ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2017 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2


  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2



1950-1960 Yılları





Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş, Avrupa ’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. 

dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf ve yalnızdır. Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin 
1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşmasını fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars ve Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu sorun o sıralarda ve ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış politikasının ana sorununu teşkil etmiştir.

1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli ve çok aktif olmakla beraber geleneksel dengeli ve basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmış tır. Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı güvenliğinin sağlanması Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme 
hatalarına düşülmüştür.

9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de 
muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz ve Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı görüyor ve bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi.

Türkiye NATO’ya katıldıktan ve İngiltere’nin itirazları aşılarak NATO Komutanlıklarına doğrudan bağlandıktan sonra dahi Orta Doğu’da ayrı bir savunma sistemi kurmak çabaları devam etti. Başlangıçta böyle bir sisteme Arap ülkelerinin, özellikle Irak, Suriye, Mısır ve Ürdün’ün de dahil edilmesi öngörülüyordu. 

Fakat Irak hariç diğer ülkelerin hiçbiri böyle bir tertipte yer almak niyetinde değildi. Mısır 1952 Devriminden önce bile projeye karşı olduğunu bildirmişti. Devrimden sonra Mısır’ın tutumunun daha ılımlı olmasını bekleyecek kadar gerçeklere gözlerini kapatanlar olmuştu. Oysa devrimi takiben Mısır’ın başlıca önceliği İngiliz kuvvetlerinin Süveyş Kanalı bölgesinden çekilmesiydi. Bu yıllarda Türkiye ise Arap devletlerine karşı tamamen Batılı ülkeler paralelinde bir politika izlemekteydi. Birleşmiş Milletler’de Cezayir meselesi konusundaki oylamalarda sürekli Fransa’yı destekliyordu. Mısır’da devrimden önce Kahire’ye gönderilen ve eşinin Mısır’daki topraklarının yeni rejim tarafından millileştirilmesine duyduğu tepkiyi gizleyemeyen bir Büyükelçiyi görevinde tutmaktan vazgeçmiyordu. 

1953’te General Eisenhower’in Başkanlığa seçilmesinden sonra ABD Orta Doğu’nun güvenliği konusunda daha aktif bir rol oynamaya başladı. Dışişleri 
Bakanı John Foster Dulles bu maksatla Orta Doğu bölgesinde bir tura çıktı ve Mayıs’ta Ankara’da Başbakan Menderes ile görüştü. Bu görüşmede 
Menderes’in Kral’dan fazla Kral taraftarlığı göstermesi, komünizme karşı şahinliği ile ün salan Dulles’ı bile şaşırtmıştı. Örneğin Menderes Süveyş Kanalı 
bölgesinin hayati bir jeopolitik konumda olduğunu ve bu yüzden İngiliz kuvvetlerinin bu bölgeyi tahliye etmemesi gerektiğini belirtmiş. Ayrıca Fransa’nın Kuzey Afrika’daki konumunun devamının NATO savunması için son derece önemli olduğunu vurgulamış. Orta Doğu’nun savunmasına gelince, Menderes Arap devletlerinin bir ortak savunma sistemine katılmaları konusundaki umudunu artık kaybettiğini, fakat Türkiye’nin, savunma gücü takviye edildiği takdirde bu sistemin belkemiğini oluşturabileceğini ifade etmiş. Dulles ise belkemiğin etrafında et bulunması gerektiğini, Süveyş Kanalı’nın stratejik önemini kabul etmekle beraber, Mısır halkının arzusu hilâfına bu bölge de tutunmaya çalışmanın yerinde olmayacağını savunmuş. 

Yine de, Türkiye ziyaretinin sonunda Dulles Kuzey Zinciri konseptini açıklamak tan geri kalmamıştır.

Kuzey Zincirinin gerçekleştirilmesinde inisiyatifi alan, beklenebileceği gibi, Türkiye oldu. İlk adımda Türkiye ile Pakistan arasında Nisan 1954’te bir 
Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı. Şubat 1955’te ise Türkiye ile Irak Bağdat Paktı’nı imzaladı. Bu antlaşmaya imzasını koyan Başbakan Nuri Sait, 
Mısır’ın lideri Nasır’ın bütün bölgede derin destek gören Arap milliyetçiliği politikasına karşı açıktan cephe almakla büyük bir riske giriyordu. Bu hatasını 
1958’de hayatı ile ödeyecekti. İngiltere Bağdat Paktı’na Nisan 1955’te katıldı. Onu aynı yıl Eylül’de Pakistan, Başbakan Musaddık’ın devrilmesinden hemen sonra da İran takip etti. Mısır’ın ve Yahudi lobilerinin tepkilerinden çekinen ABD ise, Pakt Konseyi’nin ve diğer organlarının toplantılarına katılmakla birlikte üye olmaktan kaçındı.

Bağdat Paktı’nın ömrü uzun olmayacak, bir askeri darbe ile Irak Krallığının devrildiği ve Nuri Sait’in de katledildiği 14 Temmuz 1958’de fiilen sona 
erecekti. Fakat üç yıllık ömrü içinde Pakt yalnızca Arap devletleri ile değil, Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin ilişkilerini de olumsuz etkilemekten geri kalmayacaktı. 

Gerçekten de, Sovyetler Birliği, Pakt’ın yarattığı tepkilerden ve 1956 yılında Fransa, İngiltere ve İsrail tarafından Mısır’a karşı girişilen talihsiz 
askeri operasyondan yararlanarak bölgeye gittikçe daha fazla sızıyordu.

Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinin 1956’da tahrik ettiği krizde Türkiye’nin Orta Doğu politikasının çelişkileri iyice su yüzüne çıktı. Savaştan önce bir 
yandan direkt menfaati olmadığı halde Londra’da toplanan Süveyş Şirketi hissedarları toplantısına katılıyor, diğer yandan savaştan sonra bütün Arap ülkeleri ile savaşı kınıyor ve İsrail’deki Elçisini geri çekiyordu. İsrail ile ilişkiler bu tarihten sonra sürekli inişli çıkışlı bir seyir takip edecekti.

Bu devirde Suriye ile ilişkilerde de büyük bir gerginlik yaşanmaktaydı. Suriye 1955’te Sovyetlerden gittikçe artan miktarda silah ve askeri malzeme yardımı 
alıyor ve Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izliyordu. ABD de Suriye’ye Sovyet sızmasını ve bunun bölge ülkeleri için oluşturduğu güvenlik tehdidini 
kınıyordu. Ocak 1957’de açıklanan “Eisenhower Doktrini” ile ABD “uluslararası komünizmin dolaylı bir tecavüzü” ne karşı bölge ülkelerini korumayı taahhüt ediyordu. Suriye ise Türkiye’yi sınıra kuvvet yığmakla suçluyordu. Sovyetler Birliği Eylül 1957’de verdiği bir notada Türkiye’yi Suriye’ye saldırma niyeti beslemekle itham etmekteydi. Mısır Suriye’ye iki tabur gönderirken Suriye de ihtilâfı Birleşmiş Milletler Asamblesi’ne taşıyordu. Asamble’de tarafların sundukları iki karşıt karar önerisinin geri çekilmesi ile krizin daha fazla büyümesi önlendi ve Türkiye sınırdaki kuvvetlerinin bir kısmını geri çekti.

Bu krizlerde Türkiye’nin tutumunun ters tepki yarattığı kabul edilmelidir. Türkiye zaten NATO’nun üyesiydi ve güvenliğinin en sağlam teminatı bu ittifaktı. Amerika’yı bölge ihtilâflarına daha fazla çekmeye ve Eisenhower doktrinine aslında ihtiyaç yoktu. O tarihlerde Orta Doğu’da sergilenen lüzumsuz  gayret keşlik Türkiye’nin bölgede ihtilâf halindeki devletler arasında taraf tutmamak yolundaki geleneksel politikası ile bağdaşmamaktaydı. Bu gayret keşlik problemler yaratmaktan geri kalmayacaktı. Irak’ta Temmuz 1958 devrimini takiben Lübnan, Mısır’ın lideri Abdülnasır’ın taraftarları ve hasımları arasındaki mücadele yüzünden bir sivil savaşın eşiğine gelmiş ve Cumhurbaşkanı Chamoun’un talebi üzerine ABD bu ülkeye deniz ve kara kuvvetleri göndermek 
kararını almıştı. İncirlik üssünde toplanan Kara birliklerinin Lübnan’a sevk edilmesi Türk Hükümeti’nin önceden rızası alınmamıştı. Diğer taraftan 
Türkiye ve Pakistan Irak devriminden sonra Bağdat Paktı’nın yaşamını sürdürmesi amacıyla ABD’nin Pakt’a üye olmasında ısrar ettiler. ABD Pakt’a 
katılmayı reddetmekle beraber Pakt’ın geri kalan üyeleri ile ikili anlaşmalar imzalamayı kabul etti. Türkiye ile 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmanın dibacesi “tarafların doğrudan veya dolaylı her türlü tecavüze karşı koymak azmini” vurguluyordu. Bu ibare iç politikada gerginlik yarattı, zira muhalefet 
iktidarın gerekirse kendisini tasfiye için anlaşmaya dayanarak ABD’nin desteğini isteyebileceğinden kuşku duydu. Mart 1959 anlaşması da gerçekte tamamen 
lüzumsuzdu. Türkiye’nin güvenliğine bir katkısı olmadığı gibi birçok Arap ülkesi ile ilişkilerini olumsuz etkiledi.

Irak devriminden sonra Türkiye ile İsrail arasında da bir yakınlaşma teşebbüsü ne girişildi. İsrail Başbakanı Ben Guryon ile Dışişleri Bakanı Golda Meir gizlice Ankara’ya gelerek Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüştüler. İki taraf Karşılıklı diplomatik temsilciliklerini Büyükelçilik seviyesine yükseltmeyi ve aralarındaki siyasi işbirliğini geliştirmeyi kararlaştır dılar. Fakat bu proje gerçekleştirilemedi.

1960-1970 Yılları

1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının temel yaklaşımlarında değişiklikler başladı. Türkiye Bağdat Paktı devrindeki gayretkeşliğinden 
uzaklaştı. 27 Mayıs askeri müdahalesinin liderleri tarafından yayınlanan bir bildiride Türkiye’nin bundan böyle ulusal bağımsızlık mücadelelerini ve özellikle 
Cezayirlilerin mücadelesini destekleyeceği açıklandı. Hatta Fransa ile Cezayir arasında arabuluculuk bile bir ara gündeme geldi. Ne var ki, isabetli 
olan bu yeni politikada yol kazaları her zaman önlenemedi. Eylül 1961’de Suriye, 1958’de Mısır’la kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma 
kararını alınca, Türkiye bu kararı derhal tanıdı ve buna tepki gösteren Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesti.

Irak’ta devrimden sonra iktidarı ele geçiren General Kasım’ın kurduğu yönetim ile de ilişkilerde rahatsızlık mevcuttu. Irak’ta Kürtlere yeni haklar tanınmasının 
Türkiye’ye de olası yansımaları konusunda kaygı duyuluyordu. Nisan 1962’de başlayan Molla Mustafa Barzani ayaklanması da ayrı bir endişe 
kaynağı teşkil etti, fakat bu ayaklanma, Irak savaş uçaklarının iki kere Türk hava sahasını ihlâl etmesinin yarattığı gerginlik dışında Türkiye’yi doğrudan 
etkilemedi.

1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi Hükümeti Orta Doğu ülkelerine karşı bir açılım politikası güdeceğini programında belirtmişti. Bu 
mesaja ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı ikili ilişkilerin geliştirilmesini Irak’ın da arzuladığını belirtmekle yetinmeyerek 
Kıbrıs konusunda da Türkiye’ye destek verdiklerini ifade etti. Mısır’la bir ticaret anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Tunus’u ziyaret etti. Suudi Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi ve ziyareti çok dostane bir hava içinde geçti. Mayıs 1967’de Ankara’da yapılan bir Büyükelçiler toplantısında Orta Doğu politikası bağlamında üç ilkenin altı çizildi: Bütün Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler geliştirilecek; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışılmayacak ve taraf tutulmayacak; Arapları bölecek paktlara ve bölge anlaşmalarının dışında kalınacak.

1967 yılında Mısır’la yakınlaşma politikası çerçevesinde Dışişleri Bakanı Çağlayangil Mısır’ı ziyaret etti ve Başkan Nasır tarafından kabul edildi. Bu 
görüşmede Nasır Türkiye’nin daha önceki yıkardaki Mısır aleyhtarı politikalarından duyduğu kırgınlığı çok açık bir şekilde dile getirmekten kaçınmadı. 
Hatta bir ara Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesine karşı Mısır’da uçaklarının konuşlandırılmasına izin isteyen Yunanistan’a olumlu cevap vermeye 
meylettiğini, fakat son dakikada “Müslümanlığının” kendisini bundan vazgeçirdiğini söyledi.

1967’de Araplarla İsrail arasında yeni bir savaş tehlikesi ufukta belirmişti. Suriye ile İsrail arasındaki sınır çatışmalarına tepki olarak Mısır Başkanı Nasır, 
1956 Savaşı’ndan sonra Sina Yarımadası’na yerleştirilmiş olan Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin çekilmesini talep ediyordu. Bu tutumun İsrail’in Mısır’a 
bir saldırısını tetikleyeceğinde şüphe yoktu. Türk Hükümeti tehlikeyi açıkça gördüğünden Başbakan Demirel Nasır’a ivedi bir mesaj göndererek İsrail ile 
bir savaşın Mısır için neden olacağı çok ağır sonuçlara dikkat çekti. Fakat Nasır kararını değiştirmedi. İsrail sınırına 100,000 asker yığdı ve Tiran Boğazı’nı 
İsrail bandıralı gemilere kapattı. 5 Haziran tarihinde İsrail Mısır’a karşı önleyici bir saldırıya geçti. Mısır’ın bu sefer savaşı kazanacağını vehmiyle Ürdün 
de İsrail’e saldırdı. Savaşa Suriye de katıldı. Yalnızca 6 gün süren savaşın sonunda İsrail Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakasını ve Doğu Kudüs’ü 
ele geçirmişti. Sina Yarımadası hariç, İsrail 6 günlük savaşta işgal ettiği toprakların hepsini bugün de elinde tutmaktadır. 

Savaş Mısır için hüsranla bitince Başbakan Demirel Nasır’a yeni bir mesaj göndererek umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini ve Mısır’ın bugün uğradığı 
kayıpları telâfi edeceğine inandığını vurguladı. 22 Haziran’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun özel toplantısında da Dışişleri Bakanı Çağlayangil, 
yaptığı konuşmada, Türk Hükümeti’nin kuvvete başvurulması yoluyla toprak kazanılmasını kabul edemeyeceğini söyleyerek Birleşmiş Milletler Genel 
Kurulu’nun İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen karara Arap ülkeleri ile birlikte oy verdi. Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin 
Türkiye’nin desteğine teşekkür etmeleri Türkiye’nin artık bölgede çok daha olumlu bir şekilde algılandığını kanıtlıyordu. 

Türkiye’nin 1970’li yıllarda İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) katılması da kendisini Müslüman bir ülke kimliğinde görmesinden çok o devirde Orta 
Doğu’da güttüğü “reel-politik” in bir unsuru olarak değerlendirilmelidir. Bu örgütün özellikle Arap üyeleri arasında büyük bir dayanışma olmadığı, aralarında sık sık ihtilâfa düştükleri, hatta birbirleri ile savaştıkları da unutulmamalıdır.

Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme 
gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas ve Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da davet 
edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının 
dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı 
düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan ve örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda 
Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının ve dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten 
İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen hepsi kağıt üzerinde kalmakta ve uygulanmamaktadır.

İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin daveti üzerine 1976’da İstanbul’da toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi ve Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk delegasyonunun girişimiyle kültürel ve bilimsel işbirliği için iki merkezin kurulmasına karar verildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih, Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar ve Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 1



TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI, BÖLÜM 1



TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI*

* Bu makale daha önce BİLGESAM tarafından 2010 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanmıştır. 

İlter TÜRKMEN**




** E. Bakan/Büyükelçi, BİLGESAM 
Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 

Son zamanlarda Türkiye’nin dış politikasında Orta Doğu’nun en önemli odak noktası haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz bunun bir nedeni, 
AKP Hükümeti’nin, iktidara geldiğinden beri, dış politikasının genel eğilimi çerçevesinde, bölgede ağırlıklı bir rol oynamak istemesidir. Fakat koşulların 
da Hükümeti bu yöne ister istemez sürüklediğini kabul etmek gerekir. Seçimleri kazanır kazanmaz, AKP, ABD’nin Irak’a müdahalesi sorunu ile karşılaştı. 
Bu müdahalenin yaratacağı istikrarsızlık ve hatta kaosun bilinci ile hareket ederek bir savaşı önlemek amacı ile Irak’a komşu ülkeler ile bir seri toplantı nın inisiyatifini aldı. Savaşın önlenemeyeceği anlaşılınca, Hükümet ABD’nin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta da bir cephe açmasına razı oldu, fakat TBMM’nim muhalefeti ile karşılaştı. Amerikan askeri operasyonları bittikten sonra ise çelişkili bir davranışla koalisyon güçlerine katılacak bir kuvveti Irak’a göndermeye girişti, fakat bu girişim Iraklıların ve özellikle Kuzey Irak Kürtlerinin muhalefeti yüzünden akamete uğradı. Kürtlerin Irak’ta ABD’nin en yakın müttefik haline gelmesi ile Türk-Amerikan ilişkilerinde zaman zaman oldukça ciddi gerilimler ortaya çıktı. Özellikle savaştan önce  Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyonlara girişebilen Türkiye uzun süre bu imkândan mahrum kaldı. Bugün dahi, Orta Doğu’da Türkiye için en çetin problem Irak’ın geleceği sorunsalıdır.

Irak’taki gelişmeler ve bunların yansımaları şüphesiz Türkiye’yi Orta Doğu diplomasisinde daha faal rol oynamaya teşvik eden başlıca unsurlardan biridir. 

Bu kapsamda Türk diplomasisinin Irak’ta çeşitli dini ve siyasi gruplarla temaslar yürütmesi, daha sonra Lübnan’da benzer faaliyetlere girişmesi, Filistinliler ile yakın ilişkiler geliştirmesi bir bakıma “Makro” diplomasinin “ Mikro Diplomasi ” ile desteklenmesinin başarılı bir örneğini oluşturmuştur. 

Biraz iddialı olmakla beraber bütün komşularla “sıfır sorun” kavramı da aslında yaratıcı bir kavram sayılmalıdır. 

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu siyasetinin daha geniş bir tahlili bu incelemede ileriki başlıklarda yer alacaktır. Fakat daha önce, Cumhuriyetin kuruluşundan 
beri birbirini izleyen Hükümetlerin politikaları arasındaki devamlılık ve ayrışma unsurları üzerinde durmakta yarar vardır. Böyle bir yaklaşım AKP’den önce Türkiye’nin Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlediği yolunda arada sırada duyulan söylemlerin ne derecede gerçeği yansıttığına da bir derecede ışık tutabilir.

Atatürk ve İnönü Devri

Kurtuluş Savaşını takiben bir yandan harap ve fakir ülkenin imar ve kalkındırılması diğer yandan da çağdaşlığa dayalı Cumhuriyet rejiminin yerleşmesi için hem ülkede hem de dış çevrede bir barış ve istikrar çemberinin yaratılması gerekiyordu. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi de bu 
gerekliğinin ifadesidir.

Atatürk devrinde Türkiye’nin bugünkünden çok farklı bir Orta Doğu karşısında olduğu hatırlanmalıdır. Irak’ta İngiltere ve Suriye’de Fransa esas itibarı 
ile Türkiye’nin muhatapları idiler. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen Musul ve Hatay meseleleri bu devletlerle müzakere edilecek konulardı.

Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında çarpışmaların durduğu 31 Ekim 1918’de İngiliz ordusu Musul’dan daha 100 kilometre uzaktaydı. Fakat İngiliz 
Kuvvetleri Mondros mütarekesini ihlâl ederek Musul’u işgal ettiler. Daha sonra Musul bölgesi Misakı Milli sınırlarına dahil edildi. Lozan Konferansı’nda ise ihtilâfın Türkiye ve İngiltere arasında çözümlenmesine çalışılacağı, bunda başarılı olunamazsa Milletler Cemiyeti’ne havale edileceği kararlaştırılmıştı. 

İstanbul’da 1924 Mayıs ve Haziran aylarında yapılan müzakerelerde İngiltere yalnızca Musul’un değil, Hakkâri vilayetinin bir kısmının da kendisine 
verilmesinde ısrar edince mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Milletler Cemiyeti’nin tayin ettiği bir komisyon mahalli halk arasında yaptığı bir 
anketin sonuçlarına dayanarak Musul bölgesinin Irak’ın bir parçası olmasını tavsiye etti ve bu tavsiye Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından onaylandı. 
Türkiye 1926’da Konseyin tavsiyesini kabul etti ve Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan bir antlaşma ile bugünkü sınır tanınmış oldu. Bu antlaşma 
ayrıca Irak’ın Musul petrol gelirlerinin %10’nunu 25 yıl süresince Türkiye’ye ödemesini öngörüyordu.

Musul meselesi o tarihteki koşulların etkisi ile Türkiye’nin hedeflediği şekilde çözümlenememişti. Ancak konuya “a posteriori - zaman mesafesinden” 
bakınca, bugünkü Kuzey Irak Kürt bölgesini ve Kerkük’ü de kapsayan Musul bölgesinin Türkiye’ye bağlanmasının ciddi bazı sorunlara da yol açabileceğini 
göz önünde bulundurmak gerekir. Musul bölgesini Irak’a kaptırdığımız için ifade edilen üzüntünün başlıca nedeni bölgenin enerji kaynaklarıydı. Fakat enerji kaynakları mutlaka bir istikrar temeli oluşturmuyor. Bunun en güzel teyidini yine Irak’ın hazin kaderi teşkil etmiyor mu? Musul bölgesi Türkiye’nin bir parçası olmaya devam etseydi Kürt sorununun boyutları çok daha büyük olmayacak mıydı? Bölgenin enerji kaynakları yüzünden Kürtlere uluslararası destek daha fazla güç kazanmaz mıydı? Bu sorulara tabii bugün cevap vermek ve geçerli bir değerlendirme yapmak o kadar kolay değil. Ne var ki, o tarihte, Atatürk’ün Lozan’da elde edilen temel kazançları tehlikeye atmak istememesi rasyonel bir davranıştı. Şartların çok daha elverişli olduğu bir zamanda ise Atatürk Hatay’ın ilhakının zeminini en iyi şekilde hazırlamıştır. 

31 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Antakya ve İskenderun’u içeren Sancak da Musul gibi henüz işgal edilmiş değildi, fakat 
Müttefikler askeri operasyonlarını durdurmamışlardı. İngilizler, işgal ettikleri Suriye’yi Fransızlara bırakınca onlara karşı bir Arap mukavemet cephesi 
ortaya çıktı, fakat bu hareketin kısa sürede çökmesi sonucunda Fransızlar Suriye’yi ve Sancak bölgesini işgal ettiler. Fransızlar yalnızca Sancak’ı işgal 
etmekle kalmamışlar, İngilizlerden Maraş, Antep ve Urfa’yı da devralmışlardı. Bu bölgede halkın mukavemeti şiddetli çarpışmalara dönüşünce Fransızlar 
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas aradılar. Yapılan görüşmelerin sonunda varılan anlaşma ile Fransa Sevr Antlaşması hükümlerinden 
vazgeçiyor ve Sancak bölgesi hariç Türkiye ile Suriye arasında Misak-ı Milli sınırlarını kabul ediyordu. Sancak için ise özel bir rejim ihdas edilmekteydi. 
Sancağın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacak ve Türk dili resmi dil sayılacaktı.

1936 yılında Suriye’nin bağımsızlığının tanınması için Fransa ile Suriyeliler arasında müzakereler başladı. Eylül 1936’da imzalanan anlaşma ile Fransa üç 
yıl içinde Suriye’nin bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor ve Sancak üzerindeki yetkilerini ona devrediyordu. Türk Hükümeti ise Sancak’ın ayrı bir anlaşma ile Fransa’ya bağlı egemen bir birim haline getirilmesini talep etmekteydi. 

Bu istek kabul edilmeyince sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Fransızların olumsuz tutumu Türkiye’de ve Sancak Türkleri arasında infial uyandırmak taydı. Antakya’da cereyan eden olaylar birkaç soydaşın ölümüne neden olmuştu. Kasım 1936’daki TBMM’ni açış nutkunda Atatürk, İskenderun ve Antakya’nın geleceğinin Türk milletini meşgul eden başlıca mesele olduğunu vurguluyor ve bunun üzerinde ciddiyet ve azimle durulacağını ifade ediyordu.

Milletler Cemiyeti Konseyi’ndeki müzakereler sonunda Sancak için bir statü hazırlandı. Bu statüye göre Sancak, Konsey’in garanti ve gözetimi altında 
içişlerinde tamamen bağımsız olacak ve dışişleri alanında Suriye’ye bağlı bulunacaktı. Gerek statünün gerek Sancak Anayasasının hazırlanması için bir 
Uzmanlar Komitesi kurulacaktı. Bu Komitenin raporu ve hazırladığı tasarıların Konsey’e sunulması ile beraber Türkiye ile Fransa, Sancak’ın toprak 
bütünlüğünü ve Türkiye-Suriye sınırını garanti eden bir anlaşmayı 29 Mayıs 1937’de imzaladılar. Akabinde de Konsey Statü ve Anayasa taslaklarını onayladı. 

Anayasa gereğince 40 kişilik bir Yasama Meclisi kurulacaktı. 

Türkiye-Fransa anlaşması ve Milletler cemiyetinin kararı Sancak meselesini kökünden çözümleyememişti. Suriye’de Arapların eylemleri ve Sancak’taki 
Fransız makamlarının zaman zaman Arapları kışkırtan davranışları 1937’nin yaz aylarında yeni gerginliklere yol açmaktaydı. Bu olaylar Sancağa ilişkin 
Statünün uygulanmasını ve Anayasaya göre yapılması gereken seçimleri geciktiriyordu. 

Milletler Cemiyeti’nin kurduğu Komisyon tarafından hazırlanan seçim sistemi ise Türkler aleyhine sonuç verecek nitelikte olduğundan, Türk Hükümeti 1937 yılı sonunda yine Milletler Cemiyeti’ne başvurdu ve 1930 Türkiye-Fransa Anlaşması’nı feshetti.

Ocak 1938’de Milletler Cemiyeti Türkiye’nin itiraz ettiği seçim yönetmeliğini gözden geçirecek bir komite kurdu. Komite Mart 1938’de gerekli düzeltmeleri 
tamamladı, fakat bu defa yeni seçim sistemi gereğince Sancak’taki listelerin hazırlanmasında anlaşmazlık çıktı ve yeniden olaylar cereyan etti. Bu nedenle 
Türkiye Fransa ile imzalanmış olan 29 Mayıs 1937 Garanti Antlaşması çerçevesin de Sancak’ta güvenlik ve asayişin korunması sorumluluğuna doğrudan katılmak istediğini Fransa’ya bildirdi. Kararlılığını vurgulamak için de sınıra 30,000 kişilik bir kuvvet yığdı. 

Bu sıralarda Avrupa basınında Atatürk’ün ağır hasta olduğu yolunda haberler yayımlanıyordu. Atatürk gerçekten hastaydı, fakat bunun bir zaaf unsuru olarak 
algılanmasını önlemek amacıyla 20 Mayıs 1938’de Mersin ve Adana’ya giderek askeri birlikleri teftiş etti ve büyük bir geçit resminde hazır bulundu.

1938 yılında Avrupa’da yeni bir genel savaşın yaklaştığını gösteren ve gittikçe çoğalan olaylar Fransa’yı Türkiye ile ilişkilerinde uzlaşma aramaya sevk 
ediyordu. Nitekim Atatürk Mersin ve Adana’dan döndükten sonra, Fransa Türkiye’nin Sancak’ın güvenliği sorumluluğuna katılmak talebine olumlu 
cevap verdi. 3 Temmuz 1938’de iki taraf 2400 kişilik takviyeli bir Türk alayının Sancak’a konuşlanması konusunda anlaştılar. Türk alayı 4 Temmuz’da 
Hatay’a intikal etti. Aynı gün Ankara’da imzalanan bir Dostluk Antlaşması ile Türkiye ve Fransa Sancak’ı ayrı ve bağımsız bir varlık olarak tanıyor ve onun 
bütünlüğünü teminat altına alan 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma hükümlerini yerine getireceklerini teyit ediyorlardı.

Türk-Fransız Antlaşması’nın imzasını takiben Ağustos 1938’de yapılan seçimlerde Türkler Sancak Meclisinde 40 milletvekilliğinden 22’sini kazandılar, 
Aleviler 9, Ermeniler 5, Araplar 2 ve Grek Ortodokslar 2 milletvekilliği elde ediyorlardı. 12 Eylül’de toplanan Meclis Sancak’a Hatay adını verdi.

Hatay’ın bağımsız bir devlet olmasından sonra Türkiye ile bir ittifak peşinde koşan Fransa, Ankara’nın ısrarı karşısında İttifak akdi ile Hatay sorununun nihai 
çözümünün bir arada yürütülmesine razı oldu. 23 Haziran 1939’da Hatay’ı Türkiye’nin sınırlarına dahil eden anlaşma imzandı ve bir süre sonra da Milletler 
Cemiyeti’ne tescil edildi. Hatay Meclisi ise, anlaşma daha yürürlüğe girmeden, 29 Haziran’da oy birliği ile Türkiye’ye katılmak kararını almıştı.

Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri olduğu kuşkusuzdur. Zamanın lehimizde olan koşulları en iyi şekilde değerlendirilmiş, baskı ve uzlaşma politikaları arasındaki denge ustalıkla ayarlanmış, safha safha kademe sonuca doğru ilerlenmiştir. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda, özellikle Kıbrıs meselesinde, vahim zamanlama hatalarının birbirini takip ettiğini gördük, hep “en iyi”nin peşinde koşarken “iyi”nin kaybedilebileceği takdir edilemedi. Sorunlar arasındaki etkileşim çok kere gözden kayboldu.

Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde en büyük komşumuz olan İran ile ilişkileri her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkilerin 1639 Kasr-ı Şirin 
Antlaşması’ndan beri sürekli istikrarlı bir zemine dayandığı sık sık ileri sürülür. Sınırın 1639’dan beri, daha sonra yapılan bazı ayarlamalar dışında, fazla 
değişmediği doğrudur. Fakat o tarihten sonra iki ülke arasında ihtilâflar ve çatışmalar eksik olmamıştır. 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir 
savaş patlak verdi. 1821-23 yılları asarında yine karşı karşıya gelen iki devlet Erzurum Antlaşması ile sınırı aynen muhafaza ettiler, fakat sınırın işaretlenmesi 
açık olmadığından anlaşmazlıklar ve ihlâller devam etti. 1847’de, yine Erzurum’da imzalanan bir antlaşma ile sınır bir kere daha teyit edildi, fakat 
nihai işaretlenmesi ancak 1914’te gerçekleşebildi.

İstiklal Savaşı’ndan sonra İran ile ilişkilerde zor bir devreye girildi. İran’da dini eğilimli gruplar Atatürk reformlarına karşı tepki gösterdiler. Musul ihtilâfı 
ve Doğu Anadolu’daki 1925 isyanı sırasında İranlı aşiretler sık sık sınırı ihlâl ederek eylemlerde bulundular. Sınır boyunca çatışmalar Musul meselesi 
çözüldükten sonra dahi devam etti. 1926’da ise iki ülke arasında bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması akdedildi. Bu antlaşma ile taraflar aşiretlerin iki ülkenin 
de güvenliğini tehdit eden eylemlerine son vermeye yönelik önlemler almayı taahhüt ediyorlardı.

Gerektiği takdirde ortak önlemlere de başvurulabilecekti. Antlaşma ayrıca Türkiye ile İran arasındaki dostluğun ebedi olduğunu vurguluyordu. 
Fakat bu antlaşmalara rağmen sınır olayları sürüyordu. 1926’da imzalanan bir yeni antlaşma ile olayların daha iyi önlenebilmesi amacı ile Ağrı bölgesinde 
Türkiye’nin lehine bir hudut tashihi yapıldı. Aynı tarihte bir Uzlaşma, Yargı Yöntemi ve Hakemlik Antlaşması da akdedildi. 1932’de ise 1926 tarihli Güvenlik 
ve Dostluk Antlaşması güncelleştirildi. Bütün bu gelişmelerden sonradır ki, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler istikrarlı ve gerçekten dostane bir 
eksene oturtulabildi.

O tarihlerde Türkiye-İran ilişkileri üzerinde çok olumlu etki yapan bir gelişme İran’da Kacar hanedanının bir askeri darbe ile 1925 yılında sona ermesi ve 
darbeyi yürüten Albay Rıza Pehlevi’nin kendisini Şah ilan etmesiydi. Pehlevi Atatürk’ün ve reformlarının büyük hayranıydı. 1934 yılında Türkiye’ye bir ay 
süren bir ziyarette bulundu.

Atatürk devrinde Türk-Afgan ilişkileri de sürekli çok dostane olmuştur. Afganistan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk tanıyan ülkelerden 
biriydi. Bu tarihten sonra Türkiye Afgan Ordusu’nun eğitimine büyük katkı sağlamaya başladı.

Irak ile ilişkiler Musul meselesinin çözümlenmesinden sonra genellikle dostane bir yönde gelişmeye başlamıştı. Irak Kralı 1931’de Türkiye’yi ilk ziyaret 
eden Arap lideri oldu. Bu ziyaret vesilesi ile Atatürk, Türkiye’nin bütün komşuları ile ve özellikle karşılıklı önemli ekonomik menfaatleri bulunan Irak ile 
ilişkileri güçlendirmeyi istediğinin altını çiziyordu. Ancak, o devirde Irak içeride siyasi istikrarı sağlamakta sıkıntı çekmekteydi. Irak oligarşisi İngiltere ile 
ittifaka taraftar olanlarla bu ittifaka karşı olanlar arasında ikiye bölünmüştü. İkinci gruba mensup olanlar arasında Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi Hikmet 
Süleyman da bulunuyordu. 1936’daki General Bekir Sıdkı’nın gerçekleştirdiği askeri darbe sonrasında Hikmet Süleyman başbakanlığa getirildi. Her 
iki lider Atatürk reformlarının hayranıydı fakat uzun süre iktidarda kalamadılar. Bekir Sıdkı 1937’de ordudaki rakiplerinden biri tarafından öldürüldü.

1930’lu yıllarda Irak ile İran arasında daha uzun yıllar devam edecek olan Şattül-Arap ihtilâfı patlak vermişti. İran, Irak daha Osmanlı Devleti’nin bir 
eyaleti iken 1913’te imzalanan İstanbul Protokolü’nün bu suyolunda saptadığı sınırın hakkaniyete uygun olmadığını, sınırın uluslararası hukuka uygun 
olarak Thalweg hattını takip etmesi gerektiğini savunuyordu. İran ile Irak arasında İran’ın Iraklı Kürtlere sağladığı destek, Irak’taki Şii ve Sünniler arasındaki gerginlikler ve İranlıların Kerbela’yı ziyaretleri konularında da ihtilâflar mevcuttu. İran ile o tarihlerde bir antlaşma peşinde koşan Irak ise Türkiye’nin 
arabuluculuğunu talep ediyordu.

1937 tarihinde Türkiye’nin arabuluculuğu ile iki devlet bir sınır anlaşması imzaladılar. Bu engel aşıldıktan sonra Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında 
Sadabad Paktı’nın akdedilmesi imkân dahiline girdi. Temmuz 1937’de imzalanan bu Pakt ile dört ülke birbirlerinin içişlerine karışmamayı, sınırlarını ihlâl 
etmemeyi, ortak menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde bulunmayı, topraklarında diğer akit devletlerin kurumlarını çökertmeye, kamu düzenini ve güvenliğini sarsmaya, mevcut siyasi rejimleri devirmeyi hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt ediyorlardı.

Görüldüğü gibi Atatürk devrinin Orta Doğu politikası ile bugünkü Orta Doğu politikası arasındaki ortak noktalar çoktur. O zaman da komşularla sıfır sorun 
politikası güdülüyordu, fakat bu bir slogan şeklinde ifade edilmiyordu. O zaman da komşular arasındaki sorunlarda arabuluculuk yapılıyordu. Tabii Orta Doğu o tarihte bugünkü Orta Doğu değildi. Filistin meselesi ve onun yansımaları yoktu. Orta Doğu devletleri birçoğu değişik ölçülerde İngiltere’nin veya Fransa’nın nüfuzu altındaydılar. Her ülkede politik dengeler bugünkünden çok farklıydı. Diğer taraftan Türkiye’nin, daha sonra, hiçbir devirde bölgede Hatay ve Musul ihtilâfları gibi çetin sorunlarla karşılaşmadığını hatırlamak gerekir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya sarkamadığı için bölgede Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olumsuz bir 
gelişme olmadı. Yalnızca Irak’ta vuku bulan bir Hükümet darbesi savaşın bir yansımasını teşkil etti. 2 Nisan 1941’de iktidarı Mihver taraftarı olan Raşit Ali 
ele geçirdi, Naip Abdülilâh ve Başbakan Nuri Sait Paşa Bağdat’tan Musul’a kaçtılar, fakat İngilizler Irak’a takviye kuvvetleri gönderince darbeciler uzun 
süre mukavemet gösteremediler ve İran’a gittiler. İngiliz vesikalarına göre Raşit Ali isyanı sırasında Türkiye arabuluculuk önermiş fakat İngiltere bunu 
reddetmişti. Diğer taraftan, Almanların Türkiye üzerinden Arap ülkelerine ve Süveyş Kanalı bölgesine sızma talepleri reddedildi. 

İkinci Dünya Savaşı sona erince Türkiye Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmek yolunu tuttu. Arap Ligi’nin kurulmasını olumlu karşıladı. Arap Ligi de Türk-Arap dostluğuna önem veren açıklamalar yaptı. Eylül 1945’te Irak Kralı Naibi Abdülilah Türkiye’yi ziyaret etti. Mart 1946’da Türk-Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı. Bunu 5 Ocak 1947’de Ürdün Kralı Abdullah’ın Ankara ziyareti sırasında Türkiye ile Ürdün arasında imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması takip etti.

Orta Doğu’nun siyasi dengelerini altüst eden gelişme kuşkusuz Filistin’in taksimi ve onu izleyen İsrail-Arap savaşı oldu. 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda oya sunulan taksim kararına 33 ülke lehte, 13 ülke aleyhte oy veriyor, 10 ülke de çekimser kalıyordu. Çekimserler arasında İngiltere de vardı. Türkiye ile beraber aleyhte oy veren devletler ise bütün Arap ülkeleri ile Afganistan, Küba, Yunanistan, Hindistan ve Pakistan’dı. Fakat bundan sonra Türkiye’nin Orta Doğu politikası tedricen Batılı ülkelerin politikaları ile daha fazla örtüşmeye başladı. 12 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararına Arap ülkeleri muhalefet ederken Türkiye lehte ol kullandığı gibi ABD ve Fransa ile birlikte bu Komisyonun üyesi olmayı kabul etti. 28 Mart 1949’da ise İsrail’i tanıyan tek Müslüman ülke oldu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ile ilişkiler sorunlu olmaya devam etti. Hatay Türkiye’ye 1939’da katıldıktan sonra Suriye henüz bağımsızlığını kazanmış değildi. Buna rağmen Suriye Meclis Başkanı Nasuhi Buharî Anlaşmanın imzalanmasından sonra, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvurarak 1939 Anlaşması ile Fransa’yı Milletler Cemiyeti Manda’sının kendisine verdiği yetkileri aşmakla itham etmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bağımsızlığını kazandıktan sonra Suriye Hatay üzerindeki iddialarını yenilemek ten ilk başta kaçındı. İlk Suriye Hükümeti’nin kurulduğu 5 Temmuz 1944’te, Suriye Dışişleri Bakanlığı, Şam’daki yabancı diplomatik misyonlara gönderdiği bir genelge nota’da Suriye Hükümeti’nin, Fransa’nın Suriye adına imzaladığı uluslararası antlaşma ve anlaşmalara ve şahısların ve toplulukların bunlardan doğan hukukuna saygı göstermeyi kararlaştırmış olduğunu bildirdi. 

Bu yükümlülük kuşkusuz Hatay’a ilişkin anlaşmaları da kapsamaktaydı. Ne var ki, 1946’da Fransa’nın bölgeyi tamamen terk etmesinden sonra Suriye’nin tutumu değişti. Şam’dan yapılan açıklamalarda, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin hukuk dışı olduğu vurgulanıyor ve diğer Arap ülkelerine Suriye ile bu konuda dayanışma içinde olmaları çağrısı yapılıyordu. Bu tutum karşısında Türkiye de Suriye’yi tanımayı geciktirmekteydi, fakat Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’nın arabuluculuğu ile bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye Hatay’ın ilhakının Suriye’ce resmen tanınması için ısrar etmemeyi, Suriye de sorunu resmen ileri sürmemeyi kabul etti. Mart 1946’da Türkiye Suriye’nin ve Lübnan’ın bağımsızlık larını tanıdı.

Bağımsızlık Suriye’ye istikrar getirmemişti. İlk iktidara gelen Milli Blok ülkedeki yeni yapılanma ve reform ihtiyacına cevap vermekten uzaktı. Özellikle 
İsrail’e karşı gösterilen zaaf tepki çekmekteydi. Mart 1949’da kansız bir darbe ile iktidarı ele geçiren Albay Hüsnü Zaim otoriter bir rejim kurdu. Atatürk’e 
hayranlığı ile tanınan Zaim içeride Türkiye’deki reformlardan esinlenen bir icraata girişti. Dış politikada ise “Büyük Suriye” vizyonu doğrultusunda Irak 
ve Ürdün ile işbirliğine yöneldi, fakat daha sonra Suudi Arabistan ve Mısır’a yanaştı. ABD de Suudi Arabistan ve Mısır gibi Irak, Ürdün ve Suriye’nin siyasi 
birliğine karşıydı. Zaim’in siyasi ömrü uzun sürmedi. Ağustos 1949’da kendisine karşı darbe yapanlar tarafından kurşuna dizildi. Darbenin lideri Albay Sami Hinnavi Irak ile Suriye’nin birleşmesi projesine öncelik veriyordu. Bu politikası Aralık 1949’da Yarbay Edip El-Çiçekli liderliğinde yeni bir darbeyi 
tetikledi.

Çiçekli’nin yaptığı darbe ile Türkiye’ye karşı politika da değişti. Hatay’ın Suriye’den zorla alındığı yolunda sloganlar atılmaya başlandı. Hatay’ı 
Suriye sınırları içinde gösteren haritalar basıldı. Suriye sınırın Hatay kesimin işaretlenmesine ve sınır taşlarının yenilenmesine yanaşmadı. 1963’te iktidara 
gelen Baas Partisi’nin tüzüğünde Hatay’ın ve Güney Anadolu’nun Arap vatanının bir parçası olduğunu belirten hükümler vardı. 29 Kasım Sancak 
günü olarak kabul edildi ve her yıl bu tarihte, dozu gittikçe artan gösteriler yapılmaya başlandı. Hafız Esed’in iktidara gelmesinden sonra, 1972 yılından 
itibaren resmi ve gayri resmi Sancak gösterilerine son verildi. Fakat Baas Partisi’nin tüzüğündeki ibareler muhafaza edildiği gibi okul kitaplarında ve 
resmi dairelerde Hatay’ın Suriye sınırları içinde gösterilmesi sürdürüldü. İlişkilerin çok olumlu bir yola girdiği 2010 yılında dahi bu durumun değiştiğine 
dair bir bilgi henüz yoktur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

21 Mart 2017 Salı

ATATÜRK MİLLÎ MÜCADELE’DE NASIL ÖRGÜTLENDİKLERİNİ ANLATIYOR BÖLÜM 2


ATATÜRK MİLLÎ MÜCADELE’DE NASIL ÖRGÜTLENDİKLERİNİ ANLATIYOR , BÖLÜM 2

   Vatanımızın biricik kurtuluş çaresi olan millî teşkilatın, gerektiği gibi kurulup gelişmesine büyük özen gösterdim. Çünkü ancak bir millî teşkilatla bir araya gelebilir, bir kuvvet oluşturabilir, kendimizi savunabilirdik. Bu teşkilatı nasıl bir süreç içinde kurduk, nelerle karşılaştık, tehlikeler neydi, hangi aşamalardan geçtik, aşağıda özetle anlatıyorum.
Her şeyden önce ülkede, milletin varlık ve iradesini ortaya koymak ve bunu sarsılmaz bir şekilde Millî Meclis'te temsil etmek gerekiyordu. Bu da, millî ülkü etrafında kuvvetli bir teşkilât kurmak ve Meclis'te bu teşkilâta dayalı bir grup bulundurmakla mümkündü. En güçlü şahsiyetlerin gayesi bu olmalıydı. Oysa, kendilerinde Iiyakat görenler, hemen hükûmete geçmek hırsına kapıldılar. Bu gibi insanlar, Meclis'te kendilerine dayanak olarak milli teşkilâta bağlı güçIü bir grup oluşturamayınca, geride saltanat ve hilafet makamı kalıyordu. Dolayısıyla millî meclisler, millî şeref ve kudreti temsiI edemiyor. Millî istekler ortaya konamıyor ve gerekleri yerine getirilemiyor.
Bu bakımdan bizim için başta gelen en önemli ilke; önce ülkede millî teşkilâtı kurmak, sonra da bu teşkilâttan kuvvet alan bir grubun başında, Meclis'te çalışmak olmalıydı. Hükûmet kurmaya veya kurulacak herhangi bir hükûmete girmeye kalkışmakta yarar yoktu. Çünkü, bu nitelikte bir hükümet, vatana ve millete hiçbir esaslı hizmet veremeden hemen düşmeye yahut da padişaha dayanarak Meclis'e karşı ve dolayısıyla da millete karşı düşen bir durum almaya mecbur olacaktı. Böyle olunca da, birincisinde istikrarsızlık gibi büyük bir sakınca sürüp gidecek; ikincisinde de millî egemenliğin yavaş yavaş yok derecesine getirilmesine hizmet edilmiş olacaktı. Nitekim fiilî olarak görüldüğü üzere biz ülkede önce millî teşkilât kurduk. Sonra Meclis'i topladık. Önce Meclis Hükûmeti kurduk. Ondan sonra da Cumhuriyet Hükûmeti'ni teşkil ettik.  Bundan başka, fırsat düştükçe kabineye girilmeyeceği, yüksek makam ve memuriyetler kabul edilmeyeceği ve aslında millî gayeden başka hiçbir maksadın peşinde olmadığımız ve faaliyetimizin en büyük kısmının Kuva-yı Milliye’nin bir denge unsuru olarak kalmasına çalışmaktan ibaret bulunduğu noktalarında millete karşı bildirilerimiz vardı.
* ** *
İzmir faciasından sonra milletimiz aklını başına toplamış, derin bir uçuruma sürüklendiğini anlamıştı. Bunun üzerine, haklarını bizzat savunmaya karar verdi. Tabii bunu yapabilmek için bir şekil almak, teşkilatlanmamız gerekiyordu. Bu kapsamda bütün gayemiz ve ilkemiz teşkilatı genişletip kuvvetlendirerek büyük bir harekete hazırlamaktı. Zaten her taraftan teşkilat ve şekillenme başlamıştı. Fakat önce Erzurum ve ardından Sivas kongrelerinde millî birliğimiz vücuda geldi. Teşkilatın diğer ayrıntılarına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden, mahalle halkından, yani bireyden başlıyorduk.
Bireyler fikir sahibi olmadıkça, haklarını idrak etmiş olmadıkça halk kütleleri istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya kötü yönlere sevk edilebilir. Kendini kurtarabilmek için her bireyin, kendi yazgısıyla yine kendisinin ilgilenmesi gerekir. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kuruluş elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır. Birinci durumda amaca ulaşmak kolaylaşmış olurdu. Böyle olmanın pratik ve maddî imkânı henüz bulunamadığından bazı girişim sahipleri, millete verilmesi gereken yön hakkında yol göstericilik yapıyorlar. Bu takdirde kuruluş yukarıdan aşağıya gerçekleşir.
Biz ülkenin içindeki seyahatlerimizde doğal olarak birinci şekilde başlamış olan millî teşkilâtımızın hakikî başlangıca, bireye kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru hakikî kuruluşların başladığını büyük bir şükranla gördük. Ancak bunların mükemmel dereceye ulaştığını söyleyemeyiz. Bunun için özel olarak aşağıdan yukarıya tekrar bir oluşumun ortaya çıkması gayesine özellikle çalışmamız, bir millî ve vatanî görev kabul edilmeliydi.
* ** *
Millî teşkilatımız birçok yerde kurulmuştu. Özellikle mahalle ve köylerde teşkilatlanmaya büyük önem veriyorduk. Teşkilatımız milletimizin kudretini dünya kamuoyuna tanıtmakta önemli bir rol üstlenecekti. Mevcut eksiklerin giderilmesi için öncelikle askerî makamlara görevler düşüyordu. Mülkiye memurları ve diğer yurttaşlarla işbirliği yapmalarını da gerekli görüyorduk.  Millî teşkilatın, bütün köylere varıncaya kadar genişletilmesi ülkenin selameti bakımından son derecede önemliydi. Bu hususlara Erzurum Temsil Kurulu toplantı ve yazışmalarında değindim, şunları söyledim:  
Teşkilatımız birçok yerde kurulmuştur. Bağımsızlığımızı temin edinceye, yani barışa kadar şimdikinden fazla teşkilat kurmak, bazı önlemler almak gerekiyor. Teşkilat mahalle, köy, kaza ve livalarda, her yerde vardır. Özellikle köy ve mahalle teşkilatına önem verilmelidir. Bizim teşkilatımızın esası köy ve mahalle teşkilatıdır. Teşkilatımızın ruhu köy ve mahallelerin katılmasındadır. Teşkilatı köylere kadar götürmek ve üyelerini o yerin namus ve liyakat erbabından seçmek, önem taşıyan bir sorundur. Birçok defalar merkez kurullarına yazılmıştır. Girişken insanlar bir araya geliyor, yapıyor. Yukardan aşağıya doğru geliyor. Aşağıdan yukarıya doğru gelmiyor. Bir defa kaza teşkilatını esas almalıdır. Teşkilata mahalle ve köylerden başlayarak, ondan sonra kaza vesaire idare heyetlerini ve bu suretle de en muktedir ve hevesli olanlardan seçmek lazımdır.
Mevcut eksiklerin giderilmesi için, Heyeti Temsiliye adına il merkez kurullarına gönderdiğim genelgede şu hususlara yer verdim: Vatanımızı parçalamaktan kurtaracak, düşmanlarımızın her türlü istilacı emellerine set çekecek biricik dayanak noktamızın, başta şerefli ordumuz olmak üzere, dünya kamuoyuna milletimizin kudretini tanıtan mevcut teşkilatımız olduğu bilinmektedir. Halbuki, zamanın acil ihtiyaçlarından doğmuş bu teşkilatın asıl temel taşını oluşturacak olan mahalle ve köy teşkilatının hemen çoğu yerlerde yapılmamış bulunduğu, son zamanlarda yapılan incelemeyle anlaşılmıştır. Bu pek yaşamsal ve önemli soruna ivedi çare bulmak, vatanın geleceğiyle ilgili olan millî teşkilatı sağlam esasa dayandırmak maksadıyla kolordu ve fırka kumandanlarının ve askerlik şubesi başkanlarının bu kutsal görev ile doğrudan doğruya meşgul olmaları karar altına alınmıştır. Tüzüğe göre millî teşkilatı esaslaştırarak, adım adım usul ve düzeni doğrultusunda, vilayet, bağımsız liva merkez kurullarına varıncaya kadar, iyileştirmeleri ve düzene koymaları, bu konuda temasta bulundukları mülkiye memurları ve başkanlarının vatanseverce yardımlarından olabildiğince istifade etmeleri gereği kararlaştırılmıştır.
Halk kendiliğinden örgütlenmiyordu. Bu konuda ordudan, değişik bölgelerdeki kumandan arkadaşlarımızdan, askerlik şubesi başkanlarından çok şey bekliyorduk. Heyeti Temsiliye toplantılarında, 15.kolordu Komutanı Kâzım Karabekir’e bir telgrafımda bu husus üzerinde durdum.  Dedim ki, başlangıçta valilerin çoğu bize muhalifti. Hatta bazılarını tutukladık. Böyle zamanda millet şekillenmiş örgütlenmiş olursa, mukadderatına bekçi olur. Şimdiye kadar yaptığı gibi ordudan, teşkilat konusunda faal olmasını bekliyoruz.  Her köyde ve her nahiyede teşkilat kurulmalıdır. Zira kurmuyorlar. Örneğin Sivas’ın, kendinde bile yoktur. Toplanma yerleri bile yoktur. Bir büroları yoktur. Bir ay sonra büsbütün çöker. Sivas’ta mahalle teşkilatı yoktur. Merkez heyeti olsa, bugün gösterdiği şekil olmazdı. Bağımsızlığımızı temin edinceye kadar, yani barışa kadar şimdikinden fazla teşkilat kurmak, merkezi heyetler ile Heyeti Temsiliye arasındaki irtibatı daha hassas bir hale getirmek için bazı önlemler almak gerekiyor. Özellikle bu önlemlerde kumandanların lütuflarına fazla derecede muhtacız. Şunu da eklemeliyim ki, işgal edilmiş bölgelerde de, eskisinden daha büyük bir önemle millî teşkilatımızın kurulup yayılmasına gayret etmemiz gerekiyor. 
Gerçekten teşkilatlanma konusunda ordudan çok şey bekliyoruz. Teşkilatımızı süratle ve sağlam esaslara bağlamak için kolordulara başvurmak ve rica etmek kesinlikle gerekiyor. Ülkemiz birtakım kolordulara, bölgelere ayrılmıştır. Doğu’da Erzurum, Van, Bitlis büyük bir nüfuz bölgesine ayrılmıştır. Harput, Diyarbakır,… keza merkez de böyle. Ankara, Kastamonu, Bursa, Trakya hep birer bölgedir. Ülkemiz bölgelere taksim edilmiştir. Buralarda kumandan arkadaşlarımız var. Kumandanlar çeşitli mevkilerde kıta kumandanları, askerlik şubesi başkanları… Teşkilatın bunlara kadar yayılıp oluşmasını idare ve merkez kurulu arzu ederse, gayet hızlı olur.
Türk milletinin kalbinden, vicdanından doğan ve ilham alan en köklü en belirgin istek ve inancı belli olmuştu: Kurtuluş... Bu kurtuluş feryadı Türk vatanının bütün ufuklarında yankılanmaktaydı. Milletten başka bir açıklama beklemeye gerek yoktu. Artık bu isteği dile getirmek kolaydı. Nitekim,  Erzurum ve Sıvas Kongrelerinde millî istek açıkça ortaya konmuş ve dile getirilmişti. Ancak bir ilkemiz de önce millî teşkilâtı kurmak, sonra da bu teşkilâta dayanan bir grubun başında Meclis'de çalışmaktı. Nitekim millî teşkilâtı kurduk, ardından Meclis'i topladık ve adı geçen grubu oluşturduk. Şöyle ki, kongrelerde alınan kararlara bağlı olduklarını bildirdikleri için milletçe vekil seçilen kimseler, her şeyden önce, bu kararlara bağlı şahıslardan oluşan ve bu kararları ilân eden dernekle ilişkili bulunduklarını gösterir ad taşıyan bir grup kuruculardı: " Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu "... İşte bu grup, millî teşkilâta ve dolayısıyla millete dayanarak, her nerede olursa olsun, milletin kutsal gayelerini cesaretle dile getirecek ve savunacaktı. 

***

ATATÜRK MİLLÎ MÜCADELE’DE NASIL ÖRGÜTLENDİKLERİNİ ANLATIYOR BÖLÜM 1


ATATÜRK MİLLÎ MÜCADELE’DE NASIL ÖRGÜTLENDİKLERİNİ ANLATIYOR,  BÖLÜM 1

    Tarih bazen evlatlarına büyük görevler yükler. Kalpleri vatan aşkıyla çarpar, birleştirici olur, öncü olur, yol gösterirler. Zamanı geldi, bizler de erdik bu onura. İlkinde henüz genç bir subaydım. Suriye’de bir cemiyet kurdum, İstibdat’la mücadele için... Sonra cemiyetin esasını oluşturmak amacıyla arkadaşlarımla buluştum. 
Dedim ki, arkadaşlar, bu bahtsız ülkeye karşı önemli görevlerimiz vardır. Vatanımızı kurtarmak biricik hedefimizdir. Bugün Makedonya’yı ve bütün Rumeli kıtasını vatanımızdan ayırmak istiyorlar. Ülkeye yabancı nüfuz ve egemenliği kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her alçaklığı yapacak iğrenç bir şahsiyettir. Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.
Konuşmama şöyle devam ettim: Başarı için örgüt gereklidir. Ben Suriye’de bir cemiyet kurdum. İstibdat ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin esasını kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatı yaymak zorunludur. Sizden fedakârlık bekliyorum. Kahredici bir istibdada karşı ancak ihtilal ile cevap vermek, köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak, milleti egemen kılmak, kısaca vatanı kurtarmak için sizi göreve davet ediyorum. Gerçi bizden önce birçok girişim yapılmıştır. Fakat onlar başarılı olamadılar. Çünkü işe teşkilatsız başladılar. Biz kuracağımız teşkilat ile bir gün mutlaka ve mutlaka başarılı olacağız. Vatanı, Milleti kurtaracağız. Devrim için şu silah üzerine yemin ediyoruz. Unutmayınız ki, burada birbirimize verdiğimiz söz devrim sözüdür ve onun olması için icabında silah kullanmaktan da çekinmeyeceğiz.
Tarih ikinci görevi bize 1919 yılında verdi. Yurdumuz işgale uğrayınca birçok yerde dernekler kurulmaya başlamıştı. Ben bu yerel derneklerin yenilerini kurdurdum,  onları bir araya getirdim, tek bir çatı altında topladım, adını Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti koyduk. Arkadaşlarıma ve komutanlara bildirdim ki, durumun düzelmesi için birlikte çareler bulmaya mecburuz. Milletin tutsaklıktan kurtarılması, egemen ve bağımsız olarak topraklarımızda yaşayabilmesi; ancak kararlı ve namuslu ellerin, milleti, kısa ve doğru yoldan haklarını ve bağımsızlığını savunmaya sevkiyle mümkün olacaktır. Mülkiye memurlarından güvenilir kişilerle el ele vererek bağımsızlığımızın savunulmasında gerekli teşkilatın –tabii ki gizli- ve dışarıdan fark edilmeyecek şekilde kurulmasını zorunlu görüyorum. Yakın gelecekte ortaya çıkması pek kesin olan genel bir durumda kuvvetli ve kudretli bulunmak için ülkenin düzenli bir teşkilat altına alınmasına çalışmalıyız. Gayemiz bir olmalıdır. Bu husus, uzmanlığı dolayısıyla biz askerlerin vatanseverliğine düşmektedir.
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti; vatanın dağılması düşmanlar tarafından kesin tasarlandığı bir zamanda fedakâr milletimizin vatanın kurtarılması endişesiyle birleşmesinden vücut buldu. Müdafaai Hukuk ifadesiyle özetlenebilen kutsal amaç; her şeyden önce vatanın içerde bütünlüğünü, millî egemenliği ve her sınırdan insafsızca hücum eden dış düşmanların vatandan kovulmasını sağlamaya yönelikti. Ben, ilk andan itibaren vatan savunması gayesinin gerçekleşmesi yolunda bütün millet bireyleri arasında gerçek ve samimi bir dayanışmanın muhafazasına ve yüceltilmesine bütün varlığımı hasrettim. En umutsuz anlardan itibaren en buhranlı ve zorlu safhalar arasında Müdafaai Hukuk Cemiyeti’mizin gösterdiği dayanıklılık ve sebatın, vatanın kurtuluşunu ve milletin bağımsızlığını temin için tesirli bir etken olduğunu şükranla anarım.
* ** *
Bununla birlikte şunu vurgulamam gerekir ki, milletimiz teşkilat fikrini henüz zihnine sokmamıştı. Çoğunlukla bunu hükümete bırakırdı. Bu, milletimizin öteden beri alışkanlık haline getirdiği bir ahlaktır. Öte yandan, kurduğumuz teşkilat henüz bir şekilden ibaretti. Ona ruh vermek gerekiyordu. Bunun için de milletimizin her bireyinin dimağını geliştirmek; herkesin mukadderatına vuku bulacak taarruz ve tecavüzden, kendilerini koruyabilmek için, teşkilata birlikte girişmek gerekiyordu.
Bu vesile ile bir hatıramı nakletmek isterim. Bir akşam Yunus Nadi Bey beni ziyarete geldi. Ankara’nın yoksulluk ve yokluklarından, dağınıklığından, iç burkan birtakım kötü durumlardan şikâyet etti. Ona şu yanıtı verdim: Bu büyük işin zevki de zaten buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu düzensizlikten bir kuruluş yaratmak lâzımdır. Bununla birlikte sen ortadaki boşluğa bakma, boş görülen o saha doludur, çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O, millettir. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. İşte şimdi onun üzerindeyiz.”
Ne mutlu ki, Mütareke hükümlerinin yol açtığı saldırı, zorlama ve hareketler, merkezî hükümetin zayıflığı ve aczi, milletimizi şiddetli bir uyanışa sevk etti. Milletimizin aydınları, yurtseverleri, manzaranın elemli karanlıklarından dolayı umutsuz olmadılar. Çünkü onlar biliyorlardı ki, tarih bir milletin varlığını, hakkını hiçbir zaman inkâr edemez. İtilâf Devletleri’nin haksızlıkları ve merkezî hükûmetin zaaf ve aczi karşısında milletimiz, varlığını ispat ve fiilî saldırılara karşı namus ve bağımsızlığını fiilen savunmak kararını vermek zorunda kaldı. Doğuda son harbin her türlü sıkıntı ve acılarını görmüş ve özellikle Ermenilerin vahşet ve zulümlerine sahne olmuş yaslı sınır vilayetlerimiz, millî namus ve bağımsızlığı kurtarmak amacıyla Müdafaa-i Hukuk-i Millîye, Muhafaza-i Hukuk-i Milliye cemiyetleri kurdular. Doğudan ve güneyden tehlike hisseden Diyarbakır ilimizde de Müdafaa-i Vatan Cemiyeti kuruldu. 

Batıda Yunanlıların tecavüzü ihtimaline karşı kurulan Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti, Yunanlıların sevgili topraklarımıza ayak basması üzerine ilhakın fiilen reddi  için ayaklandı. Trakya’da, Kilikya’da ve her tarafta millî cemiyetler kuruldu. Kısacası, batıdan ve doğudan yükselen milletin sesi, Anadolu’nun en ücra köşesinde yankı buldu. Dolayısıyla millî cemiyetler, düşmanların tutsaklık boyunduruğuna girmemek amacıyla millî vicdanın azim ve iradesinden doğmuş biricik teşkilat oldu. Bu sayede, yüzyıllardan beri bağımsız yaşayan milletimiz, varlığını dünyaya göstermeye başladı. 
* ** *
Büyük Millet Meclisi’nde 1 Mayıs 1920 günü yaptığım konuşmada Müdafaai Hukuk teşkilatımızın mahiyeti, amacı, yapısı gibi hususlar hakkında milletvekilerine, diğer bazı yazışmalarımda da mülkî âmirlere ve dernek yöneticilerine şu bilgileri verdim: Asıl milletin birliğini vücuda getiren ve İstanbul’un içinde bulunduğu koşullara rağmen, birliğimizi içeriye ve dışarıya göstermeye yönelik bir amaç için yapılan teşkilat, yalnız Kuvayı Milliye mensuplarından, silahlı bireylerden ibaret değildi. Aksine bütün ülkede ve ülkenin en ücra köşelerinde bile vücuda gelmiş, doğrudan doğruya yasal ve medeni bir teşkilattır ki, ona Müdafaai Hukuk Teşkilatı diyoruz. Cemiyetimiz bir siyasi parti değildir. Siyasi ihtiraslardan tamamen arınmıştır. Siyasi emellere ve kişisel çıkarlara alet olmamaya özen gösteriyoruz. Cemiyetin kuvveti başlıca bir noktadadır ki o da erdemdir. Her türlü harekette şiarımızın erdem olması gerektiği üzerinde özel bir önemle duruyoruz. Teşkilatın, zararlı akımlara engel olacak erdemli insanlardan oluşturulmasına, merkezlerdeki üyelerin vatansever, azimli ve namuslu, halkın saygı ve güvenini kazanmış kişilerden seçilmesine büyük önem veriyor, ilgilileri bunun için gerekli yol gösterme ve kontrolü esirgememeleri hususunda uyarıyoruz. 
Derneğimizde silah söz konusu değildir. Belki medeni, toplumsal ve genel bakımdan siyasi bir cemiyet demektir ve bu cemiyetin her vilayet ve bağımsız livalarda merkez kurulları vardır. İşte merkezi hükümette merci bulamayan ordu da, doğal olarak bir taraftan himaye edilmek, devamlı kılınmak, yönetilmek lüzumunu duyuyordu ve bu suretle Müdafaai Hukuk teşkilatı, silahlı kuvvetleri de içine almış oluyordu.
Bunu bir manzara olarak göz önüne getirirsek, demek ki, İstanbul’da bir hükümet ve onun görünüşte bir ordusu vardı, fakat bir şey yapmıyordu. Diğer taraftan millet var ve milletin dayanışma ve birliğini temin eden bir ağ var. Sonra yine bir kuvvet var ki, bu teşkilata tabi ve bunun adı da Kuvayi Milliye… Doğal olarak ordu görünüşteki haliyle böyleydi. Halbuki gerçekte, başlarında bulunan en büyük kumandanlarından en son neferine kadar, vatani olan kutsal maksadın etrafında toplanmış ve söz konusu kadrosunun içine kendi kendine girmişti. Ancak faaliyetini resmî açık bir tarzda yapamıyordu.
Yaptığım diğer bazı görüşme ve haberleşmelerde ise teşkilatın birimleri ile organların faaliyetleri, aralarındaki bağlantılar ve yönetiminden şöyle söz etmiştim: Teşkilatımızın merkezden uzak bölgelerdeki birimleri, bütün illerde, ilçe merkezlerinde, kasabalarda ve daha küçük yerleşim yerlerinde aynı ad altında faaliyet göstermektedir. Millî teşkilat köylerden başlayarak nahiye, kaza, liva ve bağımsız liva ve vilayet merkezlerindeki yönetim ve merkez kurulları ile birbirine bağlanmıştır. Yerel teşkilatları, bu teşkilatlar içine yerleşen ve muhalif kamptan olan burjuva ve din adamlarından temizlemek için önlemler almaktayız. Kongrelerin meydana getirdiği on altı kişilik bir Heyeti Temsiliye, bütün teşkilatın yöneticisi ve düzenleyicisidir. Gayeye ulaşmak için Heyeti Temsiliye’ye büyük yetki verilmiştir. Heyeti temsiliye benim başkanlığımdadır. Medeni ve görünürdeki ve kanuni denilebilecek olan Müdafaai Hukuk teşkilatının içinde, gizli talimat dairesinde silahlı örgüt mevcuttur. Ordu millî teşkilat kadrosu dışında değil, belki onun ruh ve esasını teşkil etmektedir. İstisnasız başlarındaki büyük kumandanlarından son neferlerine kadar hepsi teşkilatımızın kadrosuna dahildir.    
* ** *
Doğuda ve batıda, ülkemizin hemen her tarafında, millet ve ülkenin haklarını savunmak ve saklı bulundurmak için cemiyetler kurulmuştu. Bu cemiyetler, düşmanların tutsaklık boyunduruğuna girmemek amacıyla millî vicdanın azim ve iradesinden doğmuş biricik kuruluşlardı. Biz bu parça parça, birbirinden kopuk kuruluşları tek bir çatı altında bir araya getirdik. Bunu Milletin birliğini sağlamak, İstanbul’un içinde bulunduğu koşullara rağmen, birliğimizi içe ve dışa göstermek için yaptık. Bu teşkilat, yalnız Kuvayı Milliye üyelerinden, silahlı bireylerden ibaret değildi. Tersine bütün ülkede ve ülkenin en ücra köşelerinde bile oluşmuş, doğrudan doğruya yasal ve uygar bir teşkilattı ki, ona Müdafaai Hukuk teşkilatı diyorduk.
Müdafaai Hukuk örgütümüzün amacı; bir millî kuvvet oluşturarak kendimizi savunmak, mukaddesatımızı korumaktı. Bunun için birlik içinde vatanın bütünlüğünü korumak, bağımsızlığımızı sağlamak gerekiyordu. Erzurum Kongresi’nde başkan olarak yaptığım konuşmada demiştim ki: Vatanımız ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, kanaatler iflasa mahkûmdur. Ve işte bütün bu iğrenç zulümlerden ve bu bedbaht acizlerden, tarihimize karşı reva görülen haksızlıklardan üzüntü duyan millî vicdan sonunda uyanmış, haykırışını yükseltmiş ve Müdafaai Hukuku Milliye, Muhafazai Hukuku Milliye, Müdafaai Vatan ve Reddi İlhak gibi çeşitli adlarla ve aynı mukaddesatın korunmasının sağlanması için beliren milli akım, bütün vatanımızda artık bir elektrik şebekesi haline gelmiş bulunuyor. İşte bu azimli şebekenin vücuda getirdiği kahramanlık ruhudur ki, kutsal vatan ve milletin mukaddesatını kurtarmaya ve himayeye dayanan son sözü söyleyecek ve hükmünü uygulatacaktır.
Ülkeyi parçalanma ve dağılmadan kurtarmak için tek çare bütün millî kuvvetleri esaslı bir teşkilatla birleştirmekti. Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti adı altında vücuda getirdiğimiz bu birlik; Erzurum ve ardından Sivas genel kongrelerinde belirlenen esaslara göre, Türk ve Kürt milli sınırları ile sınırlanan Türkiye’yi taksim olmaktan kurtarmak ve Osmanlı devlet ve milletlerinin bağımsızlığını temin etmek gayesini hedefledi. Bu gayeye ulaşmak için fiilen ve zımnen savunmayı esas aldı. Millî teşkilatımızın takip ettiği gaye, vatanın parçalanmaktan ve milletin esaretten kurtarılmasına yönelikti. Vatanımızı parçalamaktan kurtaracak, düşmanlarımızın her türlü istilacı emellerine set çekecek biricik dayanak noktamız; başta şerefli ordumuz olmak üzere, milletimizin kudretini dünya kamuoyuna tanıtan millî teşkilatımız oldu. Teşkilatımız bu gayenin elde edilmesiyle üstlendiği vatani görevini başarıyla tamamlamıştır.


**