ABDULLAH ÇATLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABDULLAH ÇATLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2019 Çarşamba

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 10

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 10




35- Alaaddin YÜKSEL Emniyet Genel Müdürü 9.01.1997 tarihli ifadesinde;

“ 14 Nisan 1996 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü görevine başladığını, Susurlukta meydana gelen kazanın Jandarma Genel Komutanlığının taşra teşkilatının sorumluluk alanı içerisinde meydana geldiğini, kaza 
mahallinde yapılması gereken her türlü işlemlerin Jandarma Genel Komutanlığının taşra teşkilatı tarafından yapıldığını, araçta bulunan meslektaşlarının ne amaçla orada bulunduğunun kendilerini ilgilendirdiğini, bunun aydınlatılması için derhal Müfettiş görevlendirildiğini, Susurluk Cumhuriyet Savcılığı’nca kazadan hemen sonra Emniyet Genel Müdürlüğüne çekilen faksta olay mahallinde 7 silahın bulunduğu; genel nitelikleri 
itibarıyle kimler adına kayıtlı olduğunun bildirilmesinin istenildiğini, buna ilave olarak birtakım belgelerin Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından verilip verilmediğinin sorulduğunu, Hüseyin Kocadağ ile ilgili yaptırılan inceleme sonucunda; Hüseyin Kocadağ’ın İstanbul’da bir polis okulu müdürü olduğunu, Hüseyin Kocadağ’ın görev yerinden izinsiz olarak ayrıldığı, Havayolu ile İzmir’e gittiği, Hüseyin Kocadağ’ı İzmirde otelde kaldıkları, Ege’de bazı geziler yaptıkları, dönüşte de malum kazanın meydana geldiğinin anlaşıldığını, Kazada bulunan 7 silahtan; 3 silahın bir tanesinin Hüseyin Kocadağ’ın zati silahı olduğu, bir tanesinin Sedat Bucak tarafından Makina Kimya Endüstrisi Kurumundan satın alınmış ruhsatlı silah olduğu, yine bir tanesinin Abdullah Çatlı tarafından devir suretiyle alınan silah olduğu ve İstanbul Valiliği tarafından yapılan  soruşturmalara dayalı olarak silah ruhsatı almış olduğunu geriye kalan 4 silahın İl Emniyet Müdürlüklerinde kaydının çıkmadığını, Interpol aracılığıyla silahların üretildiği fabrikalara sorduklarını, Özellikle İtalyan Baretta fabrikasına sorulduğunda, bunların İsrail’e satılmış olduğunu ve nihayet bu silahların 
Türkiye’ye satılabileceğinden bahsedildiğini, Sadece Baretta Silahın İsrail’e satıldığının ifade edildiği, diğerlerinin ise kayıtlarının bulunamadığını, Emniyet 
Genel Müdürlüğünün tüm depo kayıtlarının incelendiğini ve bu silahların kayıtlarına rastlanılmadığını, Abdullah Çatlı’nın Türkiye’ye 10 değişik pasaport ve isimle giriş-çıkış yaptığının tesbit edildiğini, özellikle  1994 den günümüze kadar 122 kez yurtdışına çıktığının belirlendiğini, Şahin Ekli adına bir tek Yeşil Pasaport çıktığı, sadece hususi pasaportu Emniyet Genel Müdürlüğünden almış olduğu, bu pasaportuna dayanarak teşkil eden belgelerde Maliye Bakanlığında 1.sınıf müfettiş ünvanı belirtilerek pasaport alındığının belirlendiği, diğer 
pasaportların Londra Büyükelçiliğinden alınmış olduğu, Emniyet Genel Müdürlüğünden 1. sınıf Maliye Müfettişi ünvanıyla almış olduğu pasaporta ait belgelerde Maliye Bakanlığında görevli Daire Başkanı Çetin Karcı’nın imzasının taklit edilerek atılmış olduğunu pasaporta dayanarak teşkil eden evrakların sahte olduğunu, Emniyet Genel Müdürlüğünde bütün Bakanlıkların yeşil pasaport talebine ilişkin belgeleri imzalamaya yetkili kişilerin imza sirkülerlerinin bulunduğunu, çok dikkatli bakıldığında belki bu sahte belgelerin tesbit edilmesinin mümkün olabileceğini, Abdullah Çatlı’nın gerek Interpol ve gerekse Emniyet kayıtlarına bakıldığında yurtdışında çok değişik isimler kullandığını, 1980’li yıllardan sonra Fransa’da uyuşturucudan yakalandığını, Fransa’da 5 yıl hapse mahkum olduğunu, 5-5,5 yıl cezaevinde yattığını, İsviçre’ye iade edildiği ve İsviçre cezaevinden kaçtığını, Ali Kurdoğlu, Ahmet Kurdoğlu gibi değişik isimler kullandığını, DGM Savcılığından, Emniyet Genel Müdürlüğünde silah uzmanı kadrosunun bulunup bulunmadığının ve bu tür belge verilip verilmediğinin sorulduğunu, Emniyet kadrolarında silah uzmanı adıyla bir kadronun bulunmadığını, kayıtlarında da böyle bir belge tanzim edildiğine dair hiçbir kayda rastlanılmadığını, Silah ruhsatlarında yasaya göre bir standart olduğunu, görev ve ünvanı kim olursa olsun herkesin aynı silah ruhsatını 
taşıyacağını, bunun dışında bir ruhsat örneği olmadığını, 1996 yılı başında Sedat Bucak için korunma kararı alındığını, ancak Sedat Bucak’ın koruma istemediğini, bu nedenle kararın dosyasında muhafaza edildiğini, Söylemez Çetesinin yakalanmasından sonra özellikle Söylemezlerin Milletvekilleri Sedat Bucak ve Necmettin Dede’yi ortadan kaldırmak istedikleri ve bu amaçla planlar hazırladıklarının anlaşılmasından sonra Sedat Bucak’ın İçişleri Bakanlığına ve Meclis Başkanlığına yazılı müracaatının olduğunu ve bu müracaatından da korumasına istediği polis memurlarının isim listesinibelirttiği, bunun üzerine derhal koruma kararı alınması zaruretinin ortaya çıktığını ve koruma olarak istediği polis memurlarının Ankara Valiliği emrine atandığını ve Valilik onayı ile Sedat Bucak’a korumaların verildiğini, Koruma altında tutulan 1028 kişi olduğunu ve genellikle korumaların ismen korunan kişilerce talep edildiğini, 
Özel harekatta görevli polislerin zaruret halinde diğer işlerde de görevlendirile bildiklerini ,Sayın Başbakan ve Başbakan Yardımcısının emrinde 20 civarında özel harekat görevlisinin çalıştığını, Emniyet Genel Müdürlüğünün adli görevlere münbahis bir görevi bulunmadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünün belli olaylarda, kişileri alalım, sorgulayalım gibi görevi bulunmadığını, Ömer Lütfü Topal 
Cinayeti ile ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğünden derhal bir yazıyla bilgi istediklerini, alınan cevapta, İstanbul Emniyet Müdürlüğü santralına bir ihbarın geldiği, bu ihbar üzerine 3 polisin ve 2 sivil vatandaşın İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından alındığı, konunun incelendiği ve olayla hiçbir irtibatının olmadığı anlaşıldığından herhangibir işlem yapılmamıştır şeklinde ifade edildiğini, Özel Harekat Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin’in İstanbul Çamlıca turnikelerinde özel harekatçı 3 polis memurunu teslim aldığını, İçişleri Bakanı’nın emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’a talimat verdiğini, Halil Tuğ’un da bu talimatı sadece İbrahim Şahin’e ilettiği ve Emniyet Genel Müdürü olarak kendisine bilgi vermediğini, bu nedenle ilgililer hakkında tahkikat başlattığını, Emniyet Genel Müdürlüğü olarak başka bir yerden adam alma yetkilerinin olmadığını, ancak illerin talebi halinde silah uzmanı, sorgulama uzmanı gibi 
yardım yapabileceklerini, Kamusal gücü kötüye kullanan hiç kimsenin bu teşkilatta barınmaması gerektiğini, 3201 ve 2559 sayılı yasalarda polise istihbarat yapma imkânı veren hükümler olduğunu, Bu amaçla bütün İl Emniyet Müdürlükleri bünyesinde istihbarat birimleri olduğunu ve Emniyet Genel 
Müdürlüğü bünyesinde de İstihbarat Daire Başkanlığı bulunduğunu, bu birimin doğrudan Emniyet Genel Müdürüne bağlı olduğunu, 1980’li yıllardan sonra emniyet Genel Müdürlüğünün özellikle terör, uyuşturucu ve organize suçlarla ilgili olarak istihbarat çalışmaları yaptığını, Türkiye’de istihbaratın patronunun MİT olduğunu ve Emniyet Genel Müdürlüğünce yapılan istihbaratın sadece 
asayiş istihbaratı olduğunu, PKK’ya yönelik yapılan nokta operasyonların MİT tarafından verilen bilgilere dayalı olduğunu ve MİT ile aralarında bir uyumsuzluk olmadığını, ne MİT ile ne de başkasıyla bir çatışmaları olmadığını, 3200 civarında istihbarat elemanları olduğunu, bunun kendi personelleri olduğu ve bu nedenle 
polisin dışarıdan adam kullanmalarına gerek bulunmadığını, Yüksekova, Ankara, İçel, gibi yerlerde polislerin de aralarında yer aldığı organize suç örgütlerinin ortaya çıkarıldığını, bunun içinde uyuşturucu grubunun çıktığını, hatta Söylemet Çetesinde 5’e yakın emniyet mensubunun olduğunu, 50 ilde Özel Harekat biriminin bulunduğunu, toplam görevli sayısının 6700 civarında olduğunu, batı illerimizde görev alan özel harekat elemanlarından bazılarında psikolojik problemler çıktığını, ciddi problemleri yaşandığını, bu elemanların rehabilite edilmelerinin şart olduğunu bu amaçla Balıkesirde bir rehabilitasyon 
merkezi açmak için çalışmalarının olduğunu, Abdullah Çatlı ile ilgili olarak İstanbul DGM Başsavcılığının bir çalışma yaptığını, Mesut Yılmaz’a Budapeşte’de yapılan saldırı ile ilgili olarak, Dış İlişkiler Daire Başkanı ile Dışişleri  Bakanlığından konu ile alakalı bir büyükelçinin Macaristan’a gittiklerini ve Macar polisi ile bir çalışma yaptıklarını, olayda 3 kişinin olduğunun ifade edildiğini, macar polisinin 3 kişi hakkında tutuklama kararı verdiğini ancak bu kişilerin Macaristanı terk ettiklerini Macar polisince, ifade edilmiş olduğunu, bu kişilerle 
ilgili Interpol kanalıyla kırmızı bülten çıkardıklarını ve takibin devam ettiğini, 
Susurluk kazasından sonra Emniyet Teşkilatı olarak çok zor günler geçirdiklerini, kim yasalara aykırı bir şey yapmışsa elbette bunun sonuçlarına da katlanması gerektiğini, Söylemezler çetesi dahil hiçbir çete soruşturmasında yarım bırakılan bir husus olmadığını ve herşeyin gayet iyi gittiğini,Devlet içerisinde suç işleyen insanlar, münferit olarak her zaman çıktığını, bunun örneklerinin dünyanın her 
yerinde görüldüğünü, devlet içinde bir çete örgütlenmesinin sözkonusu olmadığını, Türkiyede mafya tarifi içerisinde bir mafya olmadığını, Türkiye’de organize suç şebekeleri olduğunu, mafyanın tarifinde en önemli konunun ülkenin bir bölümünde tüm ekonomik ve sosyal faaliyetlerin o grubun elinde tutmasının geldiğini, orada kamu ve özel birtakım şeylerden rant alma, gibi Türkiyede böyle bir şeyin olmadığını, birtakım organizasyonlar, suç grupları içerisinde, devletin içinde yeralmış münferit kişilerin zaman zaman olabildiğini, bunu devletin mafya ile ilintisi olarak nitelemenin mümkün olmadığını, organize suçlar içerisinde suç işleme itiyadında olan, potansiyel nitelikli kamu görevlileri olabileceğini, Emniyet teşkilatının da acele olarak yeniden yapılandırılması gerektiğini, polis okullarını 2 yıllık polis meslek yüksek okulları haline getirmeyi düşündüklerini, Abdullah Çatlı’nın Emniyet Teşkilatınca kullanıldığı yolunda bir tesbitinin olmadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünde kendi kadrosu dışında insanların çalıştırıldığına dair de herhangibir bilgi ve belge bulunmadığını, Susurluk kazasında bulunan silahların balistik incelemelerinin Jandarmada ve sonra da Jandarma tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü laboratuvarlarında yaptırıldığını ve silahların hepsinin temiz çıktığını, 1996’nın ilk ayında Haluk Kırcı’nın İstanbul polisi tarafından hakkında Bahçelievler katliamı ve İstanbul Büyükçekmece Mahkemeleri tarafından verilmiş gıyabi tutuklama kararı nedeniyle yakalandığını ve İstanbul 
Emniyetinden kaçtığını, İstanbul Emniyet Müdürlüğünün bir soruşturma açtığını, bu soruşturmayı bir başkomiserin yaptığını, soruşturma sonucunun yargıya intikal ettiğini ve bir polis memurunun tutuklandığını ve diğerinin serbest bırakıldığını, bundan sonra polis memurunun da beraat ettiğini, sonradan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının konu ile ilgili tekrar soruşturma açtığını, Emniyet Müdürü Statüsünde bir özel harekatçı olmadığı için İbrahim Şahin’in Özel Harekat Daire Başkanlığına vekaleten baktığını” belirtmiştir. (Ek:208) 

36- Hande BİRİNCİ 7.01.1997 tarihli ifadesinde; 

“Tarık Ümit’in kızı olduğunu, babasının en son 2 Mart 1995 de Yaman Hakkı ile görüştüğünü, Yaman Hakkı’nın Kıbrıs Bankasındaki Müdür olduğunu ve babası ile bu bankaya ortak olduklarını, bankanın başka ortakları olup olmadığını bilmediğini, Babası Tarık Ümit’in 3 Mart 1995’te İstanbul Erenköy Divan Pastanesine gitmiş olduğunu, babasının bu pastaneye gittiğini orada çalışan garsonlardan öğrendiğini, babasının burada Ziya ve Ayhan isimli iki polis memuru ile buluştuğunu, bunu da Jandarmada Jitem’ci Assubay Ahmet Alatıntaş’tan öğrendiğini, bu iki polis memurunun İbrahim Ağabey seni evde bekliyor oraya gideceğiz dediklerini öğrendiğini, İbrahim’in İbrahim Şahin olup olmadığını bilemediğini, 4 Mart 1995 günü saat 13.30 sıralarında 
babasının otomobilinin Silivride bulunduğu yere gittiğini, Jandarmanın araştırmaya başladığını ve aracın plakasının sahte olması üzerine Jandarmada bir süre alıkonulduklarını, daha sonra Kadıköy Cumhuriyet Savcılığına giderek babasının hayatından endişe duyduğu için müracaatta bulunduğunu, babasının serbest ticaretle meşgul olduğunu, Kıbrıstaki bir bankanın ortağı olduğunu, son zamanlarda tek uğraştığı işin bu olduğunu, Almanyada yaşıyan bir ablasının bulunduğunu, babası Tarık Ümit’in kaybolmasından hemen sonra Mehmet Eymür’ün kendisini telefonla aradığını ve iki arkadaşını da İstanbul’a gönderdiğini, babasının kaybolmasında Korkut Eken’in rolü bulunduğunu, ifadeye gittiğine bunu belirtmesini söylediğini, Mehmet Eymür’ün de, Korkut Eken’in de babasının arkadaşı olduklarını, Jandarma JİTEM’den assubay Ahmet 
Altıntaş’ın Tarık Ümit ile ilgili bir çalışma yaptığını ve Avşar kederoğlu ismini sorduğunu, böyle bir şahsı o ana kadar hiç duymadığını, kendi duyumlarına göre babasının iki polis memuru ve ibrahim Şahin tarafından Abdullah Çatlı’ya teslim edildiği ve bir daha Tarık Ümit’in piyasaya çıkmadığını; Korkut Eken ile İstanbul 
Feneryolunda 10 dakika kadar görüştüğünü ve bu görüşmede Eken’in kendisine babasının yurtdışında bir görev yollandığını, söylediğini, Mehmet Eymür’ün yolladığı kişilerin kendisine babasının Korkut Eken’in isteği üzerine özel harekatçılarca kaçırıldığını ve sorgulandığını söylediklerini, bu konu ile ilgili olarak Mehmet Ağar’ın da isminin geçtiğini, Eymür’ün kendisinin de babasının kaçırılmasında Korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın ilgisinin olduğunu ve bu 
isimleri Cumhuriyet Savcılığına vermesini söylediğini, ancak bu isimleri Savcılığa vermediğini, Tarık Ümit’in son aylarda ortalığın epeyce karışık olduğunu, zamanı gelince bazı şeyleri anlatacağını ancak henüz vaktigelmediğini kendisine söylediğini, arada laf çıkartan insanlar var dediğini babasından işittiğini, Tarık Ümit’in Cihangirde yazıhanesinin Korkut Eken tarafından telefonla arandığını ve Korkut Eken’in telefona cevap veren çocuğa, o bizi sattı biz de onu satacağız deyip telefonu kapattığını, bunu yazıhanedeki çocuktan işittiğini, bu telefon olayının babasının kaybolmasından önce olduğunu, korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın mal vaarlıklarının araştırılması gerektiğini, 

Babasının kaybolmasının Silivri Jandarmasınca yapılan bir soruşturma ile kaldığını, Abdullah Çatlıyı Mehmet Özbay ismiyle tanımadığını, Mehmet Ağar’ı da şahsen tanımadığını, Emniyetten Hiram Abas, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’i tanıdığını, Assubay Ahmet Altıntaş’ı, Jitem mensubu olarak tanıdığını ve ilk defa babasının kaybolması olayında tanıştığını, Kıbrıs Bankasındaki ortak Yaman Hakkının kendisine babası Tarık Ümit’in bankada hissesi olmadığını söylediğini ancak elinde hisse dağılımı olan evrak bulunduğunu ve babasının bankaya ortak olduğunu ve kaybolmadan evvel en son gündüz Tarık Ümit’in Divam Pastanesinde Hakkı beyle görüşmüş olduğunu, Babası Tarık Ümit’in son zamanlarda emniyet tarafına ters düşmüş olabileceği şeklinde 
kuşkularının olduğunu, İbrahim Şahin ile şahsen hiçbir tanışıklığı olmadığını bildiği kadarıyla babası Tarık Ümit’in uyuşturucu ticaretiyle bir alakasının bulunmadığını, dündar Kılıç isminden babasının hiç bir zaman bahsetmediğini, 
Alaattin Çakıcı, Tevfik Ağansoy, Behçet Cantürk, Ömer Lütfü Topal, Sami Hoştan ile Tarık Ümit arasında direkt ya da endirekt ilişkiler konusunda herhangi bir duyumunun olmadığını zaten kendisinin son 2 yıldır İstanbul’da oturmadığını, Yaşar Öz’ün Düzceden babası Tarık Ümit’in çocukluk arkadaşı olduğunu, Yaşar Öz ile Tarık Ümit’in bir iş ilişkisinin olmadığını, Tarık Ümit’i uyuşturucuya karşı bir insan olarak bildiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti ile ilgisinin olup olmadığını bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:209) 

37- İbrahim Şahin Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili 7.01.1997 tarihli ifadesinde; 

“1956 Tokat doğumlu olduğunu ve 1982’nin sonunda Özel Harekatın Kurucularından birisi olduğunu, Tarık Ümit ile İstanbul Emniyet Müdürlüğünde çalışırken tanıştığını, Tarık Ümit ile dost olduklarını; Tarık Ümit’in 
kendisinin iki kez ziyaretine geldiğini, Tarık Ümit’in kaybolduğu 1995 yılı 2 Mart’ında kendisinin polis Memuru Ayhan Akça ve Mehmet Ağar ile birlikte Diyarbakır’da olduklarını, Tarık Ümit’in öldürülüp öldürülmediğini bilmediğini, ancak Tarık Ümit’in uyuşturucu kaçakçılarını polise ve devlete yakalattığını, bunun için ajanlık yaptığını, Tarık Ümit ile 1991-1992 yıllarında tanıştığını ve o günden beri devamli ölüm korkuşu içinde olduğunu, bu durumu Tarık Ümit’in kendisinden duyduğunu, bir de Tarık Ümit’in Kıbrısta banka açtığını kendisine söylediğini, Tarık Ümit’in bu bankaya ortak olduğunun söylendiğini, Topal Cinayeti ile ilgili olarak polis memurları Ayhan Akça, Oğuz Yorulmaz ve Ercan Ersoy’un evvelce Özel Harekat daire Başkanlığı emrinde çalıştıklarını 1995 yılı Nisan ayında ayrıldıklarını, Ercan Ersoy’un İzmir’e, Ayhan Çarkın ile Oğuz Yorulmaz’ın da istanbul’a tayin olduklarını, şu anda Ercan Ersoy’un özel harekatçı olmadığını, diğer ikisinin Özel Harekatçı olduğunu, Oğuz Yorulmaz’ın 1996 yılı Ocak Şubat aylarında Ankara’dan ayrıldığını, bu polis memurları, ayrıldıktan sonra hiçbir şekilde görüşmesinin olmadığını, hele Ercan Ersoy’la hiç olmadığını, zaten Ercan Ersoy’un özel harekattan çıkarıldığını, 28 Ağustos 1996 da Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’un kendisini çağırdığını ve İstanbul’da alınan bu memurları alıp getirmesini kendisine köylediğini, İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın da kendisini telefonla aradığını ve bu talimatı verdiğini, 
istanbul Çamlıca turnikelerinde memurları teslim aldıklarını ve Ankara’ya döndüklerini, Döndükten sonra Halil Tuğ ve İçişleri Bakanına bilgi verdiklerini, getirilen şahısların ifadelerini aldıktan sonra serbest bıraktıklarını, İstanbuldan tutanakla teslim aldıklarını, tutanakta şahısların bir ihbar neticesi alındıklarını 
ve herhangibir illiyet bağına rastlanmadığı ve olayla ilgileri olmadığından bahsedilerek teslim edildiğinin belirtildiği, Ankara’da bu şahısların yazılı ifadelerinin ve gösterdikleri şahitlerin de ifadelerinin alınarak salıverildiklerini, 
Bu polis memurları ile birlikte iki sivil Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in de teslim alındığını ve ifadelerinin alınmasından sonra bunların da serbest bırakıldıklarını,
Mehmet Ali Yaprak ile bir ilişkisinin bulunmadığını ve bu şahsı tanımadığını, Tarık Ümit’in kızı Handeyi de tanımadığını ve hiç görüşmediğini, Tarık Ümit olayının souşturmasını yapan Jandarma Assubayı ile telefonla görüştüğünü ve özel harekatçı Ayhan Akça’nın alınmasının yanlış olduğunu ve bıkarılmasını söylediğini, Resmi olarak istenildiği takdirde Ayhan Akçay’ı verebileceklerini de söylediğini, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Mehmet Eymür’ün kendisine telefon ettiğini ve Tarık Ümit’in kendilerince alındığını söylediğini, kendisinin de 
mümkün olmadığını, almaları için sebep olmadığını söylediğini, Abdullah Çatlı’yı tanımadığını, Özel harekatta görevli polis memurları nereye tayin olurlarsa olsunlar mutlaka Özel Harekat daire Başkanlığının görüşünün alınması gerektiğini, Sedat Bucak’a koruma olarak verilen memurlarla ilgili olarak kendilerinden bir görüş sorulmadığını, normalde sorulması gerektiğini, Ayhan Akça’nın evvelce kendisine korumalık yaptığını, Ayhan Akça ile kurye Dilek Örnek ilişkisini Ayhan Akça’nın açığa alınmasından sonra öğrendiğini, 1988 den beri Ayhan Akça ile birlikte çalıştıklarını ve hem kendisinin hem de Ayhan Akçanın Tokat’lı olduğunu ve hemşehri olduklarını ve güvendiği bir elemanı olduğunu, Doğuda, zaman zaman operasyonlar, bölgedeki MİT sorumlusu personel ile bilgi alışverişi yaptıklarını, operasyon öncesi MİT yetkililerinden bilgi aldıklarını, Operasyona katılan özel tim’in en az 20 kişiden oluştuğunu, ve iki timle operasyona gidildiğini, Özel tim’in kırsal alana tek başına gitme yetkisinin bulunmadığını, mutlak surette yanlarında askeri birlik olması gerektiğini, Narkotikle özel harekatın bir bağlantısı olmadığını, kendisinin 25 yıllık polis olarak sadece esrarı tanıdığını, diğerlerini bilmediğini, narkotik şubelerin kırsal alanda operasyon tecrübelerinin bulunmaması nedeniyle kendilerinden yardım istediklerini ve kırsal alanda pusu atma işlerini yaparak Narkotike yardımcı 
olduklarını, Uyuşturucu sevkiyatı ile PKK’nın bağlantısının olduğunu, nihai olarak kendilerinin operasyon mensubu olduklarını, 1993 yılından beri Özel Harekat daire Başkanlığı görevini vekaleten yürüttüğünü, Özel Harekatta 7 bin 
civarında personel olduğunu, özel harekatın lekelenmemesi için elden gelen gayretin gösterildiğini ve uygunsuz hali görülenlerin hemen özel harekattan çıkarıldığını, özel harekatın yıpratılması için memurlarının MHP’lilerden seçildiği yolunda söylentiler yayıldığını ve bunun gerçekle bir ilgisi olmadığını, PKK ile 
mücadelede özel harekatın başarılı olduğunu ve bu nedenle PKK örgütünce kendilerine saldırıldığını, Bu güne kadar 6700 kişilik özel harekat kadrosundan, işledikleri suçlar nedeniyle sadece 28 kişinin meslekten ihraç edildiğini, özel harekatın kuruluşunun Genel Kurmay’ın Özel Harp Dairesine dayandığını, ilk 
kurulduğunda Özel Harp Dairesinin kendilerine kurslar verdiğini, PKK ile yürütülen mücadelenin bir gerilla savaşı olduğunu, Askerlerin operasyonlara giderken yanlarında polis timi istediklerini, özel timci polisleri Ankara’ya getirdiği için açığa alındığını, Sedat Bucak’ın kaza geçirmesi üzerine İstanbul’u 
telefonla aradığını ve Sedat Bucak’ın durumunu sorduğunu, Sedat Bucak’ı tanıdığını ayrıca Güneydoğuda bütün aşiret reisleriyle yakın ilişkilerinin bulunduğunu bu insanların özel harekata yardımcı olduklarını Sedat Bucak’ı sağlığını merak ettiği için aradığını, İstanbul Emniyet Müdürlüğünü de aradığını ancak Balıkesir’i aramadığını, Behcet Cantürk öldüğü zaman sevindiklerini, Behcet Cantürk’ün Özgür Gündem Gazetesinin % 30 hissedarı olduğunu, PKK’ya en büyük mali ve lojistik desteği sağladığının söylendiğini, bu operasyonu 
kimin yaptığını bilmediğini, Savaş Buldan’ın da PKK’ya destek verdiği kanaatinde olduğunu, Buldan’ların doğuda aşiret olarak bu örgüte yardım ettiklerini, Ömer Lütfü Topal hakkında böyle bir duyumu olmadığını, Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesinde para ve menfaat ilişkilerinin bulunabileceği kanaatinde olduğunu, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile Özel Harekatın karalanmaya çalışıldığını, Uzi silahının özel harekatta kullanıldığını, profosyonelce işlenmiş olan bu cinayette uzi silahı bırakılarak adeta bir mesaj verilmek istenildiğini, bu uzi silahın özel harekattaki silahlardan olmadığını zaten numarasının da silinmiş olduğunu, 
Abdullah Çatlıyı tanımadığını, 1995 yılında Çatlı ile oturup konuştuklarını ancak Çatlı olarak değil Mehmet Özbay olarak tanıdığını, hatta soyadını bile bilmediğini, kazadan sonra öğrendiğini, Ankara’da Sedat Bucak’ın yazıhanesinde gördüğünü ve işadamı ve tekstilci olduğunu kendisine söylediğini, bir-iki defa da İstanbul’da görüştüklerini,

Emniyette silah uzmanı sertifikası verilmesi gibi bir uygulama aolmadığını, 
Korkut Eken’in Balıkesir ve Menteş kurslarında özel harekata öğretmenlik yaptığını, bunun dışında özel harekatla hiçbir şekilde ilişkisinin bulunmadığını, 
Hüseyin Kocadağ ile ilk Özel Harekat şubesinde beraber çalıştıklarını, bir kadınla ilişkisi olduğu gerekçesiyle meslekten ihraç edildiğini ve Danıştay Kararıyla tekrar mesleğe döndüğünü ve Hakkâri Özel Harekat Şube Müdürü olarak tekrar başladığını, Ömer Lütfü Topal cinayeti ile ilgili İstanbulda polisce alınan 3 özel timciyi almak üzere İstanbul’a gidişinde Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel’in Ankara’da olmadığını ve görevi Emniyet Genel Müdür Yardımcısı 
Halil Tuğ’dan aldığını, Özel harekatın, istihbarat için adam kullanmadığını, özel harekatta da böyle bir istihbarat birimi olmadığını, Bucak aşiretinin tamamının gönüllü köy korucusu olduklarını ve para almadıklarını, devletten para alan Bucak aşireti ile ilgili korucu sayısının 50’yi geçmediğini, operasyon bölgelerinde arazi şartlarını iyi bilen 3-5 koruyucu da beraberlerine alabildiklerini, bunların sadece yol gösterici olduklarını, Tarık Ümit’in kaçırılması olayı ile ilgili olarak, Mehmet Eymür’ün kendisini telefonla aramadığını, kendisinin Yenimahalleye giderek Mehmet eymür ile yemek yiyip görüştüğünü, Mehmet Ağar’ın bu konuda kendisine bir şey söylemediğini, Mehmet Eymür ile Tarık Ümit’in kaçırılması olayını da konuştuklarını, Mehmet eymür’ün kendisine Tarık Ümit’i Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlunun götürdüğünü ve Abdullah Çatlı’ın elinde olduğunu söylediğini, kendisinin de Ayhan Akçanın Diyarbakır da o gece yanında olduğunu ve Genel Müdür ile birlikte Diyarbakırda bulunduklarını, Diyarbakırda olan bir insanın İstanbul’da Divan Pastanesinden Tarık Ümit’i kaçırmanın mantık dışı olduğuu söylediğini, Mehmet Eymür ile yaptığı görüşmede Mehmet Eymür’ün “Tarık Ümit’i Abdullah Çatlı bıraksın, ya da bıraktırın, ben teminat veriyorum, bir daha Tarık Ümit Abdullah Çatlı’nın işlerine karışmayacak yahut o alana 
girmeyecek” dediğini, kendisinin de Tarık Ümit’in nerede olduğunu bilmediğini söylediğini, Özel Harekat Daire Başkanlığının herhangibir kişiyi alıp soruşturma hakkının bulunmadığını, Özel Çiller ile bir münasebetinin bulunmadığını, ömrü hayatında Özer Çiller’i görmediğini,”belirtmiştir. (Ek:210) 


11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 9

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 9




30- Mehmet Ali YAPRAK 14.1.1997 tarihli ifadesinde; 

“1996 yılı 24-25 Mayıs gecesi polis olduğunu söyleyen kişilerce evinin önünden bir araca bindirilerek kaçırıldığını, kendisinin “kaçakçılık yapmak, seks hapı satmak ve devlete vergi vermemekle suçlandığını, serbest bırakılması karşılığında 15 milyon mark fidye istenildiğini, kendisinin bu kadar parayı vermesinin mümkün olmadığını, ancak 3 milyon mark ödeyebileceğini, bunun da l milyon markını serbest bırakıldıktan itibaren 15 gün içerisinde, 2 milyon markın da 1 milyonunu 2 ay sonra 1 milyonunu da ondan sonraki ayda ödeyebileceği  ni, kaçırılma sırasında gözlerinin bağlı olduğunu, cebindeki paraların, kolundaki saatinin, cep telefonunun ve kredi kartları ile ehliyetinin de alındığını, kaçırıldığı sırada üzerinde 65-70 bin markı ve 20-30 milyon TL. civarında Türk Lirası olduğunu, kaçırıldıktan 6 gün sonra Hilvan girişinde serbest bırakıldığını, 
Gaziantep’te işadamlarından haraç toplayan bir çetenin bulunduğunu, bu çete içerisinde Yahya Efe, Turgay Maraşlı, Tuncay Maraşlı, Müfit Sament gibi kişiler bulunduğunu, Turgay Maraşlı’nın Abdullah Çatlı’nın ortağı olduğunu, kendisini kaçıranların 11 kişi olduğunu ve Yahya Efe, Turgay Maraşlı, Tuncay Maraşlı, Müfit Sament gibi şahısların da bu 11 kişinin içinde bulunduğunu, kendisini kaçıranlardan hiçbirisinin Gaziantep’ten olmadığını ve hepsinin İstanbul tarafından geldiğini, Gaziantep’te bu kişilere yardımcı olanların Abdullah Sabri 
Kocaman, Mehmet Öztürk ve Mehmet Öztekin olduğunu, Müfit Sament’in Devlete çalıştığını, konuşmaması için zaman zaman tehdit telefonları aldığını, kaçırılması olayı ile ilgili olarak ilgili Cumhuriyet Savcılığınca takipsizlik kararı verildiğini, Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın talimatı ile Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığınca tekrar ifadesinin alındığını ve yeniden dosya tanzim edildiğini, 

Kendisinden istenilen 3 milyon mark fidyeyi ödemediğini, kaçırıldığında bırakılmadan önce videoya kaçakçı olduğunu belirten ifadeler kullanarak kendisinin videoya kaydedildiğini, kaçırılma sırasında gelenlerin polis 
olduklarını ve Kaçakçılık Daire Başkanlığından geliyoruz dediklerini ve kendisini götürdüklerini, 1973 yılından beri Gaziantep’te tıbbi malzeme ticareti ile meşgul olduğunu, kendisini kaçıran ve otoyu kullanan kişinin Haluk Kırcı olup olmadığını bilmediğini, Haluk Kırcı ile karşı karşıya getirildiği zaman kendisinin, kaçıranın Haluk Kırcı olup olmadığı konusunda bir kanaate varabileceğini, kendisinin ruhsatlı 2-3 tane silahının bulunduğunu, 3 milyon mark fidyeyi ödemeyişinin sebebinin bir defa ödeyince bunun arkasının gelecek olmasından endişe 
duyması olduğunu, çocuklarının kaçırılabileceği yolunda duyumlar aldığını; kaçıracak kişiler arasında Özel Harekattan 2 memur olduğu şeklinde duyumlar olduğunu, bırakılmasının tek sebebinin Yahya Efe isminin ile Müfit Samet isminin konuşulmaya başlanması olduğunu, Müfit Samet’in MİT’e çalıştığını, Müfit Samet’in kendisini kaçıranlardan birisi olduğunu ve İstanbul’da kaldığını, evinin önünden kaçırılmasından itibaren içinden 2500 sayı saydığını ve bunun da Siverek İlçesine götürülecek kadar bir mesafe olduğunu, mali durumunun 15 milyon mark fidyeyi ödemeye müsait olmadığını, 3 milyon markı ise arazilerini satmak suretiyle ödeyebilecek durumda olduğunu, kendisini kaçıranların, serbest bırakıldıktan sonra 2 kez aradıklarını ve kendilerine telefonda muhatap olmadığını, kendisini kaçıranları birbirine düşürmek amacıyla 1 milyon mark 
fidye ödediği şeklinde Gaziantep’te dedikodu yaydıklarını ve bunu bilerek yaptığını, Çatlı’ya bağlı 7-8 grup olduğunu ve her grubun başında birisinin bulunduğunu, bütün gruplarda toplam 700 kişi kadar çete üyesi olduğunu tahmin ettiğini; Turgay Maraşlı’nın Abdullah Çatlı’yla İstanbul’daki bir tekstil 
firmasına ortak olduğunu, Turgay Maraşlı’nın aynı zamanda BOTAŞ’ın petrol dağıtım işini yürüttüğünü, Müfit Samet’in de tekstilci olduğunu söylediğini, Kıbrıs’ta bulunan Emperyal Otel’den Abdullah Çatlı’nın Turgay Maraşlı ile görüştüğüne dair elinde belge olduğunu, Abdullah Çatlı’nın 424 numaralı odada kaldığını ve 28 Nisanda kimlerle ne kadar görüştüğünün elindeki belgede mevcut olduğunu ve bunu Komisyona verebileceğini,kendisini kaçıran insanların korunup, kollandıklarını, Korkut Eken’in bu isimlerden birisi olduğunu, İbrahim 
Şahin’i tanımadığını, Mehmet Ağar ve Sedat Bucak’ı da tanımadığını ve kendileriyle bir görüşmesinin olmadığını,”belirtmiştir.(Ek:203) 

31- Avşar KEDEROĞLU 14.01.1997 tarihli ifadesinde; 

İstanbul’da ticaretle uğraştığını, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak evinden jandarma istihbaratta görevli olduğunu belirten bir kişi tarafından alınarak Maslakta bulunan Jandarma Alayına götürüldüğünü, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak en son kendisinin telefonu ile görüşme yapıldığı, belirtilerek Jandarma Alayına götürüldüğünü, Tarık Ümit’i tanımadığını ancak onu tanıyan özel harekatçı arkadaşlarının olduğunu, Ziye isimli özel harekatçının evindeki telefonu kullandığını, İbrahim Şahin’i de tanıdığını, Ayhan Akçay’ı da tanıdığını, 
İbrahim Şahin’i 1979 dan Kozaklıda Başkomiserliğinden tanıdığını, polis memurları Ziya ve Ayhan’ı da İbrahim Şahin’in koruması olarak tanıdığını, Oğuz’un da bunlarla birlikte olduğunu, ve Oğuzu’da tanıdığını, Çarkın’ı tanımadığını, Abdullah Çatlı’yı ise tanımadığını, bu polis memurlarının zaman zaman evine geldiklerini ve kendisinden araba ve telefon talebinde bulunduklarını, kendisinin de arabasını ve telefonunu polislere verdiğini; bu polis memurlarını 1992-1993 yıllarında tanıdığını Maslakta Jandarma Alayında 
tutulduğu sırada Ayhan Akçan’ın kendisini telefonla aradığını, Jandarmaya Ayhan Akçanın evini gösterdiğini, Ayhan Akçanın Halkalıda polis lojmanlarında oturduğunu, ismi Ahmet olan bir Astsubay tarafından evinden bir araçla alındığını, sivil aracın ise bir bayan tarafından kullanıldığını, sivil bayanı tanımadığını, Tarık Ümit’in kızını hiç görmediğini ve tanımadığını, İstanbul’da Gazi olaylarının başladığı gün kendisinin serbest bırakıldığını, Jandarma Alayında tutulduğu süre zarfında kendisine bir baskı yapılmadığını, Ruhsatlı silahının 
alındığını ve salıverildikten 4-5 gün sonra iade edildiğini, İbrahim Şahin’in ağabeyisinin yakın arkadaşı ve aile dostları olduğunu, ancak polislerin yakın dostları olmadığını, zaman zaman geldiklerini, Kendisine ait telefonu en son kullanan kişinin Ziya Bandırmalıoğlu olduğunu, Maslaktaki Jandarma Alayına götürüldüğünü daha sonra İbrahim Şahin’e anlattığını ve onunda bu işe hayret 
ettiğini, polis memurlarını İbrahim Şahin’in korumaları olması nedeniyle tanıdığını, cep telefonunu ve arabasını da İbrahim Şahin’in hatırına bu polis memurlarına verdiğini, Maslakta Jandarma Alayında tutulup serbest 
bırakıldıktan sonra da ara sıra polis memurları Ziya ve Ayhan ile görüşmelerinin olduğunu, Tarık Ümit’in kim olduğunu birkaç defa bu polis memurlarına sorduğunu ve arkadaşımız, onu tanıyoruz diye cevap aldığını, Ayhan Akça’nın adı en son kurye Dilek olayında duyulmasından sonra ağabeylerinin kendisine nasihat ettiğini ve bu polis memurları ile görüşmesini azaltmasını istediğini, bir ağabeyisinin önceleri İstanbul Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptığını, şimdi ise DYP İstanbul Yönetim Kurulu üyesi olduğunu, Ziya ve Ayhan’ın Ankara’da 
görevli polis memurları olduğu ancak İstanbul’da oturdukları, polis memurları Ziya ve Ayhan’ın Abdullah Çatlı’dan ve ülkü ocaklarından bazı kişilerle konuşmalar yaptığına tanık olmadığını, ağabeyisinin Abdullah Çatlı’yı tanıması gerektiğini, kendisinin kanunsuz bir işi olmadığını, hayatında ilk defa JİTEM’e gittiğini, ikinci kez de komisyona geldiğini, Ankara’da görevli olan ve genellikle hafta sonlarında İstanbula gelen polis memurları Ayhan ve Ziya’nın Karayolu ile İstanbul’a geldiklerini, Kıbrısla bir ilişkisinin olmadığını, Azerbaycan, Bulgaristan, Tunus ve İtalya’ya birer defa turistik gezi amacıyla gittiğini” belirtmiştir.(Ek:204) 

32- Seyit Ahmet ALTINTAŞ 14 Ocak 1997 tarihli ifadesinde; 

“İstanbul İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubesinde istihbarat elemanı olarak görev yaptığını, halen Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü emrinde görevli olduğunu, Tarık Ümit’in kaybolma durumundan sonra olayla ilgilenmeye başladığını, Tarık Ümit’in kırmızı renkli otosunun Silivri İlçesi 
Kılıçlı Köyü yakınlarında bulunduğunu, Silivri Büyükkılıçlı Karakolunun gereken tahkikatı yapıp evrakları Silivri Cumhuriyet Savcılığına gönderdiğini, Tarık Ümit’le ilgili çalışma yapmasını İstanbul İl Jandarma Alay Komutanının istediğini, Tarık Ümit’le ilgili çalışmaya başlar başlamaz Mehmet Eymür’ün sık sık Tarık Ümit’in kızı Hande Ümit Binici’yi aradığını ve buna tanık olduğunu, Tarık Ümit ile Mehmet Eymür’ün çok samimi olduklarını, Mehmet Eymür’ün Hande’ye telefon ederek babanı Abdullah Çatlı ve adamları kaçırdı, gazetelere ilan ver yoksa öldürürler dediğini, Mehmet Eymür’ün 3 elemanını İstanbul’a göndererek Tarık Ümit Olayı’nda Jandarmanın bilgilendirilmesini sağladığnı, Tarık Ümit’in en son görüşme yaptığı kişilerden yola çıktığını ve Tarık Ümit’in cep telefonundan yola çıkarak, Tarık Ümit’in en son telefonla görüşme yaptığı kişinin Avşar 
KEDEROĞLU olduğunu, Avşar KEDEROĞLU adına kayıtlı telefonun 1 gün önce alınmış telefon olduğunu veKEDEROĞLU olduğunu, Avşar KEDEROĞLU adına kayıtlı telefonun 1 gün önce alınmış telefon olduğunu ve henüz kullanılmaya başlandığını, Tarık Ümit’in kaçırılması olayı ile ilgili olarak kendisinin sadece istihbari bir çalışma yaptığını, adam alma, tutma, gözaltına alma gibi bir yetkisinin bulunmadığını, Avşar KEDEROĞLU üzerine telefon kayıtlı ise de bu telefonla Ayhan AKÇA ve Ziya BANDIRMALIOĞLU’nun görüşme yaptıklarını, Avşar KEDEROĞLU’ndan öğrendiğini, 

Avşar KEDEROĞLU ile sadece bir mülakat yaptığını, bu mülakat sırasında polis memurlarından Ayhan Akça’nın Avşar Kederoğlu’nu telefonla aradığını ve Avşar Kederoğlu’na Yalova’dan geldiklerini söylediğini, daha sonra Ayhan Akça ve Ayhan Çarkın ile Ataköy Polis Karakolunda bir görüşme yaptıklarını, polis 
memurlarını görüşme yapmak üzere Karakola davet ettiğini, ancak polis memurları Ayhan Akça ve Ayhan Çarkın’ın bu davetini reddettiklerini, Ataköy Polis Karakolunda görüşme önerisinin kabulü üzerine Ataköy Polis Karakoluna gittiklerini, Karakolda iken İbrahim Şahin’in Ayhan Akça’yı cep telefonundan aradığını ve kendisiyle görüşmek istediğini ancak kendisinin karakolda bulunan sabit telefondan görüşebileceğini söylediğini, Ataköy Polis Karakolunun Gazi olayları nedeniyle kalabalık olduğunu, nöbetçi Emniyet Müdürünün de karakolda bulunduğunu ve kendisine hitaben polis bölgesine habersiz giremiyeceğini 
söylediklerini, İbrahim Şahin’in de kendisi ile telefonla görüştüğünü ve polis memurlarını alamıyacağını söylediğini, 

Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Emniyetten Jandarmaya bilgi gelmediğini, oysa Tarık Ümit’in kaçırıldığı mahallin İstanbul Kadıköy polis mıntıkası olduğunu, Kadıköy polisinin bu olayla hiç ilgilenmediğini, sadece jandarmanın bu olayla ilgilendiğini, Tarık Ümit’in aracının plakasının güvenlik nedeniyle Mehmet Ağar 
tarafından verilen bir tahsis plakası olduğunu ve bunu da kendisine MİT’in ve Tarık Ümit’in kızının söylediğini, olayın başlangıcında Tarık Ümit’in MİT ajanı olduğunu bilmediğini, bunu sonradan öğrendiğini, Ataköy Polis Karakolunda polis memurları Ayhan Akça ve Ayhan Çarkın ile yaptığı görüşmede Ayhan Akça’nın Tarık Ümit’i tanıdığını kendisine söylediğini, Tarık Ümit’in kaçırılmadan önce yaptığı son görüşmenin 0 532 ve son rakamları 2175 olan ve Avşar KEDEROĞLU’na ait olan telefonla yaptığının belirlendiğini, Tarık Ümit’in 
telefon numarasını Tarık Ümit’in kızı Hande’den aldığını, Tarık Ümit’in Tuzla’daki evinde de bir çalışma yaptıklarını ancak herhangi bir parmak izine rastlamadıklarını, Mehmet Eymür ile hiç görüşmesi olmadığını, sadece Eymür’ün üç elemanı ile görüştüğünü, Tarık Ümit’in Silivri’de terkedilmiş aracını gördüğünü, araçta parmak izlerine rastlayamadıklarını, 

Abdullah Çatlı, Sami Hoştan ve Haluk Kırcı ile ilgili bir çalışma içerisine girmediğini, Tarık Ümit’in Kıbrıs’ta bir bankası olduğunu, Tarık Ümit’in kızı Hande’den işittiğini, yine Tarık Ümit’in Kıbrıs’ta bir bankada ortak 
olduğunu ve bu bankanın ortaklarından birisinin de Mehmet Ağar’ın şoförünün kardeşi Ömür Özçelik olduğunu ve % 25 hissesi olduğunu, bunu da Tarık Ümit’in kızı Hande’den işittiğini, Mehmet Eymür’ün adamları ile Tarık Ümit’in yakın çevresinde 4 milyon dolarlık bir paradan bahsedildiğini, ancak paranın kaynağının belli olmadığı, Tarık Ümit ve Mehmet Eymür’ün adamlarının bu paranın uyuşturucudan gelen bir para olduğunu tahmin ettiklerini, Tarık Ümit, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’in son derece samimi olduklarını bildiğini, kara 
para aklanmasıyla ilgili olarak Tarık Ümit’in ailesinin beyanına göre, Kazakistan, Pakistan, Afganistan tarafından gelen uyuşturucunun, Kazakistan, Azerbeycan’dan Nahçıvan kanalıyla Türkiye’ye girdiği, Türkiye’den eroinin yurtdışına, Hollanda ve Almanya’ya çıktığı, birkısım paranın Kazakistan’da aklandığı, Kazakistan’da 450 milyon dolarlık bir paranın olduğu, bu paranın da Kıbrıs’taki bankada aklandığı, Tarık Ümit’in de bu işin içinde olduğunun söylendiğini, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Hayri Kozakçıoğlu’na rapor 
ve bilgi vermediğini, Hayri Kozakçıoğlu ile hiçbir görüşmesi olmadığını,” belirtmiştir. (Ek:205) 

33- SENAR ER 13.1.1997 tarihli ifadesinde; 

“Asıl adının Senar Keremoğlu olduğunu, Soyadını “ER” olarak değiştirdiğini, Van Tur otobüs işletmesi sahibi olduğunu; öz babası Kadir Keremoğlu’nun 15.4.1995 günü evinden ayrıldığını ve o günden bu yana babasından haber alamadığını, babasının Şehmuz DURAK isimli şahıs tarafından götürülmüş olabileceğini, 10 Temmuz 1994 de Ahmet Demir isminde birisinin kendisini arayıp 100 bin Mark para istediğini, kendisinin de bu şahsı tanımadığını söylemesi üzerine Zinnar kod adlı kişi olduğunu söylediğini ve bu şahsın Alaaddin Kanat olduğunu daha sonra yakalandığında öğrendiğini ve bu şahsın tehlikeli bir insan olduğunun ifade edildiğiniöğrendiğini, 15 Nisan 1995 de babasının Van’da kaçırıldığını, Van’da bütün resmi kuruluşlara müracaat ettiğini, ancak bir sonuç alamadığını, babasının kaçırılmasında rol aldığını tahmin ettiği Şehmuz Durak’ın ifadesi 
alındıktan sonra serbest bırakıldığını, babasını kaçıranların daha sonra istedikleri fidye miktarını 750 bin Mark’a çıkardıklarını, bunu verdiği takdirde babasını sağ olarak iade edeceklerini söylediklerini, kendisinin de 100 bin Mark verebileceğini söylediğini, daha sonra durumu milletvekili Mustafa Zeydan’a anlattığını, onun da zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’dan randevu alarak Ağar’la görüştüklerini, Ağar’ın yardımcı olacağını söylediğini ve hemen İbrahim Şahin’i telefonla aradığını ve konu ile ilgili olarak haberdar edilmesi talimatını verdiğini, ancak Emniyete yaptığı başvurulardan da bir sonuç alamadığını, bu arada babasının kurtarılması için Yarbay Nevres Özatlı ile de görüştüğünü, bundan da bir sonuç çıkmadığını, kendisinden istenilen fidyeyi vermediği ve Alaattin Kanat’ı yakalattığı için iki otobüsünün yakıldığını, iki otobüsünün de silahla tarandığını, Alaattin Kanat olayından sonra bu işlerin başına geldiğini, babasının serbest bırakılması için 80 milyon Nazif Karacan’a, 200 milyon lira da Lokman Çetin’e verdiğini, bunları babasının bakım masrafı alarak verdiğini, Alaattin Kanat’ın dayısının polis olduğunu ve Narkotikte çalıştığını, Nizamettin Dağdelen, 
Alaattin Kanat ve Mehmet Yazıcıoğulları adlı şahısların kendisini tek tek tehdit ettiklerini ve 100 bin mark istediklerini, vermediği takdirde kendisini öldüreceklerini söylediklerini, Alaattin Kanat’ı tutuklandıktan sonra Van’da gördüğünü, babasını kaçıran araçların 34 ALL 82, 06 FH 600, 65 ER 279, 01 EA 600 plakalı araçlar olduğunu, plakaların da sahte olduğunu, babasının kaçırıldıktan sonra Jandarmada olduğunu ancak korkusundan isteyemediğini, babasının para için kaçırıldığını, 1994’den beri para toplama, fidye isteme işinin yoğunlaştığını, Yüksekova’da herkesten para toplandığını, kendisinden de sabıka kaydı için 5 bin mark istenildiğini, en çok para alma işini korucuların yaptığını, Yüksekova’da insanların kendisini güvenlik içerisinde hissetmediklerini, 
her an evden alınıp götürme korkusu içinde olduklarını, insanların bu nedenle isteyen herkese para vermek zorunda olduklarını, kendisinin fidye vermediğini buna mukabil babasının kaçırıldığını ve otobüslerinin yakılıp, kurşunlandığını, Yeşil, Ahmet Demir, Mehmet Yıldırım adları ile dolaşan şahsın askerlerin içinde olduğunu ve Jitemci olarak bilindiğini, fakat bu şahsın sivil olduğunu, ancak yanında birkaç kişi ve elinde telsiziyle dolaştığını, devamlı askerlerle birlikte olduğunu, bugüne kadar Yüksekova’da çok fidye alındığını, .......................
 adlı uyuşturucu kaçakçısından da 750 bin mark fidye aldıklarını, 
.....................’ın İstanbul’da ikamet ettiğini, ancak Yüksekova’lı olduğunu, YEŞİL’in askerden güç aldığını, bunu Doğuda herkesin bildiğini, insanların bu şahsı sesinden tanıdığını çünkü pekçok kişiyle telefonla konuştuğunu, kendisi ile de YEŞİL’in birkaç kez konuştuğunu ve bir defasında kendisini ölümle tehdit ettiğini, Yüksekova’lıların babası Kadir Keremoğlu’nun başına gelenleri duydukları için fidye istendiğinde gidip gizlice verdiklerini ve insanların korku içerisinde olduklarını,” belirtmiştir. (Ek:206) 

34- MİT Müsteşarı Sönmez KÖKSAL 9.01.1997 tarihli ifadesinde; 

“MİT’in yasal bir örgüt olduğunu, 2937 Sayı ve bu Kanunun 27.maddesinin bilgi istihsali ve bilgi verme konusu ile ilgili olduğunu, yasal zorunlulukdan dolayı bazı sorulara cevap vermek durumunda olmadığını, 1992 Kasım ayında MİT Müsteşarlığı görevine başladığını, susurluk olayının hiç birlikte olmayacak bazı kimselerin beraberliğini açığa vurma açısından çok önemli olduğunu, yargının işlevini yaptığı takdirde muhtemelen bu iddialardan bir kısmının doğru olduğunun ortaya çıkacağını, bu iddialarla ilgili her organın, her kurumun kendi 
açısından yürütmesi gereken birtakım tahkikatlar olduğunu, MİT’in görev alanının dışında yürüttüğü bir çalışmasının olmadığını, MİT’in uyuşturucu konusuna yaklaşabilmesi için geçtiğimiz yıldan itibaren bir birim oluşturduğunu, daha çok bu olaylara stratejik açıdan yaklaşma eğiliminde olduğunu, MİT’in uyuşturucu konusunda yaklaşımının sadece uyuşturucunun Uluslararası terörle, uyuşturucunun organize suç denilen kavramlarla işbirliğini ortaya çıkarmak olduğunu, 1988 de yazılmış bir MİT RAPORU olduğunu ve bunun da ilgilisi tarafından üstlenildiğini ve Komisyona ifade verdiğini, bunun dışında MİT tarafından ortaya atılmış herhangibir rapor olmadığını, Abdullah Çatlı ile ilgili 
olarak arşivlerinde bilgi olabileceğini, talep edilmesi halinde iletebileceklerini Sedat Bucak’ın legal bir milletvekili olduğunu ve bu şahısla ilgili bir çalışma yapmadıklarını, istihbarat neredeyse orada olduklarını, gerektiğinde herkesi istihbarat işlerinde kullanabildiklerini, Susurluk kazasından sonra Başbakanlıkça iddialar hakkında MİT’in bir inceleme yapmasının istenildiğini, MİT’in de bu incelemeyi yaptığını ve sonuçlarını Sayın Başbakan’a sunduğunu, bu incelemede devlet içinde kontrolsüz bazı güçlerin varlığının bu olayla ortaya çıktığının ifade edildiğini, gayri kanuni belgelerin temini, pasaport vs. şeylerin ortaya çıktığı, yapılan bazıoperasyonlarda merkezi kontrolün tam olmadığı hususunda vurgulandığını bunların MİT tarafından yapılan ilk incelemelerden sonra ortaya çıkan emareler olduğunu, istihbarat konusunda yoğun bir şekilde çok başlılıktan 
bahsedildiğini, burada sınırların iyi çizilmesinin lazım geldiğini, geçici köy koruculuğunun yeniden yapılanmasının ihtiyaç olarak ortaya çıktığının ifade edildiğini, Devletin dış itibarı açısından bazı sakıncalı durumlarda yaratıldığına dikkat çekildiğini, MİT’in istihbarat çarkına takılmış olduğu kadarıyla kişiler hakkında bilgi sunduklarını, 59 kişinin adının geçtiğini, uyuşturucu ticaretinin devlet himayesinde yürütüldüğü konusunda bilgisi olmadığını, yürütülen büyük bir terör mücadelesi olduğunu, MİT’le, Emniyet ve Jandarma arasında çekişme ve kargaşa olmadığını, böyle bir kavga olsa terörle mücadelenin bu şekliyle yürütülemiyeceğini, MİT’in, yeraltı dünyası ile güvenlik güçlerinin ilişkisi konusunda bir araştırmasının olmadığını, Tarık Ümit’in, MİT’in haber toplayıcı elemanı olduğunu, Tarık Ümit olayının Jandarma ve savcılığa yansıdığını, olay icraya yansıyınca MİT’in yapacak birşeyi olmadığını, Mesut Yılmaz’a Budapestede yapılan saldırı ile ilgili olarak özellikle bir bilgilerinin olmadığını, ancak diğer ülkelerdeki bazı yapılanmalar hakkında bilgileri olduğunu, Özdemir Sabancının öldürülmesinin DHKP-C’nin bir operasyonu olduğunu ve Sabancı ailesinin seçildiğini, bunun daha önceden planlanmış bir operasyon olduğunu, Güneydoğu Anadolu raporu konusunda bir siyasî parti genel başkanı ile aralarında Sabancının da bulunması nedeniyle operasyonun yanlış izlenim vermemesi amacıyla ertelenmiş olduğunu, türkiyed telefon hat sayısının 15 milyonu bulduğunu, hepsinin dinlenebilmesi için 15 milyon ek hat kurulması gerektiğini, bütün telefonların dinlenmesinin gerçek dışı olduğunu, MİT’in bu konuda töhmet altında bırakıldığını, Ömer Lütfü Topal cinayetiyle ilgili MİT’in bir çalışması olmadığını, 

Tarık Ümit’in MİT kadrolarında yer alan birisi olmadığını, Tarık Ümit’in sadece dışarıdan haber getiren birisi olduğunu, buna haber toplayıcısı dediklerini, MİT olarak PKK’ya finansman temini noktasında veya değişik tarzdaki lojistik destekler noktasında çalışma yapılması konusunda bilgi vermesinin güç olduğunu, olayın tahmin edilenden daha kapsamlı bir olay olduğunu, hem Türkiye’de hem Avrupa’da zorla para toplama olayının varolduğunu, bir bütün olarak yürütülen terörle mücadelede geçici köy korucularının fevkalade olumlu bir işlev gördüğünü, birtakım ortadan kaldırılan insanlar PKK’ya yardım ettikleri amacıyla kaldırıldıysa bunu komisyon üyelerinin de kendisinin de basından öğrendiğini, bunun dışında söyleyecek bir şeyi olmadığını, MİT’te yeraltı dünyası diye bir bilgi havuzu olmadığını, isim sorulduğu takdirde bilgi verebileceklerini, 
Türkiye gibi bir ülkede istihbarat yapmanın fevkalade zor olduğunu, şartların zor, iç dinamiklerinin çok hareketli, bir sürü iç problemleri, dış problemleri olduğunu, böyle bir ülkede istihbaratın hiçbir zaman yeterli olamayacağını, hiçbir ülkede hiçbir yöneticinin istihbaratın yeterli olduğunu söyliyemiyeceğini, MİT olarak 
hem insan kalitesi hem de teknik imkânın artırılması konusunda olumlu adımlar attıklarını, Bu alanda güçlendikleri ölçüde istihbaratın kalitesinin de artacağını, MİT’in ajanlarıyla olan ilişkisini ajanların haber getirme niteliği ortadan kalktığı zaman kestiğini, Haluk Kırcı ile MİT’in bir ilişkisinin olmadığını, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu gibi suikastlerle ilgili dosyaların kapanmamış olduğunu, üzerinde çalışıldığını, Kontrespionaj konusunda MİT’in sorgulama yetkisinin bulunduğunu, Özdemir Sabancı cinayeti sanığı Mustafa Duyar’ın da kontrespionaj kapsamında sorgulandığını, MİT olarak, Abdullah Çatlı’yı kullanmadıklarını, Gonca Us, Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı ve Sedat Bucak ile ilgili bir çalışma yapmadıklarını, başbakanlıkta özel istihbarat bürosu olmadığını, Uğur Mumcu suikastinde kullanılan patlayıcı konusu üzerinde MİT olarak hassasiyetle durduklarını, bunun üzerinde çalışıldığını,” belirtmiştir. (Ek:207) 

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 8

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 8





26- Ercan ERSOY 28.2.1997 tarihli ifadesinde; 

1977 yılında Polis Kolejini bitirdiğini, 1980 yılında ise şimdiki adı Polis Akademisi olan Polis Enstitüsü son sınıf öğrencisi iken disiplin puanlarının yükselmesi yüzünden mezun olamadan okuldan atıldığını ve Polis Memuru olarak Merzifon’da göreve başladığını, daha sonra meslekten de ihraç edildiğini ancak Danıştay’a açtığı davayı kazanarak döndüğünü, Özel Harekat kursunu bitirdiğini, Siirt ve İzmir’de çalıştıktan sonra Özel Harekat Daire Başkanlığına tayininin çıktığını, kendi isteği ile tekrar İzmir’e döndüğünü, Özel Harekat Şubesinde çalışırken kendi isteği ile 1995 yılında ayrılarak karakolda çalışmaya başladığını, emekli olmayı düşündüğünü Güneydoğuda görevli iken korumalığını yaptığı, tanışıp dost olduğu Sedat Bucak’a söylediğinde “eğer çalışmaya niyetim varsa, bana koruma verecekler gelir misin” diyerek koruması olmasını teklif ettiğini, 
teklifi kabul ettiğini ve daha sonra da tayini çıkınca Sedat Bucak’ın yanında koruma olarak göreve başladığını ve kazadan sonra açığa alınıncaya kadar bu görevinin devam ettiğini, olay günü de birlikte olduklarını, Kazadan önceki pazar sabahı, kaza yapan mercedes oto ile Sedat Bucak, kendisi, Gani, Mustafa ve Enver İstanbul’a giderek Hilton Oteline yerleştiklerini, o gece otelden çıkmadıklarını, otele kendi aşiretinden Seyit Ahmet ile Fevzi beyin bir emlakçıyla beraber geldiğini, bunların beraberlerinde Altınoluk tarafında Burhaniye 
Dalköy denilen yerdeki bir arazinin tapu ve benzeri belgelerini getirerek gösterdiklerini, İstanbul’a vardıklarının ikinci günü taziye için Ali YASAK’ın şirketine gidip otele döndüklerini, sabahleyin Ankara’da Sedat Bucak’ın 
yazıhanesinde tanıştığı Mehmet Özbay’ın da otele geldiğini, kahvaltıdan sonra Sedat Bucak’ın kendisine anahtar uzatarak “Ercan, Gani’yle beraber inin, bir araba daha geldi, sizin eşyaları ona koy, Mehmet bey de bizle beraber gelecek” dediğini, bahsedilen arsaya bakmaya gideceklerini, emlakçı Fevzi’yi de Sedat beyin “sen git bizi orada bekle” diye bir gün önceden gönderdiğini, kendisinin yeni gelen Mercedes otonun, Gani’nin de Sedat beyin 600 Mercedesin direksiyonuna geçerek hareket ettiklerini, gece Yalova-Termal’de kaldıklarını, 
ertesi günü saat 14.30-15.00 gibi yola çıktıklarını, bu defa Sedat beyin Mercedesini Mehmet beyin kullanmaya başladığını, Gani’nin de kendisinin yanına geçtiğini ve arkadan onları takip ettiklerini, Burhaniye’de Fevzi ile buluşup araziyi gezdiklerini, ertesi günü bir taziye için İzmir’e hareket ettiklerini, Mehmet Özbay’ı Prenses Otele bırakarak kendilerinin taziye için gittiklerini, otele döndüklerinde Sedat beyden “Yasemin Ağar için burada korumalar var, Enver’in de benim de evlerimiz İzmir’de” diyerek izin alıp Enver’le birlikte sabah 
dönmek üzere İzmir’e gittiğini, Taziyeden otele dönerken kendilerini yolcu eden aşiret mensuplarının otosunun “polisiz, yol kontrolu yapıyoruz” diye durdurulduğunu ve yapılan aramada ruhsatsız silahlar çıkmış olmasına rağmen Bucak aşiretinden oldukları için kimliklerinin tespit edilerek silahların da alınmadan bırakılmış olduklarının kendisine söylenmesi üzerine yaptığı araştırmada polis tarafından böyle bir uygulama yapılmadığını öğrendiğini ve bu 
durumdan kuşkulandığını, bunun üzerine Sedat Bucak’a burada fazla kalmayalım, gidelim dediğini ve Sedat Bucak’ın da “Kuşadası’nda benim yazlığım var, yapıldığı günden beri hiç görmedim. Gidip orayı bir göreyim. Kuşadası’nda Onur Otel var orada kalırız” cevabını verdiğini ve Onur Otele gittiklerini, 
İzmir’de kaldıklarının ikinci günü sabah kahvaltısında Gonca Us’u Mehmet Özbay’la beraber gördüğünü, Gonca’nın İzmir’de olduğunu gece veya sabah telefon ederek gelmiş olabileceğini, o gün İzmir’de gezdiklerini, Sedat Bucak’ın “Hüseyin bey geliyor, havaalanına git, Hüseyin beyi al gel” dediğini, Hüseyin beyikarşıladığını, yolda Hüseyin Kocadağ’ın emekli Emniyet Müdürü Tamer Kırklar ile görüştüğünü ve Tamer Kırklar’ın da kendilerinin yemek için buluştuğu Deniz Restoranta geldiğini, yemekten sonra Tamer beyin ayrıldığını, kendilerinin de otele döndüklerini, ertesi günü akşam saatlerinde Kuşadası’na giderek otele 
yerleştiklerini, iki gün orada kaldıklarını, Sedat beyin Davutlar’daki evini gördüğünü, müteahhit ile görüştüğünü, başka bir araziye baktıklarını, saat 16.30 sıralarında Kuşadası’ndan hareket edip Selçuk’ta yemek yediklerini, Manisa’da benzinlikte kahve içtiklerini, Sedat beyin bulunduğu otoyu Hüseyin Kocadağ’ın 
kullandığını ve Manisa’ya kadar önde gittiğini, yolda takip edilmediklerini, Susurluk’a 20 km. kalıncaya kadar kendisinin öne geçtiğini, Susurluk’ta kamyon konvoyuna takılınca Mercedes 600’ün kendisini geçtiğini ve kendisinin bir daha yetişemediğini, saat 19.30 sıralarında öndeki otolarda dörtlü sinyallerin yandığını ve arabaların durmuş olduğunu görünce sollayarak geçtiğini ve kazayı gördüğünü, kamyon şoförü ve birkaç kişinin otonun başında olduğunu, hepsi ölmüşler dediklerini, otonun yarısının yok olduğunu, sağ arka kapıyı açarak 
Mehmet Özbay’ı çıkarıp yere uzattıklarını, ağzından kan geldiğini, yüzünün, kolunun, göğsünün kırık olduğunu, “Allah” dediğini duyduğunu, kendi kullandığı arabaya taşıdığını, Hüseyin Kocadağ’ın vurma anında ölmüş olduğunu, torpido gözünün alt kısmına sıkışmış olan Sedat beyi güçlükle çıkarabildiklerini, Sedat beyle Gonca Us’u bir steyşın oto ile Mehmet Özbay’ı da kendi kullandığı Mercedes ile Susurluk’a götürdüğünü, yolda Mehmet Özbay’ın nabzının durduğunu ve öldüğünü, gözünü ve çenesini kapattığını, hastanede Hüseyin 
Kocadağ, Gonca Us ve Mehmet Özbay’ın öldüğünün, Sedat Bucak’ın ise yaşama şansının fazla olduğunun anlaşıldığını, Sedat beyi oradan Balıkesir’e ve Balıkesir’den de uçakla İstanbul’a götürdüklerini, Enver’i kaza yapan oto ve cenazelerle ilgilenmek üzere bıraktıklarını, Otoda bulunan çanta denilen beyaz naylon torbayı Gani’nin aldığını, içinde para bulunduğunu, Gani’nin harcamaları bu çantadan para alarak yaptığını, kendisine de kazadan sonra gereken masrafları karşılamak üzere 230-240 milyon verdiğini, İstanbul’da bu parayı Sedat Bucak’ın eşi Saadet hanıma iade ettiğini, Otoda bulunduğu söylenen silahlarla ilgili bilgisi olmadığını, bildiği Sedat Bucak’ın zigzaver, Mehmet 
Özbay’ın beyaz renkte ve büyük Baretta tabancasının olduğunu, kaza yapan arabaya 3-5 dakika sonra ulaştıklarını, arabayı bırakıp gittiklerini, kimsenin kalmadığını, jandarmanın da olay yerine en az yarım saat sonra gelmiş olabileceğini, Sedat Bucak’ı arabanın içinden çıkarırlarken iddia edildiği şekilde koltuğun üzerinde MP-5 silah görmediğini, olsa idi eline ayağına çarpması, takılması gerektiğini, o halde de alıp öbür arabaya koyabileceğini, Ömer Lütfi Topal Cinayeti ile ilgili olarak İzmir’de İstanbul’dan gelen ekibe teslim edildiğini, İstanbul’a Asayiş Şubesi Cinayet Büro Amirliğine getirilerek sorgulandığını, sorgulama esnasında tutanak tutulmadığı gibi ses kaydı da yapılmadığını, iki gün sonra Ankara’ya gönderildiklerini, iki gün de Ankara’da kaldıktan sonra 
bırakıldıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını ve hiç görmediğini belirtmiştir.(Ek:199) 

27- Tuncay Yılmaz Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakcılık, İstihbarat 

ve Harekat Dairesi Eski Başkanı 4.02.1997 tarihli ifadesinde; 1993 Temmuz ayından bu yana Kaçakcılık İstihbarat ve Harekat daire Başkanı olarak görev yaptığını, bu süre içerisinde tabii olarak kaçıkcılıkla mücadele ettiğini, araştırma konusuyla ilgili olarak sadece Tarık Ümit’i tanıdığını ve onunla temasları olduğunu, bu nu da Afyonun eroine dönüştürülmesinde kullanılan 150 ton asetik 
asit anhedid yakalanmıştır onunla ilgili bilgi getirdiğinde tanıştığını ve 3-4 kez yüzyüze bir okadar da telefonla teması olduğunu, ilk defa zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın odasında görüştüğünü ve Ankara ve İstanbul Emniyet Müdürlüklerine güvenmediği için asetit asit anhedid ile ilgili olarak Türkiye’ye giriş yollarını hangi vasıtalardan geldiği hususunda bilgi verdiği, ne zaman mal sevkiyatı yapılacağı hususunda bilgi vereceğini söyleyerek ayrıldıklarını, daha sonra mal sevkiyatında bilgi verdiğini ve bunun üzerine değişik partilerde 5 ton, 30 ton ve 30 tonluk partiler halinde asetik asit anhedid yakaladıklarını, 15 ton malın 7,5 ton eroine eşdeğer olduğunu bu miktarı Türkiye’de bir ailenin yapması mümkün olmadığından değişik ailelerin bu 
işe girdiğini, Dünyada yakalanan asetik asit anhedid’in % 90’nın Türkiye’de yakalandığını, bunun gelişmiş Avrupa ülkelerinde imal edildiğini, Türkiyenin ülke olarak asetit asit anhedid’in imalinin kontrol altına alınması için 1994’den bu yana Birleşmiş Milletler nezdinde çalıştığını, 1995 yılındaki sözleşmeye rağmen Avrupa’nın asetik asit anhedidin kontrol altında satışına rıza göstermediğini, eroin’in bitmesi için asetit asit anhedid’inmutlaka kontrol altına alınması gerektiği, çeşitli sebeplerle de Avrupanın bu asit’i kontrol’e yanaşmadığını, 
sınırlama yapılırsa Çin’in piyasaya hakim olacağını ve Avrupa’da kimya sanayinin zarar göreceğini söylediklerini, Susurluk olayında adı geçenlerin, hiçbir zaman uyuşturucu kaçakcılığı konusunda pazar elde etme düşüncesinde olmadığını, zaten bilgisi de bulunmadığını, uyuşturucu kaçakcılığına adı karışanlardan öldürülenlerin kaçakcı olabileceğini, ancak öldürenler konusunda kanaat belirtemeyeceğini, Abdullah Çatlı ile Hüseyin Kocadağ’ın birarada olabileceğine anlam veremediğini, Abdullah Çatlı’nın uyuşturucu kaçakcılığından dolayı bir defa mahkumiyet kararı olmasına rağmen kaçakcı denebilmesi için onunla ilgili diğer Avrupa ülkelerinden de bilgi akması gerektiğini, oysa Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden böyle bir bilgi akımı gelmediğine göre uyuşturucu kaçıkcısı olarak değerlendirmediğini, Karapara transferi konusunda hazırladıkları tasarıyı Adalet Bakanlığı kanalıyla Meclis’e gönderdiklerini ve 1996 mayıs ayında çıkarıldığını, Türkiye’de malın 1 kilo fiyatı 15 bin mark, Almanya’da 150 bin mark olduğu, 
evsafına yerine ve perakende pazarlanmasına göre 1 milyon marka kadar fiyatın yükselebildiğini, Dilek Örnek hadisesinde paranın nakit olarak yurda girdiğini, Türkiye’de özellikle yatırım yapan büyük inşaat firmaları, turizm büroları, oteller, Kumarhanelerin, otobüs firmaları ve akaryakıt bayilerinin devletin kredi sisteminden kaynaklanmayan ancak normal olmayan yöntemlerle temin edilmiş paraların kullanıldığına inandığını, kendilerinin başlattığı ve “Asena” adı verilen proje ile Türkiye’deki kaçakcı ailelerin üç göbek öncesi ve sonrasının tesbit edildiğini, Almanların da buna karşı “Anadolu” projelerinin olduğu, 40 örgütün 
organizasyonunun belirlendiğini, bunların Avrupadaki ayaklarının da Avrupalılar tarafından belirlenmesi için çaba sarfettiklerini, Türkiye’de altı laboratuvar yakaladıklarını ancak çok fazla mal olmadığını, Baybaşinlerle irtibatlı Konuklu ve 
Ay aileleriyle ilgili Yalovada Jandarma tarafından yakalamalar olduğunu, ancak yakalanan malın değerinin fazla sayılacak miktarda olmadığını, Baybaşin ile ilgili Lake S hadisesi olduğunda kendisinin görevde olmadığını, hadise olunca Baybaşin’in yurtdışına kaçtığını, olaydan sonra ilk defa kendisine gelen Aydınlık Gazetesine, Baybaşin’in uyuşturucu dünyasını daha iyi bildiğini söylediğini, Lake S’in açık denizde Bakanlar Kurulu Kararı ile yakalandığını, Kısmetim 1’de yakalanmak üzereyken son derece güç şartlarda gemiye çıkılamadığını, o hadiselerde arkadaşlarından birinin Baybaşin ile ortaklık yaptığına inanmadığını, öyle olsaydı gemiler yakalanamazdı, Lake S’in Karaçiden gelirken tayfalardan birinin ailesini telefonla aramıs sonucu bulunabildiğini, Kaçakcıların güvenliklerine gelince; bunların kendi korumalarını kendilerinin yaptığını, kimseye ihale etmedikleri, Türkiyede çek-senet mafyası olarak bilinen adamların olduğunu, ancak bu konuda fazla bilgi sahibi olmadığını, Emniyetten ayrılan bazı sivil arkadaşlarının birçok yerde koruma görevi yaptıklarını, bunlardan 
Gaziantepte Şube Müdürü olan Güven Oktay emekli olduktan sonra Burdur’da yakalandığını, ancak kimin kiminle uyuşturucu bağlantısı olduğunu bilmediğini, 
İstihbarat temininde MİT’in fonksiyonuna gelince; MİT’in zaman zaman aldığı bilgiyi sadece uyuşturucuya bağlı kalmaksızın, resmi yazıyla değil klasik bir bilgi notuyla gönderdiği, kendisinin de ilgili şubeye göre değerlendirmesini yapıp o teşkilata bilgi verdiği, bütün istihbarat kaynağının da sadece o teşkilat olmadığını, informal denen bazı insanların devlet adına kullanılmasına rastlamadığını, Afganistandan İngiltereye kadar her ülkede bir adam olduğunu ve bu insanlar da rant’dan kazanç elde ettiklerini, uyuşturucu ile mücadelede; 
PKK’den bahsedildiğinde Avrupa ülkelerinin Türkiyenin politikasındaki değişiklikleri hissettikleri, Türkiyenin bu suçtan zararı olmadığı halde neden mücadele içinde bulunduğunu, Türkiye PKK’nın uyuşturucu kaçakcılığı 
içinde olduğundan bahsedince yani 1994’den sonra çocukları da kullanmaya başlayınca Türkiye’nin mücadeledeki yerini kavradıkları, Kürt mafyası ile Laz mafyasının uyuşturucu ticaretinde önemli gruplar olduğunu, Hakkari Yüksekova’daki uyuşturucu fidye bağlantısı ve Kahraman Bilgiç hadisesinde soruşturmanın asker tarafından yapıldığını, onun için detayını tam bilmediğini, ancak içerisinde polisinde yer aldığını hatta Hakkari, İstanbul ve Tuzla da 8 memur hakkında işlem yapıldığını, ancak ayrıntısını hatırlamadığını, Hakkari gibi bir yerin helikopterle bile % 20’sinin kontrolünün zor sağlandığını, bu bölgede yerleşik alan ve polis bölgesinin az olması, uyuşturucunun girip çıktığı aşiretlerin hakim olduğu bölgelerin polis bölgesi olmaması nedeniyle mücadeleyi etkilediği, Dünyada uyuşturucu mücadelesinin genellikle gümrükçü ile ve Jandarmayla yapıldığını, ancak Türkiye’de polisin bu işle yüzyüze bulunması nedeniyle çarpıklık oluşturduğu, bölgede çalışan personelin mahalli olmasından ve gece harekat imkânının kısıtlı olmasından kaynaklanan sıkıntılar olduğunu, 
Narkotik dışında silah kaçakcılığı konusuna gelince; Türkiye’ye daha çok Kuzey Irak’tan terörist refakatinde gelmiş kaçak silahlar olduğunu, yoksa sistematik olarak başka silah ticaretinin sözkonusu olmadığı, menşeine bakılmaksızın silahlara ruhsat verilmesi hususundaki yasal düzenlemenin kendi mücadelelerini olumsuz etkilediğini, kendilerinin daha çok ruhsata bağlanmadan yakalanan silahlarla uğraştıklarını, Daha önce konu edilen Cantürk olayı ile ilgili olarak, burada uyuşturucu pazarını ele geçirme kavgasından ziyade, bu pazarı yürüten insanlar arasında haraç alma kavgası olduğu, Yaprak, Captagon kaçakcısı olduğu halde yakalayamadıklarını, hatta sabıka kaydı ve belge bulunmaması kendilerinin harekat sahasını daralttığını, Mehmet Kasar, Leyla Zana’nın evindeyken operasyon yapıldığını, hem narkotik hem de PKK konusu olduğu 
için iki koldan operasyon yapıldığını ancak terörcüler önce baskın yaptığı için eroinin Kasar tarafından döküldüğünü dolayısıyla narkotikcilerin amacına ulaşamadıklarını, Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı ve arkadaşları tarafından öldürüldüğüne dair bilgim yok, ancak Tarık Ümit’in öldürüldüğüne inanmadığı, O’nun asıl hedefinin Dursun Karataş olduğunu kendisine söylediğini, Tarık Ümit’i 
Mehmet Eymür ve Atilla Aytek ile çalıştığını söylediği için MİT’in asıl ajanı intibaının oluştuğunu, Hüseyin Kocadağ’ı tanıdığını, onun meslekten ihracı, içki ve kadına zaafiyeti olduğunu ve bu zaafiyetten yer altı dünyasının yararlana bileceğini, kendisi işe başladıktan sonra Dündar Kılıç ve Avukatı Burhan Apaydın’ın görüşme taleplerini kabul etmediğini, Hadi Özcan’ı da tanımadığını ve onların operasyonlarını da kendilerinin yapmadığını, 1984 operasyonunda Dündar Kılıç’ı Tarık Ümit’in ihbar edip, sorguladığını, Uyuşturucu kaçakcılığı ile mücadelede spesifik bir hadise olduğunda bilgi teafisi yapıldığını, ancak bu teafi 
sırasında da bazı sıkıntılar yaşandığını; herhangi bir Avrupa ülkesine kendisi istemeden veya hakim kararı olmadan bilgi geçildiğinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı davranılmış olduğunu, bu nedenle o ülkeler Türkiye’ye bilgi verdikleri takdirde kendilerinin de bilgi verdiğini, yani mütekabiliyet esasına göre çalışıldığını, Kanada’da yakalanan uyuşturucu kaçakcısının üzerinde çıkan telefonlarla ilgili hem kanada’da hem de Türkiye’de araştırma yaptıklarını, telefonun Başbakanlığa ait olduğunu öğrendiklerini, bununla ilgili Başbakan lık Özel Kalem Müdürlüğü ve Turizm Müsteşarlığı ile yazışma yaptıklarını, Kanadalının da cezalandırıldığını öğrendiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti yaptığına dair herhangi bir kayıt olmadığını, uyuşturucu kaçıkcısı Baybaşin’in 1995 martında Türkiye’ye iade kararı vardı ancak Hollanda yargıtayının aralık ayında susurluk olaylarını da bahane ederek karar verdiğini, asit dışındaki uyuşturucu maddelerin % 60’ının Türkiye’de yakalandığını, bu konuda Türkiye’nin en duyarlı ülke olduğunu, Batı da ise, asitle mücadele edilmeyip Türkiye’ye gelmeyen efedin ile mücadele edildiğini, bir başka özellik te; Avrupa ve Amerika da asli unsurlardan ziyade göçmen ve sığınmacı statüsündeki gelir seviyesi düşük insanlarla zencilerin daha çok uyuşturucu kullandıklarını, bu durumun da batı devletlerinin uyuşturucu ile mücadele politikasını etkilediğini, 
Uyuşturucu ile mücadelede görevli insanların bu kesimde çok para döndüğü için, sistem de müsait olduğundan uyuşturucu organizasyonuna veya korumasına meylettiklerini, bunun sistemden kaynaklandığını, Türkiye’de çek-senet mafyası denen grupla ülkücü mafyanın geliştiğini, aslında mafya değilde organize suç 
çeteleri demenin daha uygun olacağını, Alaaddin Çacıkı, Ümit Ölmez geçmişte çek-senet yapan kesim olduğundan ülkücü mafya diye bir kavram geliştiğini, ancak bunların uyuşturucu kaçakcılığı içerisinde görmediklerini, ancak Hollanda da bir kahvehanede hem ülkücülerin hem de PKK’lıların aynı anda uyuşturucu 
ticaretini yaptıklarını duyduğunu, Abdullah Çatlı’nın üzerinde çıkan kokain’in onun satıcı değil kullanıcı olduğunu gösterdiğini, uyuşturucuyla ilgili mücadelede Gümrüklerdeki sıkıntının asıl Gümrük ile Gümrük Muhafaza arasındaki kavgadan kaynaklandığını, önemli kapılarda ve İstanbul ve Ankara havaalanlarında 
müşterek bir tim kurmak için gayret sarfettiklerini ancak gümrük idaresinin karşı çıktığını, fakat Gümrük muhafaza ile iyi bir diyalog içinde olduklarını, bununla ilgili 1992 yılında iki bakanlık arasında bakanlar düzeyinde protokol imzalandığını, gümrük kapılarında geçiş yapan bayanların üst aramalarını yapabilecek bayan elemanın istihdam edilmesi gerektiğini, bunun da Türkiye’deki istihdam sorunundan kaynaklandığını, narkotik subelerin normalde il seviyesinde örgütlendiği ancak Yüksekova’da da kurulması yönünde yetkililerle görüşmelerinin olduğunu,

Narkotikle mücadelede yıllar itibariyle artan seviyede başarı sağlandığını 1993 yılında 2.2 ton, 1994’de 3,5 ton, 1995 yılında da 4,5 ton yakalandığını, Jandarmanın da mücadeleye katkıda bulunmasının sevindirici olduğunu 
belirtmiştir. (Ek:200) 

28- Metin Günyol 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 

1965 senesinde servise girip, inkıtalı olarak 22 mart 1981 tarihine kadar çalıştığı, 1982 Ekim ayında tekrar servise dönüp 1986 yılı Ocak ayına kadar serviste çalıştıktan sonra istifa ederek özel sektörde çalışmaya 
başladığını, Serviste istihbarat bölümünde değerlendirmeci olarak çalıştığı için Devlet'in bazı kişileri ASALA veya PKK'ya karşı kullandığını bilmediğini, 
Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Haluk Kırcı, Yaşar Öz, Tarık Ümit gibi kişilerin yurt dışına çıkışta kullandıkları pasaportların sahte olduğu hususunda bilgilerin intikal etmesi üzerine tahkiki için yazılar geldiğinde tahkik ettirilerek bölge müdürlükleri vasıtalarıyla arşiv araştırması yapılıp, kaldırıldığını, MİT'in bu tip insanları 
operasyonlarda kullandığını tahmin etmediğini, yukarıda adı geçenlerin yurtdışına gönderilişini organize ettiği söylenen Mete beyi de tanımadığını, kendisinin kasıtlı olarak Mete bey diye lanse edildiğini, Abdi İpekçi öldürüldüğünde ve Ağca hapisten kaçırıldığında teşkilatın kendisini görevlendirdiğini ve Ağca ile ilk röportajı da kendisinin yaptığını, faili meçhul olayı çözmek için çok çaba sarfettiklerini, Uğur Mumcu yazılarında Mayorka'ya gidişinin Ağca takikatıyla ilgili olduğunu iddia etse de kendisinin servisten ayrılıp 
Mayorka'da Otoban diye bir şirketin genel müdürlüğünü yaptığını, bu tür konuları gündeme taşıyan medyanın kendisiyle görüşme yapmamalarına rağmen aleyhinde çok şeyler söylendiğini, İpekçi davasında asıl suçlunun Ağca olduğunu, Ağcayı, ülkü ocaklarına kayıtlı sempatizan biri olan Bünyaminin O'na asker elbisesi giydirerek kaçırdığını, Ağca İstanbul'da bir süre kaldıktan sonra Erzurum üzeri iran'a götürüldüğünü, İran'dan kaçış yolu bulamayınca tekrar istanbul'a gelip kendisine verilen sahte bir pasaportla Bulgaristan'a çıktığını oradan da Viyana veya İsviçreye gittiğini, kaçırılış olayında rol oynayanların cinayete azmettirenler olduğunu ancak onların kim olduğunu bilmediğini, araştırmalarında Ağca'nın konuşmadığını ve Ağca'nın bu olayı para karşılığıyaptığını, Ağca'nın Beyazıtta bir kahvehaneden alınarak kendilerince sorgulandığını ve sonunda Ağca'nın; megolomani içinde, yaptığı işten gurur duyan kendisine yapılan saygıdan mütehassis bir haleti ruhiyyesi olduğunu Ağca çıktıktan sonra gazeteye mektup yazarak papayı vuracağını söylemişse de, kimsenin buna inanmadığını, Ağca'yı buna hükmettirenin kim olduğunu da bilmediklerini, zaten dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in verdiği ikinci bir emirle Ağca'nın MİT'le 
görüştürülmesi de yasaklandığından sorgulama imkânı bulamadıkları, Uğur Mumcu ile görüştüğünde Albay Turan Çağlar konusunun gündeme geldiğini, Asker orijinli albay Turan Çağlar'ın kendilerini Doğu Perinçek ve Aydınlık Gazetesine sattığını ve 6 arkadaşının resminin Aydınlıkta yayınlandığını ve bunun sonucu 6 arkadaşlarının öldürüldüğünü, Turan Çağlar'ın Amerikalılarla da teması olduğundan CİA servisinin mensubuyla iş üstünde yakalanması sonucu cezaevine konulduğunu, bütün bu olaylarda Doğu Perinçek'in düzenleyici ve organizatör durumda olduğunu, Abdullah Çatlı, Oral Çelik ve İbrahim Ural'ı da tanımadığını, MİT, Jandarma emniyet ve Genelkurmayın istihbarat örgütler arasında kendi zamanında bir çatışma olmasa da Özal döneminde MİT'e karşı kampanya başlatıldığını, Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar yapılan darbelerin kendilerine haber verilmemesinden kaynaklanan rahatsızlıkla yeni istihbarat örgütlerinin kurulmasının gündeme geldiğini, Jandarma istihbaratı 
olarak JİTEM'i bildiğini, emniyet içinde böyle bir birim oluşturulduğunu bilmediğini, Cumhurbaşkanlığındaki Erkan Gürvit'in de; operasyonculuk sıfatı, istihbarat nosyonu olmayıp sadece irtibat memurluğu yaptığını, MİT'in espeyonel ve Kontraespenenol görevlerde çalışıp, bilgileri derleyip değerlendirip ilgili birime verdiklerini ve başka konuya girmediklerini, babalar konusunun kendi ihtisas alanı dışında ve servis olarak ta ilgilenmediklerini, 1986 yılında servisten ayrılışının nedeninin Özal'ın tasarrufundan kaynaklandığını, servisi sivilleştirme gayesiyle haksız tasarruf ve iltimasın servise sokulduğunu özellikle 1986 MİT raporundan rahatsızlık duyduğunu, raporların mecliste, sağda-solda dağıtılıp Ecevit'e dahi verildiğini, Ecevit'in Başbakanlığı döneminde Turan Çağlar'ın alınmasına kızma nedeninin de; bir albayın bu şekilde itile-kakıla arabaya bindirilip getirilmesi olduğunu, Ecevit'in bundan duyduğu rahatsızlıkla kendisinin MİT'den alınmasını talep ettiğini ancak görevden alınmadığını,1980 ihtilali öncesinde hergün 15-20 kişinin öldürüldüğünü, Devlet'de çürüklük ve otoritesizlik nedeniyle terörün ön plana çıktığını, halen de Gaziosmanpaşa olaylarında olduğu gibi olayların devat ettiğini, Bazı devletin görevlisi olmayanların ASALA'nın bitirilmesi gibi iylemlerde kullanılmasına gelince; MİT'in 
yurtdışında çalışmalarını, legal rezer olarak insanlarla temas kurup ajanlandığını, bunun MİT'in görevi olduğunu, bütün dünya servislerinin bu şekilde çalıştıklarını, MİT teşkilatının da şimdiki müsteşarı ile sivilleşme hareketinde olabilecek en iyi müsteşara sahip olduğunu ve hiçbir beklentisinin de bulunmadığını, MİT'in yıpratılmasının tek nedeninin içinin bilinmemesinden 
kaynaklandığını, kendisi görevdeyken herhangi bir konuda MİT gündeme geldiğinde açıklama yapmak üzere profesyonel bir basın temsilcisinin istihdamının yararlı olacağına inandığını, MİT kapalı kaldığından ithamların 
arttığını, bunun giderilmesi için görev yapmış bütün müsteşarlarla görüşüp, çok fazla gayret sarfettiğini, Mete ile Metin Günyol'un Özdeştirilmelerine gelince, kendisinin Ağca ile ilgili tahkikatından, kaçışını ve cinayetini takip etmesinden ve bunun sonucu basına konu olmasından kaynaklandığını, Ağca'dan Çatlı'ya 
bağlantı kurulduğunu, kendisinin afişe olmasını istemediğini, 12 Eylül'den önce olaylara karışanların kendilerine fikir babalığı yapanların maşası olduğunu, ancak bunların topluma kazandırılacağı ümidiyle bırakıldığını, MİT'in personeli sayı olarak tahmin edildiği gibi olmayıp, teknik, kişiler ve istihbarat olarak mükemmel olduğunu, bünyesinde bütün kurumlarının oluştuğunu, bir kişinin servisten hiçbir dökümanı çıkarma olasılığının olmadığı gibi hiyerarşik yapının askeriyeden daha disiplinli olduğunu, MİT müsteşarının Başbakan ile muhatap olan bir sembol olduğunu ve Başbakan istediğinde Müsteşar'ın bilgiyi Başbakana sunduğunu, Türkiye'de mafyacılığın ayağa düştüğünü, polisin karşısında mafyanın birşey yapamayacağı gibi, mafya denilenlerden sağ ve sol örgütlerin rahatlıkla geçmişte haraç alabildikleri, mafyanın aslında bu kadar  büyütülme mesi gerektiği, Türkiyede kurumların fazlasıyla yıpratılması nedeniyle geleceğin riske edilmesinin, Askere, polise, Mahkemelere saldırılmasının mafyadan daha fazla zararlı olduğunu belirtmiştir. (Ek:201) 

29- M.Emin Yurdakul Yüksekova Tabur Komutanı Binbaşı 18.02.1997 tarihli ifadesinde; 

Kendisinin 18 yıllık meslek hayatının 10 yılının Diyarbakır, Siirt ve Hakkari illerinde geçtiğini, Yüksekova'da da 1985 ve 1994-1996 yıllarında komando birliklerinde görev yaptığını, İtirafçı olarak bilinen Kahraman Bilgiç'le ilgili olarak; bu şahsın PKK saflarında bölük komutanı görevindeyken kaçıp teslim olduğunu, bölgeyi, terör unsurlarının harekat tarzını ve barınma yerlerini bilmesi nedeniyle Tabur Komutanlağınca organize edilen operasyonlarda klavuz olarak kullanılmak üzere verildiğini, bu şahsın, kendi ismini kullanarak bazı yasal olmayan eylemlere giriştiği iddiasının ise kendi bilgisi dışında olduğunu, haraç alma ve infaz işlemlerinin de kendi taburunun görev sahasında olmasının mümkün olmadığını, zaten böyle birşey yapacak olsa üst komutanlarınca bilineceğini ve hakkında işlem yapılacağını buna rağmen mesleki hayatında ihtar dahi almadığını, Kahraman Bilgiç'i bağımsız herhangi bir görevde kullanmadığını kendisi as birlik komutanı olduğundan Tugay komutanının emri olmadan zaten kullanmasının da mümkün olmadığını, normalde de silahlı kuvvetlerin böyle bir şeye ihtiyacının olmadığını, Ancak Kahraman Bilgiç'in başlangıçta faydalı olmakla birlikte, Taburun mıntıkası dışında iyi niyeti suistimal eden kişisel davranışlara girdiğini duyduğunu, bunu öğrenince de taburuna almadığını, ancak detayı konusunda bilgi sahibi olmadığını, olumsuzluklarını tugay karargahına ve ilgili arkadaşlarına da söyleyerek uzaklaştırdığını, Tabur olarak yapılan operasyonların 1-2 gün, tugay olarak yapılan operasyonların da hava şartlarına göre 3-4 
gün veya daha fazla sürdüğünü, bu operasyonlarda hangi birlik komutanı arazideki operasyondaki hedef durumuna göre riskli sayılabilecek yerdeyse Kahraman Bilgiç'in o birlik emrinde çalıştırıldığı, yani Tugay'a bağlı bütün taburların Kahraman Bilgiçten yararlandığını, Tabur da kaldığı süre içerisinde kendisinden habersiz yemek yemeye dahi gitmediğini, Kahraman Bilgiç'in cezaevinde yatıp yatmadığını hangi statüyle maaş aldığını, itirafçıların da çalıştırılma ve istihdam şekillerini tam olarak bilmediğini, Tabur Komutanlığının çalışması ve halkla ilişkiler bakımından da; Jandarma ve Polis gibi vatandaşla içiçe olmayıp Tugay tarafından kendilerine verilen operasyon görevlerini icra edip döndükleri,, ferden ve tabur olarak operasyon planlama yetkilerinin dahi olmadığını, uyuşturucu, toz ve kaçakçılık gibi konulara yönelik görevlerinin bulunmayıp sadece teröre yönelik görev ifa ettiklerini, Karadağ operasyonundaki toz ve silah iddialarına gelince; özel harekat timleri tarafından kendilerine intikal 
eden duyumu Tugay'a bilgi vererek köye gittiği halde birşey bulunamadığını ancak dönüşte askerlerin bir torba toz eroini çıkardıkları ve bunun özel harekat timine teslim edildiğini, tutanaklarının da Cumhuriyet Savcılığında mevcut olduğunu, tozla kendisinin kesinlikle alakasının olmadığını, Yüksekova Belediye Başkanının karısına da silah vermediğini, zaten onların silaha da ihtiyaçlarının olmadığını, İzmirde yakalanan Ali isimli levazım Astsubayının iddialarının da doğru olmayıp, o'nun gençliği nedeniyle kandırıldığını zannettiğini, O'nun iddia ettiği uyuşturucu kayıtlarının savcılıkta mevcut olduğu, çünkü kendilerinin operasyonda ferden çalışmayıp bölük komutanı, S-3 subayı ve bütün askerlerin orada bulunduğunu, Ali İhsan Zeydan'ın gösterdiği kişilerin yakalanıp kendisi tarafından para karşılığı bırakıldığı ve 5 milyar karşılığı seçimlerde kazandırma garantisi ile ilgili iddiaların da asılsız olduğunu, bunların silahlı kuvvetleri yıpratmak için söylendiğini, Milletvekillerince hazırlanan rapor ve Abdullah Canan'ın kaçırılıp öldürülmesi ile ilgili olarak; bölgede aşiretler arası bir kargaşa olduğunu, zaten o adamın çıkma saatinde askerlerinden hiçbirisinin dışarıda olmadığını, bölgenin özelliği nedenyile bu tip olayların zaman-zaman ortaya çıktığını, Kahraman Bilgiç'in kendisinin adını vererek cananlarla kişisel ilişkiye girdiğini ve bir miktar para aldığını duyduğunu ancak detayını bilmediğini, 
Abdullah Canan'ın aşiretine bağlı Karlı ve yanındaki Çatma köyünde sığınak olduğu şeklinde duyum gelince Emniyet ve MİT ile çalışmalar yapıldığını, özel harekatla birlikte amirlerinin ve komutanlarının bilgisi dahilinde yapılan operasyonda 4 teröristin öldürüldüğünü, sığınaklar tesbit edilerek bir miktar malzeme ve erzak temin edildiğini, o operasyon sonunda kapalı bir evin asker tarafından kurcalandığını ancak iddia edildiği gibi fazla miktarda tahribat yapılmadığını, bununla ilgili şikayet konusuna gelince: Mehmet Yüzbaşı'nın 
kendisine, şikayetten vazgeçeceklerini ve konuşma talepleri olduğunu söyleyince, kendisinin de bu konuda tedirginliklerini olmadığını, istedikleri kadar şikayette bulunabileceklerini söylediğini, köyde arama yapan komutanları da çağırarak aramayı yapanların onlar olduğunu belirtip tokalaşıp ayrıldıklarını, herhangi bir tehdit olayı olmadığını, Abdullah Canan'ın kendisiyle ilgili şikayette Yüoksekovada olmadığını ve Abdullah Canan namına başkası tarafından yazıldığını öğrendiğini, bu hususta Savcı Ayhan Kocabaş'ı da tehdit etmediğini o 
savcının bazı hareketleri nedeniyle ilçeden tayinen ayrıldığını, Abdullah Canan olayında işi tezgahlayan ve parayı alanın Kahraman Bilgiç olduğunu tahmin ettiğini, bunu Tugay Komutanının da söylediğini, Abdullah Canan'ın öldürüldükten 7 gün sonra bulunduğu halde cesedinin bozulmamasını da kış şartlarına bağladığını, Tabur Komutanı olarak kendisinin Yüksekovada görev yaptığı sürece okul aile birliği toplantılarına katıldığını, ihtiyaç sahibi olan kişilere Belediye Başkanı ve Kaymakam tarafından tesbit edilenlerle birlikte Tugay'ın da 
bilgisi dahilinde her türlü yardım yaptığını, okul açılışlarında birçok çocuğu giydirdiğini, Yüksekova'da kendisine fahrihemşerilik beratı verildiğini, şaibeli kişilerle konuşmadığı gibi tabura da aldırmadığını, Tabur'un seçim döneminde şehir merkezinde herhangi bir görev üstlenmeyip sadece Mustafa Zeydan'ın 
köylerinin bölgesinde seçim güvenliğini sağladığı, Kahraman Bilgiç dışında, Tugay'ın bilgisi dahilinde kullanılan herhangi bir itirafçıyı da Yeşil'i de tanımadığını, ancak sınırötesi operasyonda iki tane itirafçıdan yararlandıktan sonra onların da operasyon sonunda helikopterle ayrıldıklarını, Kahraman Bilgiç'in, Canan'lar la ilişkiye girdiği dönemde Van'da otelde kaldığını ve çok fazla da para harcadığını komando taburunca kendisine söylendiğini, Ağaçlı köyünde yapılan operasyonda 73 yaşındaki Şemsettin Yurtsever ile oanda köyde ağaç toplayan 18 yaşındaki Modat Özeken ve 13 yaşındaki Münir Sarıtaş'ın alınmasıyla ilgili kendi birliğinin herhangi bir girişimi olmadığını, o dönemde kendisinin sorumluluk sahası dışında sıfır noktasında olan o köyde operasyonu
olmadığını, Kurmay Başkanı Albay Hamdi Poyraz ile emir komuta bağlantısının olmadığını, JİTEM hakkında da bilgisinin olmadığını, Bölgedeki sıkıntılardan kurtulmak için öncelikle ayrı-ayrı görev yapan ünitelerin tek bir noktada, bir 
koordinasyon merkeziyle yönlendirilmeleri, sınır güvenliğiyle birlikte ekonomik kalkınmanın da gerekli olduğu, Yüksekovadaki terör, kaçakçılık ve esrar olayı bitirildiği takdirde Türkiye'deki terörün biteceğini belirtmiştir.(Ek:202) 

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***