28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 31
4.10.1. 28 Şubat Sürecinin Siyasi Sonuçları
4.10.1.1. Refah-Yol Hükümeti’nin düşmesi ve Refah Partisi’nin kapatılması
Türkiye’de yaşanan Askeri darbelerin nedenleriyle ilgili olarak; birçok siyaset bilimci tarafından, çeşitli yaklaşımlarda bulunulmuştur. Bir grup siyaset bilimci;
“TSK’nın fiziksel gücü, amacı ve verilen eğitim bakımından zaten müdahaleye hazır olduğunu savunurken; diğer bir grup siyaset bilimci ise, bu faktörlerin yeterli olmadığını, toplumda çevresel bazı faktörlerin de oluşması gereğine işaret etmektedir. Bu faktörler, sırasıyla; siyasal kültür, sosyo-ekonomik yapı, siyasal yönetimin başarısızlığı sonucu oluşan meşruluk sorunu, ordunun yapısal özellikleri ve modernleşme” şeklinde sayılmaktadır (Örs, 1996, s.42 akt. Güler, 2006, s.27). Özellikle 28 Şubat döneminde yukarıdaki unsurlar başta olmak üzere siyasi muhalefet partileri, basın ve medya organları, anayasal kurumlar, sivil toplum örgütleri ve sendikalar, kamuoyu ve aydın çevreler özellikle bu dönemde aktif rol oynamışlardır.
28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesi ve sonrasında ki yaşanan bütün bu gelişmeler ile beraber artık Refah-Yol Hükümeti sona yaklaşmıştı. Yaşanan bu
gelişmeler özellikle Refah-Yol Hükümeti koalisyonunun ortağı olan DYP’de büyük kopuş ve istifalar ile başlamış olmakla beraber bu istifalar iktidarı zor duruma sokmuş ve koalisyon hükümetiyle ilgili yoğun eleştirilere sebebiyet vermiştir.
RP yaşanan bu durumu idare ederek iktidarını seçimlere kadar sürdürmek istiyordu. Gelişen olayları ve eleştirileri görmezden gelen RP her şey yolundaymış gibi bir tavır takınarak hükümeti devam ettirmek istiyordu. Fakat RP’nin dışında gelişen olaylar bu hükümetin geleceğini tayin etmekle beraber ipler artık tamamen hükmedenin elinde değildi (Özer, 2011, s.96).
RP’de ki yaşanan bu kriz ve çıkmaz karşısında, hükümetin koalisyon ortağı olan Tansu Çiller bu durum karşısında Necmettin Erbakan’dan eleştirilerin azalması ve hükümetin devam etmesi için başbakanlığı talep etmiştir. Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’e göre; “Tansu Çiller RP’nin bu zor durumundan faydalanmak istiyordu ve yoğun bir şekilde Necmettin Erbakan’dan başbakanlığı talep ediyordu. Bu durum Tansu Çiller tarafından bir fırsat olarak kullanılıyordu. O dönem Tansu Çiller başbakanlığa gelebilmek için her türlü fırsatı değerlendirmek amacındaydı” (Çelik, 2003, s.165) diye ifade etmiştir.
Ülkenin içinde bulunduğu gergin dönemden bir an önce kurtulmak için bu gergin ortamda, hükümette değişikliğe gidilerek, Başbakan Erbakan’ın istifa etmesinin
ardından Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller’in yer değiştireceği ve bu kez Başbakan’ın Tansu Çiller olacağı yeni bir Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması gündemde gelmiştir (Özgan, 2008, s.98).
Yaşanan bu siyasi kriz gün geçtikçe içerisinden çıkılmaz bir hal almakla beraber koalisyon ortağı Tansu Çiller’in, Necmettin Erbakan ile yaptığı bir görüşmede,
Başbakanlığı Necmettin Erbakan’dan resmen istediği ve nedenini de artık partisini kontrol edemediği şeklinde izah etmiştir. O dönem içerisinde Tansu Çiller partisiyle ilgili yaşadığı sorunları Başbakan Necmettin Erbakan’a şu şekilde açıklamıştır;
“Başbakanlığı bana verin. Benden buraya kadar, artık tıkandım. Buraya gelmeden önce milletvekilleri ile tek tek görüştüm. Tamamı başbakanlıkta değişiklik istiyor. Yaptığımız protokolün dolmasına daha üç yıl var. Üç yıl uzun bir süre. Bu üç yılda hükümetin gitmeyeceği, yürümeyeceği kesindir ve bu ortaya da çıkmıştır. Partimin yetkili organlarını toplayacağım ve onlara kararımı açıklamak zorundayım”
Ancak bu durum ve yaşanan olaylar gerek muhalefet partileri tarafından gerekse kamuoyundan yakından takip ediliyordu. Necmettin Erbakan başbakanlığı Tansu
Çiller’e devretmek istemiyordu ve bunu da Tansu Çillere şu şekilde izah ediyordu, “Başbakanlığın devri sonucunda kamuoyunda RP’nin imajı zedelenecek ve ödün verdiği ileri sürülecekti.” Ayrıca RP de bu duruma sıcak bakmazdı (Aksoy, 2000, s.221). Başbakan Erbakan’ın bu şekilde ki açıklamaları ile adeta durumu idare ediyordu.
İlkesiz popülizme ve muğlâk politikalarıyla RP, ters gibi görünse de, son zamanlarda parti içinde denetimi ve disiplini sağlamakta zorlandığı izlenimini vermektedir. Bu denetimsizlik ve dağınıklık RP’nin izlediği politikaların tartışma konusu yapılmasından kaynaklanmamaktadır (Bayramoğlu, 2007, s.179). RP’nin sorunu, Başbakan Erbakan’ın izlediği ince ayarlı politikaları partililerin kavrama ve izleme zorluğu çekmesinden ileri gelmektedir. Bunun nedeni Başbakan Erbakan’ın politika ve taktiklerinin tamamen mevcut güç dengeleri ve hesapları üzerine temellendirmesidir (Özgan, 2008, s.99).
Muhalefet ve ordu hep bir koldan koalisyonun üzerine gitmekteydi. Gensoru üzerine gensoru verilmekteydi (Özer, 2011, s.96). Yaşanan bu olaylar koalisyon
hükümetinin daha fazla gitmeyeceğini açıkça ortaya çıkarıyordu. Refah-Yol Koalisyonu sonunda bir gensoruyla düşürülecek ve bu durum Başbakan Erbakan’ın söylemi ile hükümetin imajı için hiç ama hiç iyi olmayacaktı. Başbakan Necmettin Erbakan ve kurmayları yavaş yavaş ortada bulunan sorunun her geçen gün ne kadar büyük bir çıkmaza girdiğini anlamaya başlamışlardı.
Siyaset yaşamında bunlar yaşanırken ordu ise bu durum karşısında her geçen gün tavır ve eleştirilerinin dozajını artırıyordu. Dönemin en etkili isimlerinden olan Genelkurmay 2’nci Başkanı Orgeneral Çevik Bir New York Times’a yaptığı açıklamada:
“Hükümetle mücadeleye kesin kararlıyız. Türk Anayasası çerçevesinde hareket ediyoruz. ABD’de ya da İngiltere’de siyasi sistemi savunmak askerin görevi değildir. Ama Türkiye’de bu görev yasayla bize verilmiştir” diyordu (Tayyar, 2009, s.91).
Bu sözlü atışmalar sürekken Tansu Çiller’in başbakanlık konusundaki baskısı sürüyordu ve başbakanlığın kendisine devredilmesi gerektiğini söylüyordu. Sonunda, “Başbakanlık yoksa ne ben ne de partim artık bu koalisyonda yer alacağız” dedi. Artan bu baskıların ve gensoru korkusu Necmettin Erbakan’ı ikna etmişti ve iki lider başbakanlığın devri için anlaşmışlardı. Bu protokolde seçime gitmek şartı ile Necmettin Erbakan başbakanlığı Tansu Çiller’e devredecektir (Özer, 2011, s.97).
Bununla beraber yaşanan bütün bu olaylar karşısında küçük koalisyon ortağı Tansu Çiller “Başbakanlık” konusunda aklında; başbakanlığın el değiştirmesi ile ilgili bir plan oluşturmuştu ve bu planın adı da “Havada İkmal” planı idi. Bu dönemin en etkili isimlerinden olan ve sürece yön veren TSK ise yine vermiş olduğu Genelkurmay brifingleri, medyada yoğun bir şekilde işlenen irtica teması ve şeriat kanunları, özellikle
DYP’de meydana gelen istifalar gibi gelişmeler Başbakan Necmettin Erbakan’ın elini zayıflatırken Tansu Çiller’in elini güçlendiriyordu. Bu sayede Tansu Çiller projesinin haklılığı ve uygulanması konusunda Necmettin Erbakan’a da kolay baskı uygulayabiliyordu. Daha sonra DYP’deki istifaların sayısı 15’den 23’e çıkınca Tansu Çiller medyaya “Bu hükümet fiilen bitmiştir” açıklaması yaptı. Necmettin Erbakan’ı başbakanlığın değişimi konusunda görüşmeye davet etti. Tansu Çiller’e göre bu koalisyon hükümetinin tek kurtuluşu başbakanlığın değişimiyle gerçekleşecekti ve bu biran önce hayata geçirilmeliydi. Bunun için dışarıdan bir desteğe ihtiyaçları vardı bu desteği de onlara Büyük Birlik Parti’si sağlayacaktı. Beraberlerine BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’uda alan liderler 17 Haziran’da Başbakanlık Konutu’nda yeni hükümet modeli üzerine anlaştılar (Tayyar, 2009, s.101).
Başbakanlık Konutunda ki yapılan toplantı sonrasında Refah-Yol Hükümeti’nin Tansu Çiller Başbakanlığında devamı konusunda anlaşmaya varan 3 lider toplantı sonrasında basına şu açıklamaları yapmışlardır:
Başbakan Necmettin Erbakan; “Takip buyurduğunuz gibi, DYP Genel Başkanı Sn. Tansu Çiller ve BBP Genel Başkanı Sn. Muhsin Yazıcıoğlu ile bir süredir devam
eden görüşmelerimizi tamamladık. Türkiye’mizin genel durumunu birlikte gözden geçirdik. Ülkemizin her şeyden evvel huzura, iç barışa, kardeşliğe ve başlatılmış olan kalkınma hamlelerinin hedeflerine ulaşmasına ne kadar ihtiyaç duyduğunu hep beraber tespit ettik. Huzur, barış ve kalkınma hedeflerinin temeli, TBMM’de sağlam bir çoğunlukla temin edilebilir. Üç parti bir araya gelerek bu çoğunluğu teşkile karar verdik…
DYP ile geçen yıl aramızda imzalamış olduğumuz protokolle de iki parti olarak hep uyum içinde sadık kaldık. Bu protokol gereği, Türkiye’nin bir erken seçime gitmesi icap ettiği takdirde, buna birlikte karar vereceğimizi ve böyle bir durum karşısında da protokolümüzün mucibince Başbakanlığın değiştirilmesi öngörülmüştü…
Daha kuvvetli bir meclis aritmetiği ile hizmetlerin istikrar içerisinde yürütülmesi için mümkün olan en kısa zamanda bir seçime gitmenin yararlı olabileceğine karar verdik. Bu kararın ışığı altında da protokolümüz gereği Başbakanlığın değiştirilmesinde de mutabık kaldık…”
Tansu Çiller; “54. Hükümet’ten sonra atılması gerekli olan adımlar üzerinde, üç parti olarak bir güç birliği çerçevesinde hareket etme noktasında anlaştık… Bugün önemli olan kimin Başbakan olacağı değildir… Önemli olan halka gidebilme, demokrasinin gereğini yapma, her şeyin üstünde demokrasiyi egemen kılmaktır. Üç parti güç birliği yaparak önümüzdeki günlerde kurulacak hükümete destek kararı almıştır.”
Muhsin Yazıcıoğlu; “Şu anda oluşacağını varsaydığımız bu hükümet modelinin amacı, hem meclisi bir takım oldubittilerle, dayatmalarla, vesayet altına alacak
süreçlere sokmamak hem demokrasiyi kesintiye uğratmamak, aynı zamanda, Türkiye’yi salimen seçime götürmek olmalıdır. Biz bu hükümeti, demokratik rejimi rayına oturtmak, gerilimi azaltmak, seçimin alt yapısını oluşturmak, meclis dışı güçlere fırsat vermemek, yeniden milli iradenin oluşmasına destek vermek için destekleyeceğiz” (Kazan, 2013, s.421-422) şeklindeki açıklamalar yapmışlardır.
17 Haziran’da Başbakanlık Konutu’nda yapılan bu görüşmelerin ardından ertesi gün liderler yaşanan bu durumdan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i haberdar etmek için Çankaya Köşkü’ne gitmişlerdir. Bu ortamda Muhsin Yazıcıoğlu koalisyon liderlerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başbakanlığı Tansu Çiller’e vermemesi durumunda ne yapacaklarını sormuş ve bunu karşılığında Başbakan Erbakan, “bir belge imzaladıklarını ve bunun olmayacağını” söylemiş (Özer, 2011, s.97) ve şu şekilde devam etmiştir:
“Zaman kaybedilmemeli. O nedenle Sn. Cumhurbaşkanı’na görevi Tansu Hanıma vermesini söyleyeceğim. Sayın Demirel benim eski arkadaşımdır. Bu hükümetin
kuruluşunda bize destek verdi. Kendisine teşekkür borcumuz var. Anayasa dışı bir şey yapmaz” demiştir.
Artık ortada yapılacak bir şey kalmamış olmakla beraber tek yapılacak şey bu kararlarını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sunmaktı. Bu önemli görüşme için Tansu Çiller’i de yanına alan Başbakan Necmettin Erbakan istifa mektubuyla birlikte RP’li, DYP’li ve BBP’li milletvekillerinin imzaladığı, hükümete destek
deklarasyonunun Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sunmuşlardır (Tayyar, 2009, s.104).
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve liderler arasında Çankaya Köşkü’nde yapılan görüşmeler sonucunda Başbakan Erbakan kendi aralarında imzalamış oldukları anlaşmayı Cumhurbaşkanı Demirel’e şu şekilde sunmuştur:
“Beyefendi biz RP olarak DYP ve BBP ile anlaştık. Mecliste çoğunluğumuz var. Arkamızda 278 milletvekili bulunuyor. DYP Genel Başkanı Tansu Çiller Hanımefendiye görev vermeniz halinde 55. Hükümet parlamentodan rahatlıkla güvenoyu alacaktır. Şimdi size bu üç partinin ortak dayanışma deklarasyonunu sunuyorum. Sn. Tansu Çiller’in görevlendirmesi hususunu takdirlerinize sunuyorum” (Aksoy, 2000, s.228).
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve liderler arasında Çankaya Köşkü’nde gerçekleşen bu sıcak görüşmeler ne yazık ki beklenen şekilde sonuçlanmamış,
Süleyman Demirel böyle bir anlaşmanın söz konusu olmayacağını, kendi aralarında yaptıkları protokole göre karar vermek zorunda olmadığını iki lidere açıklamıştır. Bu karar iki liderde “Soğuk bir duş etkisi” yaratmıştır. Bu beklenmedik sürpriz karşında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e bu konuyla ilgili koalisyon liderlerinden herhangi bir tepkiyle karşılaştınız mı yönündeki soruya şu şekilde cevap vermiştir (Özer, 2011, s.98):
“Görevi ben bırakıyorum falanca devam edecek… O sizin işiniz değil ki… Cumhurbaşkanın işi. Cumhurbaşkanı tabii ki güvenoyu şartlarını düşünür. Ama
unutmayınız, Cumhurbaşkanı bununla da bağlı değildir. Güvenoyu, Meclisin işidir” (Donat, 1999, s.598).
Genel olarak Refah-Yol Hükümeti ve Başbakan Erbakan’ın bu süreç içerisinde ki faaliyetleri ile başlayan gelişmeler; 18 Haziran 1997 de Necmettin Erbakan’ın
Başbakanlıktan istifa ederek görevi Tansu Çiller’e devretmesi siyasi arenada konuşulan konular arasında yerini almıştı. Yukarıda anlatılan bu süreç aşamasında iki lider arasında gerçekleşen görüşmenin ardından Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e giderek istifasını sundu. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel beklenmedik bir sürpriz yapmış ve ANAP lideri ve Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ı Çankaya Köşkü’ne çağırarak hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermişti. 20 Haziran’da ki bu görevlendirmeyle beraber, Refah- Yol Hükümetidönemi fiili anlamda sona ermekle beraber Tansu Çiller’in de başbakanlık hayali boşa çıkmıştır
(Akpınar, 2006, s.299).
Böylece RP ile DYP’nin birlikte oluşturduğu kısa süreli olan koalisyon hükümetinin sona ermesi ile birlikte iki partinin umduğu gelişmeler
yaşanmamıştı. Hükümet kurma görevi artık Mesut Yılmaz’daydı askeriye ve bazı çevreler bu duruma çok sevindi ve Süleyman Demirel’in çok yerinde bir karar aldığını belirtiler. Yoksa işin sonu kötü olacaktı ve bir askeri darbe gerçekleşecekti. İş çevreleri ve bazı medya kuruluşları Refah-Yol hükümetinden kurtuldukları için çok memnundular (Özer, 2011, s.99).
Refah-Yol Hükümeti’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’e göre; “Başbakanlığın devri için anlaşılan belgenin altına imza atan birçok DYP’li
milletvekili daha sonra Süleyman Demirel’e ulaşarak bu imzaları dikkate almamasını” söylemişlerdir. Bunun sonucunda da Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini Mesut Yılmaz’a vermiştir. Aslında Süleyman Demirel’de Refah-Yol Hükümetinden özelliklede RP’den kurtulmak istiyordu bu sayede bunu gerçekleştirmiş oldu (Çelik, 2003, s.173).
Bütün yaşanan bu gelişmelerin ardından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini neden ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdiğini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Ülkede bunalım var diyerek istifa eden hükümetin bir başka şekilde görevi sürdürmesinin, durumu nasıl düzelteceği hususundaki çelişkiyi çözmekte güçlük çektim. Eğer hükümet gerçekten bu bunalımı aşabilecek durumdaysa, o zaman niye istifa etti?”, “Anayasa’nın 109. Maddesinin Cumhurbaşkanı’na verdiği sarih yetkiye ve Anayasa’nın 104. Maddesinde yer alan “Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin birliğini temsil eder. Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organların düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” şeklindeki hükmün Cumhurbaşkanı’na yüklediği sorumluluğun gereğine dayanarak genellikle uygulanan kural gereğince TBMM’de temsil edilen en çok üyeye sahip ikinci partinin genel başkanı Sn. Mesut Yılmaz’a hükümet kurma görevini verdim. Yapılan işlemlerin ne Meclis iradesine, ne de TBMM’nin sayın üyelerinin hakkına müdahale sayılabilecek hiçbir tarafı yoktur. Bundan evvel de prosedür böyle işlemiş, Meclisin güvenoyu verdiği hükümetler, görevine devam etmiştir, vermedikleri etmemiştir” (Tayyar, 2009, s.107).
Artık hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verilmiştir. Bu durum 54.Hükümetin sonu anlamına
geliyordu. Refah-Yol Hükümeti’ni iktidardan indiren çevrelere göre ANAP lideri Mesut Yılmaz ne yapıp edip bir hükümet kurmalıydı ve bu hükümet güvenoyu almalıydı.
Nitekim böylede oldu Mesut Yılmaz ANAP, DSP ve DTP’nin içinde yer aldığı ve CHP’nin dışarıdan destek verdiği bir azınlık hükümeti kurdu ve güvenoyu aldı. Bu hükümet Anasol-D Hükümeti olarak isimlendirildi (Tayyar, 2009, s.107). Bütün bu gelişmeler ve yaşanan siyasi kriz sonrasın da, Refah-Yol Hükümeti’nin gideceği aslında çok önceden birçok yazar tarafından da öngörülmüştü (Soncan, 2006, s.29). Özellikle Cengiz Çandar, hükümetin istifasından 3 ay önce köşesinde şunları yazıyordu:
“Siyasette strateji ve taktik vardır. Ordu, bunu, kurmay yetenekleriyle uyguluyor. Siyaset yapması gereken, işi bu olan Başbakan Erbakan ve yardımcısı Tansu Çiller ise bu alanda hiçbir şey yapmıyor. Gölge boksu yapıyor. Sadece kendi içinde konuşuyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Siyasetin yerine konuşma geçince, konuşulanlar, gergin ipi daha da geriyor. Gündem yaratamıyor. Suni gündemden şikâyetle ömrünü dolduruyor. Suni dediği gündem, adım adım sonuca gittiği için aslında gerçek gündem. O hale geldi. Darbe mi? Gerek var mı? (Çandar, 2001, s.111).
Bütün yaşanan gelişmeler bu süreç içerisinde ki; hükümet ortaklarının “Havada İkmal” şeklindeki planları ve beklentilerinin aksine, 20 Haziran günü sürpriz bir kararla Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e değil de ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a vermesi ile beraber yaşanan bu durum Refah-Yol Hükümeti sonu olarak değerlendirilmiştir.
“Ben görevimi yaptım” diyerek kendisini savunan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yanında, Mesut Yılmaz ise “Bir devlet krizi yaşanıyor, hükümet ile ülkenin kurumları savaş halinde. Türkiye bu sınavı demokrasi içinde ve Meclis çatısı altında aşmalı” şeklinde ki konuşması karşısında başbakanlık görevi kendisine verilmeyen Tansu Çiller ise bunun bir “Çankaya Darbesi” olduğunu savunmuştur (Gürses, 2009, s.219).
Yaşanan bu olaylar karşısında RP lideri Necmettin Erbakan, milletvekili ve belediye başkanlarının, partisi açısından sıkıntı yaratan çıkışlarına bu dönemde karşı çıkmıştır. Özellikle, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın son açıklamalarından büyük rahatsızlık duyan Necmettin Erbakan, RP’lileri söz ve davranışlarına dikkat etmeleri konusunda uyarmış; zor bir dönemden geçtiklerini, herkesin kendisine dikkat etmesi gerektiğini belirtmiştir (Özgan, 2008, s.104).
Artık bütün bu yaşanan olaylar akabinde RP’nin kapatılması için düğmeye basılmıştı. İrticai odakların merkezi haline geldiği için kapatılmak isteniyordu. Her ne kadar RP irtica ile bir bağlantısı olmadığını iddia etmiş olsa da kapatma davası için savcıların elinde birçok delil bulunmaktaydı (Özer, 2011, s.100). 21 Mayıs 1997’de RP’nin iktidarda bulunduğu dönem içerisinde, Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş RP hakkında “Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri gerçekleştirdiği” sebebiyle dava açmıştır. RP Milletvekilleri ise bu durum karşısında partilerin kapatılması ve kendilerine siyasi yasaklar getirilmesinden korkuyorlardı.
7 Aralık 1996’da Ankara DGM Başsavcılığı, RP’nin Siyasi Partiler Yasası’na aykırı faaliyetlerine ilişkin olarak hazırladığı bir fezlekeyle Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı’na başvurmuştur. DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel imzasıyla hazırlanan 1996/5916 sayılı ve 5 Aralık 1996 tarihli fezlekede, aralarında Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, Rize Milletvekili Şevki Yılmaz, Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’in de bulunduğu RP yöneticilerin, çeşitli zamanlarda yaptıkları konuşmalara atıfta bulunulmuş ve bu konuşmaların yazılı, sesli ve görüntülü kanıtları sunulmuştur (Hongur, 2006, s.123-124).
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 21.05.1997 tarihli iddianamesinde, “RP’nin Anayasa’nın 68. Maddesi’nin 4. Fıkrasına aykırı etkinliklerde bulunarak, laiklik
ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin açıkça anlaşıldığını” belirtmiş ve temelli olarak kapatılmasına karar verilmesini istemiştir. Başsavcılık iddianamesinde, parti başkanı ve üst düzey parti görevlilerinin çeşitli tarihlerde yaptıkları konuşmalara yer vermiştir. Başsavcılık, yapılan konuşmalarla, yurttaşlar arasında “inanan-inanmayan” ayrımı yapıldığını, Cumhuriyet’in dayandığı temel ilkelerden olan “laiklik” ilkesine aykırı davranıldığını, parti üst yönetiminin ise bu davranışları hoş görüyle karşılayıp bu kişiler hakkında hiçbir disiplin işlemi yapmadığını, dolayısıyla bunların parti yönetimi tarafından benimsendiğini belirtmiştir (Arikan, 2010, s.128).
RP’nin kapatma davasından sonra, DYP’li İl Başkanlarıyla yapılan değerlendirme toplantısının ardından erken genel seçim kararı çıkması, Refah-Yol Hükümeti nin bitmek üzere olduğunu gösteren önemli bir başka olaydır (Hongur, 2006,s.124).
Aydın Hasan’ın, Milliyet Gazetesi’nde ki “Erken Seçim Ufukta” başlıklı yazısında; “Tansu Çiller’in RP ile ortaklığının devam etmesinin ancak başbakanlığın
Haziran ayında kendisine verilmesiyle mümkün olduğunu, aksi takdirde DYP Grubu’nu tutmakta zorlanacağını ifade ettiği iddia edilmiştir.”
Anayasa Mahkemesi’nin RP’ni kapatma kararını alacağına dair birçok milletvekili ve partili inanırken, Necmettin Erbakan bunun gerçekleşmeyeceğini iddia
ediyordu. Başta Abdullah Gül olmak üzere birçok milletvekilli partinin kapatılacağı ve kendilerine siyasi yasaklar getirileceğinden dolayı partiden istifa etmeyi bile düşünüyordu. Fakat Necmettin Erbakan bu istifalara izin vermiyordu ve bu davanın sonunun beklenmesini istiyordu. Diyarbakır Milletvekili Seyit Haşim Haşim’i ise tam tersini düşünüyordu.
Haşim Haşimi’ye göre: “Partinin kapatılmayacağını düşünmek iyimserlik olurdu. RP’nin kapatılmaması resmi ideolojinin kendini inkârı anlamına gelir.”
Abdullah Gül, Necmettin Erbakan’ı ikna etmeye çalışıyordu ve bunu da başardı. Milletvekilleri geçmiş tarihli matbu istifa dilekçeleri hazırladılar ve dilekçelere de
“Gördüğüm lüzum üzerine RP’den istifa ediyorum” şeklinde doldurdular. Tüm milletvekilleri gece teker teker aranarak bu dilekçeler imzalatıldı (Aksoy, 2000, s.244) şeklindeki açıklamaları oldukça dikkat çekicidir.
RP cephesinde bu olaylar ve endişeler yaşanırken bazı RP milletvekilleri ise durumun ne kadar kötü olduğunu öğrenmek için adet nabız yoklamaktaydılar. Üç RP’li, DYP Kilis Milletvekilli Doğan Güreş’in yanına gidip bu kapatma davasının nasıl sonuçlanabileceğini sordular. Doğan Güreş’te kendilerine “Kesin kararlılar parti kapatılacak.” Milletvekilleri Doğan Güreş’e bundan nasıl emin olduklarını sordular, o da onlara bu bilgiyi Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Güven Erkaya’nın verdiğini söyledi (Tayyar, 2009, s.118).
Beklenen gün yaklaşmaktaydı ve davanın nasıl sonuçlanacağı merak konusu idi. Tarihler 16 Ocak 1998’i göstermekteydi. Açıklamayı o dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer yapacaktı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının siyasi hayatını sonlandıran açıklamayı yaptı. Açıklama şu şekilde gelmişti:
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 21.5.1997 günlü, 5P.l3.Hz.l997/109 sayılı iddianamesi’'yle RP’nin Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrası göndermesi ile 68.
maddesinin 4. fıkrası gereğince kapatılması istenilmekle, gereği görüşülüp düşünüldü:
1. Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa'nın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (b) bendi ve
103.maddesinin 1. fıkrası gereğince RP'nin Kapatılmasına, Haşim Kılıç ile Sacit Adalı’nın karşı oyları ve Oy çokluğuyla,
2. Beyan ve eylemleri ile Parti'nin kapatılmasına neden olan, Konya Milletvekili Necmettin Erbakan, Kocaeli Milletvekili Şevket Kazan, Ankara Milletvekili Ahmet
Tekdal, Rize Milletvekili Şevki Yılmaz, Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan ve Şanlıurfa Milletvekili İ. Halil Çelik'in milletvekilliklerinin Anayasa'nın 84.
maddesinin son fıkrası hükmü gereğince, gerekçeli kararın Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihte sona ermesine, Oy birliğiyle,
3. Beyan ve eylemleri ile Parti'nin kapatılmasına neden olan üyeleri Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, İ.
Halil Çelik ile Şükrü Karatepe'nin Anayasa'nın 69. maddesinin 8. fıkrası gereğince gerekçeli kararın Resmi Gazete’ de yayımlanmasından başlayarak 5 yıl süre ile bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına, Oy birliğiyle,
4. Davalı Parti'nin tüm mallarının 2820 sayılı Yasa'nın 107. maddesi gereğince Hazine'ye geçmesine, Oy birliğiyle,
5. Birtrilyonikiyüzotuzaltımilyar lira devlet yardımının Parti'ye ödenmemesine ilişkin 12.1.1998 günlü, E.1997/1 (Siyasi Parti-Kapatma) sayılı tedbirin, gerekçeli kararın Resmi Gazete ‘de yayımlanmasına kadar devamına, Oy birliğiyle,
6. Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin, TBMM Başkanlığı'na, Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesine, Oy
birliğiyle, 16.1.1998 gününde karar verildi (www.belgenet.com, 2013).
Anayasa Mahkemesini kararıyla beklenen son gerçekleşmişti ve RP kapatılmıştı. RP’nin kapatılmayacağına inanan kesimler acı gerçeklerle tanışmıştı. Böylece bir
dönem ülkeyi yöneten ve iktidar olan RP tarihe karışmıştı. RP’nin kapatılması yanı sıra birçok milletvekiline de siyasi yasaklar getirilmiştir (Özer, 2011,s.102).
Hükümetin el değiştirmesinden Genelkurmay cephesi oldukça memnundu. Org. Çevik Bir hükümetin gidişinden sonra subaylara verdiği bir brifingde şunları söyledi:
“Arkadaşlar, Türkiye tarihi bir dönem yaşamıştır. İlk defa Silahlı Kuvvetler öncülüğünde, sivil toplum örgütleri ve halkın desteğiyle, Türkiye’yi laiklikten
uzaklaştırmaya çalışan güçler engellenmiştir. Bu, silah kullanılmadan, rejimin özgücü ve sivil inisiyatif ile yapılan post modern bir darbedir” (Akpınar, 2006, s.301).
Ali Bayramoğlu’na göre; “RP bu ülkede tüm diğer siyasi partiler gibi, temsil ettiği toplumsal duyarlılıkla diğer tüm partiler gibi popülist bir çizgideydi. Aynı şekilde
yine RP’nin hataları diğer tüm partiler gibi siyasiydi. Bu hataların düzeltilmesi mahkeme yoluyla değil de yine siyasi yolla yapılmalıydı. Fakat RP’ne bu seçenek
sunulmadı. RP toplumu en iyi temsil eden parti ve siyasi görüş konumundaydı. RP kapatıldıktan sonra onun çizgisinde açılan bir parti elbette ki bu mirası devam ettirecekti ve güçlü bir konuma ulaşacaktı” (Bayramoğlu, 2001, s.246).
Bir siyasi partinin kapatılmasının demokrasi adına üzücü olduğuna şüphe yoktur. Bu siyasi parti, ülkenin en çok oy almış partisiyse, temsil ettiği toplumsal duyarlılık din- gelenek toplum ilişkisinde hatırı sayılır bir farklılığı yansıtıyorsa, ayrıca bu çerçevede farklılıkların siyasi sistem içinde birlikte yer almasına, temas etmesine zemin hazırlama potansiyeline sahipse; kapatma kararının ülkedeki siyasi ve toplumsal dengeleri, toplum-devlet, toplum-demokrasi ilişkisini etkilemesi kaçınılmazdır (Özgan, 2008, s.104).
28 Şubat süreci Türkiye’deki Askeri darbeler zincirinin sadece bir halkasıydı ve burada askeri birlikler kullanılmadı. Bizzat medya kullanıldı yani bu askeri darbe tek kurşun atmadan asker araç ve gerece gerek kalmadan bizzat basın ve medya aracılığıyla yapılmıştır (Özgentürk, 2008, s.63).
RP’nin kapatılmasıyla birlikte sürecin artık sonuna gelindiği düşünülmüştür. Ancak o dönemde Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, 28 Şubat sürecinin
“Gerekirse bin yıl süreceğini” söylemiştir. Kıvrıkoğlu’nun vurgulamak istediği “kararlılık” sonraki yıllarda da devam etmiştir. Daha sonraki yıllarda ortaya çıkan bazı belgeler TSK’nın 28 Şubat dönemindeki refleksleriyle çalışmalarına devam ettiğini ortaya koymaktadır. BÇG’na benzer gruplar aracılığıyla, irtica ihtimaline karşı duyarlılık ve kontrol canlı tutulmaya çalışılmıştır (Arikan, 2010, s.129).
28 Şubat 1997 Tarihi MGK Toplantısı öncesi ve sonrası ile yaşanan bütün olaylar 28 Şubat süreci olarak isimlendirilmiş ve bu sürecin sonuçları ile beraber genel
olarak baktığımızda, 28 Şubat’ın klasik bir darbe olmadığı açıktır. Bundan dolayı 28 Şubat sürecinin baş aktörleri bu müdahaleye “post-modern darbe” demiş ve etkilerinin bin yıl süreceğini iddia etmişlerdir.
Fransızcadaki coup d'Etat"nın tercümesi olan darbeyi, seçilmiş meşru iktidarı zorla veya gayri meşru yöntemlerle iktidardan uzaklaştırma ve iktidarı kullanacak ekibi belirleme eylemi olarak tanımladığımızda 28 Şubat'ın da sonuç olarak bir darbe olduğu açıktır (Özgan, 2008, s.99).
4.10.1.2. Anasol-D Hükümeti’nin Kurulması
18 Haziran 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifasından sonra
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in hükümeti kurma görevini ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdiği gündeme gelmiş olmakla beraber, kurulacak hükümete DSP ve DTP’nin yanı sıra CHP'nin de dışarıdan destek vereceği bir koalisyon hükümetinin kurulacağı siyaset kulislerinde konuşulan konular arasında yerini almıştır.
ANAP lideri Mesut Yılmaz, DSP lideri Bülent Ecevit ve DTP lideri Hüsamettin
Cindoruk’un ittifakına baktığımız zaman; Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit arasındaki sıcak ilişkilerin Ana-Yol Hükümeti döneminden itibaren başladığı bilinmektedir. Bu gelişen olaylar zinciri ile beraber artık hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı Demirel tarafından Mesut Yılmaz’a verilmiş ve ANAP Liderinin ilk çalmış olduğu kapı DSP lideri Bülent Ecevit olmuş ve akabinde ise DTP lideri Hüsamettin Cindoruk olmuştur.
Hüsamettin Cindoruk’un, DYP’den ihraç kararının ardından bir grup arkadaşı ile
beraber DTP’ni kurmuş ve siyasettin gergin atmosferinde istifa eden bazı milletvekilleri de DTP saflarına geçmişlerdi.
ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın koalisyon için ortaklık teklifinde bulunduğu sırada ANAP’ın 129, DSP’nin 67 ve DTP’nin ise 7 olmak üzere toplamda 3 partinin 203 milletvekili bulunuyordu. Her 3 parti liderinin bir haftalık süren temaslarının ardından 27 Haziran’da Anasol-D Hükümeti’nin kurulması için anlaşmaya varmışlardır (Kazan, 2013, s.483). Mesut Yılmaz’ın aklında koalisyona CHP lideri Deniz Baykal’ı da dâhil etmek düşüncesi vardı. Ancak Bülent Ecevit’in olduğu yerde Deniz Baykal’ın, Deniz Baykal’ın da bulunduğu yerde Bülent Ecevit’in bulunması mümkün değildi. CHP’nin desteğinin sağlanması ile 203 olan milletvekili sayısı 252’ye çıkacak ancak bu sayıda yeterli değildi. Fakat bu sayıların da güven oylaması için yeterli olmadığının farkında olan ANAP lideri Mesut Yılmaz bir yandan milletvekillerinin transferleri ile uğraşırken öte yandan ise bağımsızlar üzerinde ki çalışmalarını sürdürüyordu.
ANAP liderinin bağımsızlardan ziyade CHP’nin desteğine ihtiyacı vardı ve
beklenen destek sonunda geldi. CHP desteğini şu şekilde verme yolunu seçmişti; “Koalisyon hükümetinde yer almayacak bazı isteklerini koalisyon protokolüne koydurma yoluna gidecekti.” CHP’nin, sunmuş olduğu bu formül ile Anasol-D Hükümeti’ni bazı şartlarla destekleyebileceğini açıklamıştır. CHP’nin destek şartları şunlardı;
1. 8 Yıllık Kesintisiz Temel Eğitim Tasarısı kanunlaşacaktı.
2. Susurluk olayı aydınlatılacaktı.
3. Seçmen kütükleri yeniden yazılacaktı.
4. Seçim Kanunundaki antidemokratik hükümler çıkarılacak ve tercihli sistem
yeniden getirilecekti.
5. Milletvekili dokunulmazlığı kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılacaktı (Kazan,
2013, s.483-484).
Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesinin akabinde, Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller ile olan diyaloglarının ardından hükümeti kurma görevini 20 Haziran 1997’de ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiş olması 54. Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ile başlayan bu süreç akabinde parti istifalarını ve transferlerini de beraberinde getirmiş olmakla beraber, 22 Haziran 1997’de İzmir DYP Milletvekili Hasan Denizkurdu ile Denizli DYP Milletvekili Haluk Müftüler partilerinden istifa etmiş ve bu süreç 26 Haziran'da Işılay Saygın ANAP'a, Köksal Toptan’ın DTP’ ye katılması ile sürmüştür. Bu transfer ve istifalar neticesinde RP-DYP-BBP koalisyonu 276 üstünlüğünü kaybetmiştir. Cumhurbaşkanı Demirel, 30 Haziran 1997’de Çankaya Köşkü'ne çıkan ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti formülünü onaylamış ve böylece Anasol-D Hükümeti’nin temelleri atılmıştır.
30 Haziran 1997’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ANAP lideri Mesut
Yılmaz’ın kurduğu ve CHP’nin de dışarıdan desteklediği, ANAP, DSP ve DTP’nin
katıldığı 55. Hükümeti onaylamıştır. 55. Hükümet, 12 Temmuz 1997’de, 281 kabul, 256 ret, 2 çekimser oyla güvenoyu almıştır (TBMM, 2012, s.1081). Refah-Yol Hükümeti’nin ardından ANAP, DSP ve DTP Anasol-D hükümetini kurmuş ve 12 Temmuz 1997’de güvenoyu alan Anasol-D Hükümeti’nin kurulması siyaset yaşamında bir nebzede olsa tansiyonu düşürmüştür (Soncan, 2006, s.30). ANAP lideri Mesut Yılmaz Başbakanlığında kurulan Anasol-D Hükümeti 12 Temmuz’da 281 oyla güvenoyları iktidara gelmiş ve DSP lideri Bülent Ecevit’in “Ulusal Uzlaşı Hükümeti” adını verdiği yeni kabinede 21 ANAP, 11 DSP, 5 DTP’li milletvekili ile bağımsız Yalım Erez bulunmuştur. (Gürses, 2009, s.222).
55. Hükümetin Başbakanı olan Mesut Yılmaz’ın güven oylaması sonrasında yapmış olduğu teşekkür konuşmasında;
“Yüce Meclis, bir defa daha, inisiyatifin kendi elinde olduğunu ve milletin mukadderatına sahip çıktığını göstermiştir. Yüce Meclisin iradesine ipotek koymak mümkün değildir. Bugünden itibaren, Türkiye’de yeni bir dönem başlamaktadır. Bu yeni dönemde atacağımız ilk adım, her şeyin yeniden normale dönmesi olacaktır. 55. Hükümet gücünü milletin desteğinden ve Meclis’in iradesinden almaktadır. Uzlaşma, hoşgörü ve anlayış içerisinde çözülemeyecek sorun yoktur. Hükümetimizin yolu Büyük Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çizdiği yol olacaktır.”
Bu arada basın ve medya organlarında yeni hükümetin “Genelkurmay’ın isteği doğrultusunda kurulduğunu” ve “MGK kararlarını uygulayacak güdümlü ve vesayetçi bir hükümet” olduğu yönünde yorumlar yapılmaktadır. Bazıları bu hükümete “MGK Hükümeti” veya “Ordu destekli ulusal uzlaşı hükümeti” derken bazıları da bunun bir “Çankaya Hükümeti” olduğunu belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi toplumsal güç dengeleri bozulmuş, korkutulmuş, emir-komuta zincirine dâhil edilmiş, bir sivil insiyatif ortadan kaldırılmıştır (Gürses, 2009, s.222).
28 Şubat süreci biçimsel olarak Refah-Yol Hükümeti’nin istifası ile sonuçlanmıştır (Özgan, 2008, s.100). Hulki Cevizoğlu’na göre; daha sonra RP’nin 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılması ve Necmettin Erbakan ile 5 arkadaşının 5 yıl siyaset yasağı almasıyla (Cevizoğlu, 2001, s.88)
tamamlanacaktır.
Anasol-D Hükümeti zamanında gerçekleşen 28 Şubat 1997 MGK Kararları
doğrultusundaki uygulamalara baktığımızda ise; 28 Şubat 1997 tarihi MGK
Toplantısında alınan kararlar Refah-Yol Hükümeti ve sonraki hükümetler tarafından uygulanarak devam ettirilmiştir. Alınan bu kararlar uygulama safhasında kimilerine göre sert bir şekilde uygulanırken kimilerine göre ise kararların uygulamasında yetersiz kalınmaktaydı. Bütün bu gelişmelerin arkasındaki gizil güç olarak kabul edilen ordu, 28 Şubat sürecini başlatan en önemli aktör olarak bilinmekle beraber Kenan Akın’a göre; “Mümkün sıklıkta yaşanan sürecin 28 Şubat ile başlamadığını vurgulamış, ordunun, Cumhuriyet in başlangıcından bu yana ortaya konan Cumhuriyet rejimini koruma gayretleri nin aynı kapsamda bulunduğuna dikkat çekmiş ve ordunun Cumhuriyet’i koruma ve kollama vazifesini kendisine bir görev kabul etmiş olduğunu” ifade etmiştir
(Akın, 2000, s.66).
30 Haziran 1997’de CHP’nin dışarıdan desteği ile kurulan Anasol-D Hükümeti
çeşitli kesimlerce “Çankaya-Rantiye-Medya ve Asker” işbirliği ile kurulmuş ve askeri vesayet altında “Bir ara rejim hükümeti” olarak değerlendirildi. Anasol-D Hükümeti’nin kurulduğu gün açıklanan koalisyon protokolünde taraflar, Refah-Yol Hükümeti’nin Türkiye’yi rejim ve devlet bunalımına düşürdüğünden bahsetmekle beraber, bu duruma son vermek laik, demokratik Cumhuriyeti güçlendirmek için bir araya geldiklerinden ve 8 yıllık kesintisiz eğitim yasasının mutlaka çıkartılacağında bahsediyorlardı.
Yukarıda da açıklandığı üzere Koalisyon Protokolüne göre, ANAP’a
Başbakanlığın yanında 20 Bakan, DSP’ye bir Başbakan Yardımcılığının ile 10 Bakan, DTP’ye ise bir Başbakan Yardımcılığı ve 5 Bakan verilmiş ve DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk kabineye girmiştir (Kazan, 2013, s.486).
Cumhurbaşkanı Demirel Anasol-D Hükümeti’nin kurulmasından son derece
memnun olmakla beraber, memnuniyetini şu sözlerle ifade etmiştir: “Son aylarda çok zor anlar geçirdim. Şimdi ise tahribatı tamir dönemi başlıyor. Bütün taşlar yerine oturacak. Bu belki biraz zaman alacak ama kimse merak etmesin. Dışardan çok iyi mesajlar geliyor. İmajımız düzelecek (2 Temmuz 1997) Hürriyet.
Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ile Mesut Yılmaz Hükümeti’nin
kurulması dönemin gazete ve televizyonlarında sevinçle karşılanmıştır. Hürriyet
Gazetesi, “Ülkeyi Silahsız Kuvvetler İrticadan Kurtardı” şeklinde manşet atmıştır. Anasol-D Hükümeti döneminde, EMASYA Protokolü imzalanmış, “irtica”nın öncelikli iç tehdit sayıldığı, yeni MGSB kabul edilmiş; Başbakanlık Uygulama Takip ve Koordinasyon Kurulu’nun teşkili gibi irticayla mücadele konusunda önemli adımlar atılmıştır (TBMM, 2012, s.1081).
Anasol-D Hükümeti zamanında gerçekleşen 28 Şubat 1997 MGK Kararları
doğrultusundaki uygulamalar yine bu dönemde de devam etmiş ve MGK’nın 28 Şubat kararlarının ardından özellikle 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar süren zaman diliminde 14 Ağustos 1997'de 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edilmiştir. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri dâhil Meslek Liselerini ortaokul bölümleri kapatılmıştır. RP'nin yoğun engelleme taktiklerine rağmen, hükümet ortağı partiler ile CHP, bazı DYP ve bağımsız milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen yasa, Cumhuriyet tarihinin en önemli reformları arasında yer almış ve böylece eğitimde yeni bir dönem açılmıştır. İlköğretimi, kesintisiz 8 yıla çıkaran yasayla; İmam Hatiplerin, Anadolu liselerinin, mesleki teknik okulların ve özel okulların orta kısımları kapatılmış, meslek eğitiminin 14 yaşında başlaması kararı alınmıştır (Özgan, 2008, s.101).
DSP lideri Bülent Ecevit ve CHP lideri Deniz Baykal’ın 8 yıl kesintisiz tasarısını
Meclis gruplarında değerlendirmişlerdir. Bülent Ecevit konuşmasında; “Sekiz yıllık kesintisiz eğitim reformu, Cumhuriyet döneminin en önemli reformlarından biridir” şeklinde açıklama yaparken. Deniz Baykal ise konuşmasında sekiz yıl kesintisiz konusunda hükümeti MGK kararları ile tehdit edercesine, “Hükümet MGK kararlarının içinde mi, dışında mı?” diye sormuş ve hükümetin net tavır belirlemesini istemiştir. Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller ise bu tasarıyı eleştirirmişlerdir (Gürses, 2009, s.223).
KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;
http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1
32 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder