27 MAYIS'TAN 12 MART 'A NADİR NADİ, YAZILARI BÖLÜM 3
27 MAYIS'TAN 12 MART'A (1961-1962) ARASI,
NADİR NADİ
1961 YILI
1.1.1961
GİDEN VE GELEN
Giden yılın Türk tarihinde şüphesiz unutulmaz bir yeri olacaktır. Çocuklarımız, 1960'ı tıpkı 1908 gibi 1923 gibi, 1938, ya da 1946 gibi millî kaderimizin nirengi noktalarından biri sayılacaklardır. Geçen yıl başarılan 27 Mayıs devrimi ile bu millet baskı idareleri önünde bundan böyle uzun bir süre boyun eğemeyeceğini ispat etmiştir. Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin yürüttüğü devrim hareketi bir askerî ayaklanmaya benzetilemez. 27 Mayıs günü düşük iktidarın beynine inen yumruk görünüşte ordumuzun koluna bağlı idi ise de o yumruğu bir yıldırım hızı ile hedefe yaptıran irade doğrudan doğruya milletten geliyordu. Gerçeğin bundan ibaret olduğunu anlamak içni 27 Mayıs'ı adım adım hazırlayan olayları hatırlamak ve 27 Mayıs'tan bu yana devrim sorumlularının davranışını gözönüne getirmek yeter. Düşük iktidarın anayasayı çiğneyen hukuk dışı yönetimi son aylarda artık dayanılmaz bir hal almıştı. Meşru tutanaklarını kaybeden hükümet artık herhangi bir tevil yolu aramaya da lüzum görmüyor, devlet idaresinde gayrimeşruluğu adeta normal işler bir sistem haline getirmeye çalışıyordu. Adalete, basına, üniversiteye, devletin nizam ve asayiş kuvvetlerine yapılan baskılar yetmez olmuş, son çare olarak Büyük Millet Meclisi'ni çalışamaz hale getirmek, böylece milleti sindirmek tedbirlerine başvurulmuştu. 27 Nisan'da yürürlüğe konan ''Tahkikat Komisyonunun yetkileri'' kanunu ile düşük iktidar, o zamana değin anayasaya karşı göze aldığı en ağır tecavüzü işliyor, kendini resmen millî iradenin üstünde gördüğünü ilân ediyordu.
Bu hakaret karşısında aydın Türk gençliğinin hemen ertesi günü harekete geçerek gür sesini duyurması milletçe her zaman öğünmemiz gereken şerefli bir davranıştır. 28 Nisan'da İstanbul'da başlayan ve kısa zamanda yurt düzeyine yayılarak genişleyen nümayişleri görenler, bu halin böyle devam edemeyeceğini iyice anlamışlardı. Aklını başına toplayıp da bir türlü olup bitenleri kavramak istemeyen sadece düşük iktidardı.
Nihayet beklenen gün geldi çattı. Tatlı vaatlerle oyunu çuvala doldurduktan sonra kıs kıs gülerek milleti hiç seyanlar aradıkları belâyı buldular, kendi deyimleri ile ''kazazede'' oldular.
İlkbaharına devrim şartları içinde başladığımız 1960 yılını aynı şartlarla tamamladık. Bugün 1961 yılına yine devrim şartları içinde giriyoruz. Giden yıl soysuzlaşmış bir idareyi dünyaya örnek sayılacak bir başarı ile devirdiğimize tanık olmuştu. Gelen yıl boyunca, özlediğimiz hukuk devletini acaba kurabilecek miyiz?
Bu sorunun cevabı, vatandaş olarak teker teker hepimizin davranışına bağlıdır. Devrim sorumunu taşıyan Millî Birlik Komitesi, bugüne kadar ki davranışları ile varlığında her türlü takdiri aşan bir iyi niyet ve sağduyu hazinesi sakladığını ispat etmiştir. Türk milleti adına kellelerini koltuğu alanlar, gasbedilmiş emaneti kurtardıktan sonra şimdi onu millete geri vermenin ve selâmetli yolunu hazırlıyorlar. 1961 yılında bütün ümitlerimiz Kurucu Meclis üzerine toplanmıştır. Bu meclisten vatandaş haklarını koruyacak uzun ömürlü bir Anayasa ve millî iradeye rahat nefes aldıracak iyi bir seçim kanunu bekliyoruz. Bu itibarla Kurucu Meclis'e seçilen sayın üyeler büyük bir sorum yüklendiklerini hiç unutmamalıdırlar. Son on yıl içinde siyasal hayatımız, zaman zaman milleti politikadan da, demokrasiden de tiksindirecek olaylarla geçmiştir. İşbaşına geçecek iktidarların bundan böyle millet kontrolünden kolayca sıyrılıvermesi ihtimalleri önlenmeli, insan hakları ve temel hürriyetlerin bir gün yeniden karaborsaya düşmesine mutlaka engel olunmalıdır.
Hangi meslekten, hangi partiden olurlarsa olsunlar, Kurucu Meclisin sayın üyeleri önümüzdeki vazife ayları süresince mesleklerini de partilerini de arka plana atmak ve bütün varlıkları ile İkinci Cumhuriyetin temellerini güçlendirmeye çalışmak zorundadırlar. Böyleleri bizi daima yanlarında bulacaklardır.
1961 yılının Türk milletine hayırlı olmasını yürekten dileriz.
6.1.1961
UMUT GÜNÜ
Bugün Türk milleti büyük günlerinden birini yaşıyor. Bütün gözler Ankara'ya çevrilmiştir. Yürekler ümitle çarpmaktadır. İkinci Cumhuriyetin Kurucu Meclisi Başkentte ilk toplantısını yapıyor. Böylece şerefli tarihimizin yeni bir yaprağını milletçe açıyoruz. Şimdi tertemiz olan o yaprağı başarılı eserlerle doldurmak hepimizin yürekten amacımızdır. Geçmişten ders almasını bilir, geleceğin tehlikelerinden sakınma yollarını bulursak, amacımıza varmamak için ortada hiçbir sebep olmamak gerekir.
Kurucu Meclis'ten neler beklediğimizi biliyoruz: Vatandaş hak ve hürriyetlerini koruyarak siyasal hayatımız düzen verecek bir Anayasa ile memleket bünyesine uygun bir seçim kanununu bir an önce hazırlayıp halk oyuna sunmak. Aslına bakılacak olursa, böyle sınırları belirli bir görevin kurucuları büyük güçlüklere uğratmayacağı düşünülebilir. Fakat politika ihtirasının kimi zaman insanları ne kadar şaşırttığını hatırlarsak, kötü ihtimalleri önlemek uğruna daima dikkatil bulunmamız gerektiğini de inkâr edemeyiz.
Devlet idaresi sorumunu taşıyanlar hesabına en büyük hata bütün olayların mihveri olarak kendilerini görmek, her şeyin kendileriyle başladığı inancına saplanmaktır. Düşük iktidar bu hatayı işlemiş, Birinci Cumhuriyetin bir devamı olduğunu inkâr ederek 27 yıllık olumlu ve şerefli gayretleri toptan batırmak istemiştir. Ne hazin ve ibret verici bir sonuçtur ki Birinci Cumhuriyetin en öğüneceğimiz eserleri düşük iktidarın on yıl boyunca lekelemeye çalışmaktan usanmadığı o yirmiyedi yıl içinde başarılmıştır. Birinci Cumhuriyeti soysuzlaştıranlar, o Cumhuriyetin yaratıcılarına sırt çevirenler, daha açık bir deyimle Atatürk devriminin zaruretini, o devrimin tarihsel niteliğini kavrayamayanlardır. Hiçbir devlet adamı, hiçbir politika takımı, hiçbir iktidar bir milletin başına gökten zenbille inmez. Hiçbir devrim de keyif için yapılmaz. Tarihin kendine özgü şaşmaz bir mantığı vardır. Tarih yapan devlet adamları, masa başında roman hazırlayan yazarlara benzetilemez. Tarih yapmak demek, tarihsel akışın zaruretini görüp onun gereğini yerine getirmek demektir.
Atatürk bundan elli yıl önce, gerçek Türk kurtuluşunun ne yolla başarılabileceğini görmüş ve anlamıştı: Bizim baş davamız her şeyden önce bir uygarlık (medeniyet) davası idi. Bağımsız bir millet ve hür insanlar olarak yaşayabilmemiz, Batı uygarlığı şartlarını benimsememize, Batı milletleri topluluğu içinde yerimizi almamıza, tam manasıyla onlardan biri olmamıza bağlı idi. İstiklâl Şavasından hemen sonra girişilen devrim hamlelerinin tek hedefi budur. Bugün aradan elli yıla yakın bir zaman geçmiştir. Atatürk'ün o zaman kavradığı tarihsel zarureti şimdi bir parçacık kafası işleyen her vatandaş artık gözleri önünde görmektedir. Bugün Türkiye için Batı milletler ailesi dışında hür ve bağımsız olarak yaşamak imkânı yoktur.
- Batı ile işbirliği yapalım, eski hayatımızı yaşayalım. Batının tekniğini alalım, toplumsal düzenimizi koruyalım!
Gibi düşünceler sadece boş lâftan ibarettir. Millet olarak tam güvene kavuşmamız yalnız tekniğimizle değil, hukukumuzla, ekonomimizle, sosyal müesseselerimizle, dünya görüşümüz ve insan anlayışımızla da Batılaşmamıza bağlıdır.
Kurucu Meclis'ten beklediğimiz, anayasa çalışmalarını bu zihniyetle ele alması, yakın bir gelecekte kurulacak olan siyasal hayatımızı bu yöne hazırlamasıdır. Çok partili hayatın cilvelerini on yıl boyunca tecrübe ede ede gördük. Atatürk devriminin temel prensibini çiğnemekten çekinmeyenler, gericiler, kara aydınlar ve nemelâzımcılar elinde Birinci Cumhuriyet soysuzlaştı, gitti. İkinci kurarken çok dikkatli davranmak lüzumunu bir an unutmamalıyızdır. Kuruculara yürekten başarılar dileriz. Rehberleri Atatürk olsun!
15.1.1961
İSTEMEYİ BİLMEK
Muhalefet yıllarında iken Türk işçisine bol keseden meydanlar dolusu grev hakkı adayan düşük iktidar, iş başına geçince bu konuyu bir yana bıraktı. Gerçi o, temel hürriyetlerimizle, ilgili hiçbir vaadini yerine getirmek niyetinde değildi. Fakat özellikle grev hakkını tanımaktan kaçınıyordu. Bir anlama, çalışan halk yığınlarının iktidarı yakından kontrolu demek olan bu hak, yurdumuzda bildiğini okumaya kararlı D.P. büyüklerinin işine gelmiyordu. Bir yanda, vaatlerine inanarak bu partiye yüz binlerce oy kazandırmış işçi temsilcileri vardı. Bunlar hükümet sorumlularının başını boş bırakmıyor, ikide bir Ankara'ya gidip milletvekillerini, bakanları sıkıştırıyorlardı. İşçileri oyalamak için mutlaka bir şey bulmak gerekti. D.P. büyükleri aradılar, taradılar, nihayet bula bula ücretli pazar tatili diye bir formül buldular. Bunun uzun boylu propagandası yapıldı. Türk işçisinin haftalık kazancı yedide bir oranında artacaktı. Bu, çok hayırlı, çok yararlı, grev hakkından daha önemli sosyal bir kazançtı.
Ayıp değil a, ben o günedek ödemeli pazar tatili diye bir şeyden söz edildiğini duymamıştım. Bilgi dağarcığıma ve mantığıma dayanarak kendi kendime şu yargıya vardım: İşçiye verilecek böyle bir ek ücretin sosyal değeri sıfır olmalı idi. Bu, grev hakkı gibi temel hürriyetlerle uzaktan yakından ilgili bir müessese değil, düpedüz bir zam işleminden ibaretti. Çünkü çalışma saatleri ve hafta tatileri zaten kanunla düzenlenmişti. Asgarî ücretlerin tayininde ise bu hususlar elbette dikkate alınıyordu. Yani sekiz saat üzerinden ayda yirmi altı gün çalışacak bir işçinin aylık zarurî ihtiyacı, tatil günlerini de kapsayarak hesaplanmak gerekirdi. O halde bu haftalık ücretli izin formülü, tepkisini ergeç piyasada gösterecek bir enflasyon hamlesi idi. Netice itibariyle de zararı yine doğrudan doğruya işçiye dokunacak bir propaganda sloganından başka bir şey sayılamazdı.
Bununla beraber, kendi kendime vardığım bu yargıya yekten güvenmedim. Bilginlere, uzmanlara danıştım, bu işin profesörleri ile konuştum. Hepsi, haklı olduğumu söylediler Aklımda yanlış kalmadı ise, yeryüzünde bu ödemeli hafta tatili usulünü kullanan bir tek devlet vardı, o da Albay Peron'un komutası altındaki Arjantin Cumhuriyeti idi. Hür milletlerden hiçbiri bunu bilmiyorlardı.
O sıralarda İşçi Sigortaları Kurumu Başkanı bulunan arkadaşım Nüzhet Tekül, düşük Çalışma Bakanı Hulûsi Köymen tarafından meseleyi incelemek üzere görevlendirildi. Durumu hemen kavrayan Nüzhet dehşet içinde kaldı. Böyle bir zam yapıldığı takdirde yalnız devlet sektörüne binecek yıllık malî külfet, kırk milyonu aşıyordu. Elimden geldiğince ilgilileri uyarmaya çalıştım. 1951 ölçüleriyle kırk milyon lira saygı değer bir rakamdı. Onlar da başlarını kaşıdılar ve düşündüler. Ne yapabilirlerdi? Büyük Millet Meclisi'nde Çalışma Komisyonu günlerce bir çıkar yol aradı. Sonunda ödemeli hafta tatilini ikiye bölmeye karar verdiler. Büyük Millet Meclisi'nde Çalışma Komisyonu günlerce bir çıkar yol aradı. Sonunda ödemeli hafta tatilini ikiye bölmeye karar verdiler. İlkin işçilere yarım gündelik zam yapılacak, öteki yarısı da iki yıl sonra tamamlanacaktı.
Düşük iktidar milletvekilleri ve işçi temsilcileri parlak nutuklar çektiler.Türk işçisinin refahı ve saadeti uğruna Demokrat Parti'nin göze aldığı bu yenilik her yerde alkışlandı. Kalabalık gözüne sevimsiz görünmekten ödü kopan Cumhuriyet Halk Partisi muhalefeti de kervana uydu, kanuna müspet oy kullandı.
Bu sevinç ve neşe fırtınası ortasında zavallı ben olduğum yerde bir yağmur damlası gibi eridim, gittim. Durumun gelecekte milletimiz ve işçilerimiz aleyhine sonuç vereceğini kimseye anlatamadım. Dünyada böyle bir şey olmadığına dair yazdığı yazılar kötü tepki uyandırdı.
- Dünyada yoksa biz icat ediyoruz işte dendi. İşçi haklarına karşı koyan bir adammışım gibi gösterilmek istendim.
Sonra ne oldu? Aradan çok zaman geçmeden gerçek bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Bir çığ gibi büyüyen enflasyon salgını yarım gündeliği de, bir gündeliği de gülünç hale getirdi. 1950 yılının ödemesiz pazar tatilini işçilerimiz ve milletimiz 1954 yılında özlemle anar oldu. Grev hakkı artık tarihe karışmıştı. Onu almak şöyle dursun, düşünmek bile hayaldi. Menderes rejimi her yanında basını kıskıvrak bağlamıştı.
Bu hatırayı bugünkü davranışlarımızda bize belki azıcık ışık tutar ümidiyle buraya geçiriyorum. Kendimize göre usuller aramak hevesi ile demokrasi sisteminin temel prensiplerine sırt çevirmek, hatta o prensipleri ikinci plana atmak yanlış bir yoldur ve bizi daima aldatacaktır. Basını ile, üniversitesi ile, temel hakları ve hürriyetleri ile demokrasi bir bütündür. Eğer olduğu gibi istemesini bilemezsek her defasında onu elimizden kaçıracağızdır. Bunu böylece bilelim.
22.1.1961
ATATÜRK AKILCI VE GERÇEKÇİ İDİ
Varlık dergisinde Melih Erçin'in ilginç bir yazısını okudum. Toplum yapımızın sağ, orta, sol yönlerini inceleyen, Atatürk ilkelerinin ne olduğu, ya da ne olması gerektiği üzerinde duran Sayın Erçin bu arada benden de söz ediyor. Bir yazımda Atatürk'ün halkçılık ilkesini demokrasi yerine kullanmışım. Yazar ise cumhuriyetçilik kelimesinin tüm demokrasiyi kapsadığını, yani bireyle ilgili hak ve hürriyetleri içine aldığını söylüyor. Halkçılık dendi mi, bundan bireye karşıt olarak, daha doğrusu bireyin üstünde halk yararına çalışmak anlamını çıkarmalıyızdır.
Atatürk ilkelerini savunurken bu ilkeleri kavramakta Atatürkçülerin gösterdiği çalışmalara bakarak kaygılanan değerli yazara bana bugün bir kez daha Atatürk'ten söz etmek fırsatını verdiği için teşekkür borçluyum. Demokrasi deyimini hangi yazımda halkçılık anlamına kullandığımı şimdi hatırlayamıyorum. gerçi Yunanca (Demos=Halk) kökünden üretilen bu terimin açık karşılığı halk idaresi olmak gerekir; bu itibarla aslı Latinceden gelen ve ne halka, ne de bireye öncelik vermez görünen (Res publica=Genel şey) Republique kelimesinden farklı sayılabilir. Ama ben demokrasinin halkçılık anlamına gelemeyeceği hususunda sayın yazarla birlik olduğumu söylemeliyim. Zaman ve mekân şartları içinde değişik idare şekillerini ifadeye yarayan terimlerin eskidiği, güçten düştüğü, çeşitli anlamlara geldiği olağandır. Bu yüzden insanlar kendilerine yeni ifade araçları aramakta, çok kere de tuhaf deyimler bulmaktadırlar. Örneğin Demir Perde gerisinin meşhur halk demokrasilerini ele alalım. Bunlara Democraties populaires deniyor. Populaire sözcüğü halka ait dernek olduğuna göre, halka ait halk idareleridir bunlar. Şu halde Demir Perdenin öt yanında oturan idareciler beri yandaki demokrasileri halkın malı saymamakta, kendilerini bunlardan yalnız sınır karakolları ile değil, aynı zamanda anayasa terimleriyle de ayırmaya dikkat etmektedirler.
Atatürk her şeyden önce akılcı ve gerçekçi bir liderdi. Akılcı ve gerçekçi olunca da ne bireyi, ne de halkı hiçe sayacağı, ya da birini ötekine üstün tutacağı düşünülemez. Bir ölçü ve denge adamı olarak o toplum içinde daima ahenkli düzen şartlarının hüküm sürmesine çalışmıştır. Bu bakımdan Atatürk'ün, gerçekleşmesi uzun süreli gayretlere bağlı uygarlık ülküsü ile, yaşadığı çağın siyasal gerekleri karşısındaki geçici davranışlarını birbirine karıştırmak doğru olmaz kanısındayım.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin programında yer alan altı ilkeyi bir bir Atatürk kendisi mi bulmuştur? bunlardan her birinin ifade ettiği gerçek anlamı kendisi mi ölçüp değerlendirmiştir? Ben bundan bile şüpheliyim. Cumhuriyetçi isek, ne kadar bireyciyiz? Halkçı isek ne kadar halkçıyız? Devletçiliğimizin sınırı nerede başlar, nerede biter? Devrimciliğimizin, layikliğimizin amacı nedir?
Bu sorulara zaman ve mekân şartları dışında kalıplaşmış, dogmatik cevaplar bulmaya çalışmak bizi bir gün tehlikeli bir şekilde yanıltabilir. Birinci Cumhuriyetin ilk on beş yılı boyunca dünya birbirine karşıt ideoloji gruplarına bölünmüştü. Faşizm, Nasyonal Sosyalizm, Komünizm ve Liberalizm, eşi görülmedik bir cihan savaşının ön hazırlıkları içinde karşılıklı diş biliyorlardı. Bunlardan herhangi birinin peşine takılıp oyuna gelmek, Batı uygarlığına geçiş hamlesinin iç buhranlarını yaşayan Türkiyemiz için felâket olabilirdi. Altı okun o zamanki ifadesini bence o felâketi önleyebilecek bir fikir dengesini yurdumuzda yaratmak gayretinde aramalıdır. Bu, hiçbir zaman yarın daha devletçi, daha halkçı bir politika gütmemize engel olamayacaktır diye sırt çevirmeyelim. Zira, Atatürkçülüğün temel dayanağı akıldır. Bireyin ezildiği yerde ise akıl inkâr ediliyor demektir.
24.1.1961
ORTA KIVAM
Kurulması beklenen üçüncü ve dördüncü partilerin şu günlerde birleşecekleri haber veriliyor. Sayın Ekrem Alican'ın temsilcileri ile Sayın Naci Bozkurt ve arkadaşları arasında yapılan görüşmeler sonunda bir anlaşmaya varılmasını bekleyebiliriz. Birleşme hakkında ileri sürülen gerekçe pek akla yatkın geldi bana: İki partinin programları birbirine uygun. Aynı cephelere bölünüp boş yere zayıf düşmektense güçleri birleştirmek, böylece seçim şanslarını arttırmak daha doğru olacaktır.
Yalnız, bu mantığı biraz daha zorlarsak, yurdumuzdaki bütün siyasal kurulların tek parti halinde birleşmesi gerektiği sonucuna varmaz mıyız dersiniz. Öyle ya, üçüncü ve dördüncü partilerin programları arasında herhangi bir çelişme yok da bu sonuncuların ki ile birinci ve ikinci partilerin programları arasında temelli bir çelişme var mı? Olabilir mi?
Normal bir hürriyet rejiminde parlamentonun genel manzarası bir gök kuşağını andırır. Sağdan sola doğru renk renk partilerin orada yeri vardır. Oysa biz, sağı solu belli olmayan bir milletiz. Siyasal anlamıyla sağ, yürürlükteki toplum düzeninin devamını isteyen, o düzeni savunan bir inanç ifadesidir. Sola doğru kayıldıkça, başka inançlar çıkar ortaya. Bunlar, derece derece birbirlerinden farklı olarak toplum düzeninin, özellikle topluma ait ekonomi düzeninin değişmesini isterler, o uğurda çalışırlar. Her biri millî gelirin artması, yurttaşlar arasında daha hakkaniyetli bir şekilde dağılması, sosyal adaletin gerçekleştirilmesi için kendi programını bir (deva-yi kül) olarak ileri sürer, sağcılar ise, bir Leibnitz iyimserliği ile ''mümkün olabilen dünyaların en mükemmelinde'' yaşanıldığı kanısındadırlar. Sosyal yapıda bir taşın yerinden oynatılmasına tahammül edemezler.
Bizde öyle mi ya? Biz kırk yıldır bir devrimin içine girmişiz, boyuna değişiyoruz ve değişmek zorundayız da. Yürürlükteki toplum düzenini savunmak diye bir düşünce bizim hesabımıza anlamsız, hatta saçma olur. Biz, ancak devrim gereklerine bağlılıktan söz edebiliriz. Bunun ise sağcılıkta en ufak bir ilintisi yoktur. Batı parlamentolarında yürürlükteki toplum düzeninin daha da gerisine dönmeyi tasarlayan sağ kanatlar, uzun zamandan beri tarihe karışmıştır. Bunların tek tük ayakta kalan temsilcilerine artık sadee gülünüp geçiliyor. Oysa bizde, sağ dendi mi yalnız gericiler ve yobazlar geliyor akla. Bunlar henüz yerli yerine iyice oturmayan toplum düzenimizi yıkıp şimdi yüz elli yıl arkada bıraktığımız Tanzimat öncesi şartlarına dönmeyi özlemekteler. Meydanı boş buldular mı bunların yapmayacağı yoktur. Bundan ötürü de onlara meydan vermemekte haklıyızdır.
Solculara gelince, biz bu kavramın içinde ışıldayan renkleri bir türlü sezemiyoruz. Tuhaf bir daltonisme illetine tutulmuş gibiyiz. Fransa'da, İngiltere'de, hatta Almanya'da pek ılımlı sayılacak bir sol düşünceyi benimsediğinizi, ya da beğendiğinizi söylemeye görünüz. Derhal komünist damgasını yersiniz. grev hakkını savunurken yemin billah komünist olmadığınızı haykıracaksınız (sanki Rusya'da grev hakkı varmış gibi). Toprak reformunun gerekliliğinden, tarım alanında kollektif çalışmaların yararlı olacağından söz açtınız mı, size kuşku ile bakarlar.
Bu şartlar altında çok partili normal bir hürriyet rejimine ne zaman ve nasıl kavuşacağımız sorusu, daha uzunca bir süre çözümsüz bir bilmece olmaktan kurtulamayacağa benzer.
Ayrılık noktaları sadece liderlerin kişiliğinde bulunan eşit programlı iki parti, biri iktidarda devrim prensiplerinden hız alarak iş görsün, öteki de muhalefette, yine devrim prensiplerine dayanarak onu denetleyebildiği kadar denetlesin.
Şimdilik bu kadarını becerirsek ''ne mutlu bize'' diyeceğiz galiba.
29.1.1961
BÜYÜK DAVA
İstanbul sınırları içinde kurulması kararlaştırılan 420 ders yerinden ilki valimiz Sayın General Refik Tulga'nın uğurlu elleriyle 1 şubatta kapılarını halka açacaktır. Böylece 27 Mayıs devriminin en olumlu, en umut verici hamlelerinden biri saydığımız eğitim davasında ileriye doğru yeni bir adım atmış olacağız.
Milletçe kalkınıp bir an önce daha iyi hayat şartlarına kavuşmamızın bilgisizliği yenmeye bağlı bulunduğu bizde çok söylenmiştir. Bu uğurda ilk önemli hamleyi Atatürk'ün önderliği altında lâtin harflerini kabul ettiğimiz 1928 yılında başarmıştık. O zaman yurdumuzu baştan başa bir heyecan dalgası sarmış, yedisinden yetmişine her vatandaş bir okuma merakına tutulmuştu. O heyecan dalgası kısa sürmekle beraber harf devriminin bizdeki öğretim ve eğitim hevesinin büyük oranda artırdığına şüphe yoktur. Batı ölçüleriyle övünebileceğimiz değerlerin büyük kısmı o devrimden sonra yetişmiştir. Köylü vatandaş o devrimden sonra çocuğunu okutmakta her bakımdan yarar görmeye başlamıştır. Bir yandan halkevlerinin, bir yandan köy enstitülerinin yardımı ile bilgisizliğe karşı açılan savaş yurdumuzdaki karanlığı nerede ise sileyazdı. Aynı tempo ile sekiz on yıl koşabilseydik şimdi amaca varmış, kültür bayrağını yerine dikmiş olacaktık.
Ne yazık ki araya demagoji ve oy avcılığı karıştı. O yüzden ayağımız sürçtü, tökezledik, hatta yer yer gerilemeye başladık. Köy enstitüleri yalnız adını değil, kılığını da değiştirdi, niteliğini yitirdi. Halkevleri, sanki düşman kalesi imişçesine düşük iktidar tarafından zaptedildi ve kapatıldı. Buna karşılık gelsin mahalle mektepleri, gelsin sağdan yazı, dendi. Kız çocuklarının okutulması günah sayıldı, oğlanlar da eski sistem yobaz eğitimine bağlı tutulmak istendi.
27 Mayıs devrimi ile bu gericilik akımlarına da artık bir son verilmesini zaten bekliyorduk. Devrim, aslında bir iktidara, ya da bir hükümete karşı olmaktan ziyade bir zihniyete, bir acayip dünya görüşüne karşı idi. Yaşadığımız yüzyılın ikinci yarısında birtakım insanların, sırf devlet kuşunu başlarından uçurmamak kaygusu ile tüm milleti gericiler eline böylesine bırakabilmeleri havsalaya sığar mı idi?
Şimdi bütün dileğimiz, bu seferki olumlu hamlenin artık hiç gevşemeden ve tökezlemeden sürüp gitmesidir. Şunu unutmayalım ki, dava büyüktür ve sonu belki hiçbir zaman gelmeyecektir. Okuma yazma bilmeyenlerimizin oranı, sıfıra indiği gün biz halk eğitimi konusunda ancak bir merhaleyi aşmış olmakla övünebiliriz. Çünkü biliriz ki, okuma yazma eğitim davasının sadece anahtarlarından biridir. Bu dava ise binbir gece masallarındaki saraylar gibi çok kapılıdır. Bu itibarla, ne kadar basite çevirmek istesek de eğitim konusunu bir tüm olarak gözden kaçırmamaya dikkat edelim. Bu uğurda bilimsel ve teknik imkânların her birinden ayrı ayrı yararlanmaya bakalım. Bilgi, aynı zamanda kişinin ekonomik değerini ve üretim gücünü artırmalıdır. Bu ise yalnız halkı okutmakla değil, ayrıca ona mesleği ile ilgili filmler göstermek, sergiler tertip etmek, anlayacağı dille radyodan konferanslar vermek yolu ile de başarılabilir.
Herhalde ele aldığımız eğitim davasını bir daha elimizden bırakmamaya and içmeliyiz.
6.2.1961
BUGÜNÜN İŞİ YARINA KALMASIN!
Üniversiteden uzaklaştırılan 147 öğretim üyesi memleket ölçüsünde bir meseleye yol açtı. Aylardan beri çözemediğimiz bu meseleye biz şimdilik sadece bir ad taktık: 147'ler diyoruz. Oldukça garip bir talihi var 147'ler meselesinin. En büyüğümüzden en küçüğümüze kadar hemen hepimiz yapılan işlemin doğru olmadığını kabul ediyoruz. Sorumlu olsun, sorumsuz olsun, kiminle konuşsanız alınan kararın fikir ve öğretim hürriyeti ile hiçbir şekilde bağdaşamayacağını, üniversite bağımsızlığını zedelemenin M.B.K. rejimine yakışmayacağını söylüyor ve genel seçimlerden önce hatayı mutlaka düzeltmek gerektiğine işaret ediyor. Fakat iş fiiliyata gelince kimsenin yerinden kımıldamayıp bir adım attığını göremiyoruz. Pek sıkıştılar mı, resmî kişiler kem küm ederek ''Hükûmetçe alınmış bu konu ile ilgili bir karar yoktur'' gibi yuvarlak lâflarla işi geçiştirmeye bakıyorlar.
Sorumluların kapalı ve imalı sözlerine bakılırsa, üaniversiteye karşı işlenen haksızlığı düzeltmek isteyenler, daha önce orduda yapılan tasfiyeyi hatırlamakta ve iki konuyu birbirine karıştırarak birincisi ele alındığı takdirde ikincisine dokunmamanın yeni bir mesele yaratacağından korkmaktadırlar. 147'ler meselesinin sürüncemede kalması başlıca bu sebebe dayanıyor olmalıdır.
Oysa, iki tasfiye hareketi arasında gerek prensip, gerek şekil yönünden herhangi bir bağlantı kurmaya imkân yoktur. Prensip itibarıyle üniversite bağımsız bir müessesedir, fikir ve öğretim hürriyeti çerçevesi içinde görevini başarmaktan sorumludur. Ordu ise yetkili devlet organlarının sürekli kontrolü altındadır. Pek değerli bir komutan, şu ya da bu düşünce ile görevinden alınabilir, vakitli vakitsiz tasfiyeye de uğrayabilir. Bu yüzden ortada bir zarar bile olsa, rejimin temel prensiplerine aykırılıktan söz edilemez. Bu, her yerde böyledir. Birinci Dünya Savaşı'nın büyük kahramanlarından Hindenburg, emekliye ayrıldıktan sonra Kaiser tarafından tekrar hizmete çağrılmış değil mi idi? Eğer aldanmıyorsam, İkinci Dünya Savaşında General Mac Arthur'un durumu da bundan pek farklı değildi. Evet, bir orduda en kabiliyetli elemanlara kadar herkes yönetim gücünün emrindedir. Fakat üniversitede durum apayrıdır. Hukuk devleti ve hürriyet rejiminin sınırları üniversite kapısına gelir ve orada durur. gerektiği zaman bir orgenerali haksız yere görevinden ayıran hükûmet, haklı da olsa, işe yaramaz bir pısırık hocaya dokunamaz. Bilim şerefini korumak, bilimsel düşünceyi geliştirmek ve gerektiği zaman kendi bünyesinde ayıklamalara başvurmak, doğrudan doğruya üniversitelere düşen bir görevdir. Kaldı ki orduda yapılan son tasfiye hareketinin nedenleri yetkililer tarafından halk efkârına uzun boylu açıklanmış, emekliye ayrılan subaylarımızın şeref ve haysiyetleri üzerine en ufak bir gölge bile düşürülmemesine dikkat edilmişti.
147'ler meselesi ise bugüne değin izahsız kalmıştır. Bu öğretim üyelerini yerlerinden, yurtlarından olmaya zorlayan nedenler hâlâ kalın bir sis perdesi altında saklıdır. Sis bulunan yerde rahatsız edici birtakım dedikoduların eksik olmayacağını hep biliriz. Nitekim bu dedikodular aylardan beri ortalıkta dolaşmakta ve yurttaşları üzmektedir.
Bu meselenin hep böyle çözümsüz duracağını sanmak yanlıştır. Bir gün elbette ortalık aydınlanacak, hata mutlaka düzeltilecek ve haksızlığa uğrayanlar mânen olsun tatmin edileceklerdir.
27 Mayıs hareketinin özdenliğine yürekten inanan bizler, istiyoruz ki bu hatayı düzeltme işi gelecek seçimlerden sonraya bırakılmasın, şimdi yapılsın. M.B.K.'sinin iyi niyetlerinden kimse şüphelenmediği için de ortada tereddüde yer olmadığını söylüyoruz.
4.3.1961
MİLLET ÖNÜNDE VE AÇIK
Anayasa Komisyonu çalışmalarını hemen hemen bitirdi. Kurucu Meclis pek yakında projeyi ele alacak ve halkoyuna sunulmak üzere ona son şeklini vermeye başlayacaktır. Böylece devletimizin temelini güçlendirmek sorumunu taşıyanlar için içinde bulunduğumuz intikal devrinin en önemli, en nazik anları gelmiş çatmıştır, diyebiliriz. Anayasa maddeleri arasında gözden kaçacak sürçmeler, çelişmeler, unutulacak eksiklikler, sosyal realitemize aykırı hükümler bulunursa ileride bunun acısını yine millet çekecektir. Herhalde bir kanunun aksayan taraflarını sonradan düzeltebilir, hatta gerekirse o kanunu toptan kaldırabiliriz. Fakat hukuk düzenimizin başlıca kaynağı demek olan Anayasayı sık sık ve kolayca değiştirmeye imkân yoktur. Bu itibarla sorumlular dikkat kesilmeli, bütün enerjilerini toplayarak projedeki son rötuşlarla ortaya kusursuz, hiç değilse mümkün olabildiği kadar az kusurlu bir eser çıkmasına yardım etmelidirler.
Kimdir bu sorumlular?
Eğer bana sorarsanız:
- Derece derece hepimiz, bütün Türkler!
Diyeceğim. gerçekten yüreğinde vatandaşlık duygusu çarpan, bu topraklar üzerinde hak tanır, medenî bir idare sisteminin uygulanmasını özleyen herkes, Anayasa çalışmalarıyla yakından ilgilenmeli, maddeler hakkında fikir edinmeli ve gerekirse düşüncelerini savunmak imkânını bulmalıdır. Bu da ancak yakında başlayacak Kurucu Meclis çalışmalarını her türlü yayın araçlarına başvurmak suretiyle en geniş bir ölçüde yurt düzeyine yaymakla mümkün olabilecektir. Kurucu Meclise sunulacak olan proje şimdiden çok sayıda bastırılmalı ve üniversitelere, gazetelere, çeşitli meslek kurullarına bol bol dağıtılmalıdır. Böylece Sayın M.B.K. üyeleri, Sayın Temsilciler Meclisi üyeleri kamuoyunun genel eğilimi hakkında bilgi edinmek ve yurt realitesine daha yakından değinmek fırsatını bulurlar.
Projeye ilk şeklini veren profesörlerin manastıra çekilmiş papazlar gibi kendi başlarına kalmaları iyi olmamıştır. Aylarca süren gizli oturumlar sonunda bunların aralarında bile tam bir fikir birliğine varamadıklarının meydana çıkması halkı üzmüştür. O sıralarda böyle yapılmayıp da çalışmalar milletin gözü önünde geçse idi, Kurucu Meclise sunulan tasarı herhalde daha derli toplu, daha kıvrak bir eser olabilirdi. Anayasa Komisyonundaki görüşmeler gerçi basına günü gününe açıklanıyordu, ama bunların da gereği gibi halktan ilgi toplayacak bir şekilde yayınlandığını söylemek güçtür. Örneğin milletlerarası antlaşmaların kanundan üstünlüğünü belirten bir madde vardı, içinde yaşadığımız dünya şartları bakımından pek yerinde olan, zaten İkinci Dünya Savaşından sonra hürriyetçi anayasalara giden bu maddeye komisyon kaldırdı. Neden kaldırdı, bir türlü anlayamadık. Egemenlik kavramının artık çok değiştiğini bugün biliyoruz. Milletlerarası işbirliğinin ulaştığı durak, eski ölçülere göre havsalaya sığmayacak derecede geniştir. eğitim, adalet, ticaret, hatta savunma konularında milletler, bağlı oldukları hak ve hürriyet anlayışı çerçevesi içinde birbirlerine daha çok yaklaşıyorlar. Eski anlayışa göre yargı hakkı ulusal egemenliğin başlıca şartlarından biri idi. Oysa Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nu birçok üye devletler en yüksek yargı organı olarak tanımışlardır (bir Türk yargıcı da o komisyonda görevlidir.) Bu ve benzeri hallerde Anayasamızın bizi yarın kaskatı bağlayıp hareketsiz bırakmasını önlemeli değil miyiz?
Herhalde, hukuk düzenimizin sağlam temellere dayanması, Anayasa çalışmalarımızın başarılı bir sonuç vermesine bağlıdır. Bu konuda hiçbir gayreti esirgemeyelim.
5.3.1961
SON DENEME OLACAK
Otobüsler dolusu Türk işçisinin Almanya'da çalışmaya gittiğini gösteren resimleri gazetede görünce düşündüm:
Demek dışarıya ürünlerimizi satamıyoruz, ama hiç değilse iş gücümüzü satıyoruz. Bu yolla da yurda döviz girebilir, dedim.
Aynı satışı yapan başka memleketleri zihnimde araştırdım. Örneğin İtalya da Kuzey Avrupa'ya her yıl işçi gönderiyordu. Hem de bizim gibi birkaç otobüse sığacak kadar önemsiz değildi bunların sayısı. Yabancı ülkelerde geçici olarak çalışan İtalyanları on binlerle, yüz binlerle hesaplamak gerekirdi. Orada ayrıca sürekli bir göç hareketi de vardı. Her yıl birçok İtalyan hayatını kazanmak amacı ile çoluk çocuk kafileler halinde vapurlara biniyor, anavatana mendil sallayarak bir daha belki dönmemek üzere uzak diyarlara yerleşmeye gidiyordu.
Demek ki İtalya'nın sattığı iş gücü daha ziyade bir zorunluktan ileri geliyordu. Bunda imrenecek, öykünecek bir yan aramak boşuna idi. Anadolumuzun hemen yarısı kadar bir yerde, dar ve az verimli topraklar üzerine sıkışmış kalmış 46 milyon insandı bu İtalyanlar. Bir zamanlar oraya buraya saldırmışlar, ''fütuhat'' yoluyla kendilerine yeni topraklar aramışlardı. Mussolini denemesi bunun çıkar yol olmadığını ortaya koyunca İtalya için Avrupa'ya karışmak ve Avrupa şartları içinde gelişmekten gayrı çare kalmıyordu. Bir yandan Vanoni plânı ile memleketin geri kalmış güney bölgesini değerlendirirken, bir yandan da çeşitli endüstri kollarına önem verdi İtalyanlar. Kaliteli ve ucuz el emeğine dayanarak dış-satışlar arttırıldı. Turizm endüstrisinde büyük gayretler harcandı. Yalnız bu yoldan İtalyanların geçen yıl elde ettiği döviz kazancı 80 milyon dolara yakındır (bizim bir yıllık bütçemiz). Bu gayretlerin, göçleri ve dışarıya iş gücü akımını bütün bütün durdurmasa bile bir hayli azalttığı söylenebilir. Şimdi ise geçici olarakçalışmaya giderler daha kalifiye işlere bağlanmakta, göç edenler de daha verimli tarım alanlarını yeğ bulmaktadırlar.
Bize gelince, en az iki İtalya çıkarabilecek olan topraklar üzerinde topu topu yirmi yedi milyon kişiyiz. Yeraltı ve yerüstü servetimiz büyüktür. Daha önemlisi, servetimizi değerlendirme imkânlarımız hemen hemen sonsuz denecek kadar geniştir. Bugünkü şartlar altında dışarıya iş gücü satmak zorunda kalmamızı haklı gösterebilmek için nüfusumuzun hiç olmazsa seksen milyona yaklaştığını söyleyebilmeliyiz. Oysa bu gidişle, nüfuzumuz kırk milyonu bulmadan önce bir sefaletten kırılmak kafileler halinde yabancı diyarlara göç etmek, ya da birbirimizi yemek zorunda kalacağa benzeriz.
Bir yandan halkımız hızla çoğalırken bir yandan topraklarımızın kısırlaşması, bir yandan da üretim gücümüzün olduğu yerde sayması, bizim hesabımıza en büyük bir tehlikedir. Biz yabancı memleketlere iş gücü satmak şöyle dursun, yurtiçinde hareketsiz duran iş gücünü teşkilâtlandırmak ve gramını heba etmeden onu kullanmak, milletimize yararlı bir hale getirmek zorundayız. Çok partili demokratik rejim bunu başaramamıştır. Başarmak şöyle dursun, kimi aydınların kafasına ''bu rejimle kalkınma olmaz'' gibi bir düşünce saplanmasına yol açmıştır. 27 Mayıs'tan sonra ''partilerin yapamayacağı reformları subaylar yapmalıdır'' diye ortalığa yayılan slogana yeteri kadar önem verilmediğine dikkati çekmek isterim. Partilerin cesaret edemeyeceği reform ne demektir. Bu söz, demokratik sistemin bizde yurt çıkarına uygun olarak işlemeyeceğine inanmaktan başka hangi anlama gelebilir?
Bu inancı yalanlamak için önümüzde son bir fırsat var. Anayasanın onaylanmasından sonra seçimlere gidilecek ve çok partili hayat bir daha denenecek. Bu sefer de bir çıkmaza girersek uzun bir süre hürriyet rejimine artık paydos!
18.3.1961
DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ
Ortalıkta başlıca iki kaygu göze çarpı,or: Yeni kurulan partilerin düşük D.P. oylarını tolama yarışına girişimleri ve düşük D.P. kuyruklarının yeni partilere sızma çabaları.
Bu kayguların bir gerçeğe dayandığı doğrudur. 1957 seçimlerinde başvurduğu türlü mızıkçılıklara rağmen D.P.'ye bile bile oy veren vatandaşların toplamı herhalde saygıdeğer bir rakama varmış olmalıdır. Gerçi o günden bu yana Demokrat oylarının adamakıllı törpülenip eridiğine şüphe yoksa da, geri kalan döküntüleri yeni partiler elbette azımsamayacaklardır. Seçimi oy avcılığı sayan bir zihniyetin belirtileri karşısında eski D.P. ve V.C. kuyrukları da evleviyetle yeni partilere sızma imkânlarını arayacaklardır. Özden Cumhuriyetçilerin gerekli tedbirleri alabilmesi için durumu böylece olduğu gibi görmekte fayda vardır.
Alınacak tedbirler neler olabilir?
Bence bütün dertlerimizin devası, Atatürk devrimlerinin ışığında demokratik prensiplere bağlı kalmaktır. 27 Mayıs hareketi bizi son on yıl boyunca adım adım kaybettiğimiz Cumhuriyetçilik ülküsüne yeniden kavuşturmuş, hareketi millet benimsemiş ve desteklemiştir. Şu halde, aslına bakılacak olursa olağanüstü davranışlara yer yoktur. Temel hürriyetlerin egemenliği demek olan Cumhuriyet ilkelerini dimdik ayakta tutmasını bilirsek 27 Mayıs'ta uçuruma yuvarlanmaktan kurtardığımız rejimi Atatürk'ün gösterdiği hedefe doğru emin adımlarla, bir daha dönmemesiye, yöneltebileceğizdir.
Bu arada dikkat edeceğimiz nokta, temel hürriyetlerle bağdaşması imkânsız her türlü sömürücülüğe, özellikle vicdan sömürücülüğüne engel olmaktır. İçlerinde hukuk profesörlüğü payesine ulaşmış kimi kara aydınlar demokrasiden söz edildi mi ''çoğunluğun isteği ne ise o olur'' fetvasını öne sürmektedirler. Bir mantık oyununa dayanan bu düşünce kökünden sakattır. Yobaz prensibi ikiye bölmekte, birinci kısmını kasden unutarak demagojiye başvurmaktır. Aslında, demokrasi dediğimiz rejim ''İnsan hakları ve temel hürriyetler sınırı içinde çoğunluğun iradesine'' dayanır. Her medenî hukuk sisteminde olduğu gibi demokratik düzen de kayıtsız şartsız iradeyi reddeder. Doğuyu batıdan ayıran başlıca farkı bu noktada aramalıdır. Yurdumuzda aklın egemenliğini kurmak, yani vatandaşı gerçek hürriyete kavuşturmak isteyen Atatürk, başardığı devrimleri bu erek uğruna göze almamış mı idi? Dünyanın hiç bir demokrasisinde ''millet çoğunluğu böyle buyuruyor'' denerek vatandaş temel haklarından yoksun bırakılamaz. Kendi dileği ile erkekten kaçıp evine çekilen ya da manastıra kapanan ergin bir kadına biz karışamayız. Fakat ''bana oy verirseniz kadınları çarşafa zorlayacağım, kız çocuklarına okulu yasak edeceğim'' diyen bir yobaz düpedüz insan haklarına pala sallıyor, topluma kafa tutuyor, milletin demokratik gelişmesine çelme takıyor, demektir.
Düşük iktidar buna benzer demagojik oyunlara, hele son yıllarında sık sık başvurmuş fakat dişe dokunur bir başarı elde etememişti. Seçim Kanununda 1954'ten sonra yapılan antidemokratik değiştirilere rağmen o halk gözünde itibarını boyuna kaybediyordu.
Şimdi, yeni partilere sızdığını duyduğumuz DP ve VC kuyruklarının herhangi bir kayda değer bir başarı elde etmeleri beklenemez. Kanuni bir engel yoksa, devrim prensiplerine kafa tutmamaları şartı ile, şanslarını her zaman denemek bunların hakkıdır. Tabii, sırası geldiği zaman Cemazi-ül-evvellerinin halk önüne serilmesini göze almaları şartı ile.
8.4.1961
SUBAYIN HAKKI SUBAYA
Subaylara oy hakkı tanınması kolay olmadı. Temsilciler Meclisinde bu konu ile ilgili olarak ateşli sözler söylendi, heyecanlı tartışmalar yapıldı. Kimi hatipler lehte, kimileri aleyhte konuştular. Subaylara oy hakkı verilmesini istemeyenlerin dayandığı biricik gerekçe, bu yolla ordunun politikaya bulaştırılacağı kaygusu idi. Balkan Harbi felaketini gözleriyle gören, o günlerin acısını hâlâ yüreğinde taşıyan eski tarih hocası Şemsettin Günaltay, bu kayguyu içi yanarak açığa vurdu. Milli Savunma Komisyonu bile ikiye karşı sekiz oyla eskiden olduğu gibi subayların yine seçim dışı bırakılmaları tezini savundu.
Fakat neticede öteki tez ağır bastı ve Temsilciler Meclisi, genel seçimlerde oy kullanma hakkını subaylara tanıdı.
Bu konuda aleyhte söz söyleyenlerin kaygularını anlamakla beraber biz onaylanan kararı yerinde bulduğumuzu belirtmek isteriz. Yurt savunmasında görev yüklenen, gerektiği zaman bu yolda canını fedaya yeminli, yüksek öğretim görmüş, kültürlü vatandaşları, sırf orduya politika karışmasın gerekçesine dayanarak oy hakkından yoksun bırakmak, artık değerini yitirmiş bir davranış olsa gerektir. Çok partili hayata geçtiğimizden beri on beş yıllık deneyler bunu açıkça gösteriyor. Kendini bilen bir insanın memleket kaderiyle ilgilenmemesi imkânsızdır. Bizde de 1946, hele 1950'den beri subayların büyük çoğunluğu seçimler sırasında kayıtsız durmamışlar, kendileri gidemedikleri sandık başlarına yakınlarını göndermeye gayret ederek milli iradeye katılmak istemişlerdir. Şimdi subaylara oy hakkı tanımakla durumun değişeceğini sanmaya yer olmasa gerektir.
Yine son on beş yıllık tecrübelerin gösterdiğine göre yurdumuzda vatandaşı çileden çıkaran en büyük tehlike, seçimlerin kötü idare edilmesi, seçimlere idare tarafından hile karıştırılması, gerek kanuni, gerek kanun dışı yollarla haksızlık edilmesidir. Bu gibi hallere karşı oy hakları olmayan subaylarımızın da sivil vatandaşlarla beraber acı duyduklarını her zaman yakından gördük.
Bizce dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Seçimlere girip milli iradeye katılmak başka, politika yapmak başka şeydir. Bir subay seçimlere girmeden de politikaya alet olabilir. Yassıada'da hesap veren kimi yüksek komutanların, asil görevlerini unutarak düşük idareye körü körüne bağlandıkları duruşmalar sırasında bir bir ortaya çıkmıyor mu? İşte ordumuzu bu ve buna benzer politika hastalıklarından korumaya bakmalıyız. En büyük rütbelisinden en küçük rütbelisine kadar subaylarımız seçimlerde oylarını vicdanlarına göre kullanacaklardır. Elverir ki kendi aralarında ve çevrelerinde propagandaya kalkışmasınlar, herhangi bir kişi, ya da kurul üzerine baskı hareketlerine girişmesinler, hiçbir partiye hiçbir şekilde alet olmasınlar.
Bu, her şeyden önce bir kültür ve olgunluk meselesidir. Bizim ordumuzun ise bu kültür ve olgunluk seviyesine ulaştığını göğsümüzü gere gere söyleyebiliriz.
Öyle olmasaydı 27 Mayıs yaratılabilir miydi?
9.4.1961
YİNE ANAYASA ÜZERİNE
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra anayasalarını yeni baştan düzenleyen kimi Batı Avrupa milletleri hukku biliminde devrim sayılacak ileri bir adım attılar, ''karşılıklı ve eşit haklı olmak şartıyla milli egemenlik haklarından kısmen fedakârlık'' yapabileceklerine dair anayasalarına birer madde koydular. Kurucu meclisler de bu hükmü onayladılar.
Bilmem bizim profesörler ne derler ama, Anayasa ve Devletler Hukukunda böylesine ileri bir adım o günedek sanırım görülmüş değildi. Tarihte ilk defa olarak bir kısım hür Avrupa milletleri bilerek ve isteyerek birleşmek, daha güçlü, daha temelli bir niteliğe kavuşmak uğruna harekete geçiyorlardı. Bu, Birleşik Avrupa devletlerini bir hayal olmaktan kurtarabilecek cesaretli bir hamle idi. Tarih boyunca gerçekleşen bütün birleşmeler ya kılıç zoru ile ya da büyüğe karşı küçüklerin yanyana gelmesiyle başarılmıştı. Bir devlet gelişir, zayıf devletleri siler süpürürdü. Birbirlerini destekleseler de zayıf devletler çok defa yenilmeye mahkûmdular. Çünkü aralarında organik bir bütün kurmayı düşünemiyorlardı. Nasıl düşünsünler ki, bu devletlerin idaresi halktan ayrı, halkın üstünde bulunan kimselere aitti. Halklar birleşti mi, istilacı kovulsa bile onlar bütün çıkarlarını yitireceklerdi.
Avrupa Birliği fikri böylece İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çekirdek halinde doğdu ve yavaş yavaş gelişmeye başladı. Gerçi gelişim pek ağır yürüyordu. Demir perde gerisinde yaratılan yumruk disiplini burada yoktu. Birlik fikri yukarıdan zorla milletlere yüklenmiyor, tersine milletlerin içinde kendiliğinden büyüyüp serpilmeye çalışıyordu. Çekirdek tutacağa benziyordu. Avrupa Konseyi, Kömür-Çelik Birliği, Euratom, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu gibi müesseseler bu sayede hayata kavuşmak imkânını buldular. Şüphesiz çekirdek henüz yeni filiz vermeye başlamıştır. Gürbüz bir fidan haline gelebilmesi belki daha çok uzun gayretlere bağlıdır. Fakat Anayasa hukukunda atılan adım sağlamca yerinde durmaktadır.
Profesörler Kurulunun hazırladığı bizim Anayasa tasarısında yukarıki düşünceyi yansıtan olumlu bir hüküm vardı ve bence çok yerinde idi. Nedense komisyon çalışmaları sırasında o madde tasarıdan çıkarıldı. Hiç de iyi edilmedi.
Böylece, hem yaşadığımız milletlerarası şartlara kıyasla geri kalmakta, hem de ileride başımızı derde sokabilecek buhranlara şimdiden kapı hazırlamaktayız.
Klasik egemenlik anlayışı Birinci, hele İkinci Dünya Savaşından sonra çok değişmiştir. Bir devlet keyfi istediği zaman komşusuna saldırmak, dilerse barış yapmak yetkilerinden artık yoksundur. Napolyon'un posası çıkınca müttefikler onu almışlar, Sainte-Helene adasına götürmüşlerdi. Şimdi yenilen adamı, yenenler yargılıyor ve gözünün yaşına bakmadan asıyorlar. Milletler, dünya görüşlerine göre topu topu iki üç gruba ayrılmışlardır. Tarafsızlık, başına buyrukluk diye bir kavram artık ortada kalmamıştır. Günümüzün tarafsız geçinenleri, taraflılar arasında denge sayesinde ayakta durabiliyorlar. Yarın bir fırtına patlarsa ya bir yana sığınacaklar ya da öte yandan inen yumruğun baskısı altında ezileceklerdir.
Milletimizi Batı uygarlık düzeyine yönelten Atatürk, ilk gündenberi (yurtta sulh, cihanda sulh) ilkesini benimsemiş, Türk milletinin saadeti uğruna bu ilkeyi yürürlüğe koymuştu. Onun ölümünden sonra genel çizgileriyle aynı ilkeye hep bağlı kaldığımızı övünerek söyleyebiliriz. Şu halde hem devrim prensipleri, hem de Milli Savunma gerekleri bizi Batı milletler ailesi içinde yer almaya zorlamaktadır. Gayretlerimiz de ötedenberi zaten bu yoldadır.
Fakat bir aile içinde yaşamanın bir takım mükellefiyetleri vardır. Milli Savunmada, ekonomide, devletler hukukunda her gün öyle gelişmeler oluyor ki, eşit şartlarla bunlara katılmak için hükümet anlaşmalar, sözleşmeler imzalamak zorunda kalıyor. Komisyonun Anayasa tasarısına koyduğu madde işte bu anlaşmaların Anayasaya uygunluğunu peşin olarak sağlamak amacını güdüyordu. Aklımda yanlış kalmadı ise, madde ''karşılıklı olmak şartıyla milletlererası antlaşmalar kanundan üstündür'' şeklinde kaleme alınmıştı.
Milletlerarası antlaşmalar zaten bir kanunla yürürlüğe girdiğine göre acaba komisyon bu maddeyi fuzuli mi saymıştı? Oysa, bundan böyle meclislerin ve iktidarların üstünde bir Anayasa Mahkemesi bulunacağına göre yarın pekala bir antlaşmanın bu mahkeme tarafından Anayasa'ya aykırılığı iddia olunabilir ve belki de bu suretle milletimiz bir buhrana ya da şimdiden tahmin edilemeyecek güç bir duruma sürüklenebilir.
Temsilciler Meclisinin bu çok önemli konu üzerine saygı ile dikkatini çekerim.
30.04.1961
DAHA FAZLA AYDINLIK GEREK
Bir takım politikacılar devrim nedir bilmez görünüyorlar. Bunlar Atatürk'ü de, çağımız şartlarını da, 27 Mayıs'ı da anlamayan kimselerdir. Önümüzdeki seçimlere sadece oy kaygusu ile hazırlanmak niyetindedirler. MBK'nin tarafsızlığı parolasına sığınarak düşük idareyi seçim yoluyla geri getirmeye azmetmiş bir halleri var. Onlara göre, Yassıada dışında kalan bütün eski DP'liler masumdur. Bunları kendi saflarında toplayıp düşük idarenin ''mücerrep'' metotları ile çalışmayı akıllarınca en güçlü başarı şartı sayıyorlar. M.B.K. tarafsız ya, iktidara gelirlerse genel af ilan edecekleri vaadi ile kıyıda köşede oturan partizanları neden heyecanlandırmasınlar? Hatta gizli gizli ''hesap sormalar''dan, ''öç almalar''dan söz ederek demokrat kuyruklarına neden cesaret aşılamasınlar?
Herhangi bir başarı umudu taşıdığı için değil, fakat özlediğimiz normal hürriyet düzenini geciktirebileceği, bu hususta muhtaç bulunduğumuz güvenlik havasını sarsabileceği, için bu kaypak davranışlara kesin olarak son vermek zorundayız.
Bir defa M.B.K. tarafsız değildir. Hiçbir devrim idaresi tarafsız olamaz. Devrimler, bir amaca varmak için göze alınır. Dört yüz kişiyi bir adaya tıktıktan sonra millete dönüp ''şimdi ne halin varsa gör!'' demenin devrimle, evrimle bir ilişiği yoktur. Yassıada'da hesap veren dört yüz sanıktan kimi suçlu, kimi suçsuz görülebilir. Bu, bir hukuk sorunudur. Fakat bunun dışında kamuoyunun 27 Mayıs'tan çok önce mahkûm ettiği bir zihniyet vardır ki, o gün M.B.K? işte o zihniyeti yıkmak için harekete geçmiştir. DP kapatılırken asıl o zihniyete son verilmek istenmiştir.
İşin alaya, şakaya gelir bir yanı bulunduğu sanılmamalıdır. Atatürk ilkelerine yan çizen, son devrim hareketini bir gaflet anında nasılsa başa geçmiş geçici bir ''kaza'' sayan, başka ad taşıyan partilere sığınıp düşük devri seçim yoluyla bir gün yeniden doğrultabileceklerini sanan kimseler, pek çürük bir tahta üzerinde oynadıklarını vaktinde görmelidirler.
M.B.K.'nin tarafsızlığı ancak Atatürk ilkelerine yürekten bağlı, 27 Mayıs hareketini benimsemiş, düşük zihniyeti hiçbir şekilde hortlatmamaya kararlı, hürriyet ve demokrasi uğruna çalışan partilere karşıdır.
Bu itibarla bağımsız İstanbul gazetelerinin bellibaşlıları tarafından yayınlanan öneriyi yerinde girilmiş bir teşebbüs saymalıdır. Siyasal partilerimizin millet önünde bir araya gelerek devrim amacına uygun hareket edeceklerine dair fikir birliğine varmaları yurdumuzdaki güvenlik havasını kuvvetlendirmeye yarayacaktır. Bu, devrim mantığına öylesine uygun bir davranıştır ki, ona katılmamak, kötü niyetini açığa vurup kendi kendini mahkûm etmekten farksız sayılabilecektir. 27 Mayıs'ı bulandırmaya ve bulanık suda tertipli dümenler kırmaya kimsenin hakkı yoktur. Devrim idaresinin baş görevi, alacakaranlığa hiçbir şekilde imkân vermemektir.
25.5.1961
27 MAYISIN EŞİĞİNDE
Geçmişte ne çekmiş isek bir takım kötü huylarımız yüzünden çekmişizdir. Biz, genel olarak akıldan pek hoşlanmayız. Güçlükler karşısında aklımızı yoracak yerde o güçlükleri azımsamakla kendimizi teselliye kalkışırız. En çok benimsediğimiz ilke, günümüzü gün etmek ilkesidir. Bu, bizi bir adamı put haline yükseltip onun gölgesinde yaşamaya götürür. Son elli yıllık gazete koleksiyonlarına bir göz atınız: Bizim kadar dâhi devlet adamı, bizim kadar eşsiz önder, bizim kadar süper kudret sahibi yetiştirmiş bir başka millet bulamazsınız. Hadi Meşrutiyet'ten öncesini hesaba katmayalım; fakat vatandaşı hürriyete kavuşturmak amacı ile ihtilal yaparak, ya da seçim yolu ile işbaşına gelen yöneticilerden kaç tanesi kendini millete karşı sorumlu duymuş ve bunu açıkça belirtmiştir? Parmakla sayılacak birkaçı bir yana, bunların çoğu derhal birer şef edası takınmışlar ve iktidar koltuğunda oturdukları sürece daha ziyade buyurmak yolunu tutmuşlardır.
Elimizi vicdanımıza koyalım da öyle söyleyelim: Bu yakışıksız davranışta bizim de önemli bir payımız yok mudur? İlk günden başlayarak pohpohlarımızla putlaştırmaya çalışmasaydık, o adamlar böylesine şımarırlar ve ölçüsüz davranışlarıyla yurdumuzu çıkmazlara sürükleyebilirler mi idi?
İki gün sonra 27 Mayıs'ın birinci yıldönümünü kutlayacağız. Çok şükür, tarihimizde belki ilk defa olarak bu bir yıl içinde henüz bir put yaratılmadı. Ortada ''her şeyimizi sana borçluyuz!'' diyebileceğimiz sivrilmiş, yarı tanrılaşmış bir kişi yok. Devrim, gençliği ile, ordusu ile, Atatürkçü kadrosu ile tüm milletin başarısı olarak tertemiz ayakta duruyor.
Bunu fırsat bilerek kötü huyları toplum bünyemizden bir an önce silip atmaya bakmalıyız. İlkin aklın egemenliğini iyice benimsemeye çalışalım. Akıldan korkmayalım ve akla sırt çevirmeyelim. Bir kez böyle bir davranışa kendimizi alıştırmaya başlarsak artık güçlüklerimizi azımsamak, günümüzü gün etmek, adamları put yapıp onlara tapmak gibi huylarımızdan da kısa zamanda kurtuluruz. Gerçeği araştırmanın ayıp ve yasak olmadığı, işbaşındaki yöneticilerin insan üstü varlıklar sayılmadığı bir ülkede yurttaşlar, fikir hürriyetinden eşit olarak toplumu ilerletmek uğruna yararlanacaklardır. Bu şartlar altında bozguncuların sesi, göreceksiniz, kendiliğinden kısılacak, zamanla gericiler de daldıkları gaflet uykusundan uyanmak, çağımıza ayak uydurmak imkânına kavuşacaklardır.
Düşük iktidar bize taşınması ağır bir miras yükü bırakmıştır. On yıllık ''görülmemiş kalkınma'' edebiyatı Türk milletine pahalıya mal olmuştur. Ödenmesi uzun sürecek dış borçlarımız vardır. İçeride vatandaşın hayat seviyesi düşmüştür. Yapılan hataları düzeltmek, bozulan ekonomik dengeyi yeniden kurmak bizi milletçe büyük fedakârlıklara zorlayacaktır.
Bugünün ve yarının sorumluları bu gerçekleri halktan gizlememelidirler. Hiçbir tılsımlı el, yarayı bize acı çektirmeden saramayacaktır. Durum millete açıkça anlatılmalı; tutacakları yolu partiler kendi yönlerinden iyice belirtmelidirler.
27 Mayıs devriminin ışığında artık eski alışkanlıklarımızdan silkinmek kendimize esaslı bir çekidüzen vermek gerektiğini unutamamalıyız. Gayretlerimiz bu sefer de boşa giderse millete sahiden yazık olur.
8.6.1961
HÜRRİYETİ N'APACAKLAR
Bizde partiler arası iktidar yarışmaları bugüne değin hep duygu alanında kalmış, hiç bir zaman düşünce alanına yükselememiştir: Özlediğimiz demokratik düzeni bir türlü kuramayışımızın başlıca nedenlerinden biri herhalde bu geri ve ilkel davranış olacaktır. Muhalefet yıllarında iken D.P. sözcüleri her gittikleri yerde halka bol bol hürriyet vaadederler, iş başına gelirlerse hukuk devleti şartlarını kısa zamanda gerçekleştirecekleri tezini savunurlardı. Üretim davası, toprak davası, orman davası, halk eğitimi davası, sosyal adalet davası gibi Türkiyemiz için birinci derecede önemli konulara hiç dokunulmazdı. Yalnız arada bir, bir açık hava toplantısında:
- Devlet gazoz yapar mı? Bize oy verin devlet sektöründeki fabrikaları anonim şirket yapıp halka devredeceğiz?
Diye nutuk çekildiği olurdu. Bu nutukları dinleyenler de DP'nin CHP'ye kıyasla daha liberal bir politika güdeceği sanısına kapılırlardı.
1950 yılından sonra DP'nin nasıl bir yol tuttuğunu, daha doğrusu nasıl bir yolsuzluk içine dalarak nihayet gırtlağına dek bataklığa saplandığını biliyoruz. Arkada bıraktığımız on yıllık süre içinde muhalefeti temsil eden CHP'nin sosyal ve ekonomik başlıca yurt davalarını ele alamamasını, bunlar üzerine gereği gibi eğilememesini anlarız. Emektar parti ne yapabilirdi? Günden güne uçuruma doğru yuvarlanan, yurdumuzun ta kendisi idi. Rejim davası, birden davalarımızın en önemlisi haline gelmişti. Rejimi kurtarmadıkça, ne sosyal, ne de ekonomik hiç bir konuya dokunulamazdı. O zamanki muhalefetin bütün gayreti, düşük iktidarı rejim yönünden uyarmak noktası üzerinde toplanıyordu.
Nihayet 27 Mayıs devrimi ile yurdumuz korkunç bir çıkmazdan kurtuldu. DP kapatıldı, yeni partiler kuruldu, Kurucular Meclisi toplanarak insan haklarını ayakta tutacak demokratik bir Anayasa, bir de Seçim Kanunu hazırladı. Partilerin sosyal çalışmalarına izin verildi. Önümüzdeki dört beş ay içinde seçimlere giderek yeni bir iktidarı işbaşına getireceğiz. Artık rejim meselesi çözülmüş ve CHP'nin ilk hedefler beyannamesi ile savunduğu ilkeler gerçekleşmiş bulunmalıdır.
Fakat bugün ortalıkta ne görüyoruz? Partiler arası çatışmalara hâlâ en ufak bir düşünce kırıntısı karışmış değildir. CHP ağırbaşlı davranarak susmakta, nasıl olsa seçimleri kazanacağının güveni içinde o mutlu günü beklemektedir. Seçimleri kazanıp da bu güngörmüş parti ne yapacak? Üretim gücümüzü hangi yolla arttıracak? Eğitim davamızı çözmek uğruna neler yapacak? Toprak davasını nasıl düzenliyecek. Çeşitli yurt meselleri arasında ne gibi bir öncelik sistemi kuracak? On yıl süre ile düşük iktidarın plânsızlığından, programsızlığından sızlanan CHP, kendi plân ve programını ne zaman açıklayacaktır? Yurttaşları yakından ilgilendiren bu sorular karşısında sayın CHP sözcüleri henüz sessizdirler.
Beri yandan AP ve YTP gibi yeni kurulan partiler de şimdilik bütün güçleri ile CHP'ye yüklenmekten öteye gidemiyorlar. DP'nin kullana kullana artık kirli bir sakız haline getirdiği ''27 yıllık mazi'', ''halka sırtını çeviren idare'', ''tek parti zihniyeti'', yollu hafif olduğu kadar zayıf sloganlar hâlâ ağızlarda çiğneniyor.
Yarın iş başına gelirsen ne yapacaksın, Sayın Alican? Yarın Mecliste partin çoğunluğu kazanırsa nasıl bir yol tutacaksın, Sayın Pala Paşa? Bunu şimdiden bildirmezseniz, partilerinize sokulmak isteyen kuyrukların ileride sizi yakanızdan tutup atmayacaklarını nasıl düşünebiliyorsunuz? Sizlerin iyi niyetli iyi insanlar olduklarınızdan ben şüphe etmiyorum. Fakat sizler de bilirsiniz ki iyi niyetli iyi insan olmak, memlekete hizmet edebilmek için yetmez. Ayrıca belli bir düşünceye bağlanmak ve bunu iktidarda olsun, muhalefette olsun, cesaretle savunmak gerekir.
Sözün kısası, yeni bir hürriyet rejimini yürürlüğe koymak üzerinde bulunduğumuz şu günlerde partilerimiz o hüriyeti nasıl ve ne maksatla kullanacaklarını bilmiyor görünüyorlar.
Bu görünüşün arkasında bir gerçek payı varsa, onca zahmetle kurmaya çalıştığımız yeni hürriyet rejiminin de, ötekiler gibi kısa zamanda soysuzlaşacağından hiç şüphemiz olmasın.
11.6.1961
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder