28 Temmuz 2018 Cumartesi

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 4


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 4


AB Zirvelerinde, Türkiye İle İlgili Ne Kararlar Alınmıştır?

AB'nin Türkiye'nin önce adaylığına, daha sonra da üyeliğine ilişkin şartları zaman içinde hep değişiklik gösterdi. Bunu AB'nin genişlemesinin ele alındığı zirvelerde görmek mümkündür.

Maastricht Zirvesi (9-10 Aralık 1991): AB Antlaşmasının belirlendiği bu zirvede üyelik için üç şart öngörüldü. Bunlar, "Üyelik başvurusunda bulunan ülkenin Avrupalı olması, demokratik rejime sahip olması ve insan haklarına saygılı olması" diye belirlendi. 

Lizbon Zirvesi (25-27 Haziran 1992): AT Konseyi, Kıbrıs, Malta ve Türkiye'nin başvurularını değerlendirdi. Türkiye açısından Konsey, "Avrupa'nın mevcut politik yapısı içinde Türkiye'nin rolünün üst düzeyde öneme sahip olduğunu ve Türkiye ile 1963 yılında imzalanan ve en üst düzeyde politik diyaloğu öngören Ortaklık Antlaşmasına (Ankara Antlaşması) uygun olarak işbirliğinin geliştirilmesi için bütün şartların bulunduğunu" vurguladı ve komisyondan önümüzdeki aylarda bu temelde çalışmaların başlatılmasını istedi. Burada tam üyeliğin, Ankara Antlaşması dolayısıyla Türkiye'nin hakkı olduğu üstü kapalı olsa da teyid edilmiş oldu ama gereği yapılmadı.

Kopenhag Zirvesi (21-22 Haziran 1993): Bu zirvede, isteyen Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkelerinin topluluğa tam üye olabilecekleri açıkça kaydedildi. Ayrıca "Tam üyeliğin, üyelik için gerekli ekonomik ve siyasî şartları yerine getiren ortak üye ülkeler bakımından, mümkün olan en kısa sürede gerçekleşeceği" vurgulandı. Meşhur Kopenhag Kriterleri böyle ortaya çıktı. Bu kriterler tümüyle, demokrasiye henüz geçen doğu bloku ülkelerinin şartları dikkate alınarak hazırlanmıştı. Ancak peşinen AB'nin genişlemesinin bu ülkeleri kapsayacağı belirtilerek, bu ülkelere açık çek verildi ve bir anlamda kriterlerinin diğer ülkeler için geçerli olacağı ilan edildi.

Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye ile işbirliğinin, sadece Gümrük Birliği'nin geliştirilmesi kapsamında tutulması kararlaştırıldı.

Cannes Zirvesi (26-27 Haziran 1995): Bu zirvenin en önemli özelliği toplantılara ilk kez üye devletler dışında ülkelerin de davet edilmesi oldu. Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri, Baltık Ülkeleri, Kıbrıs ve Malta'nın gözlemci olarak çağrıldıkları zirvede, gerek son iki ülke ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması, gerekse de MDAÜ ile Baltık ülkelerinin Birliğe katılmalarının hızlandırılması yönünde bu ülkelere gösterilen istek ve kararlılık ortaya konuldu. Nitekim bu ülkeler için öngörülen malî işbirliği miktarı, Akdeniz ülkelerine sağlanması öngörülen yardımın çok üstünde belirlendi. Ayrıca Birlik, uzmanlarına hazırlattığı Beyaz Kitap ile MDAÜ ile Baltık Ülkelerinin tek pazara zorlanmadan geçişlerine ve üyeliklerinin kolaylaştırılmasına ortam sağladı. Buna karşılık, Türkiye ile ilgili olarak yine sadece Gümrük Birliği'nin tamamlanması konusundaki niyet ve oluşan sıkı bağlardan kaynaklanan memnuniyetin ifade edilmesiyle yetinildi.

Bundan sonraki Madrid, Torino, Floransa gibi zirvelerin tamamında da Türkiye sadece  GB ilişkisi açısından dikkate alındı. 

Dublin Zirvesi (13-14 Aralık 1996): Merkezî ve Doğu Avrupa ile Baltık ülkeleri, Kıbrıs ve Malta bu toplantıya yine davet edildiler. Zirvede, Türkiye ile ilgili olarak, insan hakları standartlarının yükseltilmesine işaret edildi ve ilk kez "Ege sorununa uluslararası normlar çerçevesinde kabul edilebilir bir çözüm bulunması" gündeme getirildi. Konsey, Kıbrıs sorununa BM Güvenlik Konseyi'nin önerileri doğrultusunda çözüm bulunabilmesi için Türkiye'nin etkisini kullanması hususunu da ısrarla tavsiye etti. 

Lüksemburg Zirvesi (12-13 Aralık 1997): Kopenhag Zirvesi kriterlerine uygunluk, bütün katılım müzakerelerinin başlatılabilmesi için ön şart olarak kabul edildi. Ancak aynı zirvede Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Kıbrıs için tam üyelik süreci öngörüldü. Türkiye hariç, adayların tamamının müzakere takvimi belli oldu. 31 Mart 1998'de Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Polonya, Slovenya ve Kıbrıs Rum kesimi ile katılım müzakerelerinin resmen başlatılması kararlaştırıldı. Bulgaristan, Litvanya, Malta, Romanya ve Slovekya ile müzakereler ise 15 Şubat 2000'de başlatılacaktı. 12 aday ülke için müzakere takvimi belli olduğundan Kopenhag kriterlerinin müzakerelere başlamak için ön şart olması kararı, bunlar dışındaki ülkeler için geçerli olacaktı. Dolayısıyla doğrudan ve sadece Türkiye'yi ilgilendirmektedir. 

Bu zirvede, Kıbrıs konusuna geniş bir şekilde yer verildi. Ada'nın bir bütün olarak AB'ye katılımının sağlanması, bu katılımın barış ve uzlaşmayı teşvik etmesi gerektiği ifade edilerek, "Katılım müzakereleri, Kıbrıs sorununa, iki toplumlu ve iki bölgeli federatif bir yapı kurulması yönünde, BM bünyesinde devam eden çözüm arayışlarına da olumlu bir katkıda bulunacaktır. Bu açıdan Konsey, Kıbrıs Hükümetinin, katılım müzakerelerine Kıbrıs Türk toplumu temsilcilerini da dahil etme yönündeki niyetini somutlaştırmasını talep etmektedir. Bu niyetin somutlaştırılabilmesi amacıyla, Başkanlık ve Komisyon gerekli girişimlerde bulunacaktır." denildi.

Türkiye ile ilgili olarak da, Türkiye'nin AB'ye katılmaya ehil olduğu teyid edilip, diğer aday ülkelerle aynı kriterlere göre değerlendirileceği belirtildikten sonra Türkiye'yi her alanda AB'ye yakınlaştırarak, katılıma hazırlamak için bir strateji belirlendi. Ancak 5 maddeden oluşan stratejinin tamamı yine Gümrük Birliği ve malî işbirliği ile ilgili oldu. Hemen arkasından bu stratejinin Kopenhag kriterleri çerçevesinde yeniden inceleneceği belirtildi. Böylece malî yardımlar da Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi şartına bağlanmış oldu.

Avrupa Konseyi, Türkiye'nin AB ile bağlarının güçlendirilmesi için yapılacakları sıralarken, bugün Türkiye'ye dayatılan şartları ilk kez liste haline getirmiş oldu. Türkiye'nin, "AB'de yürürlükte bulunan insan hakları normları ve uygulamalarına uyum sağlaması, azınlıkların haklarını koruması, Yunanistan ile tatminkâr ve istikrarlı ilişkiler kurması, ihtilafların çözülmesinde hukukî yollara başvurması (Uluslararası Adalet Divanı'na gidilmesi) ve BM Güvenlik Konseyi Kararları çerçevesinde Kıbrıs sorununa politik bir çözüm bulmak amacıyla BM gözetiminde gerçekleştirilen müzakerelere destek vermesi" istendi. Liste verildikten sonra da "Şimdi aday ülke olarak düşünülmelidir." denildi. 

Aday ülkeler arasında sayılmadığı gibi, Avrupa Konferansı'na da yukarıda sayılan kriterleri kabul etmesi şartıyla davet edilen Türkiye, Mart 1998'de yapılan bu konferansa katılmama kararı aldı. O dönemde MHP Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla yaptığım açıklamada, AB'nin bize, bu liste ile "Kıbrıs'ı Yunanistan'a verin ve Türkiye'nin bölünmesini kabul edin, sizi aday ülkeler listesine alalım" dediğini belirterek, üyelik müracaatımızı hemen geri almamız çağrısında bulunmuştum.

Ancak Lüksemburg'da kabul edilmeyen bu şartların tamamı 2 yıl sonraki Helsinki Zirvesi'nde yeniden Türkiye'nin önüne konulacak ve bu kez kabul edilecekti. Helsinki'nin, Lüksemburg'tan tek farkı, "aday ülke" ilan edilmemizdi. Adaylık ilanı uğruna bu çok önemli ve ağır şartların kabulü, o dönemde meseleye prensipler açısından değil, sadece prestij açısından bakıldığını ortaya koymuştur.  Sonraki Cardiff, Viyana ve Köln zirvelerinde de Türkiye'ye yaklaşım değişmeyecekti.  

Lüksemburg Zirvesi'nden Sonra Neler Oldu?

Lüksemburg Zirvesi genişleme sürecinin ilanı olmuştu ve buna göre geleceğin Avrupa'sında Türkiye'nin yeri yoktu. Ama öte yandan net siyasî talepler peş peşe sıralanıyordu. Türk-Yunan ilişkileri, Güneydoğu ile ilgili talepler... Türkiye sert tepki verdi, artık AB ile hiçbir siyasî konuyu konuşmayacaktır.

Bu arada Yunanistan, PKK ve teröristbaşı Abdullah Öcalan'a verdiği destekle tam anlamıyla suçüstü yakalanmıştı. İşte böyle bir dönemde Brüksel adeta Yunanistan'ı kurtarmak istercesine Türkiye'ye el uzattı ve AB Komisyonu, Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin aday ülke ilan edilmesini teklif etti. 

2 yıl içinde ne değişmişti de bu karar alınmıştı? Lüksemburg Zirvesi'nden sonra Türkiye'nin AB ile ilişkilerini kesmesi, planları bozmuştu. Bu şartlar altında Kıbrıs Rum kesiminin üyeliği ve Ege sorunlarında Yunanistan'ın talepleri doğrultusunda ilerlemek mümkün olmayacaktı. Ayrıca Türkiye gibi büyük ve stratejik konumu olan bir ülke başka arayışlara girebilirdi. Elden kaçırılmaması gerekiyordu. 1989 yılında başvurumuzu reddederken de Türkiye'yi açıkça  kontrol altında tutma gereği ifade edilerek, sonu gelmeyecek  bir yol haritası çizilmişti. 10 yıl Gümrük Birliği ile oyalanan Türkiye'nin, yolunun uzatılması için bulunan yeni formül  "özel ilişki ve aday ülke" formülü oldu. Bekleme odası olarak da nitelendirilebilecek bu formülde, Türkiye ne içeri alınacak, ne de dışarı çıkmasına izin verilecekti. AB'nin belgeleri incelendiğinde bu tablo net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.          


AB'ye Çok İlginç Bir Mektup... Kim Yazdı, Ne İstedi?

İddialara göre, Helsinki Zirvesi'nden sadece 1 hafta önce Kuzey Irak'tan AB'ye bir mektup gitti. Kürdistan Demokrat Partisi Parti Meclisi imzalı bu mektubun başlıklarıyla birlikte tam metni şöyledir. 

Kaynak- http//www.pdk.bakur.com/helsinki zirvesi 041299 htm.yahoo 

PARTÎYA DEMOKRATA KURDISTAN - BAKUR

KURDISTAN DEMOCRATIC PARTY - NORTH

KURDISTAN DEMOKRAT PARTISI - KUZEY

AB HELSİNKİ ZİRVESİNE 

AÇIK MEKTUP

10-11 Aralık günleri Finlandiya'nın başkenti Helsinki, Avrupa Birliği'nin en önemli zirvelerinden birini gerçekleştirmenin hazırlıklarını yapıyor. Birliğin milenyum sonrası geleceğini tesbit edecek toplantıda, AB'nin genişletilmesi konusu da gündemin önemli konuları arasında yer alıyor. Bununla bağlantılı olarak, Türkiye'nin de Avrupa Birliği ile ilişkisi bir çerçeve alacak ve TC Devleti'nin aday üyeliğe kabul edilip edilmemesi de bir karara bağlanacak. 

Partimiz, özellikle Türkiye ile ilgili olarak, AB devletlerinin dikkatini Kürt sorununa çekmelerini ve bu konuda Türkiye' den bağlayıcı taahhütler almasını talep ediyor. Helsinki zirvesi öncesi edindiğimiz kanı, TC Devleti'ne aday üyelik kapısının açılacağı yönündedir. AB devletlerinin aday üyelik şartı olarak gerçekleştirilmesini istedikleri Kopenhag kriterleri Türkiye'de hâlâ tartışma düzeyinde seyretmekte ve Ankara'nın bu kriterleri yaşama geçirmeyeceği şaibesi mevcut bulunmaktadır. Özellikle insan hakları ve azınlıklar konusunda Türkiye'nin bu kriterlere uymayacağını ülkenin en yetkili ağızları dile getirmektedir. TC Devleti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: Kürt dilinin olmadığını, böylelikle bir Kürt dilini tanıma gibi bir sorunlarının olmadıklarını dile getirdi. Başbakan Ecevit, tanınacak bir Kürt televizyonunun veya dil özgürlüğünün, ülkeyi parçalama tehlikesi taşıdığını beyan etti. Zaten Ankara Hükümeti'nin ikinci büyük koalisyon partneri MHP'nin Kürt sorunu ile ilgili konsepti herkes tarafından biliniyor. Kürt sorununun varlığı bile kabul edilmiyor. Bu tavırlarla bağlantılı olarak yalnız Kasım ayında onlarca Kürt insanı, Kürtçe dilini praktize ettikleri için ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. TV 21 Kürtçe bir şarkıyı yayınladığı için bir yıl süreyle kapatıldı. Kürdistan'da mahalli birçok radyo Kürtçe müzik çaldıkları için ağır para cezalarına çarptırıldılar ve yayınları durduruldu. 

Bunun yanında Türkiye topluluğa aday ülkeler arasında demokrasi değerlerine tahammülsüzlükte, insan ve azınlık haklarını tanımamakta ve fikir özgürlüğüne zincir vurmakta yalnız Avrupa'da değil dünyada bile en ön sıralarda bulunan ülkelerden biridir. Ayrıca dış siyaset alanında ve komşuları ile ilişkilerinde saldırgan bir politika sahibidir. En önemlisi de, yerküremizin en ağır ulusal problematiklerinden biri olan -Kürt sorunu'nu sırtında taşımaktadır. 

Böylesi bir realitenin yaşandığı Türkiye'nin, AB'ne aday üyeliği tabiidir ki Avrupa nezdinde ağır bazı sorumluluklar da taşımaktadır. Demokrasinin beşiği Avrupa kıtasının bu değer yargılarını taşımayan bir ülkeyi en önemli platformuna taşıması, Avrupa'ya olan inanç ve güveni de sarsacaktır. Eğer AB Helsinki zirvesinde, Kopenhag kriterlerini Türkiye'nin aday üyeliği için askıya alırsa, Ankara üzerinde demokrasi, insan hakları ve çağdaşlaşması yolunda, bugünkü bazı yaptırım imkânlarını da elinden kaçırmış olacaktır.

Partimiz, Türkiye'nin çağdaş dünya ile entegre olmasını, insan haklarına saygılı davranmasını, demokratik değer yargılarını yaşama geçirmesini talep ediyor. Kürt sorununun barış, siyasî diyalog ve çağdaş uluslararası normlar ile çözümünü savunuyor. Bu anlamda Türkiye'nin AB'ne aday üye, hatta üye olmasını destekliyor. Fakat bunun için de ülkenin yukarıda saydığımız normları yaşama geçirmesini istiyor. En azından Helsinki zirvesi ile bağlantılı olarak Türkiye'nin bu normları yaşama geçireceğine dair bağlayıcı bazı antlaşmaların imzalanmasını talep ediyor.

04. 12. 1999

Kürdistan Demokrat Partisi/Kuzey (PDK/Bakur)

Parti Meclisi

Bilindiği gibi, Kopenhag kriterleri, 1993'te AB üyeliğine alınmak için yerine getirilmesi gereken şartlar olarak tesbit edilmişti. 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde ise, bu kriterlerin müzakerelere başlanabilmesinin şartı olması kararlaştırıldı. Ancak Türkiye dışındaki tüm aday ülkelerin müzakere takvimi belirlendiği için bu değişiklik diğer 12 aday ülkeyi değil, sadece Türkiye'yi etkileyecek bir karardı. 1997 yılında bu karar alınırken, kriterler arasında herhangi bir öncelik sıralaması ya da tercih yapılmadığını özellikle vurgulamak istiyoruz. Sonraki 1999 Helsinki Zirvesi'nde ise üçüncü bir değişiklik daha yapılarak, Kopenhag kriterlerinin içinden siyasî kriterler bölümü seçildi ve Türkiye'nin adaylık döneminde bunları yerine getirmesi ön şart sayıldı. 

Bu hatırlatmalarda bulunduktan sonra Kuzey Irak'tan AB'ye gönderilen mektuba dönersek; içeriğindeki ifadelerin AB'nin arzuları ile neredeyse bire bir örtüştüğü görülmektedir. Bugün Kuzey Irak'ta parlamentosu, güvenlik güçleri, merkez bankası ve hatta parası ile fiilî Kürdistan devletini kurduğu söylenen Kürdistan Demokrat Partisi'nin Türkiye'nin AB üyeliği ile bu kadar yakından ilgilenmesi ve AB'den bazı taleplerde bulunması kayda değer bir husustur. Özellikle de Helsinki Zirvesi'nden hemen önce, Kopenhag'ın siyasî kriterleri açısından Türkiye'yi bağlayıcı anlaşmalar imzalanmasının teklif edilmesi gerçekten dikkat çekicidir. Siyasî kriterlerin ön şart olmasının, Helsinki Zirvesi'nde gündeme gelmesiyle beraber düşünüldüğünde mektubun önemi daha da artmaktadır. Elbette AB'nin, Kürdistan Demokrat Partisi'nin bir mektubu ile bu kararı aldığını iddia edecek değiliz. Ancak hedeflerin bire bir örtüşmesi ve KDP'nin "Kopenhag'ın siyasî kriterleri açısından Türkiye'yi bağlayıcı anlaşmalar imzalanması" teklifinin hemen ardından gelen, siyasî kriterlerin sadece Türkiye için ön şart olması kararı da herhalde tesadüf olarak değerlendirilemez. Belgelere tam anlamıyla yansıtılmasa da iki tarafın isteklerinin ortak bir formülde buluştuğu veya buluşturulduğu görülmektedir.

Böyle bir mektubun varlığı ilginç bir ilişkiyi de ortaya çıkarmaktadır. Acaba KDP ile AB arasında böyle bir yazışma ne anlama gelmektedir ve bu ilişkiler düzeni nasıl bir çerçeve içinde kurulmuştur? Bunun, cevabı verilmesi gereken önemli bir husus olduğu muhakkaktır. "Kürt sorununun" Türkiye'nin sırtına yüklenilmesi ve AB üyeliğimizin doğrudan bu soruna bağlanması bütünlüğümüze yönelik bir takım planların varlığını ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda da KDP'nin, Kuzey Irak'taki fiilî bir durumun ötesinde, bölgede bir devlet kurma hesaplarının aslî unsuru olarak görülmesi gerekmektedir. Türkiye ile ilgili son derece ağır ifadeler kullanan ve AB'den bir takım taleplerde bulunabilen KDP kimden destek almakta veya kimlere güvenmektedir ki bu cüreti gösterebilmiştir?

Bu arada, bölücü, terör örgütü PKK'nın da Helsinki Zirvesi öncesinde Türkiye'nin adaylığı için çalıştığını hatırlatmak istiyoruz. Zirvenin hemen ardından, 12 Aralık 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde yer alan şu haber dikkat çekicidir:

"PKK'nın yayın organı Özgür Politika, PKK'nın siyasî kanadı ERNK'nın İskandinavya Temsilcisi Havin Güneşer ile Finlandiya Kürt Barış Formu Başkanı Prof. Görün Von Bonsdroff'un Türkiye için diplomasi yaptığını yazdı. PKK temsilcisi AB Dönem Başkanı Finlandiya Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle Türkiye'nin adaylığına Kürtlerin destek verdiğini söylemiştir."

Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın, ilk duruşmasında panik içinde yaptığı şu konuşma ise kendisini kullananlar ile bunların niyetlerini gösteren bir itiraf niteliğindedir:

"Türkiye'de 1993 yılından beri 1925 yılında yaşanan süreç (Batı destekli Şeyh Sait isyanı) gündemdedir. Bugünkü durum Musul ve Kerkük'ün kaybedildiği 1925'ten daha tehlikeli, daha derindir. Lütfen beni anlayın, anlamanızı rica ediyorum. Türkiye'nin bütünlüğü çok önemlidir. İngiltere geçmişte de Musul ve Kerkük'ü böyle oyunlarla aldı."

AB, KDP ve PKK'nın ortak bir noktada buluşması ortaya gerçekten ilginç bir tablo çıkartmıştır. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder