımızın çoğunun beynini yıkayarak, en önemlileri dünyanın hiçbir demokratik ülkesinin mevzua­tına girmemiş ve girmeyeceği muhakkak olan yasa ve anayasa değişiklikleri yaparak, terörle mücadelemizi ola­naksız hale getirmişlerdir. Şöyle ki:

1- Prof. Dr. Feridun Yenisey tarafından Yargıtay C.Başsavcılığı için hazırlanan 11.6.1999 tarihli raporda da belirtildiği gibi: “Haberleşmenin dinlenmesi, suç önce­si önleme dinlemesi ve suç sonrasında yapılan adli din­leme olmak üzere ikiye ayrılır.

“Önleme dinlemesi, gerek Amerikan hukukunda ve gerekse Alman hukukunda hakim kararı olmadan yapıla­bilen ve bütün telefonları kapsayabilen genel bir dinle­medir.

“ ABD’nde Başkan’a, devletin birlik ve bütünlüğünü, cebir ve diğer hukuka aykırı yöntemlerle bozmaya yöne­lik yakın ve mevcut bir tehlike olan hallerde, hakim kararı olmadan telefon dinletme yetkisi verilmiştir.

“ Önleme dinlemesi Alman hukukunda da kabul edilmiştir ( G-10 Kanunu). Demokratik hukuk devletini tehdit eden bir tehlike mevcut bulunduğu hallerde, bazı devlet organlarına ( Verfassun geschutzbehörden des Bundes und der Lander, das Amt foürden Militarichen Abschirmdienst und der Bundernaschricht-endiest ) tele­fonları dinleme ve bunları kaydetme yetkisi ile, mektup ve posta gizliliği ile korunan gönderileri inceleme yetkisi verilmiştir.”

Almanya’da, G-10 Kanunu uyarınca hakim kararı olmadan telefonları dinlenen ve yazışmaları açılan ikisi hakim beş hukukçunun Avrupa İnsan Hakları Mahkeme­si’ne başvurusu üzerine, adı geçen Mahkeme şu kararıvermiştir:

“Demokratik toplumlar günümüzde çok sofistike bir casusluk ve terörizm tehdidi altındadır. Dolayısıyla devlet­ler, bu gibi tehlikelere etkin bir şekilde karşı koyabilmek için gizli izleme ve gözetim yöntemleri uygulayabilirler.”

Vance Packart, “Elektronik Diktatörlüğü” adlı ese­rinde şöyle diyor: “Bugün milyonlarca Amerikalı, elektro­nik gözlerin, elektronik kulakların, gizli ses kayıt aygıtları­nın oluşturduğu bir atmosferle çevrili bir ortamda yaşa­maktadır.”

Ergin Yıldızoğlu, bu konuda şu bilgileri veriyor:

          “ABD önderliğinde kurulmuş ve tüm ulusların elekt­ronik iletişimleri de dahil, özel kişilerin veya ticari kuru­luşların iletişimlerini izleyen ‘küresel’ bir casusluk ağı sözkonusudur. Bu dev kulak ‘Echelon’ diye adlandırıl­mıştır.”19

          Abdullah Öcalan’ın bu sayede izlenmesi sağlanmış ve gittiği yerler tesbit edilebilmiştir.

          Bizde de, hakim kararı olmadan önleme dinlemesi başarıyla yapılmış ve 1) Çiller, Kenan Evren, Doğan Gü­reş’e suikast, 2) Adana Orduevi’ne bomba atılması eyle­mi, 3) Alanya Plajı’na bomba atılması, 4) İstanbul Aksa­ray Metro istasyonu’na sabotaj, 5) Antalya’daki turistik tesislerin bombalanması, 6) Hizbullah’ın 30 olayının ay­dınlatılması, 7) Yahudi vatandaşlara ait işyerlerine yapı­lacak sabotajlar ve benzeri pek çok olay önceden haber alınarak önlenebilmiştir.20

3.10.2001 gün ve 4709/7 sayılı yasa ile Anayasa­mızın 22 nci maddesi şu şekilde değiştirilmiştir: “... ha­kim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak ge­cikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Yetkili merciin kararı yirmi dört saat içinde görevli hakimin onayına su­nulur.”

İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşla­rı kanunla belirlenmediğinden, önleme dinlemesi ülke­mizde yasal olarak olanaksız hale gelmiştir.

Önleme dinlemesi yapılacak şahıslar Türkiye’nin çeşitli yerlerindedir ve binlerce hakim, savcı ve bu karar­lara imza atacak zabit katibi var. Önleme dinlemesi için hakim kararı alacağız diye, teröristlere ilişkin yapılan ih­barlar, güvenlik birimlerinin topladığı bilgiler, ayrı ayrı yerlerde, yıllarca ve binlerce hakim, savcı ve zabıt katibi­nin bulunduğu yerlere gidip gelecek, gizli kalacak ve bu şekilde terörle, örgütlü suçlarla, hortumcularla mücadele edilecek... Buna inanmak için insanın, Dünyayı ve ülke­mizi hiç tanımamış olması gerekir.

2- Biz, doğru dürüst önleme dinlemesi yapamıyo­ruz ama, yapabilen ülkelerden biri, gizli dinleme ile sa­nıkların kimliğini saptasa veya bir kapkaççının çaldığı çantada İstanbul’u havaya uçurmak için yapılan planlar, bu suçta kullanılacak bombalar ele geçse ve bu eylemi yapacak kişinin kimliği çantadaki belgelerle saptansa ve­yahut bir özel şahıs veya polis memuru, gizlice şüphe­lendiği kişiye ait eve girerek suç delillerini elde etse; yine 3.10.2001 gün ve 4709/15 sayılı yasa ile, Dünyanın hiç­bir anayasa ve yasasında bulunmayan “Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez” hükmü Anayasamızın 38’inci maddesine konulduğu için, başka delil yoksa, yukarıda açıklandığı şekilde elde edi­len delillerle, herhangi bir sanığı ülkemizde cezalandır­maya olanak bulunmamaktadır. Halbuki, bizden başka her ülkede, bu çeşit delillerle sanığın cezalandırılmasına karar verilebilir.

Prof. Dr. Öztekin Tosun (Türk Suç Muhakemesi Hu­kuku, 2. basım, cilt 1) bu konudaki Dünyadaki ve bizdeki uygulamaları şu şekilde özetlemişti:

“Muhakeme kurallarına aykırı olarak ele geçirilmiş delillerin kullanılabileceği görüşü, oldukça eskidir. Bu gö­rüşe göre, görevini yerine getirmeyen memur bu yüzden cezalandırılır veya disiplin cezasına çarptırılır; fakat ele geçirdiği delil muhakemede görmemezliğe gelinemez. Latince, ‘Male captum, bene retentum’ yani delil ‘kötü alınmışsa da iyi kullanılır’ denmiştir (CORDERO). Böyle­ce kolluk memuru arama kurallarını ihlal ederek bir eve girip suç aletini alsa, kolluk memuru bu yüzden görevini kötüye kullanmaktan cezalandırılabilecek, fakat suç aleti hakim tarafından göz önünde tutulacaktır. Bunun gibi, bir kimse eve girip bir suç delilini çalsa bu çalınmış eşya mahkemede bu yüzden delil olmaktan çıkmayacaktır. Hukuka aykırı sorgu sonucu elde edilen açıklamalar delil olarak kullanılamazken, onlar dışında kalan delillerin hu­kuka aykırı olarak elde edilmelerinde kullanılabilmesini bu görüş yanlıları şöyle açıklamaktadırlar: Sorguda ku­rallara uyulmaması çoğunlukla gerçeğe aykırı açıklama­lara götürmektedir, korkulan budur. Halbuki, bir kolluk memurunun hakim kararı olmadan evde arama yapma­sında çoğunlukla hakim kararı olduğu zaman yaptığı aramada bulabileceği delillerden başkası bulunmuştur denilemez (SCAPA).

“Eğer hakim tarafından verilebilecek bir kararla ve­ya başka koşullara uyularak hukuka uygun bir biçimde elde edilebildiğinden muhakemede kullanılabilecekse o delilin hukuka aykırı biçimde elde edilmesi, muhakeme­de kullanılmasını engellemez. (s.566).

“Delilin elde edilmesinin suç olduğu bir gerçek ola­bilir; fakat mantık bundan delilin kullanılmasının yasak olduğu gerçeğini çıkarmaz. Bu iki veri birbirinden tama­men ayrıdır.

“İngiliz hukukunda bu görüş yerleşmiştir; fakat istis­nai durumlarda İngiliz hukukunda da hakim delilin huku­ka aykırı elde edilmiş olması nedeni ile onu reddedebil­mektedir. Bu tek istisna, kabulü sanığa karşı büyük bir adilik (Slealta) teşkil edeceği düşünülmesi durumudur. Ancak böyle önemli bir durumdadır ki, İngiliz hukuku hu­kuka aykırı olarak ele geçirilmiş delillerin muhakemede kullanılmamasına razı olmuştur (CORDERO, SCAPO­RONE).

“Bizce hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin suç muhakemesinde hakim tarafından görmemezliğe gelinmesi kabul edilemez. Ceza hakiminin maddi gerçe­ği araması gereği bunu gerektirir. Doğal olarak, eğer ha­kime açıkça bu delilleri kullanması yasaklanmış ise, o zaman bu konu düşünülmüş taşınılmış ve kanunlaştırıl­mış olduğu için yapacak pek bir şey kalmaz. Bunun dı­şında kural, hakimin önüne getirilmiş delilleri incelemeye yetkili olduğudur; delilleri hukuka aykırı elde etmek suç ise, her suç gibi bunun da faili onun yaptırımına katlan­malıdır.

“Amerikan mahkemelerinin tutumu abartılmamalı­dır; çünkü bu mahkemelerin verdiği kararlar sadece ana­yasada da yasaklanmış olduğu için, konut dokunulmazlı­ğını ihlal suçunu ve özel hayatın gizliliğini ihlal suçunu iş­leyerek kolluğun delil elde ettiği durumlarda bu delillerin mahkemede kullanılmayacağı biçimindedir. Demek ki sadece iki suç söz konusu ise böyle bir istisna kabul edilmektedir. Ayrıca, önemli bir kararda federal suçlarda böyle olduğu, federe devletlerin kanunlarına aykırılıklar­da ise mahalli mahkemelerin bu delilleri reddetmelerinin şart olmadığı belirtilmiştir. Almanya’da ise, böyle bir hük­mün sadece sanığın ikrarı bakımından kabul edildiği, bu­nun ise böyle bir hükmü kabul etmemiş ülkelerde de böyle olduğu görülmektedir. Öğreti alanında ise, hukuka aykırı biçimde elde edilmiş delillerin mahkemelerde kul­lanılabileceğini sadece elde edenlerin sorumluluğu yönü­ne gidileceğini kabul edenler olduğu gibi, daha az yaza­rın bu delillerin kullanılamayacağı fikrinde olduğu görül­mektedir (Cordero).

“Kanımızca, kanun koyucu hukuka aykırı biçimde elde edilmiş hangi delillerin mahkemede kullanılamaya­cağını istisna olarak göstermeli, tehlikeli bir yolu açma­malıdır.

“Özetlemek gerekirse hakimin muhakemede kulla­namayacağı delilleri iki büyük grupta toplamak mümkün olur; mutlak yasaklı deliller ve nisbi, göreli yasaklı deliler:

“Mutlak yasaklı delilleri hakim hiç kullanamaz; bun­lar tanıklık yapmaktan çekinme hakkı olanların açıklama­ları veya tanıklık yasağı kabul edilmişlerin (devlet sırrı gi­bi) açıklamalarıdır. Bunlardan hakimin hiçbir zaman fay­dalanamayacağı kabul edilmelidir.

“Nisbi, göreli yasaklı deliller ise, hukuka aykırılığın sadece elde edilmesi işlemine veya biçimine bağlı oldu­ğu durumlarda söz konusudur. Bunları hakim kullanır; fa­kat elde eden hakkında sorumluluk söz konusu olur. Eğer bunların hakim tarafından kullanılmaması uygun bulunuyorsa, kanun koyucu bunu açıkça belirtmelidir; açıkça yasaklamadığı durumlarda bu deliller kullanılmalı­dır. (s.272).”

Prof. Dr. Feridun Yenisey, bu konuda şu ilginç örne­ği veriyor:

“Türkiye’nin Hamburg Konsolosluğu telefonlarını dinleyen Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı, hapishane­de hükümlülerle görüşen bir kişinin konsolosluğa düzenli olarak siyasi hükümlülerle ilgili bilgi verdiğini tespit ede­rek, bu kişi hakkında casusluktan dava açmıştır. Dava sırasında diplomatik dokunulmazlığı bulunan konsoloslu­ğun telefonlarının dinlenmesinin hukuka aykırı olduğu ve bunlardan elde edilen bilgilerin delil olarak kullanılama­yacağı ileri sürülmüşse de mahkeme diplomasi dokunulmazlığı ayrıcalığının konsolosluk görevlilerini koruduğu­nu, konsolosluğa bilgi veren kişi bakımından ise bir koru­ma getirmediğini kabul ederek delilin kullanılabileceğine karar vermiştir.” (21)

3- Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 143/1 nci maddesine koyduğumuz “Müdafi hazırlık evrakı ile dava dosyasının tamamını inceleme ve istediği evrakın bir suretini harçsız alma hakkına sahiptir” hükmü ile, ha­kim kararı ile yapılabilecek kısıtlama dışında Dünyada ilk defa hazırlık soruşturmasında gizliliği biz ortadan kaldır­dık.

Dünyanın sayılı Ceza Muhakemesi Hukuku öğretim görevlilerinden Albin Eser ve Ackerman, bu konuda şun­ları söylüyor: “Bütün Dünyada gizlilik kabul edilmesinin gerekçesi şudur: “Müdafi dosya muhteviyatını öğrenirse, savcının hazırlamakta olduğu işlemler başarıya ulaşa­maz... Toplanmakta olan deliller de karartılabilir.”22

2003 yılı içinde Yargıtay’da düzenlenen bir sem­pozyumda konuşmacılardan biri “Yasal düzenlemelerde Avrupa’yı solladık” deyince; o zamanki Yargıtay C. Başsavcısı Sabih Kanadoğlu “Kazaların çoğu hatalı sollamadan doğuyor” demek zorunda kalmıştır.

4- İngiltere, tüm sanıkların sorgularında avukat bu­lunduran nadir ülkelerden biriydi. 1989 yılında gerçekle­şen ve pek çok kişinin ölümüne neden olan bir terör eyle­minden sonra İngilizler derhal “Police and Criminal Ev­dince Act” yasasını, “Avukat gözetiminde yapılan sorgu­da, bilim haline gelmiş sorgu teknikleri uygulanmadığı ve iyi sonuç alınamadığı” gerekçesiyle değiştirdiler. Yakala­nan terör suçu sanıklarının polis tarafından yedi güne kadar gözaltında tutulması kabul edildi ve poliste alınan ifade sırasında avukat bulundurma hakkı gibi haklardan terör suçu sanıklarının yararlandırılması yolu kapatıldı.23

 Bizde de benzer uygulama varken, CMUK’nu de­ğiştirdik. Artık terör suçu sanığının sorgusu da ancak avukat nezaretinde yapılabiliyor.

5- Çıkardığımız af yasalarıyla teröristleri serbest bı­rakıp sokağa salarken; teröristlerle mücadele ederken yetkilerini aştığı için suç işlediği kabul edilen kişileri ısrar­la hapishanelerde bıraktık.

6- Terörle mücadele bilgi, cesaret ve deneyim işi­dir. İstanbul’da Hizbullah terör örgütüne karşı operasyon­ları yapıp, bu örgüte en büyük darbeyi indiren polis şefi, bazı çevreleri rahatsız etmiş olacak ki, AKP iktidarı za­manında pasif göreve alındı ve ekibi darmadağın edildi.

 7- Sayın Emin Çölaşan’ın da yazdığı gibi: “AKP ikti­darı zamanında bölücülük propagandası suç olmaktan çıkarıldığı gibi, ‘Eve Dönüş’ yasası ile (sağcı, solcu, şeri­atçı, Hizbullahçı, PKK’lı vesaire) teröristi salıverdik. Bun­ların bir tanesi bile silahıyla örgütünden gelip teslim ol­madı. Tamamı cezaevlerinden salındı, pek çoğu örgüleri­ne geri döndü. AB’nin baskısıyla uyum yasaları çıkardık, ‘Demokratik’ olduk! Polisin, savcının, mahkemelerin yet kilerini ellerinden aldık, bellerini kırdık. Hepsinin elini ko­lun u bağladık... Hükümet şimdi de DGM’leri kaldırmak için çaba harcıyor!”24

Yargıtay Onursal C.Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, “Düşünce Özgürlüğü sağlıyoruz” bahanesiyle, “bölücü­lük propagandasının serbest bırakılması” hususunda şunları yazdı:

“Düşünce özgürlüğünün sınırsız olduğu ileri sürüle­mez. Sınırsız düşünce özgürlüğünün bulduğu bir toplum­da hiç kimse özgür ve güvencede olamaz. O nedenle İHAS’nin 10/2. maddesinde, düşünce (ifade) özgürlüğü­nün kişilere görev ve sorumluluk yüklediği vurgulanmak­ta, demokratik bir toplumda zorunlu önlemler niteliğinde olarak ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün... Korun­ması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınır­lamalara ve yaptırımlara bağlanabileceği öngörülmekte­dir. Anayasamızın 26/2. maddesinde de düşünceyi açık­lama ve yayma özgürlüğünün kullanılmasının ‘...Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması... ‘amaçlarıyla sınırlanabileceği açıklanmıştır... Türk Devle­ti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü korumak anayasamızın temel felsefesidir. Kopenhag kriterlerine de aykırı düşmemektedir.”25

8- AKP hükümeti, bunlar yetmiyormuş gibi, bir dizi ‘Yerel Yönetimler Yasası’ çıkarmaya çalışıyor. Söz konusu tasarılar aynen yasalaşırsa olacakları Cemil Tosun şöyle değerlendiriyor: “Kürtçülere gün doğacak, PKK’nın ekmeğine yağ sürülecek!.. Karayolları, köy hiz­metleri, sağlık ocağı, dispanser, hastane, spor salonları, stadyumlar, Çocuk Esirgeme Kurumu yurtları ve beledi­yelere geçen diğer kurumların birimlerinde PKK örgüt­lenme fırsatı bulacak, bir anlamda bu bölgelerimizde PKK devleti ele geçirmiş olacak... Bu yasa ile devlet sa­lam gibi dilim dilim doğranacak, dincilere, Kürtçülere ve çetelere dağıtılacak ve adına ‘yerinden yönetim’ denile­cek. Sevsinler böyle yerinden yönetimi!..”

9- Yine 3.10.2001 gün ve 4709/15 sayılı yasa ile Anayasamızda değişiklik yaparak, ölüm cezasını kaldır­dık. Halbuki zaten infaz etmiyorduk ve AB’ne taahhüdü­müz, bu cezayı hemen değil, orta vadede kaldırmaktı. Ben o tarihlerde, 10’a yakın televizyon programında ko­nuşarak, değişiklikten önce milletvekillerimizi uyardım: “Abdullah Öcalan asılırsa bölücü terör eylemleri artabilir; idam cezasını kaldırırsanız onu kurtarmaya yönelik ey­lemler ve dış baskılar olur. Bir örgütü en çok zayıflatan şey, eylemlerinin azalmasıdır. Eylemler, Abdullah Öca­lan asılır korkusuyla azaldı. Bu cezayı hemen kaldırın, yeni eylemlere yol açmayın” dedim, dinleyen olmadı. Açıkladığım nedenle bazı eylemler başladı bile, bakalım hangi boyutlara ulaşacak.

10- Emekli olduğu güne kadar, 13 yıl Federal Almanya’nın Başsavcılığını yapan Prof. Dr. Kurt Rebmann şöyle diyor:

“Kanaatimce, önemli terör suçlarında başsavcılığın merkezi bir şekilde araştırmaları yürütmesi çok önemli­dir. Terör alanında etkili bir ceza koğuşturması yapılması ancak bu şekilde mümkün olabilmektedir. Suça ilişkin araştırmalar tek elden koordineli bir şekilde yönetilmek­tedir. Merkezi ceza koğuşturması sırasında toplanan de­ğerli bilgiler diğer olaylarda tekrar kullanılabilmektedir. Terör suçlarında yöresel çevre dışına çıkan ilişkiler var­dır. Bu suçların işlenmesinde yeknesak bir metod söz konusu olur. Merkezi bir Başsavcılık makamı ile yargılama yetkisinin belli mahkemelerde yoğunlaştırılması bu ilişki­leri ve yeknesak metodu algılama açısından elverişlidir. Bunun dışında terör eylemlerinin uluslararası yönü de göz önünde tutulduğunda koğuşturma yetkisinin bir or­ganda toplanması çok olumlu sonuçlar vermiştir.”26

Bizde ise “Türkiye Cumhuriyeti Başsavcılığı” kurul­ması bir türlü gerçekleştirilememektedir.

Her ulusun lâyık olduğu rejimle yönetilmesi, siyaset biliminin değiştirilmesi zor kurallarından biri galiba.. Seç­tiklerimizle, alkışladıklarımızla, açıkladığım tüm hususla­ra verdiğimiz destekle, terörden şikayete hakkımız var mı acaba? Kendi düşen ağlamamalı...

  


KAYNAKÇA

  

 1-   Prof. Dr. Yılmaz Altuğ, İÜHFM, 1986-1987, s.47. 

 2-   Prof. Dr. Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, s.188.

 3-   IÜHFM, 1982, s.797.

 4-   Feyiz Erdoğan, Uluslararası Terörizm ve Terörizm­le ilgili Alman Ceza Hukuku, Askeri Adalet   

       Dergisi, Ocak, 1994, s.41.

 5-   İ.Ü. Hukuk Fakültesi Mecmuası, Hirş’e Armağan Özel Sayısı, Temel Hakların Kaybı ve Parti   

       Kapatma.

 6-   Nuray Mert, Vahşi Kapitalizm Terörü, 27.11.2003 tarihli Radikal Gazetesi.

 7-   I. Herald Tribune, 21.11.20903.

 8-   Osman Ulagay, Sorun Karmaşık, Liderler Çapsız, 24.11.2003 tarihli Milliyet Gazetesi.

 9-   Erdal Şafak, İstanbul Neden Vuruldu. 18.11.2003 tarihli Sabah Gazetesi.

 10- Osman Ulagay, Sorun Karmaşık, Liderler Çapsız, 24.11.2003 tarihli Milliyet Gazetesi.

 11- Özgen Acar, Bombaların Gerçek Hedefi, 18.11.2003 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.  

 12- 11.11.2003 tarihli Radikal Gazetesi. 

 13- Ergun Poyraz, Hilafet Ordusundan Arap Kürt Parti­si’ne, s.41 ve devamı.

14- Erdal Atabek, Teröristin Sosyal Portresi, 24.11.2003 tarihli Cumhuriyet gazetesi.

 15- Ümit Zileli, Dinci Terörle Mücadele, 27.11.2003 ta­rihli Cumhuriyet Gazetesi.

 16- Y.Gökalp Yıldız, Neden Türkiye Terörün Hedefin­de, 26.11.2003 tarihli Akşam Gazetesi.

 17- Mine G.Kırıkkanat, Uyanın Ey Gafiller, 21.11.2003 tarihli Radikal Gazetesi.

 18- Mine G.Kırıkkanat, Dinsiz Terör, Adsız Terör, 22.11.2003 tarihli Radikal Gazetesi.

 19- Ergin Yıldızoğlu, 4.6.2001 tarihli Cumhuriyet Gaze­tesi.

 20- Sabahattin Önkibar, Telekulak’ın Perde Arkası, 9.6.1999 tarihli Türkiye Gazetesi.

 21- Hukuka Aykırı Deliller, İstanbul Barosu Yayını, s.138.

 22- Prof.Dr. Feridun Yenisey, Hazırlık Soruşturması ve Polis, s.53.

 23- R.Morgan, Pre-Trial Detention in England and Wa­lese 

 24- 21.11.2003 tarihli Hürriyet Gazetesi. 

 25- Sabih Kanadoğlu, 6. Uyum Paketinde Devletin Bö­lünmezliği, Müdafa-i Hukuk Dergisi, Haziran, 

       2003.

 26- Hukuk Devletinde Terör ve Örgütlü Suçla Mücade­le, Umut Vakfı Yayım., s.68.

 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/aralik03_03.htm


  ..