18 Şubat 2020 Salı

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 3

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE  BÖLÜM 3





C. Araplarla Dlgili Saptamaların Işığında, Irak’ın Geleceği ile İlgili Öngörüler Ve Türkiye’yi Bekleyen Olası Tehlikeler, 

   Irak’ın üniter yapısının korunması, Sünnî ve Siî Arapların işbirliği yapmalarını 
gerektirmektedir. Saddam Hüseyin döneminde, her iki unsuru birbirine yaklaştırmaya dönük ciddî adımlar atılmıştı. Eğer bir Sünnî–Siî ayrılığı yaşanmazsa, ülkenin kuzeyinde bir Kürdistan Devleti’nin kurulmasına, kurulsa da yasamasına olanak yoktur. Nihaî hedefi, adı geçen devletin kurulmasını sağlamak olan ABD de bu gerçeği bildiği için, Sünnî–Siî çatışmasını elinden geldiğince kışkırtmaya çalışmaktadır. Irak içinde ve dışında İslâm tapınaklarına yönelik olarak son zamanlarda sayısı artan saldırıların bu amaçla gerçekleş tirilmiş olmaları olasılığı çok yüksektir. Her iki taraf da su ana dek kışkırtmalara kapılmamışlardır. Bundan sonra da provokasyonlara karsı uyanık olmayı sürdürürlerse, ABD’nin Kürdistan hesabı zorlasır. Bu bağlamda Türkiye 
de, Irak’ta ortaya çıkabilecek bir Sünnî–Siî çatışmasının kendisine büyük zarar 
vereceği gerçeğinden hareketle, bu tür bir olasılığı engellemek için elinden geleni yapmalıdır. 

Ancak asıl güçlük, Sünnî ve Siî Arapların, kurulacak yeni devletin yapısı 
üzerinde anlaşmaya varmaları noktasında karsımıza çıkmaktadır. Sünnî Araplar, yeni devletin eskisi gibi kendi egemenlikleri altında olamayacağını görmelidirler. Siî Araplar ise, Siî eksenli bir İslâm devletinin, Irak’ın üniter yapısını koruması açısından hiç uygun bir seçenek olmadığını anlamalıdırlar. Su an için her iki tarafın da, fakat özellikle Siîlerin, üniter bir Irak’ın varlığını sürdürmesi konusunda, kendilerine düşen özveriyi sergilemekte istekli olduklarını saptayamıyoruz. Bu anlaşmazlık, Türkiye için çok ciddî tehlikeler yaratabilecek bir nitelik taşımaktadır. Çünkü eğer Irak’ın bütününü kapsayan bir yönetim kurulamazsa, o zaman, ABD’nin isteği ve beklentisi doğrultusunda, Siî Arap, Sünnî Arap ve Kürt bölgelerinde üç ayrı “yönetim” kurulacaktır. 

Yukarıda belirtildiği gibi, İran–Irak Savası, İranlı ve Iraklı Siîler arasındaki 
bağın hiç de sanıldığı gibi güçlü olmadığını ortaya koymustur. ABD de bu gerçeğin ayrımındadır. Dolayısıyla ABD’nin, Dran’ın etkisine gireceği endisesiyle Irak’ın güneyinde bir Siî Arap devletinin kurulmasından çekindiği ve bundan kaçınacağı yolundaki tahmin ve yorumlar gerçekçi değildir. Hem ABD’nin, hem de onun bölgedeki en değerli müttefiki olan Dsrail’in Orta Doğu’ya yönelik çıkarları Irak’ın bölünmesini gerektirmektedir. 

Türkiye, Siî ve Sünnî Arapları, ortak bir devletin çatısı altında birlikte 
yasayabilmeleri için yapmaları gereken özveriler konusunda uyarmaya çalısmalıdır. 

Ama Türkiye’nin bu konuda yapabileceği etkinin çok sınırlı olacağını da kabul etmek gerekir. ABD’yle çok güçlü bağları olan Türkiye’nin yapacağı tavsiyelerin, ABD karşıtlığının en ileri düzeyde yaşandığı Irak’ta ciddîye alınacağını ve önemseneceğini sanmak hayal olur. 

Sonuçta, bugünkü Irak gerçeğine salt Araplarla bağlantılı bir açıdan baktığımız  da, Irak’ı parçalanmaya götürecek iç ve dış dinamiklerin çok güçlü olduğunu, bunu engelleyebilecek dinamiklerin ise yeterince güçlü olmadığını görüyoruz. 

Bu durumda Türkiye kendisini en kötü olasılığa hazırlamalıdır. Çünkü 
görüldüğü kadarıyla en kötü olasılık, gerçekleşme sansı en yüksek olan olasılıktır. 

III. Kürtler,

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Musul Vilayeti olarak bilinen; bugünse 
Kuzey Irak denilen bölgenin kuzey ve doğusundaki dağlık kesimlerde yoğun olarak yasayan Kürtler, Irak nüfusunun yaklaşık 1/5’ini oluşturmaktadırlar. Bölgedeki varlıkları oldukça eskilere dayanan Kürtlerin kökenleri tartışmalıdır. Onların, Turanî, İranî ya da Samî kökünden geldiklerine iliskin savlar vardır. Farsça’nın uzak lehçeleri olduğu söylenen çeşitli dilleri konuşurlar. Tüm Kürtlerin birbirleriyle iletisim kurmalarına olanak veren ortak bir dil yoktur. En yoğun kullanılan diyalekt Kirmançi ağzıdır.26 

A. “Kürt Sorunu” 

İçinde yasadıkları sert doğa koşulları Kürtleri, asiret denilen küçük ve kapalı 
toplumsal birimler hâlinde örgütlenmeye zorlamıştır. Aşireti olusturan bireyler güçlü bağlarla birbirlerine bağlanmışlardır. Mensubiyet algılaması bakımından bireysel ve toplumsal düzeyde belirleyici olan asiret kimliğidir. Bu toplumsal yapılanma, Kürtlerin, Orta Doğu’nun üç ana kültürel–etnik grubunu oluşturan Türkler, Araplar ve İranlılarla ortak bir kimlik algılaması içinde bütünleşmelerini önlediği gibi, kendi aralarında ortak bir ulusal kimlik gelistirmelerini de engellemiştir. Böylece Kürtler, aşiret yapılarını tehdit eden her türlü siyasal kurumlaşmaya ve merkezî otoriteye direnen bölgesel ve kalıcı bir istikrarsızlık unsuru haline gelmişlerdir. “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan bu durum, 
bölge için ciddî bir tehdit kaynağıdır. Çünkü hem bölgesel iliskilerin sağlıklı gelişimini engellemektedir, hem de bölge dısı büyük güçler açısından sürekli bir müdahale gerekçesi yaratmaktadır. Nitekim, üzerinde yasadığımız coğrafyanın son 100 yıllık tarihi incelendiğinde “Kürt Sorunu” ile bağlantılı müdahalelerin hemen hiç eksik olmadığı görülür. 

Batı’da, Kürtlerin Orta Doğu’nun bölgesel güçlerine, özellikle de Türklere karsı 
bir silâh olarak kullanılması kararı, Birinci Dünya Savasından hemen sonra verilmiştir. 
Bilindiği gibi daha önce bu amaçla kullanılanlar Ermenilerdi. Ama savastan sonra, tehcir nedeniyle Doğu Anadolu’da Ermeni kalmadığı, Kafkasya’daki Ermenistan Devleti de Sovyet etkinlik alanına girdiği için Ermenileri bir araç olarak kullanma sansını yitiren Batılı emperyalist güçler, onların yerini alacak en uygun aracın Kürtler olduğunu değerlendirerek, politikalarını buna göre yeniden belirlemişlerdir. Bu politikanın sonucu olarak, Birinci Dünya Savasından sonra sürekli kışkırtılan Kürtler Türkiye, İran ve Irak’ta bu ülkelerin yönetimlerine karsı birçok kez ayaklanmışlardır. 

B. Irak Devleti Ve Kürtler,

1919-1924 yılları arasında İngiliz yönetiminin en büyük sıkıntı kaynağı olan 
Berzenci Asireti’nin sefi Seyh Mahmut Berzenci’nin tasfiye edilmesinden sonra, 27 1920’lerin sonunda Irak’ta, Barzan Asireti ön plana çıkmaya basladı. O dönemde asiretin basında Molla Mustafa Barzani bulunuyordu. O da, tıpkı Seyh Mahmut gibi, merkezî yönetimle uzlasmaya yatkın değildi. İngilizler Irak adını verdikleri yapay devleti kurarlarken, kuzeybatıda Kürt çoğunluğunun yasadığı bölgede Irak’tan bağımsız bir siyasal yapı olusturmayı ciddî olarak düsündüler. İngilizlerin hesabına göre, bu bağımsız siyasal yapı ileride Sevr Antlasması ile Güney Doğu Anadolu’da kurulması öngörülen özerk Kürdistan ile birleserek bağımsız Kürdistan Devletini oluşturacaktı. Ama bu hesaplarından çesitli nedenlerle vazgeçmek zorunda kaldılar. 

Birincisi, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa liderliğinde örgütlenen ve Sevr 
Antlaşmasını bütünüyle reddeden Türk Ulusal Kurtuluş Hareketinin, böyle bir Kürt oluşumuna kesinlikle izin vermeyeceği ortaya çıktı. 

İkincisi, bu oluşum, Türkler kadar İranlıların ve Arapların da tepkisini çekecekti; İngiltere tüm bölgesel güçleri karsısına alarak bölgedeki varlığını sürdüremezdi. 

Üçüncüsü, Irak sınırları içindeki Kürtleri Bağdat’taki merkezi Sünnî Arap yönetimini denetim altında tutmalarını sağlayacak bir baskı aracı olarak kullanabileceklerini gördüler. 

Dördüncüsü, Kürt bölgesinin Irak’tan ayrılması, ülkedeki Siî–Sünnî dengesini bütünüyle bozacak ve kendi kurdukları Sünnî Arap devletinin ayakta kalmasını olanaksızlaştıracak tı. Mevcut durumda bile, Irak nüfusunun %60’ını oluşturan Siîlerin nüfus içindeki ağırlıkları, Kürtler Irak’tan ayrılırsa %70’i geçecekti. Besincisi, onların sosyo–kültürel, sosyo–ekonomik yapılarını daha yakından inceledikleri zaman gördüler ve anladılar ki, Kürtlerin bağımsız bir devlet 
kurmaları ya da onlar adına kurulacak bir devleti sürekli dış yardım ve destek olmadan ayakta tutmaları olanaklı değildir. Sonuçta, tüm olasılıkları dikkate alan İngilizler, Kürdistan yaratma hesabını en azından o an için bir yana bırakmanın uygun olacağını değerlendirdi. 

1932 yılında Irak’taki İngiliz mandat yönetimi kağıt üzerinde son buldu. Aynı 
yıl, Molla Mustafa Barzani’nin basını çektiği Kürt ayaklanması, Irak ordusu tarafından İngilizlerin de yardımıyla bastırıldı. Barzani evinde göz hapsine alındı. 

İkinci Dünya Savası sırasında ülkede İngiliz karsıtlığının artması ve Basbakan 
Rasid Ali’nin Almanya ile bağlantı kurması üzerine İngiliz güçleri Mayıs 1941’de Irak’ı ikinci kez isgal ettiler. Aynı yıl, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırınca İngiliz ve Sovyet güçleri güvenlik gerekçesiyle İran’ı da isgal ettiler. Bağdat ve Tahran’daki merkezî yönetimlerin etkilerini yitirmesinden yararlanan Kürtler, hem Irak’ta, hem de İran’da ayaklandılar. İran’daki Kürtler Mehabad Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurduklarını ilân ettiler. Bu olusumun arkasında Moskova yönetiminin bulunduğu anlaşıldı. İran Kürtleri ile iş birliği yapan Molla Mustafa Barzani, İran Kürdistan Demokratik Partisini kendisine örnek alarak, 1946’da Irak Kürdistan Demokratik Partisini (KDP) kurdu. İşgalin sona 
ermesinin ve Tahran’ın siyasî otoritesini yeniden sağlanmasının ardından, 1947’de düzenlenen bir askerî operasyonla Mehabad Cumhuriyetinin varlığına son verildi. İran’da bulunan Molla Mustafa Barzani, Sovyetler Birliğine kaçarak bu ülkeden sığınma hakkı istedi. 

14 Kasım 1958’de General Abdülkerim Kasım liderliğindeki bir askerî 
darbeyle, Irak’ta monarsi yönetimi yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. General Kasım’ın Moskova yönetimi ile yakın iliskiler kurması, Sovyetler Birliğinde sürgün hayatı yasamakta olan Mustafa Barzani’ye Irak’a geri dönme olanağını verdi. Barzani, geri döndükten kısa bir süre sonra, 1961’de yeni bir ayaklanma baslattı. İçte, siyasal çalkantılarla ve birbirini izleyen askerî darbelerle sarsılan Irak yönetimi, İran ve ABD’nin desteğini arkasına alan Barzani’nin ayaklanmasını bastırmayı başaramadı. 1968’de Baas Partisi’nin yönetime el koymasıyla ülkede siyasî istikrar sağlandı. Baas yönetimi, Kürtlere özerklik vererek, Barzani’yi devletle barıstırma yönünde bazı adımlar attı. Bu çerçevede, Erbil, Dohuk ve Süleymaniye illerini kapsayan ve zaten peşmergelerin denetiminde bulunan topraklar üzerinde Kürt Özerk Bölgesi kuruldu. 

Ama Barzani’nin çok fazla istekte bulunması; özellikle de Kerkük petrolleri üzerinde hak iddia etmesi, Baas yönetiminin uzlasma girisimlerini etkisiz bıraktı. Irak’ın petrollerini millîleştirmesi ve 1972 yılında Sovyetler Birliği ile bir Dostluk ve İş Birliği Antlaşması imzalaması, İran ve ABD’nin Barzani’ye verdikleri desteği artırmaları sonucunu doğurdu. Ayaklanmayı bastıramayacağını anlayan Baas yönetimi İran’la anlasmak zorunda kaldı. İki ülke arasında 1975’de Cezayir’de yapılan antlasmayla Irak, İran’ın Şattülarap su yolu ile ilgili tüm isteklerini kabul ediyor; karsılığında İran da Barzani’ye verdiği desteği çekiyordu. Bundan sonra Irak Ordusu, dış desteğini yitiren Kürt ayaklanmasını sert bir biçimde bastırdı. Önce İran’a oradan da ABD’ye kaçıp sığınan Molla Mustafa Barzani 1979 yılında bu ülkede öldü. 

Bu süreçte KDP içinde de ayrısma yasandı. Partiden kopan bir grup 1969’da 
ayrı bir örgütlenmeye gitti. 1975’de Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) adını alan yeni partinin basına 1976’da Celal Talabani getirildi. KDP’nin Molla Mustafa Barzani’nin ölümüyle bosalan liderliğine de oğlu Mesut Barzani geçti. 

1979’da Saddam Hüseyin’in Cumhurbaskanı ve Devrim Komuta Konseyi 
Baskanı olarak Irak’ın yönetimini ele geçirmesinden ve aynı yıl Dran’da Ayetullah Humeyni yönetimindeki İslâm Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra iki ülke arasında sekiz yıl sürecek yıkıcı bir savaş başladı. 1980–1988 yılları arasında süren sava boyunca Irak’taki Kürtler, İran’ın desteğiyle yeniden ayaklanarak ülkenin kuzeyinde denetimi ele geçirdiler. Savastan sonra İran desteğini çekince Saddam Hüseyin’in intikam operasyonu basladı. Mart 1988’de Halepçe kentinde kimyasal silâh kullanılması, beş bin sivilin ölmesine yol açtı. Ağustos 1988’de baslatılan ve Enfal adı verilen geniş çaplı cezalandırma operasyonu sırasında ise, iddialara göre, binlerce köy yerle bir edildi ve on binlerce insanın öldürüldü. 

C. Batı Dünyası’nın “Kürt Sorunu”na Sahip Çıkması ve De Facto  Kürdistan Devleti’nin Kurulması 

    1990’da bu kez Kuveyt’e saldırıp bu ülkeyi isgal ve ilhak eden Irak Ordusu, 
1991’de ABD önderliğindeki çok uluslu gücün müdahalesiyle Kuveyt’ten çıkarıldı. Yenilgiye uğrayan Bağdat yönetiminin etkisinin zayıflamasını fırsat bilen ve Batılıların kendisine yardım edeceklerini uman Barzani ve Talabani bir kez daha ayaklandılar. Ama umdukları yardım gelmeyince, bir kez daha, Saddam yönetiminin merhametiyle baş başa kaldılar. Yeni bir katliama uğramak korkusuyla, iki milyonu askın Kürt, Türkiye ve İran sınırına doğru kaçmaya basladı. Bu sırada ve bundan sonra yasanan gelismeler, Kürt sorunu açısından tarihsel bir dönüm noktası olusturmaktadır. Daha önceki olaylar — Halepçe Katliamı, Enfal operasyonu— dünya kamuoyunu fazlaca 
mesgul etmemisti. Ama 1991 Nisan ayından baslayarak Kürt sorunu, bölge dısı büyük güçlerin Kürtleri kullanarak bölgeye doğrudan müdahale etmelerine olanak sağlayacak bir biçimde nitelik değistirdi. Ve ne yazık ki, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına bütünüyle ters düsen bu nitelik değisiminde, Türkiye’nin yaptığı hatalar belirleyici oldu. 

BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’la yapılacak ateskes antlasmasına temel 
olusturmak üzere aldığı 3 Nisan 1991 tarih ve 687 sayılı kararı güneyde ve kuzeyde ayaklanan Siîlerin ve Kürtlerin korunmasına iliskin bir düzenleme içermiyordu. Ancak Cumhurbaskanı Turgut Özal, 5 Nisan 1991 günü Amerikan Baskanı George Bush nezdinde yoğun girisimlerde bulunarak, BM Güvenlik Konseyi’nin aynı gün 688 sayılı kararı almasını sağladı. Özal’ın bu girisiminin nedeni, Türkiye’nin, “insani gerekçelerle” sınırı açması üzerine 250 bini askın sığınmacının Türkiye’ye girmesiydi. 688 sayılı karar, Irak topraklarının Kürtlerin yasadığı bölümünde, —36. paralelin kuzeyi— bir güvenli bölge (safe haven) olusturulmasını; buradaki insanlara kurtarma, yardım ve evlerine dönüş olanağı sağlanmasını öngörüyordu. Türk ve Batılı diplomatlarca hazırlanan ve Fransa tarafından Güvenlik Konseyi’ne iletilen taslak, Küba, Yemen ve Zimbabwe’nin olumsuz; Çin ve Hindistan’ın çekimser oylarına karsın 10 oyla kabul edildi. Hemen ardından karar uyarınca “Huzur Operasyonu” denilen kurtarma ve 
yardım çalısmaları baslatıldı. 

Irak’a yönelik askerî operasyonda kendisini destekleyen Türkiye ve Suriye’nin 
tepkisini çekmek istemeyen Baskan Bush, Saddam yönetiminin ayaklanan Siî ve Kürt gruplarına karsı siddet kullanması karsısında, Irak’ın iç islerine karısmak niyetinde olmadıklarını açıklayarak ilk anda hareketsiz kalmıstı. Hatta, Dngiltere Basbakanı John Major’un Kuzey Irak’ta bir güvenli bölge olusturulması önerisini geri çevirmisti. Fakat, Turgut Özal’ın girisimiyle çıkarılan 688 sayılı karardan aldığı güçle, 16 Nisan 1991’de, 

Amerikan, Dngiliz ve Fransız askerlerinin, Kürtlere yardım etmek üzere, Türkiye 
sınırına yakın bir bölgede konuslandırılacaklarını açıkladı.28 Dlk anda üç ülkenin 16 bin askeri bölgeye konuslandı. Daha sonra, ülke sayısı 11’e, asker sayısı 20 bine çıktı. 
Artık Irak’ın iç islerine uluslar arası bir müdahale söz konusuydu ve buna dayanak olusturan hukuksal düzenleme Türkiye’nin eseriydi. Ancak, Türkiye’nin hataları bununla bitmedi. 

Koalisyon üyeleri Temmuz 1991’de Irak’taki güçlerini geri çektiler. Bunun 
yerine Türkiye’ye daha küçük bir acil müdahale gücü konuslandırmaya karar verdiler. Silopi’ye yerlesen bu gücün kara unsurları bir süre sonra geri çekildi ve hava unsurları da İncirlik’e kaydırıldı. 30 Eylül 1991’den baslayarak beş yıl boyunca görev süresi TBMM tarafından her üç ayda bir uzatılan bu güce “Çekiç Güç” (Poised Hammer) adı verildi. 1997’den itibaren gücün adı “Kesif Gücü” (Operation Northern Watch) olarak değistirildi; görev süresi de altı ayda bir uzatılmaya baslandı. ABD, Dngiltere, Fransa ve Türkiye’ye ait Awacs, A-10, F-4, F-16, F-111, F-15E, F-16CJ, Mirage ve Jaguar tipi uçaklar değisik zamanlarda burada görev aldılar. Fransa, 1998’de, ABD’nin Irak’a yönelik “Çöl Tilkisi” operasyonuna tepki olarak güçten çekildi. Bundan sonra Kesif Gücü, Amerikan, İngiliz ve Türk uçaklarının katılımıyla, ABD’nin Irak’a müdahale ettiği 2003 yılına değin faaliyetlerini sürdürdü. Aslında gücü olusturan hava unsurlarının %80’in den fazlası her zaman ABD’ye aitti. Türkiye’nin güce katılımı genelde sembolik 
düzeydeydi ve kendi toprakları kullanılarak yapılan bir operasyonun dısında 
olmadığını göstererek kamuoyundaki rahatsızlığı gidermek amacını güdüyordu. Güce bağlı Amerikan ve İngiliz uçakları sık sık Irak radarlarına kilitleniyor ve bunları imha ediyorlardı. 

Çekiç Güç / Keşif Gücü gibi isimlerle yürütülen operasyon, Bağdat’ın otoritesini 
Kuzey Irak’tan dıslama amacını güdüyordu. Bunun sonucunda, bölgedeki otorite 
bosluğu yerel Kürt gruplarca doldurulacaktı. Böylece, gelecekte kurulması öngörülen Kürdistan Devleti’nin olusumuna zemin hazırlanacaktı. Kuzey Irak’ta, “güvenli bölge”nin olusturulmasından hemen sonra, ABD ve Dngiltere’nin girisimiyle, Irak’taki tüm rejim muhaliflerini bir araya getiren Irak Ulusal Kongresi örgütlendi. Kongrenin, Aralık 1991’de Sam’da yaptığı ilk toplantının ardından da Kuzey Irak’ta seçim kampanyası baslatıldı. Kampanya boyunca, Kürt liderler, sürekli olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana oldukları mesajını verdiler. Elbette bu bir yalandı. 17 Mayıs 1992’de Kuzey Irak’ta parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere aralarında KDP ve KYB’nin de bulunduğu yedi parti katıldı. %7’lik ülke barajının uygulandığı seçimlerde 105 milletvekili belirlendi. KDP ile KYB’nin ayrı ayrı %40’ın üzerinde oy aldıkları, diğer partilerin 29  ise ülke barajını asamadıkları açıklandı. Buna karsılık, Batı’nın baskısıyla Hristiyan Süryani Partisine, 105 üyeli mecliste beş sandalye ayrıldı. Gerikalan sandalyeler, KDP ile KYB arasında esit olarak —50–50— paylastırıldı.30   Parlamentonun açılmasından sonra da, KDP ve KYB’nin altısar bakanla temsil edildikleri bir hükümet olusturuldu. Böylece “Kürdistan Devleti” fiilen kurulmu oldu. 

Bu gelişmeler karsısında, Türk hükümetinin girisimiyle Ankara’da bir araya 
gelen Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin temsilcileri, Kuzey Irak’ta kurulan 
hükümeti tanımadıklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına izin 
vermeyeceklerini belirten ortak bir açıklama yaptılar. Ama her üç devletin de bu 
konudaki samimiyetlerinden kusku duyulmasını gerektiren nedenler vardı. Bir kere İran ve Suriye, Kürtleri, komsularının iç istikrarını bozmak amacıyla bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamıslardı. Her iki ülke, PKK’nın kendi topraklarında üslenip, askerî eğitim kampları kurmasına göz yummus, örgüt ele baslarına da barınma olanağı sağlamıstı. Hatta, Ankara’daki üçlü toplantı sırasında bile, PKK’ya verdikleri desteği fiilen sürdürüyorlardı. Kaldı ki, Irak’ın güneyinde, eninde sonunda kendi denetimine gireceğini umduğu bir Siî devletinin kurulması olasılığına hiç de soğuk bakmayan Dran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü gerçekten isteyip istemediği çok tartısmalıydı. Öte yandan, Kuzey Irak’taki otorite bosluğuna yol açan sürecin baslamasında etkin biçimde rol alan; simdi de topraklarında konuslanmasına izin verdiği “Çekiç Güç” aracılığıyla bu sürecin devamına hizmet eden Türkiye, ortaya çıkan otorite bosluğunun doğal sonucu olan de facto Kürt Devletinin varlığından yakınmakta haklı sayılabilir miydi? Nitekim, Ankara’daki ortak açıklama ancak suya yazılan yazı kadar etki yaptı. 

Ankara’nın kendi ulusal çıkarlarıyla bağdasmayan gelismeler karsısında 
göstermelik tepkilerin ötesinde ciddî bir tavır sergilememesi, hatta sürece katkıda bulunmayı sürdürmesi, ABD ve Batılıları daha da cesaretlendirdi. “Huzur 
Operasyonu”nun baslangıcında, Türkiye’den çekindiği için Kürtlerle doğrudan ilişki kurmaktan kaçınan ve Kürtlerin bu yöndeki girisimlerini de sürekli olarak geri çeviren Washington yönetiminin tutumunda 1992’den baslayarak köklü bir değisiklik olduğunu görüyoruz. Bu değisiklikte, Ermeni ve Rum lobilerinin ABD’de Kürtler adına sürdürdükleri propaganda faaliyetleri etkili olmustur. Fakat Amerikan yönetiminin Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap almak konusundaki çekingenliğini asmasını sağlayan asıl etken, aynı seyi Türkiye Cumhurbaskanı Turgut Özal’ın yapmış olmasıdır. Özal, 1991 yılının Haziran ayında KYB lideri Celal Talabani ile görüsmüstür. Kendi Cumhurbaskanı bile Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap aldıktan sonra Türkiye’nin aynı seyi Amerikan yönetiminin yapmasına karsı çıkması elbette söz konusu olamazdı. 

Kuzey Irak seçimlerinden bir ay sonra, Haziran 1992’de, Irak Ulusal Kongresi 
Viyana’da ikinci toplantısını yaptı ve aralarında Barzani ile Talabani’nin de bulunduğu sekiz kisilik bir heyeti Amerikan yönetimiyle görüsmelerde bulunmak üzere Washington’a gönderme kararı aldı. Heyet, 29 Temmuz 1992’de ABD Dı 
işleri Bakanı James Baker tarafından kabul edildi. Dzleyen yıllarda, Amerikan yönetimiyle Kürt liderler arasındaki görüsmeler sık sık yinelendi. Üstelik bu süreçte Barzani, Talabani ve diğer Kürt temsilcileri ABD’ye Türkiye Cumhuriyetinin verdiği kırmızı pasaportlarla giriş yaptılar. 

Kuzey Irak’ta Türkiye’nin desteğiyle kurulan de facto Kürdistan Devleti, yine 
Türkiye’nin yardım ve desteğiyle kurumsallasma olanağı buldu. 10 yılı askın süreyle Türkiye toprakları, “insanî yardım” adı altında Kuzey Irak’a ulastırılan ve nitelikleri çok tartısmalı olan yardım malzemelerinin geçirildiği ana güzergah olarak kullanıldı. BM Güvenlik Konseyinin 1995’de aldığı 986 sayılı karar çerçevesinde Irak’ın petrol satısından elde ettiği gelirden Kuzey Irak’taki Kürt gruplara ayrılması sart kosulan %15’lik bölüm ve Amerikan Kongresi’nin 1998’de kabul ettiği “Irak’ı Özgürlestirme Yasası” çerçevesinde ABD’nin Iraklı muhaliflere yaptığı 97 milyon dolarlık maddî yardım, Türkiye toprakları kullanılarak Kuzey Irak’taki Kürt gruplarına ulastırıldı. Ayrıca bu gruplar, Türkiye ile yaptıkları sınır ticaretinden de önemli miktarda gelir elde ediyorlardı. “Çekiç Güç/Kesif Gücü” bünyesinde faaliyet gösteren Amerikan–İngiliz uçaklarının bu Kürt gruplarına, görev tanımlarıyla bağdasmayacak biçimde bazı yardımlarda bulunduklarına iliskin spekülasyonlar da hiç eksik olmadı.31 

Diğer yandan, Kuzey Irak’ta yaratılan ortam, burada üslenen PKK’nın 
Türkiye’ye yönelik eylemlerini daha kolay örgütlemesine olanak sağladı. Türkiye, 1984’te Irak ile yaptığı anlasmaya dayanarak, Kuzey Irak’a birkaç kez askerî operasyon düzenledi. Ama bir yandan PKK’nın üslenip örgütlenmesi için uygun ortamın hazırlanmasına katkıda bulunulurken, diğer yandan PKK’ya yönelik operasyonlar düzenlemenin inandırıcılığını elbette tarih sorgulayacaktır. 

Türkiye’nin tüm “hata”larına karsın, Kürtlerdeki toplumsal örgütlenmenin 
yapısını ve niteliğini iyi bilenler, bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması, kurulsa da kendi gücüyle ayakta kalması olasılığının son derece zayıf olduğunun ayrımındadırlar. Kürtlerin, kendi aralarında birlik ve bütünlük olusturmaları olanaksızdır. Asiret temeline dayanan toplumsal iliskiler, her zaman kaypak ve güvenilmezdir. Bu iliskiler üzerine siyasî bir kurumlasma yapılandırılamaz. Tarihin hiçbir döneminde, baska hiçbir etnik gruba, kendi siyasî yapılarını olusturabilmeleri için son 15 yılda Kürtlere verilen destek çapında bir destek verilmemistir. Buna karsın Kürtler, aralarındaki anlasmazlıkları asarak kendi ayakları üzerinde durmayı basaramamıslardır. 1992’deki parlamento 
seçimlerinin üzerinden iki yıl bile geçmeden, KDP ile KYB yanlıları arasında çatısma çıkmıstır. 

1994 Haziran’ında, Türkiye devreye girerek, tarafları Silopi’de bir araya getirdi 
ve —her nedense— uzlaşmalarını sağlamaya çalıstı. Ancak Silopi görüşmelerinden sonuç alınamadı. Ağustos ayında, İran’ın desteklediği Talabani’ye bağlı pesmergeler, KDP’nin yönetim merkezinin bulunduğu Erbil’i ele geçirdiler. Bundan sonra çatısmalar daha da siddetlendi. Bu kosullarda parlamento ve hükümet faaliyetleri elbette sona erdi. ABD’nin devreye girmesiyle yeni bir görüsme trafiği baslatıldı. 1995 Temmuzu’nda Lizbon’da, aynı yılın Eylülünde Dublin’de bir araya gelen taraflar anlasmaya varamadılar. Ekim ayında bu kez Dran’ın girisimiyle Tahran’da masaya oturan KDP ve KYB yine anlasamadı.32 

1996 Temmuz ayında hiç beklenmedik bir olay yasandı. Irak Cumhuriyet 
Muhafızları, düzenledikleri bir operasyonla Erbil’deki KYB denetimine son verdiler. 
Bölgede kuş uçurtmayan Çekiç Güç’e bağlı uçakların Cumhuriyet Muhafızlarının 
Erbil’e kadar gelip, KYB’yi kentten çıkardıktan sonra geri dönmelerine göz yummaları yeni soru isaretleri yarattı. Erbil’de yeniden denetim sağlayan KDP pesmergeleri, kısa bir süre sonra KYB’nin yönetim merkezi olan Süleymaniye’yi de ele geçirdiler. KYB yanlısı Kürtler kitle halinde Dran sınırına doğru kaçmaya baslayınca, ABD bir kez daha devreye girdi ve 23 Ekim 1996’da taraflar arasında ateskes antlasması imzalanmasını sağladı. Antlasma ile olayların baslangıcındaki duruma geri dönüldü. Böylece iki yıldan uzun süren ve binlerce insanın ölümüne yol açan çatısmalar son buldu. 

Bu arada dünya bir baska olaya daha tanık oldu. Kuzey Irak’taki karsıt Kürt 
grupları arasındaki çatısmanın yarattığı kargasa sırasında, çok sayıda özel eğitilmi Kürtün ABD adına bölgede casusluk yaptıkları anlasıldı. Amerikalılar, desifre olan bu insanları, Türkiye üzerinden Pasifik Okyanusu’ndaki Guam Adası’na götürdüler. Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin kurulması sürecinde kendilerinden yararlanıldığı anlasılan bu insanların daha sonra ABD tarafından hangi amaçlarla kullanıldıkları bilinmiyor. Ama, izleyen yıllardaki çesitli Amerikan operasyonlarında ve 2003 yılında Irak’ın isgal edilmesi sırasında bu casus Kürtlerin kullanıldığını tahmin etmek güç olmasa gerek. 

Aralarındaki çatısmaya son veren Kürt gruplar, yine Türkiye’nin ön ayak olmasıyla, 1996 yılı Aralık ayında Ankara’da barış masasına oturdularsa da sonuç alamadılar. 
Bunun üzerine, yine ABD devreye girdi ve Barzani ile Talabani’yi 1998 
Eylülü’nde Washington’da bir araya getirdi. Fakat antlasma sağlanamadı. 2003 Mart ayında ABD müdahalesi gerçeklestiğinde, Kuzey Irak’ta iki siyasal ve yönetsel birim bulunuyordu. Erbil, KDP’nin; Süleymaniye ise, KYB’nin yönetim merkeziydi. Bu iki yapı bugün de varlıklarını korumaktadır.33 


4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder