DEMOKRATİKLEŞME PROGRAMI Ergenekon’un Öteki Yüzü BÖLÜM 1
Ergenekon’un Öteki Yüzü:
Faili Meçhuller ve Kayıplar Rapor Özeti
İÇİNDEKİLER;
Bir Geçmişle Yüzleşme Aracı Olarak Ceza Yargılaması 1
Türkiye’de Devlet Kaynaklı İnsan Hakkı İhlalleriyle Alakalı Davalar 3
Ergenekon Davası 4
Ergenekon Klasörlerindeki Faili Meçhullere İlişkin
Genel İzlenimler 6
Değerlendirme 8
Öneriler 13
Gülçin Avşar,
Koray Özdil,
Nur Kırmızıdağ
Ergenekon davası, Türkiye yakın döneminin en kritik siyasi gelişmelerinden birisi oldu. Dava, askeri bürokrasi içindeki bazı grupların ve onlarla siyasi ve ekonomik çıkar ortaklığında olan sivil ağların demokratik siyasete hukuk dışı yollarla müdahalesini ortaya çıkarması bakımından oldukça önemliydi.
Bunun ötesinde dava, kamuoyunda 1990’lı yıllarda özellikle Kürt vatandaşlara karşı gerçekleştirilen ağır insan hakları ihlallerinin açığa çıkarılacağı beklentisini oluşturdu. Bunun sebebi, sanıkların Susurluk, Yüksekova Çetesi, JİTEM ve Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi, 1990lı yıllarda sivil Kürt vatandaşlara karşı gerçekleştirilen yargısız infazların uygulayıcısı olduğu iddia edilen örgütlerle bağlantısıydı. Ancak soruşturmayı yürüten savcılık ve mahkeme heyeti davanın cezai temellerini bu beklentiyi dışarıda bırakarak sadece hükümete yönelik
darbe teşebbüsü suçu çerçevesinde oluşturdu.
TESEV Demokratikleşme Programı’nın, Kasım 2013’te yayımladığı “Ergenekon’un Öteki Yüzü: Faili Meçhuller ve Kayıplar” raporu, 1990’lı yıllarda işlenmiş olan ağır hak ihlallerine ilişkin dava dosyalarına yansımış bilgileri derleyerek kamuoyunun bilgisine sunmaktadır. Bu çalışmanın amacı, geçmiş ağır insan hakları ihlallerinin açığa çıkartılması için hak savunucularına dava dosyaları üzerinde derinleşme fırsatı yaratmaktır.
Bu sayede Türkiye’nin geçmişle yüzleşme sürecine katkıda bulunmaktır. Raporun içeriğini özetleyen bu kısa özette de Ergenekon davasının Türkiye’de geçmişle yüzleşme açısından önemi, kendinden önceki ceza davalarından farkı, dava dosyalarına yansıyan faili meçhuller ile alakalı bilgilerden öne çıkanlar ile genel bir değerlendirmeyi ve önerilerimizi bulabilirsiniz. Okuyacağınız rapor özeti, raporda yer alan Ergenekon dosyaları taramaları sonucu elde edilen bulgulara yer vermemektedir.
BIR GEÇMIŞLE YÜZLEŞME ARACI OLARAK CEZA YARGILAMASI
Şiddetin sivil siyaset alanı üzerindeki etkisinin azaltılması, Türkiye’nin demokratikleşmesi önündeki en büyük zorluklardan birini oluşturmaktadır.
Askeri darbeler, Kürt sorunu bağlamında yaşanan çatışma ve genel olarak devletin muhalif hareketlere karşı uyguladığı güvenlikçi yöntemler; kaynağı, derecesi ya da dönemi ne olursa olsun, şiddet yoluyla sivil siyasete yön veren aktörleri güçlendirmiştir.
Siyasetin sivilleşmesi, özellikle güvenlik alanında kurumsal ve hukuki reformlar yapılmasının yanı sıra geçmişte devletin neden olduğu ağır insan hakkı ihlallerinin ortaya çıkarılmasını ve günümüzde hâlen yaşanmakta olan insan hakkı ihlallerinin durdurulmasını gerektirmektedir.
Devletin neden olduğu bu tür eylemlerle yüzleşmek; sadece siyasal düzenin daha sivil şekilde tahsis edilmesini değil, aynı zamanda şiddete uğramış mağdur kesimlerin adalet taleplerinin karşılanmasını, olası toplumsal çatışmaların önlenmesini ve siyasi muhalif grupların şiddete yönelmeden demokratik siyaset alanı içinde kalarak iktidar mücadelesi vermelerine imkân sağlaması bakımından da önem arz etmektedir.
Devlet, yapısı itibariyle tek parçadan oluşan bir aktör olmadığı için sivillere karşı yapılan ihlallerin tam olarak devletin hangi kurumları ve sorumluları tarafından işlendiği, söz konusu ihlallerin ne tür karar mekanizmalarının ürünü olduğunu ortaya çıkarmak ve belgelemek, siyasi düzeni daha kalıcı bir biçimde sivilleştirebilmek için oldukça büyük bir öneme sahiptir. Bu tür ihlallerle
yüzleşmiş ülkelerin deneyimlerini incelediğimizde ceza yargılaması, meclis araştırması, hakikat komisyonu ve adli/yarı adli yöntemler gibi çeşitli seçeneklerin var olduğunu görmekteyiz.1 Bu yöntemler, birbirini destekler nitelikte eş zamanlı olarak veya art arda uygulanabilmektedir.
Ayrıca esas olarak her toplum, kendi siyasi kültürü ve toplumsal koşullarına bağlı olarak da biçimlenmektedir.
Geçmiş rejimlerin ağır ve kitlesel insan hakları ihlalleri ile yüzleşme süreçlerinde toplumların önündeki seçeneklerden birisi de ceza adaletidir.2 İnsan hakları söyleminde Nurnberg mahkemelerinden bu yana ceza adaletinin gerçekten barış ve toplumsal uzlaşmayı sağlayıp sağlamadığı konusunda ciddi bir fikir ayrılığı vardır. Birinci grup ceza adaletinin, yani faillerin insan hakları ihlallerinden dolayı yargılanmasının, toplumsal barışa ve adalete giden tek yol olduğu konusunda ısrar eder. İkinci grup ise geçiş dönemlerinde kırılgan olan demokrasilerin bu tür
duruşmalarla sarsılacağını ve toplumsal barış adına ceza adaletinden ödün verilmesi gerektiğini savunur. Ceza adaleti savunucuları, insan hakları duruşmalarının toplumsal uzlaşmaya üç açıdan katkısı olduğunu belirtirler. Birincisi, geçmiş rejimin yöneticilerinin yargılanması kimsenin hukukun
üstünde olmadığını ispat eder ve yeni demokrasilerde hukukun üstünlüğü ilkesinin yerleşmesine aracı olur. İkincisi, faillerin halka açık duruşmalarda yargılanmaları caydırıcı bir mekanizma işlevi görür. Bu hem otoriter rejimlerde yaygın olan cezasızlık kültürünün aşılması hem de yaşananların gelecekte tekrar etmemesi açısından önemlidir. Üçüncüsü, mahkemeler yaşananları kayıt altına
alır ve toplumların yaşananlarla yüzleşmesinde ortak hafızanın oluşturulmasını sağlar. Ortak hafıza oluşturulması ve adaletin tecelli ettiği algısı ise toplumsal uzlaşmaya giden yolda diyaloglar başlatır.
Bu alanda edinilen tecrübeler bu öngörüleri bir noktaya kadar doğrulamakla beraber, asgari ön koşullar sağlanmadığı takdirde ceza adaletinin tek başına insan haklarına saygılı, demokratik bir düzenin sağlanmasına katkı değil, ciddi bir engel teşkil edebileceğini göstermektedir.
Bu önkoşullar şu şekilde sıralanabilir:
i. Bağımsız ve yeterli altyapıya sahip bir yargı,
ii. Yeni rejimin hukukun üstünlüğü ilkesini kabul etmesi ve bunun için çalışması,
iii. Duruşmaların insan hakları ve hukuki usule uygun gerçekleştirilmesi,
iv. Duruşmaların hakikat komisyonları, toplumsal müzakereler, kurumsal reformlar gibi çeşitli geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının eşliğinde gerçekleşmesi.
Bu önkoşullar sağlanmadığı takdirde yeni rejimler duruşmaları bir uzlaşma mekanizması yerine bir intikam aracı olarak kullanabilmektedir.
TÜRKIYE’DE DEVLET KAYNAKLI İNSAN HAKKI İHLALLERIYLE ALAKALI DAVALAR
Türkiye kamuoyu, ilk kez Susurluk Olayı ile birlikte devlet kurumları içinde hukuksuz eylemler gerçekleştiren bir çetenin varlığını açık biçimde gördü ve tartıştı.3 Bu olayı soruşturmak için açılan Susurluk Davası, devlet kaynaklı ağır insan hakları ihlalleriyle alakalı ilk yargılamaydı. Ancak yargılamada, Susurluk kazasıyla gözler önüne serilen siyasetçi-asker/polis-mafya arasındaki ilişkiler ağını ortaya çıkartacak etkin bir soruşturma yürütülemedi. Susurluk hakkında Başbakanlık Teftiş Kurulu4 ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Komisyonu 5 tarafından hazırlanan raporlar, kolluk kuvvetlerinin PKK örgütüne karşı yürüttüğü mücadele bağlamında korucu, itirafçı ve özel harekât biriminden bazı kişilerin kurduğu suç örgütlerinin siyasi faili meçhul cinayetler ve zorla kaybetmeler gerçekleştirdiğini ortaya koydu. Ancak davada söz konusu eylemler, basit çete suçu olarak yargılandı. Örgütün devlet kurumları içindeki uzantılarını açığa çıkarmak, söz konusu eylemleri gerçekleştiren gerçek failleri bulmak ve bunlara olanak sağlayan devlet içindeki siyasi zemini sorgulamak konusunda etkili bir soruşturma yürütülerek yeterli bir sonuç alınamadı. Buna
rağmen Susurluk Davası’nın gerek mahkûmiyet gerekse de Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin mahkûmiyeti onaylama kararı, bazı kamu görevlilerinin “terörle mücadele” adı altında her türlü suçu işlemeyi meşru gördüklerini ortaya çıkardı.6
Başbakanlık Susurluk raporu, 3 Kasım 1993 tarihinde Balıkesir’in Susurluk ilçesinde meydana gelen kazayla ortaya çıkan devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin aydınlatılması iddiasıyla 55. Hükümetin Başbakanı Mesut Yılmaz tarafından, 13 Ağustos 1997’da verilen görevle Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’a hazırlatıldı.
Sivil bir mahkemenin, askerlerin gerçekleştirdiği hukuk dışı eylemleri örgütlü suç olarak tanımlayarak yargıladığı ilk dava, 2006’da açılan Şemdinli Davası oldu.7 Kasım 2005 yılında Şemdinli’de Umut Kitabevi’ne yapılan bombalı saldırının failleri olan Jandarma İstihbarat Teşkilatı (JİTEM) çalışanı iki astsubay ve bir PKK itirafçısı, olay yerindeki vatandaşlar tarafından suçüstü yakalandılar. Dönemin Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianamede, Susurluk Davası’ndan farklı olarak sanıkların “adi çete suçu” değil “devletin birliği ve ülkenin bütünlüğünü bozma” suçunu işledikleri belirtildi. İddianame, sadece yaptığı suç tanımı ile değil aynı zamanda işlenen suçların arkasındaki kurumsal hiyerarşiye atıf yaparak üst düzey komutanları da sorumluluk altına sokarak bir ilki de gerçekleştirdi. Bu adım, devlet görevlilerinin sivillere karşı işlediği ağır insan hakları ihlallerini cezasız bırakma alışkanlığı olan Türkiye yargısı
içinde, bu geleneğe ters bir uygulama ortaya koyabilecek zihniyete sahip yeni aktörlerin çıktığına ilişkin bir işaret olarak görülebilir.
Ancak o dönemde, Genelkurmay tarafından yerel mahkeme ve sivil savcılığa karşı yürütülen kampanya, özellikle yüksek yargı içinde ve medyada destek bulmuş ve hükümet bu kampanyaya karşı güçlü bir siyasi duruş sergileyememiş tir. Bu hamle; Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) davanın savcısı Sarıkaya’yı meslekten ihraç etmesi, mahkeme üyelerinin farklı yerlere
tayin edilmesi ve davanın da askeri mahkemede görülmesine yol açmıştı.8 Şemdinli örneğinin de gösterdiği gibi, ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştiren kamu görevlilerinin yargılandığı ve siyasi açıdan kritik olan davaların, geçmişle hesaplaşma bakımından etkili ve kapsamlı bir sonuç verebilmesi için sadece bu alanda adım atmaya istekli yerel bir mahkemenin varlığı yeterli olmamıştır. Bunun yanı sıra bu mahkemenin arkasında onu desteklemeye niyetli siyasi iradenin ve yargıyı buna teşvik edecek güçlü toplumsal destek mekanizmalarının olması gerekmektedir.
ERGENEKON DAVASI
Türkiye’de şüphesiz Ergenekon Davası, yargının darbe girişimlerini ve kamu görevlilerinin gerçekleştirdiği hak ihlallerini soruşturması bakımından en kritik dava olmuştur. 12 Haziran 2007’de bir telefon ihbarı ile “ Ümraniye soruşturması ” olarak başlayan Ergenekon ile ilgili 86 sanıklı ilk dava 25 Temmuz 2008’de açıldı. 22 dosyanın birleştirilmesi ile birlikte 5 yıl boyunca devam eden ve 67’si
tutuklu 275 sanığın yargılandığı dava, 5 Ağustos günü yapılan karar duruşması ile sona erdi. Bundan sonraki süreçte ilk derece mahkemenin verdiği kararın Yargıtay’a taşınması beklenmektedir. 2008 yılında başlayan soruşturma, Cumhuriyet Gazetesi’ne yapılan bombalı saldırı, Danıştay saldırısı ve meydana gelmiş diğer olay ve fail bağlantıları ile genişlemiş ve şüphelilerden elde
edilen belgelerle “Ergenekon” örgütünün şemasını ortaya koymuştur.
Soruşturmanın ismi, “İstanbul 29 Ekim 1999 Ergenekon Analiz Yeni Yapılanma Yönetim ve Geliştirme Projesi” ile ilk etapta ortaya çıkmıştır.
Mevcut hükümeti silah zoru ile devirip anti-demokratik yollarla devlet idaresini ele geçirme maksatlı bir kovuşturma olarak görülmekte olan davada, örgütün birçok farklı kanun dışı yola başvurup eylem yaptığına dair iddialar bulunmakta dır. Dosya kapsamında, sanıkların amaçlarını gerçekleştirmek için birçok yasadışı eylem ve cinayetle ilişkilendirildiği görülmektedir. Bu açıdan, iddianamede yalnızca devlete yönelik suçlar değil, tehlikeli maddeleri izinsiz bulundurma, kasten öldürmeye azmettirme, özel hayata ilişkin görüntü ve sesleri ifşa etmek gibi suçlar da yer almaktadır.
Ergenekon Örgütü’nün yapısı ve kapsamı, kamuoyunda sıkça tartışma konusu olmakla birlikte iddianameler ve özellikle 18 Mart 2013 tarihli savcılık mütalaası, Ergenekon adlı bir örgütün varlığını ve bu örgütün ülke yönetimini ele geçirmek için birçok terör olayı ile irtibatlı olduğunu kabul etmektedir. Bu mütalaasında savcı, ayrıca Ergenekon’un gerçekleştirdiği ve gerçekleştiremedikleriyle beraber toplam 17 adet eylem planından bahsetmektedir. Bunların içerisinde Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ile Ermeni Patriği Mesrob
Mutafyan’a yönelik suikast planları olduğu gibi, “İnternet Andıcı” gibi hükümeti yıpratacak kara propaganda sitelerinin organizasyonu da bulunmaktadır.
Yukarda geçen iddialar, Ergenekon Örgütü’nün bir yandan hükümeti devirme girişimlerini, bir yandan da aydınlatılamamış siyasi cinayetlerle bağlantılarını göstermektedir. Bu bakımdan Ergenekon Davası, bir “darbe davası” olmaktan öte bir anlam ima etmektedir. Zira hem Ergenekon dosyası içinde hem de sözü edilen diğer soruşturma ve kovuşturmalar içinde sıklıkla bu ilişki ağına dair delil ve ifadelerle karşılaşılmaktadır.
Ergenekon Örgütü’nün örgütlenme biçimine ilişkin önemli bir iddia, birinci iddianamenin 10. klasöründe yer alan, Terörle Mücadele Şubesi’nin elde edilen tüm belgelerin incelemesi ile hazırlamış olduğu, “İnceleme Belgesi”nde geçmektedir: “Mafia’nın reorganize edilmesinin getireceği yararlar küçümsenebilecek veya vazgeçilebilecek ölçekte değildir. Şu halde önce yapılması gereken (…) Türk Genel Kurmayının denetiminde yepyeni bir MAFİA
örgütlenmesinin gerçekleştirilmesidir”.
Bu yapılanma şekli ile ilgili olarak Tuncay Güney’e ait aşağıdaki ifade, Ergenekon Örgütü’nün faili meçhul olaylarla ilişkisini ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Keza savcıların örgüte yönelik yaklaşımının sınırları da belirlenmiştir. Zira mütalaada da karşımıza çıktığı gibi savcılar, Ergenekon yapılanmasının amaçlarına ulaşmak için iddianamede sanıklara isnat edilen suçları gerçekleştirirken başkaca suçlar da işlediklerini kabul etmektedir. Bu suçların bazılarının dava konusu edilmemesinin gerekçesi, davanın iddianamede belirtilen sınırlı bir alanda görülmesini sağlamak olduğu düşünülebilir.
Birinci iddianamenin 242. sayfasında Tuncay Güney’e ait ifade şu şekildedir:
“ERGENEKON” terör örgütünün MAFİA gruplarını kontrol etmesinin ya da kendi MAFİA gruplarını oluşturmasının ne gibi bir amacı vardır? Bu durum birkaç madde halinde özetlenebilir. Ergenekon Terör Örgütü gerçekleştirecekleri ya da gerçekleştirmeyi planladığı silahlı eylemleri bu MAFİA gruplarına yaptırır. Böylelikle bazen eylemlerin faili meçhul kalmasını, faili yakalandığı takdirde de olayın gerçek planlayıcısı olan ERGENEKON TERÖR ÖRGÜTÜ mensupların deşifre olmasını engellemeyi amaçlar.
Bu hususla ilgili örnek vermek gerekirse Sabancı suikasti faili Mustafa Duyar tutuklu bulunduğu Uşak ceza evinde Nuri Ergin liderliğindeki suç örgütü tarafından öldürülmüştür.
Ergenekon terör örgütüne yönelik yapılan soruşturma sırasında ihbar mektubu ile gelen CD içerisindeki görüntülerden ve söylemlerden Mustafa DUYAR’ın öldürülmesi olayını Veli KÜÇÜK›ün azmettirdiği anlaşılmaktadır. Fakat bu güne kadar yapılan soruşturma ve kovuşturma sürecinde Veli KÜÇÜK›ün hiçbir
şekilde ismi dahi geçmediği halde sadece olayı gerçekleştiren MAFYA grubu yöneticileri ve tetikçileri gerekli cezaya çarptırılmıştır. Dolayısıyla Ergenekon Terör Örgütü kullandığı bu yöntemle hem amaçları doğrultusunda belirledikleri kişinin öldürülmesini sağlamış, hem de talimatı veren Ergenekon Terör Örgütü
yöneticilerinin kesinlikle deşifre olmalarını engellemiştir.”
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılarının sorusuna cevaben, 09.05.2008 tarihinde aşağıdaki açıklamayı yapmıştır. MİT’in bu cevabı, Ergenekon adlı “illegal” bir yapının varlığını teyit ederek anti demokratik yollarla sivil idareyi etkisi altında tutmaya çalıştığını iddia etmektedir. Cevap, söz konusu örgütün devleti hedef alarak iddianame konusu
birçok eylem ile kaos ve çatışma ortamı yarattığı iddialarını ortaya koymaktadır.
“Müsteşarlığımıza 03/07/2002 tarihinde intikal eden, isimsiz mektup ve ekindeki CD’lerde yer alan ‘Ergenekon ve Lobi’ isimli projeler ile iddia niteliğindeki bilgiler çerçevesinde hazırlanan kitapçık; 10/07/2003 tarihinden. Genelkurmay Başkanı’na ve 19/11/2003 tarihinde ise Sn. Başbakan’a intikal ettirilmiştir. Bahse konu çalışmanın özeti niteliğinde hazırlanan başka bir Bilgi Notu ise 19/01/2006 tarihinde Sn. Başbakan’a ve 26/05/2006 tarihinde Sn. Genelkurmay İstihbarat Başkanı’na sunulduğunun belirtildiği, bu konuyla alakalı 19.11.2003 tarihinde ERGENEKON konulu Başbakanlığa arz edilen yazı içeriğinde; Bu arada, 03.07.2002 tarihinde Müsteşarlığımıza İstanbul’dan posta kanalıyla intikal eden, ancak kaynağı tespit edilemeyen 2 sayfalık isimsiz bir mektup ve CD’lerin
incelenmesi sonucunda; ‘ERGENEKON’ isimli bir yapılanma hakkında bazı bilgiler tespit edilmiştir. (…) kesin belirleme yapılamamakla birlikte ‘Ergenekon’ adı kullanılarak yürütülen çalışmaların; bu aşamada Devleti/Rejimi hedef alan bir grubun kendi çıkarları çerçevesinde organize olma çabalarını içerdiği izlenimi edinilmiştir. Ancak, iddia niteliğindeki bu bilgilerin, bir birinden müstakil değişik
kanallardan gelmesi ve birbirini büyük ölçüde teyit eder olması, olaya dedikodu çizgisinin ötesinde bir anlam kazandırmakta ve yönlendirilmiş organize bir faaliyetin işaretlerini taşımaktadır. Bu nedenle, konuyla ilgili mevcut bilgiler; Asker orijinli yönlendirici bir kadronun kontrolünde, Bazı Sivil Toplum
Örgütleri (STÖ), Siyasi Parti ve Medya kuruluşlarının kullanılması suretiyle, Sivil idarenin örtülü biçimde denetime tabi tutulması ve yeni bir yapı altında yeni bir yönetim biçimi yaratılması amacına dayalı olduğu değerlendirilmektedir.”
ERGENEKON KLASÖRLERINDEKI FAILI MEÇHULLERE İLIŞKIN GENEL İZLENIMLER
Bazı Ergenekon sanıklarının Susurluk, Yüksekova Çetesi, JİTEM ve Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi, 1990lı yıllarda sivil Kürt vatandaşlara karşı gerçekleştirilen yargısız infazların uygulayıcısı olduğu iddia edilen örgütlerle bağlantısı, kamuoyunda 1990’lı yıllarda özellikle Kürt vatandaşlara karşı gerçekleştirilen ağır insan hakları ihlallerinin açığa çıkarılacağı beklentisini
oluşturdu. Ancak soruşturmayı yürüten savcılık ve mahkeme heyeti davanın cezai temellerini bu beklentiyi dışarıda bırakarak sadece hükümete yönelik darbe teşebbüsü suçu çerçevesinde oluşturdu.
Her ne kadar mahkeme heyeti faili meçhul cinayetler ve kayıplara ilişkin iddiaları bu davanın dışında bırakmış olsa da, Ergenekon Davası iddianamesi ve klasörlerinde faili meçhuller odaklı yaptığımız tarama sonucu elde edilen bulgular, sanıkların bu olaylar ile bağlantılarına dair – yaygın kanıyı doğrulayacak nitelikte- önemli bilgiler içermektedir. Aşağıda, “Ergenekon’un Öteki Yüzü: Faili Meçhuller ve Kayıplar” raporunun bulguları arasından Ergenekon sanık ve şüphelileri ile faili meçhul cinayetler arasındaki bağlantıları açık şekilde niteleyen iddiaların bir kısmına yer verilmektedir.
Örneğin birinci iddianamenin 98. sayfasında yer alan şu ifade, doğrudan Ergenekon sanıkları ile faili meçhuller bağlantısına işaret etmektedir:
“PKK, DHKPC, HİZBULLAH terör örgütleriyle alakalı olarak birçok istihbari raporun bulunması, geçmiş dönemde öldürülen birçok faili meçhul olayın maktulleriyle alakalı bilgi ve istihbarat notlarının yine Veli KÜÇÜK’te bulunmasının dikkat çekici olduğu. Yine öldürülen bazı şahıslarla alakalı olarak Veli KÜÇÜK ün ajandalarında ayrıntılı bilgilerin bulunduğu (...)”
Güneydoğu’da 1990’lı yıllarda gerçekleştirilen pek çok faili meçhul cinayetin sorumlusunun JİTEM olduğu, kamuoyunda sıkça dile getirilen bir iddiadır. JİTEM’in, İçişleri Bakanlığı’nın onayı olmadan ve Genel Kurmay Başkanlığı’ndan görüş alınmadan Jandarma Genel Komutanlığı’nın kendi inisiyatifiyle kurulan ve “terörle mücadele” kapsamında faaliyet yürüten bir oluşum olduğu iddia
edilmektedir.
JİTEM’in varlığı, her ne kadar uzun süre devlet kurumları tarafından onaylanmadıysa da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın JİTEM ile ilgili başlattığı soruşturmada devlet, JİTEM’i resmen kabul etmek zorunda kalmıştır.9 TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu raporundaki şu ifade de diğer örgütlerin yanı sıra JİTEM’i de tarif etmiştir: “Devletin seçimle işbaşına gelmiş organlarınca denetlenemeyen ve yargı organlarınca da soru sorulamayan bu örgütler istedikleri gibi devlet idaresindeki organlara hâkim olmakta ve devleti her türlü emellerine alet edebilmektedirler.”10
Aşağıdaki bölümler de bu iddiaların izini takip etmekte, Ergenekon sanıklarının bir kısmı ile JİTEM arasındaki bağlantılara ve JİTEM eylemleri ile Ergenekon örgütü arasındaki bağlantılara vurgu yapmaktadır. Benzer şekilde, Diyarbakır Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2009/477 E sayı ile görülen JİTEM Davası11 ile Ergenekon Davası’nın bazı sanıklarının aynı olması da bu ilişkiyi
kuvvetlendirmektedir.
Birinci iddianamenin 1094. sayfasında şüpheli/sanık Ümit Oğuztan’ın emniyet ifadesinden alınan şu bölümler, faili meçhuller ve JİTEM bağlantısına işaret etmektedir:
“Jitem ismi ortaya atıldıktan sonra kamuoyunda ve araştırma komisyonunda [Susurluk Araştırma Komisyonu kast ediliyor-GA] ERGENEKON’un unutulduğunu, aynı dönemlerde Cem ERSEVER’in öldürüldüğünü, bu şekilde gündemin dağıldığını, olayların sorumlusu olarak JITEM gösterilmeye başlandığını, JİTEM kavramının ERGENEKON’un unutturulması için o dönemde sıkça dile getirildiğini”
Keza Muzaffer Tekin, Veli Küçük ve Zekeriya Öztürk’ün evinden çıkan “ERGENEKON Analiz, Yeni Yapılanma Yönetim ve Geliştirme Projesi 29 Ekim 1999” isimli belge de örgütün belirli dairelerden oluştuğunu, bu dairelerde sivil-asker karışık bir yapılanma olduğunu, örgütün JİTEM’in deneyimlerinden yararlandığını göstermektedir.
Yine Ergenekon’un 1. iddianamesinde sanık Veli Küçük, JİTEM’in kurucusu olarak tanımlanmıştır: “Şüpheli Veli KÜÇÜK, 1944 Bilecik doğumludur. 1965 yılında Kara Harp okulundan mezun olduktan sonra uzun yıllar Türk Silahlı Kuvvetlerinde birçok önemli ve hassas yerlerde görev yapmıştır. Bu süre içerisinde kamuoyunda JİTEM olarak bilinen Jandarma İstihbarat Topluluğunun kuruluşunu yapmış ve 2 yıl süreyle bu birimin başkanlığını yürütmüştür.” (1. İddianame 97. Sayfa)
Ergenekon Davası kapsamında tanık olarak dinlenen Hanefi Avcı da ifadesinde JİTEM hakkında bilgi vermiş ve ifadesinde Ergenekon Davası sanıklarından Veli Küçük’ün bu kuruluşun başında olduğunu bildiğini beyan etmiştir. Hanefi Avcı’nın ifadesi özetle şu şeklidedir: “Diyarbakır’da 1984-1992 yıllan arasında İstihbarat Şube Müdürü olarak görev yaptığı sırada JİTEM diye bir kuruluşun olduğunu ve Ankara’ da Veli Küçük isminde birinin bu işin başında olduğunu duyduğunu,
Ancak o dönem kendisini hiç görmediğini ve bir irtibatının olmadığını, 1992 yılında İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü yaptığını, Bu dönem içerisinde görev gereği birçok şahsın irtibatlarının takip edildiğini, O dönemde mafyacı olarak bilinen Sami Hoştan, Ali Fevzi Bir, Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı olduğu sonra
anlaşılan), Sedat Peker, Mehmet Hadi Özcan, Yaşar Öz gibi adamların birebir Veli Küçük ile irtibatlı olduğunu” belirtmiştir. (1. İddianame sayfa 240)
JİTEM bağlantılarının yanı sıra sanıkların ev ve iş yerlerinde yapılan aramalarda elde edilen belgeler arasında, daha önce kamuoyuna Susurluk Çetesi olarak yansıyan örgütün çıkar ve siyasi amaçlı olarak gerçekleştirdiği çeşitli faili meçhul cinayet, zorla kaybetme ve yasadışı eylemlere yönelik bilgilerin yer aldığı görülmektedir.
Örneğin Doğu Perinçek’e ait belgelerin bulunduğu 1. iddianamenin 165. ek klasöründe bulunan 16.02.1996 tarihli bir belge, Tarık Ümit cinayetine dair infazın Abdullah Çatlı ve ekibi tarafından yapıldığı belirtilerek;
“Tarık Ümit, Mayıs 1993 sonunda Tansu Çiller’e Behçet Cantürk’le birlikte 500 milyar lira götürdüğü için, Çiller’in DYP Genel Başkanlığı seçiminde kullandığı paranın kaynağını biliyordu. Yeni MİT Raporu’nda adı “Ağar’ın suç ekibi” içinde sayılan Sami Hoşnav’ın çiftliğinde sorgulanıp öldürüldü.” ifadeleri yer
almaktadır.
Aşağıda alıntı yaptığımız kısımlar, Ergenekon Davası’nın JİTEM Davası ile ilişkisi olduğu gibi kamuoyunda Zirve Davası olarak bilinen, Malatya’daki Zirve Yayınevi cinayetlerine ilişkin dava ile Hrant Dink ve Rahip Santoro cinayetlerine ilişkin davalarla da ilişkili olduğunu göstermektedir.
Malatya katliamının 2. iddianamesi, bir tarafta Özel Harp-Ergenekon eksenine, öbür tarafta da Hıristiyan cinayetleri başta olmak üzere bir dizi provokasyon ve cinayetin çözümüne giden uzun zincirin ilk halkalarını ortaya koymaktadır. Zirve Yayınevi cinayeti kapsamında gizli tanık olarak dinlenen, JİTEM benzeri birimde çalışan, maaşını buradan alan bir uzman çavuşun itiraf niteliğindeki ifadesine göre Ergenekon sanıklarından Hurşit Tolon Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)
bünyesinde gayrimüslimlerle ilgilenmek üzere Türkiye Ulusal Stratejiler ve Harekât Dairesi (TUSHAD) adında bir birim kurmuştur. Tanık, TUSHAD’ın Ergenekon Terör Örgütü’nün faaliyetlerinin bir yansıması olduğunu, Beyaz Kuvvetler, Siyah Kuvvetler ve JİTEM’in de Ergenekon Terör Örgütü içerisinde yer aldığını ve tamamen bu örgüte bağlı olarak faaliyet gösterdiğini, Rahip Santoro, Hrant Dink ve Zirve Yayınevi cinayetlerinin Ergenekon Terör Örgütü’nün yürüttüğü operasyonlar olduğunu ve bu operasyonların TUSHAD’a bağlı Beyaz Kuvvetler, Siyah Kuvvetler ve JİTEM’in koordinasyonu ile yürütülen eylemler olduğunu, bu eylemlerin asıl amacının cinayetleri Gülen Cemaati üzerine yıkarak AKP hükümetine karşı yapılması planlanan darbeye zemin hazırlamak olduğunu iddia etmiştir.12
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder