AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 3
Görüldüğü gibi, Türkiye'yi şüphelendirmeden özel prosedürlerin geliştirilmesinden söz edilmektedir. Bu özel prosedürlerden birisi de 1995'de "Büyük mücadelelerle" elde edildiği söylenen ve AB'ye girişin müjdesi olarak sunulan Gümrük Birliği'dir. Gümrük Birliği'ne 1995 yılında alınmamıza daha 1989 yılında karar verildiği ortadadır. Özel prosedürün bu kısmı yüzünden uğradığımız kayıplar bir yana, aşağıda görüleceği gibi GB'nin karşılığında Kıbrıs Rum kesiminin AB üyeliğinin yolu açılmıştır.
Özetle AB, sadece Türkiye'nin başvurusu üzerine yeni bir strateji geliştirmek zorunda kalmıştır. Türkiye'nin başvurusunun etkisinin "daha önceki katılma başvurularıyla ilgili olarak benimsenmiş olan pozisyonların etkilerinden daha büyük olacağı" vurgulanmış, bu durum karşısında da, "Türkiye'nin katılma başvurusu üzerinde düşünürken, Topluluğun genel bir strateji benimsemesinin gerekli" olduğu uyarısında bulunulmuştur. Komisyon görüşünde, "Başarılması gereken görevler büyük ve karmaşıktır, çünkü tek pazarın tamamlanması, Avrupa'daki gerilimlerin ve bölünmelerin azaltılması için, sadece ekonomik ve parasal birlik değil fakat aynı zamanda politik birlik yönünde büyük çapta ilerleme eşlik etmelidir." denilerek, Türkiye'nin üyeliğinin Avrupa'da gerilim ve bölünmeye yol açabileceği ima edilmiştir.
1995 Yılında Girdiğimiz Gümrük Birliği Ortaklığı Nedir? Ne Getirip, Ne Götürmüştür?
AET ile ilişkimizin 43 yıl önce başladığını belirtmiştik. Nihaî hedef AET'ye ya da bugünün AB'sine tam üyeliktir. Gümrük Birliği de, bu ortaklığın sadece bir boyutudur. Ancak geçen süre zarfında, bu ilişkide GB dışında bir gelişme sağlanamamıştır. Bu bile Türkiye'nin tek yanlı çabaları ile yürümektedir. Oysa birlik ile ilişkimiz bugünkü üye veya aday ülkelerden çok önce başlamıştı. AB içindeki ülkelerin tamamı AB'ye girişten sonra veya üyelik ile eş zamanlı olarak GB anlaşmasını imzalamışlardır. Aday ülkelerle ise gümrük birliği dışındaki ticarî anlaşmalar imzalanmıştır. AB'ye üye veya üye adayı olmaksızın GB anlaşmasını imzalamış tek ülke Türkiye'dir. Türkiye, 1995 yılında AB'ye girişin adeta son kavşağı olarak sunulan ve 1996 yılında yürürlüğe giren GB Ortaklık Anlaşması ile, karar mekanizmalarında yer almadan, AB'nin üst kuruluşlarınca belirlenen kural ve kararlara uymayı peşinen kabul etmiştir. GB, 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girerken şu beklentilerimiz vardı:
1- Türkiye'den, AB'ye yapılan ihracatta patlama olacak
2- AB'den ve diğer ülkelerden Türkiye'ye yatırım sermayesi akacak
3- Ülkemize yüksek teknoloji gelecek, her alanda standartlarımız yükselecek
4- AB'nin üçüncü ülkelerle yaptığı imtiyazlı ticaret anlaşmalarından yararlanacağız
5- AB'den büyük malî yardımlar gelecek
6- AB kapısı açılacak ve en kısa zamanda üye olacağız.
Ancak gerek Türkiye, gerekse de AB kaynakları, GB'nin dış ticaret açığımızı arttırdığını, Türkiye'nin, AB'nin dünyadaki 6'ncı, AB'ye girmek için bekleyen ülkeler arasında 2'nci büyük pazarı haline geldiğini göstermektedir. GB, birçok sektörümüzü olumsuz etkilemiş, yabancı sermaye de gelmemiştir. Gümrük Birliği'nin tüm ülkelerin ekonomilerine zarar vereceği bilindiğinden AB fonlarından destek öngörülmüştür. Ancak Türkiye, bu fonlardan ya insan hakları ihlalleri (terörle mücadelede), ya da Yunanistan vetosu yüzünden yararlandırılmamış, bu da ekonomimizi ciddi şekilde etkilemiştir. Yıllık zararın 4.5 milyar dolar olacağı hesaplanmış, buna karşılık Türkiye'ye bugüne kadar sadece 1.5 milyar Euro verilmiştir. Aynı dönemde Polonya'ya 20 milyar, Yunanistan'a 25 milyar Dolar yardım yapılmıştır. Türkiye GB'nin yol açtığı tüm sıkıntılara AB üyeliği için katlanmıştır. Ancak AB, uluslararası anlaşmalardan doğan destek ve yardımları vermemekle kalmamış, üyelik yolunu uzattıkça uzatmıştır. AB ise, Türkiye ile Gümrük Birliği ilişkisinden son derece memnundur. Bu işbirliğinin "faydalarını" anlatmak amacıyla hazırlanan "Türkiye-AB Gümrük Birliği/Refah İçin Birlikte Çalışma" başlıklı bir raporda da bu memnuniyet ifade edilmiştir. Oysa 6 yıllık uygulamanın sonunda bizim açımızdan adeta bu işbirliğinin "Refah" bölümünü AB, "Çalışma" bölümünü Türkiye'nin üstlendiği görülmüştür.
Yunanistan Nasıl ve Ne Zaman Üye Oldu?
Kıbrıs Rum Kesimi -AB İlişkileri Nasıl Gelişti?
Türkiye, ilk kez 27 Nisan 1987 tarihinde AB'ye tam üyelik müracaatında bulunduğunda yukarıda detayları verilen raporda, "Topluluk üyesi bir ülke (Yunanistan kast ediliyor) ile Türkiye arasındaki" soruna değinilerek, Kıbrıs konusu gündeme getirilmiş ve Kıbrıs'ın, (birliği, bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü) üzerinde durulmuştur. Yani bir anlamda Türkiye'ye "Yunanistan'la sorunlarını hallet" denilmiştir. Yunanistan ise 1975 yılında üyelik için başvurmuş, 1981'de de üyeliğe kabul edilmiştir. Yunanistan'a, başvurusu sırasında "Türkiye ile sorunlarını hallet" denmediği, Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı başta olmak üzere diğer azınlıkların ihlal edilen hakları hiç hatırlanmadığı gibi, "Yunanistan'ın üyeliğinin AB'nin Türkiye ile ilişkilerini etkilemeyeceği" güvencesi verilmiştir. Ancak bundan 9 yıl sonra Türkiye'nin başvurusunun red gerekçelerinden birisi Yunanistan'la sorunlar olmuştur.
Aynı senaryo Kıbrıs konusunda da uygulanmıştır. Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'ın, Türkiye'nin üyeliği için ön şart olmadığı güvencesi verildiği halde 1 yıl sonra Katılım Ortaklığı Belgesi ile, Türkiye'nin öncelikle yerine getirmesi gereken siyasî kriterlerin en başına konulmuştur. AB, Kıbrıs sorununu artık Türkiye'nin tam üyeliğinin önündeki en önemli engellerden birisi olarak görmektedir. Ancak nasılsa bu sorunlar, AB'nin Güney Kıbrıs Rum kesimi ile tam üyelik görüşmelerine başlamasına engel teşkil etmemektedir. Üstelik burada AB, ilk andan itibaren uluslararası hukuku çiğnemiştir. Çünkü, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin adaylık başvurusunun kabulü dahi uluslararası antlaşmalara aykırıdır. Londra-Zürih Antlaşması, Garanti Antlaşması ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Kıbrıs'ın Türkiye ve Yunanistan'ın birlikte üye olmadıkları herhangi bir siyasî ve ekonomik birliğe girmesini belli şartlara bağlamıştır (EK-1). Rum kesimi sözkonusu antlaşmalara ve Anayasa'ya aykırı olarak AB'ye müracaat etmiş, AB de, tüm itirazlarımıza rağmen bunu kabul etmiştir. AB, Rum kesiminin adaylık müracaatını kabul etme ve görüşmelere başlama gibi hukuk dışı uygulamalarını bu kesim ile ticarî anlaşmalar yaparak sürdürmüştür.
Rum kesiminin AB'ye adaylık başvurusunun uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunan ünlü İngiliz Hukukçu Prof.Dr. Mendelson, bu topluluk ile doğrudan veya dolaylı tüm faaliyetlerin de yasak olduğunu hatırlatmaktadır. AB'nin, Rum Kesimi ile ticarî anlaşma yapması da bu kapsamda değerlendirilmektedir. Prof. Dr. Mendelson, Rum kesiminin adaylık başvurusunun ve bunun kabulünün yasal olmadığına ilişkin 21 Eylül 2001 tarihli görüşünde, "Garanti Antlaşması sadece bu birliği yasaklamakla kalmıyor, aynı zamanda bu tür bir birliğe yol açabilecek doğrudan ve dolaylı tüm faaliyetleri de yasak kapsamında mütalaa ediyor." demiştir.
Özetle; AB'ye göre, sadece Türkiye'nin Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile sorunu vardır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs'ın ise Türkiye ile herhangi bir sorunu bulunmamaktadır. Türkiye'nin üyeliği için Kıbrıs ve kıta sahanlığı meselelerini siyasî kriter yapan AB, toprağı, sınırları, halkı, hukuku ve siyasî yapısı ile tepeden tırnağa ihtilaf içinde olan Güney Kıbrıs Rum kesiminin üyelik başvurusunu kabul edip, müzakerelere başlarken bu kriterleri hatırlamamaktadır.
Maalesef, Kıbrıs Rum kesiminin bugün AB'ye girmek üzere olmasına da Gümrük Birliği anlaşmamız sebep olmuştur. Gümrük Birliği Anlaşması'nın imzalanması aşamasında Yunanistan, bunu veto edeceğini açıklamış ve hemen ardından da Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin üyelik görüşmelerine başlanmasını talep etmiştir. Yunanistan'ın veto tehdidi üzerine 24 Şubat 1995 tarihinde AB Komisyonu Başkanlık Bildirgesi'nde Kıbrıs Rum Kesimi ile üyelik görüşmelerine geçileceği duyurulmuş, ancak ondan sonra 6 Mart 1995 tarihinde Türkiye ile AB Gümrük Birliği anlaşması imzalanabilmiştir. Anlaşmanın imzalanmasından yaklaşık 3,5 ay sonra 22 Haziran 1995 tarihinde ise AB-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Ortaklık Konseyi kararları açıklanmıştır. Böylece, AB ve Yunanistan Gümrük Birliği Anlaşması'nı fırsat bilerek, Türkiye'yi kelimenin tam anlamıyla kıskaca almışlar, o günün siyasî şartları sebebiyle gözleri Gümrük Birliği Anlaşması'nı ne olursa olsun imzalama dışında bir şeyi görmeyen dönemin yöneticileri ise, Rum Yönetiminin üyelik görüşmelerine sözlü itirazla yetinmek durumunda kalmışlardır. AB, bu itirazı dikkate almadan GB ortaklık anlaşmasını yapmamızdan 3.5 ay sonra hiçbir şey olmamış gibi Kıbrıs Rum Kesimi ile görüşmelere başlamıştır.
Soykırıma uğradıktan sonra, senelerdir Yunanistan-Rum ikilisinin baskısı ve AB'nin de destek verdiği ambargo altında ezilmeye çalışılan Kıbrıs Türklerine kendi geleceklerini tayin hakkı verilmek istenmemektedir. Bir adada yalnızca tek devlet olur diye evrensel bir kural olmadığı halde, Kıbrıs için dayatma yapılmaktadır. Aynı din ve kültüre sahip Haiti ve Dominik aynı adada (Hispaniola) iki ayrı devlet olarak yaşamakta, Birleşmiş Milletler, Doğu Timor adasındaki Hıristiyan azınlığın referandumla Endonezya'dan bağımsızlığını tanımakta ama iş Kıbrıs'a gelince böyle bir politika izlenmektedir.
Gümrük Birliği Gibi Ticarî Bir Anlaşmaya Siyaset Karıştı mı?
Bu soruya verilecek tek cevap "hem de tepeden tırnağa" olacaktır. Çünkü AB, bu ticarî ortaklığı, yalnız Kıbrıs meselesinin Yunanistan tarafının istediği gibi çözümlenmesine değil, Kürt sorunu, demokratikleşme ve insan haklarının da yine kendi anlayışlarına göre halledilmesine bağlamıştır. Maalesef yöneticilerimizin de, bu şartların tamamını kabul ettiği, hatta söz verdiği öne sürülmüştür. AB, bu isteklerin yerine gelmediğini görünce, -GB'den sadece 1 yıl sonra- Türkiye'yi o kadar ağır ifadelerle suçlamıştır ki, bunların değil müstakbel bir ortaklık, düşmanlar arasında telaffuzu dahi mümkün değildir. Kıbrıs'la ilgili olarak, "Baskı, cinayet, sindirme Avrupa'nın değerleri değildir" ve "20 yılı aşkın bir süreden beri Avrupalı Kıbrıs'ın üçte birini ve Avrupa'yı işgal eden Türkler bugün oralarda Kıbrıslıları öldürüyorlar." diye suçlanan Türkiye'dir. Bu asılsız ve sorumsuz suçlamalardan sonra da Gümrük Birliği'nin durdurulması ve Türkiye'ye yapılacak olan tüm malî yardımların askıya alınması teklif edilirken, AB'nin Yunanistan'ı bahane ederek, "iki yüzlü" davranmaması, bu kararı bilerek ve isteyerek aldığının söylenmesi gerektiği açıkça itiraf edilmiştir. Bilindiği gibi AB, Türkiye'ye yönelik malî yardımların karşılanmamasını daima Yunanistan vetosuna bağlamıştır. Ancak, bunun doğru olmadığını itiraf eden de, görüldüğü gibi, yine AB olmuştur.
Ticaret-siyaset bağlantısı konusunda daha açık bir kanaate varmamız için AB'nin kayıtlarının incelemesi yeterli olacaktır.
YER : Strazburg-Avrupa Parlamentosu Toplantısı
TARİH: 18 Eylül 1996
KONU: Türkiye'de Siyasî Durum (AB-Türkiye Gümrük Birliği ortaklığının 1 yılı da değerlendirilmiştir.)
Van Der Broek (Komiser): Hükümetlerarası Konferansın kapanışından sonraki 6 ay içinde Kıbrıs'ı da aramıza almak üzere görüşmelere başlamak için aldığımız politik karara sıkı sıkıya bağlı kalmalıyız.
6 Mart 1995'teki GB anlaşmasına ait malî destek; hibe şeklindeki 375 milyon ECU'luk özel yardım ve Avrupa Yatırım Bankası'nın 750 milyon ECU'luk bağışı, politik nedenlerden ötürü hâlâ bloke haldedir. Aynı şey ödemeler dengesi desteği için de söz konusudur. Türkiye'ye yapılacak olan 5 malî destekten şu anda bloke edilmemiş olan tek bir tanesi Türkiye'nin MEDA programından istediği katkıdır.
Türkiye'deki siyasî durum oldukça karmaşık olup, bu aşamada Türk dış politikasının izleyeceği yön ve Avrupa ile ilişkilerinde takınacağı tutuma ilişkin çok ileriye dönük çıkarımlarda bulunmak oldukça güç görünmektedir. Bu sebeple, Türkiye'yi bu forumdan bir kez daha, diğer meselelerin yanında yeni toprak talepleri, askerî provokasyonlar veya başka usullerle Yunanistan ile arasındaki gerginliği tırmandırmamaya çağırıyoruz. Toprak taleplerinin Lahey Uluslararası Divanı'na getirilmesi gerekmektedir.
Green (Avrupa Sosyalist Partisi Sözcüsü): Kıbrıs, bizim Türkiye ile olan siyasî ilişkilerimizin bölünmez bir parçasıdır, çünkü Kıbrıs'ın kuzeyinin üçte biri Türk güvenlik güçlerinin işgali altındadır. Türkiye'nin, Kıbrıs'ın kuzeyinde 35 bin askeri bulunmaktadır. Kıbrıs, AB'ye tam üyelik başvurusunda bulunmuş ve Komisyon'dan olumlu görüş almış bir devlettir. Dolayısıyla Kıbrıs'ta gerçekleşen olayları Türkiye ile siyasî ilişkilerimizin ayrılmaz bir parçası olarak ele almak istememiz gayet tabiidir.
Baskı, cinayet, sindirme Avrupa'nın değerleri değildir.Türk yetkili makamlarının uygulamaları karşısında iyi niyet, beklenti ve vaad gibi kavramlar değerini yitirmiştir. Türkiye ile ilişkilerimizde uzlaşmacı kararların ve çifte standartların yeri yoktur. Açıkça söylemek gerekirse, söz ve vaadlerin siyasî iradeye ve kesin uygulamaya dönüştürülmesi gereklidir. Bu nedenle, benim mensup olduğum siyasî grup Türkiye'ye yönelik tüm malî yardımların askıya alınması için her türlü çabayı gösterecektir.
Caligaris (Avrupa İçin Birlik Grubu Sözcüsü): Yunanistan ile Kıbrıs ve Ege konusundaki artan anlaşmazlığından, İsrail ile vardığı anlaşmadan, Kürdistan'daki askerî mevcudiyetinden ve Irak krizi konusunda benimsediği tavırdan görüleceği gibi Türkiye bu bölgede anahtar unsuru oluşturmaktadır. Gerek içeride, gerekse dışarıda kabulü mümkün olmayan ve ölçü dışı tutumlara gösterilen tepkiyi anlayışla karşılamakla beraber Türkiye'yi uzaklaştırabilecek ve tecrid edecek, iç durumu kötüleştirerek onu uzun zamandır yakınlaşmaya çalıştığı Avrupa'dan ayıracak GB'nin durdurulması kararına hayır dememiz gerektiğine inanıyorum. Bununla birlikte, AB'nin otoritesine zarar veren ve hiçbir sonuca götürür gözükmeyen bir diyaloğun sürdürülmesine de hayır. Bu nedenle Komiser Van Den Broek'un da arzuladığı gibi Avrupa'nın krizleri anlayabildiğini, ancak alaya alınmaya müsamaha edemeyeceğini göstermek üzere tamamen farklı, katı talepkâr ve kuvvetli temeller üzerine bir diyalog tesis edilmelidir.
Andre-Leonard (Avrupa Liberal, Demokratik ve Reformist Parti Grupu Sözcüsü): Türkiye'deki durum dramatik. Özellikle bugün hükümetin tutsağı durumundaki Sayın Çiller'in ihaneti var.
Türkiye son olarak 1992 yılında bir Kürt köyünün yanması dolayısıyla Avrupa Adalet Divanı'nda mahkum edildi. İlk defadır ki, Strazburg yargısı, Türk Kürdistanında Ankara'nın askerî eylemlerini ele aldı.
Piquet (Avrupa Birleşik Sol-Nordik Yeşil Sol Konfederal Grubu Sözcüsü): Parlamentomuz GB anlaşmasını, yetkililerin Türkiye'nin karşı karşıya olduğu sorunları aşmasına yardımcı olacağı gerekçesiyle kabul etmiştir. Fakat hiçbir şey değişmedi, aksine daha da ağırlaştı. Şüphe etmiyorum ki, parlamentomuzun oyunun rengi, büyük çoğunlukla Türk yetkililer ile olan ilişkilerde Komisyon ve Konsey'in katı tutum takınması yönünde olacaktır. Bu bir siyasî gereklilik sorunudur. Bu aynı zamanda AB için haysiyet meselesidir.
Stirbois (Bağımsız): Bu anlaşmanın çok ciddi bir sonucu var. Bu anlaşma Ankara Anlaşması'nın 28. maddesinin de öngördüğü gibi 65 milyon Türk'ün Avrupa'ya entegrasyonuna kesin bir geçiştir. Yani ülkelerimizde yaşayan mevcut milyonlarca Türk'e 65 milyon ek bir katılım olacaktır. Türk Hükümeti Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için söz vermiştir. 20 yılı aşkın bir süreden beri Avrupalı Kıbrıs'ın üçte birini ve Avrupa'yı işgal eden Türkler bugün oralarda Kıbrıslıları öldürüyorlar. Sanıyorum, hükümetlerimiz bu dehşet verici anlaşmayı ertelemekten yanalar. Hal ne olursa olsun Türkiye'ye metelik yok diyorum.
Sakellariou (Avrupa Sosyalist Partisi Sözcüsü): Bakanlar Konseyi Başkanının konuşması sırasında yüksek sesle güldüğüm için suçluyum ve özür diliyorum. Ama bir sefere mahsus olmak üzere, hafifletici nedenlerimi kabul ediniz. Ama bundan sonrası için size söz veriyorum, Konsey Başkanlığı Bayan Çiller'in vaatlerinin ayrıntılarına girse bile, gülme dürtümü bastırmaya çalışacağım. Bayan Çiller'in, bu parlamentonun 626 üyesine ve bu arada bana da göndermiş olduğu ve vaadettiği herşeyi gerçekleştirebilmesi için bizlerden kendisine yardımcı olmamız ricasını içeren mektubu hâlâ saklıyorum. Bu mektubu sakladım, çünkü bir Başbakandan her gün mektup almıyorum. Bu mektubu bugün okuduğunuzda, gözlerinizden yaşlar akıncaya kadar gülersiniz, çünkü içerdiği vaadlerin hiçbirisi yerine getirilmemiştir. Sadece Türkiye'deki durumun her dört alanda daha da kötüye gitmiş olmasından dolayı değil, ama Bayan Çiller'in iktidara gelmesini engellemek istediği aynı kişiyi iktidara taşımak için bizim yardımımızı kötüye kullanmış olmasından dolayı... Ciddi olduğumuzu Türkiye'ye gerçekten göstermek zorundayız ve bence bugün için bunun tek yolu, Türkiye'ye yönelik tüm yardımların askıya alınmasıdır.
Lambrias (Yunanistan Yeni Demokrasi Partisi Sözcüsü): Parlamentomuzun, hükümetlerin çağrısına boyun eğerek, GB'yi kabul etmesinden bu yana henüz 1 yıl bile geçmemiştir. Bu konudaki temel görüş, Bayan Çiller'e, İslamcı Erbakan'ın temsil ettiği tehlikeye karşı Batı yanlısı bir set olarak yardım edilmesiydi. Bugün ise Bayan Çiller, Erbakan'ın bakanıdır.
Küstahlığın en doruk noktası da şudur: Çilekeş Kıbrıs'a adil, kalıcı ve güvenli bir çözüm bulunması için yapıcı bir diyaloğa katkı yerine, ordularının istila ettiği kuzey kesimine faşist bozkurtlarını göndermektedir.
Garosci (Avrupa İçin Birlik Grubu): Avrupa ile Türkiye arasındaki GB'yi uygulamalı ve işler hale getirmeliyiz. GB anlaşmasıyla Türkiye'ye Avrupa'ya diyalogda bulunma ve böylece geleceğe daha iyimser bir şekilde bakma imkânını sunuyoruz. Hazin bir geçmişe yeniden dönmekten başka Türkiye için bir alternatif mevcut değildir. AB, üye devletleri ve ilk etapta Yunanistan'ın çıkarlarını daima korumak zorundadır. Herşeye rağmen olumlu şekilde yaklaşmak istediğimiz Türk milleti ve halkı, Avrupa'nın ve özellikle Akdeniz'in gelecekteki senaryosunda büyük imkân ve sorumluluklara sahiptir.
Schulz (Avrupa Sosyalist Partisi Sözcüsü): Bayan Çiller size söz verdiyse bunu unutun. Bayan Çiller, uluslararası politikanın tartışmasız en inandırıcılığı olmayan kişisidir. Bir düşünün, bu Parlamentonun ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı mücadele konusundaki raportörü, gelecek hafta kalkıp da Parlamento Başkanlığına Le Pen'i önerse ne yaparsınız? Adam ya aklını oynattı veya ahlâk değerlerini yitirdi dersiniz. Bayan Çiller de aynı davranış içinde, çünkü aldattığı sadece Avrupa Parlamentosu değildir. En kötüsü Türkiye'de kendi halkını aldatmış olmasıdır. Böyle bir kişi AP'nin muhatabı olamaz. Bedeli ne olursa olsun, bedeli Türkiye içindeki demokrasi de olsa, AB'nin çıkarlarına hizmet eden herşey iyidir, biz bunu kabul edemeyiz. Biz burada rol dağılımını yapamayız. Ne zaman bir cezaevini ziyaret edeceksiniz, ne zaman Kürdistan'a gidip, orada neler olup bittiğini kendi gözlerinizle göreceksiniz?
Tsatsos (Yunanistan PASOK Sözcüsü): Türkiye'nin AB'ye karşı tutumu kışkırtıcıdır. Bu salonda beklenmedik bir ikiyüzlülükle karşılaştık. Yunanistan AB üyesi olduğu için Türkiye'ye karşı tutumunun ön yargılı olmamasına dikkat etmemiz gerektiği söylendi. Buna ilaveten "Yunan meslektaşlarımıza anlayış gösteriyoruz" denildi. Bu ifadeler ayıptır. Yunanistan hem Avrupa'dır, hem de insanlara karşı şiddete dayanan ve uluslararası hukuku umursamayan bir yönetime müsamaha gösterilmesi için bir gerekçe olarak kullanılmamalıdır.
Hristodoulou (Yunanistan Yeni Demokrasi Partisi Sözcüsü): Türkiye'nin Kıbrıs trajedisinin Türk-Yunan meselesi olarak gösterilmesi çabalarının da durdurulması gerekmektedir. Bu sorun bütün medenî dünyanın ve özellikle AB'nin sorunudur ve bu çerçevede görülmesi gerekir.
Aynı toplantıda, Türkiye'nin lehine olmasa da, birkaç parlamenter, sadece AB'nin çıkarlarını düşünerek, objektif değerlendirmeler yapmıştır. AB'nin Türkiye'ye gerçek bakış açısını ortaya koyduğu için bu görüşlere yer vermekte fayda görüyoruz:
Dupuıs (Avrupa Radikal İttifak Grubu Sözcüsü): AB'nin Türkiye'ye karşı tutumunda beni rahatsız eden bazı şeyler var. İktisadî açıdan biliyoruz ki, bu anlaşmalardan asıl yarar sağlayan taraf AB'dir. Aslında açık olan şu ki; AB'nin Türkiye'ye karşı gerçek bir politikası yok ve böyle bir istek de yok. Çünkü bunun bedelini ödemek istemiyor. Bu iki yüzlülüğe bir son vermek lazım. İstediğimizi açık olarak söylemeliyiz ve bedeline katlanmalıyız. O zaman Türkiye'de demokrasinin işleyişi ve insan haklarına saygı konusundaki isteklerimiz anlamlı olacaktır.
Crowley (Avrupa İçin Birlik Grubu Sözcüsü): GB'yi oluşturmamız sebebiyle Türkiye'deki insan hakları durumunun iyileşeceğine, bunun gibi Türkiye GB'ye katıldığı için Kıbrıs adasının tekrar birleşeceğine inanıyordum. Burada gerekli olan, soğukkanlı zihinler, diyalog, uzlaşma, her grubun kendi görüşüne sahip olma, kendi inançlarını ileri sürme ve gelecek için kendi fikirlerini ortaya koyma eşitliğine sahip olmasıdır. Bir elle verirken, bir elle alırsak hiçbir sonuca ulaşamayız. Geçen seneki yanlış kararımızdan sonra, şimdi GB'yi durdurmaya çalışmamız yanlıştır ancak, Türkiye'yi demokratik ülkeler arasına yakınlaştırmak konusunda, Türkiye ile arasında sürmekte olan ihtilafta, üye devletlerden biri olan Yunanistan'ı diyalog ve barışçı yollarla desteklemek konusunda daha kararlı olmalıyız.
Langen (Avrupa Halk Partisi Sözcüsü): NATO müttefiki Türkiye yeni bir yönelmeye girmiştir ve Bay Erbakan Avrupa vagonunun beşinci tekerleği olmak istememekte, İslam dünyasının lideri olmayı tercih etmektedir. Bizler kendimize şu soruyu sormalıyız: Yunanlı meslektaşlarımızın bugün söylediklerini tamamen anlayışla karşılamama rağmen, acaba biz gelecekte Türkiye ile olan ilişkilerimizi nasıl şekillendirmek istiyoruz? Bu soruyu cevapsız bırakamayız. Biz Türkiye'yi çekmek mi istiyoruz, yoksa kendimizden uzaklaştırmak mı? Bu bizim çıkarımıza olamaz. O bölgede istikrar ve barış Türkiye'siz olamaz, yalnız Türkiye ile olur. Türkiye'nin Avrupa'dan kopmuş ve İslam dünyasının istikrarsız bir faktörü haline gelmesi, Yunanlı dostlarımızın da çıkarına olamaz. Türkiye'nin İslamî bir hükümet ile de Avrupa opsiyonunu açık tutması ve bizden uzaklaşmaması için elimizden gelen herşeyi yapmalıyız.
Bu toplantı hakkında son olarak, Konsey Dönem Başkanı Mitchell'in, "Konsey, Türkiye'nin Güneydoğusunda halen cereyan etmekte olan şiddet olaylarının Türk yetkili makamları için ne denli ciddi iç güvenlik sorunları oluşturduğunun bilincindedir" şeklindeki sözlerine dahi tahammül gösterilemediğini ve şiddetli bir biçimde protesto edildiğini vurgulamak istiyoruz.
AB'nin Türkiye ile GB ilişkisinde "siyasî" bakış açısı hiç değişmemiş, sonraki yıllarda da devam etmiştir. Örneğin, AB, Gümrük Birliği kapsamındaki ülkelerin, üçüncü ülkelerle yapacağı ticarî anlaşmalarda da yetki sahibidir. Oysa ki, sözkonusu anlaşmalar içinde ülkemizin millî çıkarları ile ters düşenler bulunmaktadır. Mesela; AB, Kıbrıs Rum Yönetimi ile ticaret anlaşması imzalamıştır. Türkiye, Kıbrıs politikamız sebebiyle bu anlaşmayı üstlenmemiştir. AB, kendi ekonomik çıkarlarını düşünerek özellikle Kuzey Afrika ve Amerika ülkeleri ile yaptığı tercihli anlaşmalardan yararlanmamızı çeşitli yollarla engellerken, Kıbrıs Rum Yönetimi ile yaptığı anlaşmayı üstlenmemizi ısrarla istemektedir. AB, Kıbrıs Rum Kesimi ile anlaşma yapmamızı 2001 İlerleme Raporu'na taşımış ve baskı yapmaya başlamıştır. Bu anlaşma imzalatılarak, ilk etapta ticarî de olsa Türkiye'nin, Rum Kesimini tanımasının yolu açılmaya çalışılmaktadır. Yine aynı şekilde Kıbrıs ticaretine hizmet eden ve Kıbrıs sicilinde kayıtlı gemiler üzerinde Türkiye'nin uygulamaya devam ettiği kısıtlamaların kaldırılması istenmektedir. Burada kastedilen de Kıbrıs Rum kesimidir.
Maastricht Kriterleri Nedir?
10 Aralık 1991 tarihinde imzalanarak 1 Ocak 1993'de yürürlüğe giren bu kriterler ile Ekonomik ve Parasal Birliğin (EPB) aşamaları, bu süreçte izlenecek ekonomik ve parasal politikalar ile bunların gerektirdiği kurumsal değişiklikler ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Bu çerçevede EPB'nin son aşamasına geçiş öncesinde, üye ülke ekonomileri arasındaki farklılıkların giderilebilmesini temin için bazı makro büyüklükler açısından yakınlaşma kriterleri tesbit edilmiş ve bunlara uyulmaması haline karşılık müeyyideler de belirlenmiştir. Maastricht kriterlerinde, örneğin;
* Toplulukta en düşük enflasyona sahip üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması ile, ilgili üye ülke enflasyon oranı arasındaki farkın 1,5 puanı,
* Üye ülke devlet borçlarının GSYİH'sına oranı % 60'ı,
* Üye ülke bütçe açığının GSYİH'sına oranı % 3'ü geçmemesi,
* Herhangi bir üye ülkede uygulanan uzun vadeli faiz oranları 12 aylık dönem itibariyle, fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmaması,
*Son 2 yıl itibariyle üye ülke parası diğer bir üye ülke parası karşısında devalüe edilmiş olması şartları getirilmiştir.
Kopenhag Kriterleri Nedir?
22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, AB Konseyi, Avrupa Birliği'nin genişlemesinin Merkezî Doğu Avrupa Ülkelerini kapsayacağını kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirlemiştir. Bu kriterler siyasî, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grupta toplanmıştır.
Siyasî Kriter: Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı,
Ekonomik Kriter: İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanısıra Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması,
Topluluk Mevzuatının Benimsenmesi: Siyasî, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uyma dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme kaabiliyetine sahip olması.
Gündemimizi işgal eden siyasî kriterlerin detayları ise şöyle sıralanmıştır: AB'ye girmeye aday ülkeler;
*istikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması,
*hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü,
*insan haklarına saygı,
*azınlıkların korunması
gibi dört ana kriter açısından değerlendirilecektir. Genel olarak; "ülkenin çok partili bir demokratik sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygı, idam cezasının olmaması, azınlıklara ilişkin herhangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının olmaması, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanmış olması, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesinin tüm maddeleri ile çekincesiz kabul edilmiş olması, Avrupa Konseyi Çocuk Hakları Sözleşmesinin kabul edilmiş olması" gibi özellikler dikkate alınmaktadır. Ancak, bu ilkelerin varlığı tek başına yeterli olmamakta, aynı zamanda kesintisiz uygulanıyor olması gerekmektedir.
Ekonomik kriterler için, "Kopenhag Zirve sonuçlarına göre, ekonomi alanında işlevsel bir piyasa ekonomisinin varlığı kadar, AB içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısı ile baş edebilme kapasitesi de aranmaktadır." değerlendirmesi yapılmıştır. Bunun için ise şu hususlar öngörülmüştür.
a. Etkin bir piyasa ekonomisi için;
-arz-talep dengesinin piyasa güçlerinin bağımsız bir şekilde karşılıklı etkileşimi ile kurulmuş olması, ticaret kadar fiyatların da liberal olması, piyasaya giriş (yeni firma açılması) ve çıkış (iflaslar) için engellerin bulunmaması, mülkiyet haklarını (fikrî ve sınaî mülkiyet) içeren düzenlemeleri kapsayan yasal bir sistemin olması ve bu yasalar ile düzenlemelerin icra edilebilmesi, fiyat istikrarını içeren bir ekonomik istikrara ulaşılmış olması ve sürdürülebilir dış dengenin varlığı,
ekonomik politikaların gerekleri hakkında geniş bir fikir birliğinin olması,
Malî sektörün, tasarrufları üretim yatırımlarına yönlendirebilecek kadar iyi gelişmiş olması gerekmektedir.
b. AB içinde rekabet edebilme kapasitesinin sağlanması için; öngörülebilir ve istikrarlı bir ortamda karar alabilen ekonomik kurumların makro ekonomik istikrarının olması ve bununla beraber işlevsel bir piyasa ekonomisinin varlığı, alt yapı, eğitim ve araştırmayı içeren yeterli miktarda fizikî ve beşerî sermayenin olması, firmaların teknolojiye uyum sağlama kapasitesinin bulunması gerekmektedir.
Bu çerçevede rekabet edebilme derecesinin göstergeleri olarak, birliğe girişten önce birlik ile o ülke arasında belirli bir ticaret ortaklığının olması ve ülke ekonomisinde küçük firmaların oranı sayılmaktadır.
Topluluk mevzuatına uyumun nasıl olacağı da şöyle açıklanmıştır:
a. AB'nin siyasî birlik ile ekonomik ve parasal birlik hedeflerini kabul etmek için;
Birliğin "ortak dış politika ve güvenlik" politikasına etkili bir katılım için aday ülkelerin buna hazır olması, Ekonomik ve Parasal Birlik konusunda ise, merkez bankasının bağımsızlığı, ekonomik politikaların koordinasyonu, İstikrar ve Büyüme Paktına katılım, merkez bankasının kamu sektörü açıklarını finanse etmesinin yasaklanması gibi konularda üye ülkelerin aldıkları kararlara katılmak gerekmektedir.
b. AB'nin aldığı kararlara ve uyguladığı yasalara uyum sağlamak için;
- Gümrük Birliği, malların serbest dolaşımı, sermayenin serbest dolaşımı gibi ortaklık anlaşmalarında belirtilen şartlara uyum sağlaması, tek pazara geçişi gerektiren Topluluk müktesebatına uyum sağlanması,
- Topluluğun tarım, iletişim ve bilgi teknolojileri, çevre, ulaşım, enerji, taşımacılık, tüketici hakları, adalet ve içişleri, işgücü ve sosyal haklar, eğitim ve gençlik, vergilendirme, istatistik, bölgesel politikalar, genel dış ve güvenlik politikası gibi alanlardaki her türlü düzenlemesine uyum sağlanması gerekmektedir.
Türkiye AB'nin sadece siyasî kriterlerini tartışmaktadır. Ancak görüldüğü gibi ekonomik ve mevzuata uyum kriterleri oldukça detaylı ve ağırdır. Tam üye olabilmek için bu şartların tamamının yerine getirilmesi ve uygulanması gerekmektedir.
Kopenhag Kriterleri Müzakerelere Başlamak İçin mi, Üyelik İçin mi Şarttır?
22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, Avrupa Konseyi, "Avrupa Birliği'nin genişlemesinin Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkelerini kapsayacağını kabul ettikten" sonra adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin, tam üyeliğe alınmadan önce karşılaması gereken kriterleri belirlemiştir. Bunlar yukarıda detayları anlatılan siyasî, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olarak üç grupta toplanan kriterlerdir. Görüldüğü gibi Kopenhag kriterleri "adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterler" olarak tarif edilmiştir. Ayrıca, aday ülkeler için hazırlanan yıllık düzenli raporların hepsinin başlangıcında da halen bu kriterler için, "aday ülkelerce katılım için yerine getirilmesi gereken kriterler" ifadesi yer almaktadır.
Kısacası, 1993 yılı itibariyle Kopenhag kriterlerinin, müzakereler tamamlandıktan sonra tam üyeliğe kabul aşamasında yerine getirilmesi istenmektedir. Ancak sonraki yıllarda AB, hem bu kriterlerin ne zaman yerine getirilmesi gerektiği konusunda fikir değiştirecek ve hem de bu üç kriter (siyasî, ekonomik ve mevzuat) arasında öncelik tercihi yapacaktır. Mesela 1999 yılında Türkiye için "siyasî kriterleri" öncelikli şart ilan edecektir. Kopenhag kriterlerinin AB tarafından uygulamada nasıl yorumlandığı daha sonraki bölümlerde örneklerle detaylı bir şekilde ele alınacaktır.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder