19 Mart 2017 Pazar

27 MAYIS'TAN 12 MART 'A NADİR NADİ, YAZILARI BÖLÜM 2



27 MAYIS'TAN 12 MART 'A  NADİR NADİ,  YAZILARI  BÖLÜM 2



KUŞAKTAN KUŞAĞA

Tarihte olumlu eser yaratmış vatanseverlerin görevi, yüreklerindeki yaratıcı heyecanı genç kuşaklara aşılamaktır. Büyük günlerimizi milletçe bunun için kutlarız; zaferlerimizin yıldönümünü bunun için birlikte anarız.
Milli Birlik Komitesi üyelerine bakınız; içlerinde 30 Ağustosu etiyle ve canı ile yaşamış olan bir sayın devlet başkanımız var. Ötekiler o gün ya daha askerlik çağına varmamış çocuklardı, ya da henüz dünyaya bile gözlerini açmamış bulunuyorlardı. Fakat o mutlu günün coşkun heyecanını damarlarında duymaları, o günün derin anlamını kavramaları bakımından bunları birbirinden ayırt edebilir miyiz?
İstanbul'da Beyazıt, Ankara'da Kızılay meydanlarında ''Hürriyet!'' diye bağıran, göğsünü gere gere kurşuna ve coplara karşı yürüyen kadınlı erkekli aydınlar kitlesi de 30 Ağustosu gözleriyle görmemişti. O meydanları inleten büyük kitle ezici çoğunluğu ile 30 Ağustos'ta daha anasının karnına bile düşmemişti. Fakat şerefli tarihimizin akışı içinde bugünkü kuşak dosdoğru 30 Ağustos'tan geldiğini, o günü yaratanların öz evladı olduğunu ispat etmemiş midir?
Atatürk büyük nutkunu boşuna söylememiştir. Büyük eseri Türk gençliğine boşuna emanet etmemiştir. Ve biz 38 yıldır 30 Ağustosu boşuna kutlamamışızdır. Bir milletin içinden vurdum duymazlar, benciller, gaflet uykusuna dalanlar, hainler daima çıkabilir. Bunlar bir punduna getirip takım halinde iktidara da gelebilirler. Devletin kilit noktaları onların eline geçebilir. Milleti hiçe sayabilirler, milletin menfaatlerini ayaklar altına alabilirler, kendi çıkarları uğruna milleti ezmek isteyebilirler. Atatürk'ü unutturmaya, hatta ona karşı cephe kurmaya kalkışabilirler; eserini yıkmak için sinsice tedbirler düşünebilirler.
Büyük Nutkunda Atatürk'ün birer birer ileri sürdüğü bütün bu ihtimaller, çok değil, ölümünden onbeş yıl sonra yurdumuzda belirmiştir. Fakat benliğinde Atasından devraldığı emanetin sorumunu taşıyan Türk gençliği ve Türk ordusu (ikisini birbirinden ayırt edemeyiz) o kötü niyetleri ve gizli emelleri nihayet sezmiş, onlara gerçekleşme imkânı bırakmamıştır.
Biz 30 Ağustosu bir süredir daha ziyade bir ümit ışığı olarak kutluyorduk.
- O şartlar altında o koca zaferi kazanan bir millet bugün böyle acıklı bir hale düşemez!
Diyorduk ve ufukta yüreğimizi ferahlatacak bir parıltı bekliyorduk. En buhranlı günlerimizi bu yılın 27 Nisanı ile 27 Mayısı arasında yaşadık. Beklediğimiz parıltı 28 Nisan günü Beyazıt Meydanı'nda görülmüştü. Parıltı İstanbul'dan Ankara'ya, Ankara'dan İzmir'e ve yurdun başka köşelerine sıçrıyor ve her yerde ümit verici yankılar uyandırıyordu. Fakat karanlık kuvvetlerin tepkisi de o nispette korkunç bir hal alıyordu. Hayatımda beni en çok duygulandıran olaylardan biri, 19 Mayıs Gençlik Bayramı'nın yasak edilmesi oldu. Atatürk'ün gençliğe hitabesini gazeteler yayımlayamadılar. İktidar, gençlikten ve Atatürk'ten adamakıllı yılmıştı. Bu artık son işaretti. Aydınlık'ta karanlığın çatışması yakında mukadderdi. Nihayet olan oldu. 1922 yılının 30 Ağustosu'nda dört günlük bir savaştan sonra istilâ ordusunu yenen Türk ordusu, 1960 yılının 27 Mayıs'ında dört saatlik çok ustaca hazırlanmış bir manevra ile yurdumuzu içeriden istilaya yeltenen bir çeteyi teslim alıverdi. Bugün 30 Ağustos'un heyecanını yüreğinde taşıyan genç kuşak, 30 Ağustosu yaratan kahramanlara layık olduğunu göstermiştir. Kutlu olsun!



1-9-1960

YERSİZ GAYRETLERE YER YOK!

Düşük iktidar sorumlularının yargılanacağı Yassıada'da hazırlıklara aralıksız devam edildiğini haber alıyoruz. İki bin kişilik mahkeme salonu yapılıyormuş. Yargıç ve savcı kürsüleri yerlerine konmuş. Muhakeme safhalarının gazetelere vaktinde yetiştirilmesi için telgraf ve telefon hatları genişletiliyormuş. Yassıada ile şehir arasında muntazam vapur seferleri kurulacakmış.
Bunlar hep güzel. Yalnız bir noktaya aklımız takıldı: Yabancı basının bu davaya büyük ilgi gösterdiği göz önünde tutularak, Nürnberg mahkemesinde olduğu gibi, Yassıada'da da yargılama safhalarını yabancı dillere çevirme tedbirleri alınıyormuş. Kulaklığı başına geçiren bir gazeteci, hâkim ne soruyor, sanık ne cevap veriyor, İngilizce, Fransızca, Almanca, hangi dilden isterse, dakikası dakikasına dinleyecek, muhakemeyi zahmetsizce izleyebilecekmiş.
İşte buna olmadı, diyoruz ve bu gayreti lüzumsuz, hatta yersiz bulduğumuzu saklamıyoruz.
Bir milletin egemenlik hakkını ayakta tutan başlıca erklerden biri de dildir.  Türkiye'de  Türk  egemenliğini  temsil eden, Türk milleti adına görev başaran müesseselerde bütün işlemler Türkçe yürütülür, anayasamıza göre de Türk devletinin dili Türkçedir. Yabancılar ilgi gösteriyor, duruşmalar açık olsun, herkes tarafından rahatça izlensin gibi acayip ve fuzuli gerekçelerle milli egemenlik haklarımızdan bir tanesini kendi elimizle zedelemeye hakkımız yoktur. Yarın bakarsınız, yabancılar Büyük Millet Mecilsi'nde görüşülecek bir meseleye de pek yakın bir ilgi gösterirler. Yukarıki gerekçeye uyarak o zaman Büyük Millet Meclisi salonunda özel tertipler mi alacağızdır? Bir duruşmanın açıklığı nasıl sağlanacağına dair, bütün medeni milletlerce benimsenmiş, her yerde uygulanan temel kurallar vardır. Bunlar arasında ''duruşma safhaları yabancı dillere aynı anda ve sesle çevrilir'' diye bir kayda rastlayamazsınız.
Nürnberg mahkemesini burada örnek göstermek çok yanlış bir zihniyetin belirtisi olur. Nürnberg mahkemesi milli değil, milletlerarası bir teşekküldü. Hâkimlerin kimi Amerikalı, kimi İngiliz, kimi Rustu. Sanıklar Almandı. Böyle karmakarışık bir toplulukta herkes mesela İngilizce konuşsa bile, mahkeme İngiltere devletini temsil etmediğine göre, duruşmaların çeşitli dillerden yapılması kaçınılmaz bir zaruretti
Yassıada'da böyle bir durumun söz konusu edilemeyeceği meydandadır. Yüce Divan, Türk milleti adına yargı hakkını kullanacaktır. Sanıklar Türk vatandaşlarıdır. Duruşmalar bütün dünyaya açık olacaktır ve kelimesi kelimesine yayımlanacaktır.
Bu şartlar altında Türkçe bilmeyen yabancı gazeteleri düşünerek milli egemenlik haklarımızdan fedakârlık manasına gelebilecek ve ilerisi için tatsız bir örnek teşkil edebilecek herhangi bir hareketten dikkatle sakınmalıyız.
Yabancı basın Türkiye'de zengin bir kadro ile temsil edilmektedir. Bunların burada olup bitenleri bağlı bulundukları müesseselere ulaştırabilecek geniş imkânları vardır. 27 Nisan'dan 27 Mayıs'a kadar yurdumuzda geçen olayları, Tahkikat Komisyonu'nun her türlü yasaklarına rağmen, vatandaşlarımız hep bu yabancı kaynaklardan izlemediler mi? Muhakemeler başladığı sırada yurdumuza gelecek olan gazeteciler de görevlerini Yassıada'da, hiç merak etmeyelim, rahatça başarırlar. Bunun için ayrıca kaygılanmamıza yer yoktur. Duruşma safhalarına dair Anadolu Ajansı'nın, ya da Basın -Yayın Umum Müdürlüğü'nün, kendi sorumları altında günü gününe hazırlayacakları bir özel tercüme servisi, yabancı meslektaşlarımıza ayrıca yardımcı bir hizmette bulunabilir.
Bundan ötesine katiyen lüzum yoktur.



3.9.1960

BİR PARTİ TARİHE KARIŞIRKEN

Düşük iktidar bir gün emrindeki savcılardan birini harekete geçirerek sulh mahkemesinde bir dava açtırmış ve ''Politikaya din karıştırıyor" gerekçesiyle pek çekindiği Millet Partisi'ni birkaç dakika içinde kapattırıvermişti. Bu, Demokrat Parti sorumlularının hak, adalet ve demokrasi anlayışlarının göze çarpar bir belirtisi idi. Din sömürgenliğini meslek edinen asıl suçlular DP yöneticilerinin kendileri idi. Alanda rakipsiz kalmak ve kendi başlarına diledikleri gibi at oynatmak istiyorlardı. Bir gün elbet CHP'ye de sıra gelecek, onun da icabına bakılacaktı. Ne var ki ana muhalefet partisi kolay yutulur bir lokma değildi. Zamanını kollamak, dikkatli davranmak, ayrıca tedbirler almak gerekiyordu. 
Millet daha azimli ve daha uyanık çıktığı için hazırlanan tedbirler tamamlanmadan iktidarı düşürdü ve suçluları yakaladı. Bir yandan bunların soruşturması devam ederken, öte yandan DP'nin hukuki durumu da yetkili makamlarca inceleniyordu.
Bu parti ne olacaktı? Yöneticiler hak ettikleri cezayı yiyeceğine göre DP kendi haline bırakılsın mı idi, yoksa kapatılsın mı idi? Hukukçular ikinci şeklin kaçınılmaz bir zaruret olduğunu, yıllardan beri kongresini toplamayan, sırf iktidarın desteği ile ve hukuk dışı bir varlık olarak ayakta duran bu partinin dağıtılması gerektiğini ileri sürüyorlardı.
Dünkü gazetelerde okuduğumuz bir haber yukarıdaki yargının nihayet gerçekleşmek üzere bulunduğunu gösteriyor. DP'nin mallarına mahkeme kararı ile el konmuş, bütün binaları mühürlenmiş, her türlü faaliyeti durdurulmuştur. Partinin dağıtılması, hukuken ortadan kalktığının ilan edilmesi her halde artık bir gün meselesidir.
DP hakkında öteden beri bilinen ve beklenen akıbetin böylesine gecikmesi, 27 Mayıs hareketi ile başlayan devrim idaresinin hukukilik esaslarına bağlı kalmak hususunda ne kadar dikkatli davrandığını gösterir. 27 Mayıs'ı başaranlar, düşük iktidarın sorumluları ile o sorumluları bağrında taşıyan hükmi şahısları kat'iyyen birbirine karıştırmamışlar, bunları ayrı ayrı ele almışlardır. DP'li suçluların sayısı ne kadar çok, işlenen suçlar ne kadar ağır olursa olsun, eğer Demokrat Parti'nin kapatılmasını gerektiren kanuni zaruretler bulunmasa idi, bu partiye yine de ilişilmeyecekti. Bugün yurdumuza hâkim olan, davranışlarımızda keyfi değil, hukuki olmak zihniyetidir. Bu zihniyetin toplumda kök salmasını ve bir daha koparılamazcasına yerleşmesini dileriz.
Şimdi bir müddettir zihinleri kurcalayan bir meselenin yakında tekrar canlandığını göreceğiz.
- Düşükler yargılandı, DP de kapatıldı. Peki, DP'liler ve DP'ye oy verenler ne olacak?
Eski iktidar partisinin onca kötü icraatına rağmen birçok masum vatandaşın DP'ye bağlı kaldıklarına, birçoklarının da bu partiye oy vermek istediklerine şüphe yoktur. Siyasi faaliyetler yasağı ortadan kalktığı zaman bu vatandaşları kazanmak uğruna partiler arasında kıyasıya bir savaş başlayacak, hatta DP'nin oy mirasına konmak amacı ile yeni partiler de kurulacaktır. Bizce bu partilerin en önemlisi yine eski DP'lilerin kuracağı bir parti olabilir. Fakat hangi fikir bayrağı altında toplanacaktır bu vatandaşlar? Bundan böyle din konusunun sömürülmesine göz yumulmayacağına, düşük iktidarın da özlenir bir yanı bulunmadığına göre, DP mirasçıları vatandaşa nasıl bir sloganla hitap edeceklerdir?
Siyasal faaliyetler yeniden başlayınca herhalde oldukça ilgi toplayıcı kavgalar seyredeceğimiz anlaşılıyor.



4.9.1960

ŞARTLI BRAVO

Profesör Turhan Feyzioğlu'nun aktif politikayı bırakıp pek sevdiği bilim hayatına dönmesi CHP saflarında iyi karşılanmadı. Hemen bütün arkadaşları kırgınlıklarını belirtir yazılar yayınladılar. ''Bu sırada parti görevlerinden nasıl uzaklaşırsın? Nereye gidiyorsun?'' dediler. İçlerinde Feyzioğlu'nu bencillikle, oyunbozanlıkla suçlamaya kalkışanlar bile oldu. Bir kişi çıkıp da:
- Bravo Turhan! Karakter adamı imişsin. Engeller kalktığı için mesleğine dönüyorsun. Senden zaten bunu beklerdik. Yolun açık olsun!
Demedi.
Oysa, profesörün davranışını objektif olarak incelediğimiz zaman yukarıki hükme varmak kaçınılmaz bir zaruret gibi geliyor bana. Bugün burada bu noktayı biraz kurcalamak istiyorum.
Profesör Feyzioğlu kendini bilim yoluyla memlekete yararlı olmak için hazırlamış bir adamdır. Mesleğinin daha ilk yıllarında parlamış, genç yaşında kürsü sahibi ve alnının teri ile profesör olmuştur. Kanunların anayasaya uygunluğunun murakabesi konusunda yazdığı telif eser, yurdumuzu hukuk devleti şartlarına kavuşturmak isteyenlere bugün de ışık tutacak bir değer taşır. Bu kitabı Feyzioğlu CHP devrinde yazmıştı ve o sıralarda kendisi hiçbir partiye kayıtlı bulunmuyordu. Gerçek bir bilim adamı niteliği içinde memlekete düşünen ve yaratan kafalar yetiştirmekten gayri bir kaygusu yoktu. DP'nin vaadettiği hürriyet ortamı gerçekleşmeyip de rejim hızlı adımlarla soysuzlaşma yolunu tutunca, bütün yurtsever aydınlar gibi, Feyzioğlu da acı bir hayal kırıklığına uğradı. Fakat kürsüsünden ayrılmayı, günlük politikaya atılmayı yine düşünmüyordu. Kimi maneviyatçı ve ahlakıyatçı profesörlerin sığındığı (idare-i maslahat) yoluna sapmayacak, hak bildiğini kürsüsünde açıkça söylemekten çekinmeyecekti. Fakat düşük iktidar buna da imkân vermedi. Bir gün ''Nabza göre şerbet veren eyyam adamlarından olmayınız!'' tarzında formüllediği pek masum, pek basit bir öğüdü beyefendileri gazaba getirdi. O da kürsüsünden ve sevgili öğrencilerinden ayrılmak zorunda kaldı.
İşte profesörün aktif politikaya girmesi böyle oldu. Bilgili adamdı, dinamik ve çalışkan adamdı, güzel konuşan adamdı. Rejim davalarını Meclis kürsüsünden savunmakta muhalefete büyük yararları dokundu. 
İmdi, bilimsel ve siyasal hürriyetleri boğan engeller yıkıldığı için bu değerli adam zorla girdiği politikayı bırakmak, yeniden üniversiteye kavuşmak isterse ona kim ne diyebilir? Hatta belki böyle davranmasaydı, ileride onu tenkide kalkışanlara hak vermek gerekecekti. Zira ne de olsa politikanın - hele iktidarda - insanlara parlak ve şatafatlı imkânlar sağladığı bir gerçektir. Bilim yolunda harcanan gayretlerin mükâfatını sadece içimizde buluruz. Politika ise biraz da alkış, şöhret ve caf caf demektir. Genç bir adamın bunları kendiliğinden tepmesi ancak bir olgunluk işareti sayılmalıdır.
Sonra bir de şu var: Baskı idaresi ortadan kalktığına ve hukuk devleti uğruna özden çalışmalara başlandığına göre, Turhan Feyzioğlu, kendi ihtisas çerçevesi içinde hizmetlerine elbete devam edecektir. Aktif politikadan çekilmekle manastıra kapanmıyor ya bu adam. Birkaç yıllık parti içi hayatında edindiği tecrübelerle de olgunlaşan kişiliğini o, belki daha verimli bir şekilde yine toplum uğruna harcayacaktır. Ve Tanrı korusun, eğer bir gün nabza göre şerbet vermek zihniyetine karşı geldiği için yeniden görevini yapamaz duruma düşerse, Profesör Feyzioğlu'nun paçaları sıvayıp bir daha muhalefet saflarına katılması daima mümkündür.
O günlerin artık hiçbir zaman geri gelmemesini yürekten diliyoruz. Yalnız, şu kadarcığını söyleyelim ki, Feyzioğlu bu ihtimalin dışında birtakım kişisel nedenlerle bir gün aktif politikaya dönerse ben ''bravo'' mu derhal geri alacağımdır.



7.9.1960

BİR BROŞÜR OKUDUM

Düşük iktidarın antidemokratik davranışları gittikçe şiddetlendiği bir sırada memleket aydınları, birçok gazeteci, hukuk, iktisat, hatta tıp profesörleri bu gidişi durdurmak için çırpınırlarken anayasa Ord. Profesörü Sayın Ali Fuat Başgil'in devamlı olarak sustuğunu; böylelikle hürriyetçi gençliği üzdüğünü yazmıştım. Prensip olarak Başgil'in istifasını kabul etmeyen Hukuk Fakültesi Profesörler Kurulu, kendi yönünden belki haklı sayılabilirdi ama bu gençlerin tutumlarında haksız oldukları manasına gelemezdi.
Sayın Ali Fuat Başgil, ''Yeni Sabah''ta yazdığı makalelerinden birinde bana bir eser gönderdiğini, bunu okuduğum zaman kendisinin susmadığını, gerekli tenkitleri zamanında yaptığını göreceğimi bildiriyordu.
Profesörün (Vatandaş Hak ve Hürriyetlerinin Korunması Meselesi ve Anayasamız) adlı, 1956 yılında basılmış 36 sahifelik bir broşür hacmindeki eserini aldım ve dikkatle okudum. İlgisine teşekkür ederim. Ancak, memleketçi ve maneviyatçı bir bilim adamı olarak kendisinin, üzerine düşen görevi yapmadığı hakkındaki kanaatim ne yazık ki değişmedi. Sayın Başgil broşüründe, kısaca, anayasamızın vatandaşa tanıdığı hak ve hürriyetlerin hukuki teminattan yoksun bulunduğunu söylüyor ve anayasamızı değiştirmek gerektiği üzerinde duruyor. Bu, çok partili hayata geçtiğimizden beri birçok yazarın sık sık işlediği bir konudur. Yeni bir fikir değildir. Konvansiyonel bir özellik taşıyan, koskoca bir devrimin başlıca dayanağını teşkil eden, uzun bir süre tek parti rejimine göre işleyen o anayasayı olduğu gibi muhafaza ederek demokratik hürriyetler sistemine geçilemeyeceği meydanda idi. Bu konuda düşük iktidar partisi ileri gelenleri de henüz muhalefet yıllarında iken tenkitlerde bulunuyor, iktidara geçerlerse hem antidemokratik kanunları yürürlükten kaldıracaklarını, hem de anayasayı yeni şartlara uygun bir hale getireceklerini vaadediyorlardı.
Geldiler ve vaatlerinin tersini yaptılar. Bu nokta üzerinde artık fazla durmaya değmez.
Şimdi mesele şu! Anayasada vatandaşa tanınan hak ve hürriyetlerin hukuki güvenlikten yoksun bulunması, anayasaya aykırı olarak düşük iktidar tarafından çıkarılan kanunların meşruluğunu sağlayabilir mi? Yani milletin yegâne hakiki mümessilidir diye Büyük Millit Meclisi'nden geçen her kanun mutlaka anayasaya uygun mu sayılacaktır? Bu hususta sayın profesör pek kesin bir hükme varıyor ve ''evet öyledir'' diyor. Broşürün 15'inci sahifesinde okuyoruz: ''İngilizler, parlamentolarının üstün salahiyetlerini anlatmak için, parlamento yalnız erkeği kadın, kadını erkek yapamaz derlermiş. Halbuki İngiliz Parlamentosu fiiliyatta İngiliz teamüli kanunlarından hiçbirini değiştiremez. Biz bu İngiliz atasözünü asıl kendi parlamentomuz için söyleyebiliriz. Bugünkü anayasamızın demokratik bir mutlakiyete temayül eden sistemi göz önünde tutulursa, Türkiye Parlamentosu hakikaten yalnız erkeği kadın, kadını erkek yapamaz. Bundan başka, parlamentomuz hukuken her şeye muktedirdir. Yine de Büyük Millet Meclisi'ni dilediği gibi kanun yapmaktan, kanun ilga ve feshetmekten, hak ve hürriyetleri dilediği gibi ve dilediği kadar hudutlayıp kayıtlamaktan alıkoyacak hukuki bir mania mevcut değildir.''
Sayın profesör, bizim paylaşamadığımız bu pek kesin, pek aşırı yargısında eğer hâlâ direniyorsa, Yassıada sanıkları için mükemmel bir savunma dayanağı buluyor, demektir. Bu takdirde maneviyatçı ve medeniyetçi bir insan sıfatı ile vicdanının sesine uyarak derhal adaya başvurmalı ve düşüklere elinden gelen yardımı esirgememelidir.
Ben başka türlü düşünüyorum! Vatandaş hak ve hürriyetlerini korumak yönünden anayasamızın gerçi büyük eksiklikleri vardır, fakat bu anayasayı nihayet bir laf kalabalığından ibaret saymak da doğru olmaz. Madem ki milletin yegâne ve hakiki mümessili Büyük Millet Meclisi'dir, o halde hak ve hürriyetlerimizin hukuki teminatından da yine Büyük Millet Meclisi ve onun çoğunluk grubu sorumludur. Kudretini Tanrı'dan aldığı farzedilen eski mutlakiyet hükümdarları ile milletin oyuna dayanarak Meclis'e hâkim olan modern iktidarlar arasında, anayasa teminatı ne kadar eksik olsa da bu mahiyet eşitliğini görmek yanlıştır. Hikâyeyi bilirsiniz! Padişah, adamın idamını ferman buyurmuş. ''Son arzusunu yerine getiresiz,!'' demiş. Adamı asacaklar. Son arzusunu sormuşlar. Çilek yemek istemiş. Oysa mevsim kış. Padişaha arzetmişler. Sözünü tutmuyor durumuna düşmemek için idamı geri bırakmış.
Bu hikâyedeki hükümdar teminatı sadece hükümdarın keyfi. İster tutar, ister tutmaz. Onun sorumu, eğer dinlerse, vicdanında saklıdır. Millete karşı verilen söz ise vicdandan başka ayrıca hukuki bir soruma da işarettir. Büyük Millet Meclisi kürsüsüne çıkıp da ''Cumhuriyet esaslarına bağlılık''tan ayrılmayacaklarına dair namusları üzerine ant içen insanlar, anayasa düzenini diledikleri gibi ayaklar altına seremezler. Sererlerse, hukuk dışına çıkmış, kendi varlıklarını inkâr etmiş, gayrimeşru bir hale gelmiş olurlar.
İşte bir kısım gazetecilerimiz, hukukçularımız ve her meslekten aydınlarımız yıllardan beri bu tehlikeye işaret ediyorlardı. Nitekim sayın profesör Başgil de Çankaya'ya çağrıldığı bir gece sohbetinde Tahkikat Komisyonu yetkilerini arttıran kanunun anayasaya aykırı olduğunu düşüklere gizlice söylediğini (devrimden sonra) açığa vurmak lüzumunu duymuştur.
Üniversite gençliği ise, Esas Teşkilat Hukuku sayın profesörünün çok daha erken, anayasaya henüz ilk tekmeler atılırken davranmasını bekliyor ve kapalı sohbet toplantılarında değil, üniversite kürsüsünde ve gazete sahifelerinde fikrini açıkça belirtmesini istiyordu. 
Ne ise, bu gecikme yüzünden kayba uğrayan herhalde Türk gençliği olmamıştır.


8.9.1960

''VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ!''

Türkçe konusunda ne kadar duygulu olduğumu okurlarım yakından bilirler. Bu topraklar üzerinde güzel dilimizin hep egemen kalması, çocukluğumdan beri bağlandığım ülkülerden biridir. Türk mahkemelerinde geçecek duruşmaların, yabancılara kolaylık olsun gibi iyi bir niyetle de olsa, o anda resmen  başka  dillere çevrilmesini doğru bulmadığımı daha iki gün önce burada uzun uzadıya savunuyordum. Dilimizin yabancı sözcüklerden arınması uğruna yıllar yılı karınca kararınca çabaladığım da meydandadır. Türkçe karşılığını bulmak için bir sözcük üzerinde kimi zaman dakikalarca düşündüğüm olur. Bulursam sevinir, bulamazsam üzülürüm. Milli kültürün her alanda olduğu gibi, dilde de ancak kendi temelleri üzerinde rahatça gelişip yükselebileceğine inananlardanım.
Böyle olduğu halde M.T.T.B. tarafından girişilen ''Vatandaş Türkçe Konuş!'' kampanyasını hiç beğenmediğimi burada açıkça belirtmeliyim. Zaman zaman coşkun bir heyecanla ele alınıp bir süre geçince çaresiz vazgeçilen bu yanlış ve lüzumsuz hareketlerin milli kültürümüze yararlı olmak şöyle dursun, ona zarar verdiği kanısındayım. Sokaklarda ve herkese açık olan yerlerde aralarında Türkçeden gayri bir dille konuşan insanlara yaklaşıp onları belki de bilmedikleri, bilseler bile o anda nedense konuşmadıkları bir dile zorlamak ilkin hürriyet kavramı ile bağdaşır bir davranış sayılamaz.
İyi niyetlerinden kuşkulanmadığım M.T.T.B. sayın üyeleri; altında devletimizin imzası bulunan (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi)ni herhalde okumuşlardır. Orada dil, ırk ve mezhep ayrılıklarından ötürü fertlerin baskı altına alınamayacağı, özel işleme bağlı tutulamayacağı yazılıdır. Ayrıca, bir de milletlerarası antlaşmalara girmiş (azınlıklar hukuku) diye bir müessese vardır. Devletler, sınırları içindeki azınlıkların kendilerine özgü, sosyal ve etnik geleneklerini devam ettirebilme haklarını, karşılıklı olarak tanımışlardır. Türkiye'deki azınlıkların okulları, kiliseleri, cemaat teşkilatları, gazeteleri açık ve serbesttir. Başka memleketlerde de Türk soyundan azınlıklar yaşar. Onların da okulları, camileri, dernekleri ve gazeteleri güvenlik altındadır. Bir gün oradaki soydaşlarımıza örneğin ''ille Rumca, Sırpça, ya da Rumence konuşacaksınız!'' diye baskı yapıldığını duyarsak hoşumuza gider mi?
Yaşadığımız yüzyılda milli olmanın başlıca gereği hakkını aramaktır. Hakkını aramasını bilmeyen toplumlar millilik vasıflarını zamanla yitirirler. Fakat hakkını aramanın ilk şartı da başkalarının hakkına saygı göstermektir. Bu ana çerçeve içinde, suç olmayan davranışlarından ötürü fertlerin hürriyeti hiçbir şekilde kısılamaz. Bir adam ister yabancı, ister azınlık, ister özbeöz Türk olsun, kolayına nasıl geliyorsa öyle konuşur. Ona karşı gelmeye, hatta ''ikaz''da bulunmaya kimsenin hakkı yoktur.
Dilimizi ve milli kültürümüzü böyle ''vatandaş Türkçe konuş!'' kampanyaları ile geliştiremeyeceğimizi artık öğrenmeliyiz. Bu uğurda daha esaslı, daha sürekli ve şüphesiz daha çetin gayretler harcamaya mecburuz. Bugün halis Türk soyundan geldiği halde bir kelime Türkçe bilmeyen milliyetini öğretemediğimiz için kendini Arap, ya da Kürt sanan sayısız vatandaş yaşıyor. M.T.T.B.'nin ülkücü gençleri asıl bu büyük dava üzerine eğilmeli, onun çözüm yollarını aramaya çalışmalıdırlar. 
Türklüğünden habersiz vatandaşlara dilimizin ve milli kültürümüzün ışıklı kapısını nasıl açacağız? İlkin bunu tasarlayalım. Bizim ihmalimiz, bizim umursamazlığımız yüzünden karanlıklar içinde yolunu arayan öz kardeşlerimizi ''vatandaş Türkçe konuş!'' parolasıyla kurtaramayacağımızı düşünürsek, bu konuda belki daha gösterişsiz, fakat daha yararlı bir yol tutmak lüzumu kendiliğinden ortaya çıkar.



11.9.1960

CHP 37 YAŞINDA

Kuruluşunun otuz yedinci yıldönümünde, CHP, tıpkı ilk günlerinde olduğu gibi çetin davalarla karşı karşıya bulunuyor. On beş yıllık çok partili demokratik deneme tam bir fiyasko ile sonuçlanmış, serbest seçimlerle değişmesi gereken iktidar, bu imkân ortadan kaldırıldığı için, nihayet zorla devrilmiştir.
Bugün bir intikal rejimi içinde yaşıyoruz ve ikinci Cumhuriyetin temellerini atmaya çalışıyoruz. Temeller ne kadar sağlam olursa rejimin de o nisbette uzun ömürlü ve milletimize yararlı olacağından şüphe edilemez. Bu uğurda üzerine düşen görevi CHP nasıl başaracaktır? Atatürk gibi tarihin pek az millete nasip ettiği bir büyük adam tarafından kurulan bu partinin, arada geçen uzun yıllara rağmen fazla yıpranmadığı, daha doğrusu her fırsatta kendi kendini gençleştirdiği bir gerçektir. Atatürk'ün ölümünden sonra korkulan çözülme ve gevşeme ihtimalleri bir an olsun ufukta belirmemiş, parti sıkı bir disiplin içgüdüsü ile İnönü'ye bağlanmıştır. Bir aralık milli bir niteliğe varan bu hal, İkinci Cihan Harbi'nin dışında kalmamız yolundaki gayretlerinde sayın İnönü'ye yararlı olmuş, onun görevini kolaylaştırmıştır. Sonradan CHP'ye karşı amansız bir kampanya açtıklarını göreceğimiz DP kurucuları, harp yılları boyunca İnönü'ye bağlılıktan bir an ayrılmamışlar, böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir.
CHP'nin bocalama devri 1945 yılında başlamış, 1950'ye değin sürmüştür. Çok partili hayata geçme teşebbüsü CHP'nin kendi bünyesinden değil de yukarıdan geldiği için o devirde bir takım acayip sürçmeler ve aksamalar görülmüştür. Hürriyet savaşı şefe karşı yapılmıyor, tam tersine hürriyet savaşını şef kendi eliyle açıyordu. Rejimin gidiş yönünü iyi aydınlatabilmek için o devrin olaylarını ayrıca dikkatle ve uzunboylu, incelemek gerekir. Herhalde açık olarak bilinen bir şey varsa, şeften yüz bulmasalardı, DP kurucularının dörtlü önergeyi imzalamaya cesaret edemeyecekleri idi. Bu, düşük iktidarca sonradan tutulan antidemokratik gidişin başlıca nedenini ortaya koyan bir görüş sayılabilir. Adamlar bir fikre inandıklarından değil, punduna getirip iktidara gelmek istediklerinden ortaya atılmışlardı. Mademki artık tehlike yoktu, şanslarını bir defa niçin denemesinlerdi? Bunu herhalde birbirlerine itiraf edemiyorlardı. Belki bu, kafalarında belirmiş bir düşünceden ziyade onları sürükleyen bir içgüdü idi. Böylece hem kendilerini, hem İnönü'yü, hem de milleti kandırdılar ve 1950 yılında bir daha gitmemek niyeti ile gelip iktidara oturdular.
CHP en çetin sınavını 1950-1954 yılları arasında verdi. Halk yeni iktidara inanıyor, onu yürekten tutuyordu. Seçim sisteminin önceden düşünülmeyen bir gereği olarak CHP Meclis'e az sayıda milletvekili sokabilmişti. Teşkilat her yerde sarsıntı geçiriyordu. O arada şaşkınlıkla birtakım hatalar işlendi. Bu hatalara karşı tecrübesiz ve bencil iktidar daha ağırlarını işlemekten çekinmedi.
1954'ten sonra artık durum iyice aydınlanmaya başlamış, DP'nin yıldızı söndükçe CHP'ninkinin parlayacağı gün gibi belli olmuştu. Mutlaka iktidarda tutunabilmek için DP hesabına gayri meşru yollara sapmak, mütemadiyen suç işlemekten gayri çare kalmıyordu. Bırakınız yurtseverliği, ülküseverliği, bu, akıllı insanların tutacağı bir yol olamazdı. Ekonomik durumun bozulması ile başlayan hoşnutsuzluk, haksız, kanunsuz ve antidemokratik davranışlar arttıkça halkı iktidardan soğutuyor, CHP'ye yaklaştırıyordu.
Sonucu biliyoruz.
Şimdi on beş yıllık bir denemenin ölü noktasına varmışızdır. Bu noktadan hareket ederek yeni bir karanlığa da dalabiliriz. Özlediğimiz aydınlığa da kavuşabiliriz. Milletimizin yarınki kaderinden hepimiz teker teker sorumluyuzdur. On beş yıllık ağır savaşın gözle görülür olumlu kazancı, yurdumuzda hakkını aramasını bilir, iradesi kuvvetli, zulme tahammül etmeyen, Atatürkçü yeni bir kuşak yetişmiş olmasıdır. CHP saflarında bu kuşağın temsilcilerinden bol bol vardır. Olgunluğun tecrübesi ile gençliğin atılganlığını bir arada toplayan bu partiden memleket büyük hizmetler beklemekte haklıdır.



13.9.1960

FİKİR NAMUSU

1954 yılının galiba mart ayında, bir gün Menderes beni Başbakanlık'taki dairesine çağırdı. Basın Kanunu'nda yapılacak bir değişiklik hakkında düşüncemi öğrenmek, daha doğrusu nasıl olsa yapacağı değişikliğe basını hazırlamak istiyordu. Yanında Adalet Bakanlığı Müsteşarı Hâdi Tan da vardı. O günlerde CHP'nin mallarını Hazine'ye aktaran kanun, Meclis'ten yeni çıkmıştı ve ben anayasaya aykırılığı meydanda olan bu kararı (Otur ve Ağla!) başlıklı bir yazımda şiddetle tenkit etmiştim. Bu konu üzerinde Adnan Bey'le aramızda kısa bir tartışma geçti. Kendisi, serbest seçimlerle kurulmuş bir Meclis tarafından onaylanan kanunlar için anayasaya aykırılık iddiasının ileri sürülemeyeceği tezini savunuyordu. Ben ise, milli iradeyi tam manası ile temsil eden bir Meclis'in de hukuken aşamayacağı sınırlar bulunduğunu, aşarsa ''meşruluk'' vasfının ortadan kalkacağını söylüyordum. Hâdi Tan bilgisizliğimi mazur gören tatlı bir gülümseme ile Adnan Bey'i destekliyordu. Anayasamıza göre ''milletin yegâne ve hakiki mümessili Büyük Millet Meclisi'' değil miydi? Bu Meclis dürüst ve serbest seçimlerle işbaşına gelmemiş miydi? O halde Meclis'in vereceği kararların ''hukuki'' değerine nasıl itiraz edilebilirdi? O aralık bir misale başvurmaktan başka çare bulamadım!
- Mesela dedim, bu Meclis milli iradeyi temsil ediyorum diyerek kendi 4 yıllık süresini bir 4 yıl daha uzatamaz. Bu yolda bir karar alamaz. Alırsa hukuk dışına çıkmış olur.
Misal Adnan Bey'i düşündürdü. Ortalıkta bir an bir sessizlik oldu. Hâdi Tan, tatlı tatlı gülümsemeye devam ediyordu. Konuyu değiştirdik.
Bir ordinaryüs profesörün gönderdiği broşürü okurken, yukarıdaki sahneyi hatırladım. İki zihniyet arasında yakın bir akrabalık bulunduğuna şüphe yoktur. Ordinaryüs profesör gibi düşük iktidar sorumluları da Meclis çoğunluğunu ellerinde bulundurmak şartı ile, yürürlükteki anayasaya dayanarak ''hukuken'' her şeyi yapabileceklerini sanıyorlardı. Gerçi, anayasamızın vatandaş hak ve hürriyetlerini korumak bakımından büyük eksiklikleri vardı. Fakat, buna rağmen yukarıki düşünce sakattı. ''Hukuki'' olan bir tasarrufun gayrimeşruluğu söz konusu edilemeyeceğine göre, Büyük Millet Meclisi'ndeki çoğunluk neye karar verirse bu bir Tanrı buyruğu mu sayılacaktı? O takdirde iktidar grubu kendi sayı üstünlüğüne dayanarak adalet müessesesinin bağımsızlığını ortadan kaldırsın, muhalefet hakkında bir ''Tahkikat Komisyonu'' kurarak ona geniş yetkiler versin, muhalefeti mahkûm edip ezsin, ortadan kaldırsın, bu olur muydu? Anayasadaki teminatın yetersizliğini öne sürerek böyle bir davranışın ''hukuki''liğinden nasıl söz edebilirdik? O zaman 27 Mayıs hareketi meşruluğunu yitirmiş sayılmaz mıydı? Profesörün broşürünü okurken, bunları düşündüm ve hiçbir arka maksat gütmeksizin eğer hâlâ fikrinde ısrar ediyorsa Yassıada'daki sanıklara yardım etmesi, onları kurtarmaya çalışması gerektiğini belirttim.
Profesör, bu dileklerime inandırıcı ve susturucu bir cevap verecek yerde, tuttu işi şahsiyata ve hakarete döktü. Gûya onun yazdıklarını kasten değiştirmiş, kendisinin olmayan fikirleri ona mal etmişim. Yassıada'yı ortaya atmakla kendisini tehdide kalkışıyormuşum, falan, filan...
Bir anayasa hukuku profesörünün kendi okuttuğu dersi ilgilendiren bir tartışmada konuya sırtını çevirip ''şahsiyat''a sapması biraz hazindir doğrusu. Bundan dört yıl önce, iktidarın henüz kuvvetli olduğu yıllarda bütün kusuru anayasaya yükleyen, o anayasaya göre çıkarılacak her kanunu ''hukuki'' bulan bu profesör, 27 Mayıs'tan biraz önce özel bir toplantıda Tahkikat Komisyonu yetkilerini anayasaya aykırı bulduğunu büyüklere fısıldamakla bir bilim adamı olarak tuhaf bir duruma düşmüştür. Bu itibarla şimdi gençlere daha çok hak veriyor ve ona istifasını geri aldıran Hukuk Fakültesi Profesörler Kurulu'nu, durumu bir kere daha incelemeye davet ediyorum.



17.9.1960

İKİ KUVAYI MİLLİYE

27 Mayıs devriminin kime karşı yapıldığı sorusu hâlâ bir tartışma konusudur. Bu hareketin partilerüstü karakterine işaret edenler, yurdumuzda bir ahlak ve ülkü savaşı gerektiğini belirtiyorlar. Son günlerde yaptığı konuşmalarda, Milli Birlik Komitesi üyelerinden sayın Muzaffer Özdağ, 1876'dan bu yana hemen bütün demokratik ve ileri hamlelerin iflasla sona erdiğini söyleyerek gerekli sosyal ıslahata baş vurmadığımız takdirde millet olarak varlığımızın tehlikeden kurtarılamayacağı noktası üzerinde durdu. Sayın Özdağ'a göre, İkinci Meşrutiyet başlangıcında olduğu gibi, Birinci Cumhuriyet sonunda da partiler, milli menfaatlerimizi unutarak birbirlerine girmişler, özel ihtirasları uğruna memleketin bir kardeş kavgasına sürüklenmesine yol açmışlardır. Bu halin bir daha tekrarlanmasına engel olacak tedbirleri almak, vatandaşı aydınlatmak, bilim ışığını vatan üzerine yaymak, aynı zamanda geniş ölçüde sosyal ve ekonomik bir gelişme hareketinin temellerini atmak zorundayız. Dış dünyanın ilerleyiş temposuna yaklaşmak ve o tempoya ayak uydurabilmek için başka çaremiz yoktur.
Bu düşünceler sayın İnönü'nünkilerle pek bağdaşır gibi görünmemektedir. Eski muhalefet lideri (bugün için herhangi bir muhalefetten söz etmek güçtür) başarılan devrim hareketinin kötü bir idareye ve geri, sakat bir zihniyete karşı göze alındığını, şu halde şimdiye değin o zihniyetle savaşanları devrimin hazırlayıcısı ve devrimcilerin yardımcısı bilmek gerektiğini söylüyor.
İleri sürülen bu iki tez üzerinde uzun boylu tartışılabilir. Uzun bir süreyi kaplayan ana çizgileri ile ele alındığı zaman Muzaffer Özdağ'ın haklı bulunduğu noktalar şüphesiz vardır. Yakın tarihimizi kısaca gözden geçirirsek bunu açıkça görürüz.
1876 Birinci Meşrutiyeti iflas etmiştir. 1908 İkinci Meşrutiyeti iflas etmiştir. 1924 Terakkiper fırka hareketi iflas etmiştir. 1930 Serbest Fırka denemesi iflas etmiştir. Nihayet 1945 demokrasi hamlesi, on beş yıllık ileri geri bocalamalardan sonra, 1960 yılında iflas etmiştir.
Sayın Özdağ, 27 Mayıs devrimcilerini İkinci (Kuvayı Milliye) kuşağı olarak adlandırıyor. Memleket aydınlarını bu ülkü etrafında toplanmaya çağırıyor.
Burada dikkat edeceğimiz bir nokta var. Kabataslak yukarıya sıraladığımız iflaslar arasına girmeyen bir tanesini unutmayalım: Atatürk'ün başarıları ve Atatürkçülük.
Son on yıl içinde en korkunç ve en tehlikeli hücumlar Atatürk'e ve eserine karşı göze alınmıştır. Oy kavgası ve oy yağmacılığı uğruna büyük tavizler hep Atatürk'ün eseri üzerinden yapılmıştır. Bununla beraber içine sürüklendiği pek aşırı şartlara rağmen, Atatürk'ü korumaya çalışan yine de muhalefet olmuştur.
Ben 27 Mayıs'ı daha ziyade Atatürk'ün ve Atatürkçülüğün parlak bir zaferi olarak karşıladım. O gün yurdumuzda insana ferahlık verici bir Atatürk havası estiğini ciğerlerimde duydum.
O halde, Muzaffer Özdağ'ın İkinci (Kuvayı Milliye) diye adlandırdığı bugünkü devrim ruhunu Birinci (Kuvayı Milliye)nin bir devamı saymamak için ortada ne sebep olabilir? Birinci (Kuvayı Milliye)nin aramızda yaşayan gerçek temsilcisi İnönü, şimdi hâlâ CHP'nin başında bulunmuyor mu?
Bu adam ve bu parti ile Milli Birlik hareketi arasında sıkı bir ülkü birliği bulunmasından daha tabii ne olabilir?
Sayın Özdağ, temsil ettiği hareketin tüm bağımsız ve yansız bir karakter taşıdığı noktasında ısrar ederken, biraz da babasına omuz silken bir evlat durumuna düşmüş ve böylece çevremizdeki Atatürk ve devrim düşmanlarına cesaret vermiş olmuyor mu?
Bence bu kuşkulara, bu tartışmalara hiç yer yoktur. Son yüzyıl tarihimizin çeşitli hareketleri arasında bugün iflas etmeyen yalnız Atatürk devrimidir. Onun etrafında bütün ülkücüler sımsıkı birbirimize sarılalım. Kurtuluşumuz buna bağlıdır.



22.9.1960

PROF.'LARIN HAKKINI VERELİM

Bir zamanlar umacı gibi korkulan solcu, sosyalizm gibi deyimlerin 27 Mayıs'tan beri artık rahatça kullanıldığına dikkat ediyor musunuz? Devrim hareketinin yurdumuzda gerçekleştirdiği en olumlu, belki de en yararlı değişiklik bu olsa gerektir. Vatandaş kalıplaşmış, dogma haline gelmiş klişe fikirlerden kurtulma çabası içindedir. Türkiye'yi ekonomi yönünden nasıl kalkındırabileceğimiz, memleketimizde sosyal adaleti nasıl gerçekleştirebileceğimiz, fakir köylünün üretim gücünü hangi yolla arttırabileceğimiz konularını yazarlarımız bugün çekinmeksizin tartışıyorlar. Bilim için yasak bölge olamayacağı gerçeğini, toplumun ancak hür düşünceye saygı gösterilmekle ilerleyebileceğini devrim yapıcıları her fırsatta tekrarlıyorlar.
27 Mayıs'a değin yurdumuz böyle bir ortamdan yoksundu. Türkiye'nin meseleleri üzerinde kafa yorarken, birtakım fikirlere şöyle uzaktan bile ilişmek son derece tehlikeli idi. Her devrin büyüklerine kavuk sallamayı meslek edinen, iktidarları tekelciliğe sürüklemekte çıkarlarını bulan kapıkulları derhal harekete geçer, iyi niyetli memleket çocuklarına vatan hainliği damgasını yapıştırırlardı. Gerçi bu kapıkullarının bir kısmı hâlâ aramızda ve hâlâ yeni iktidarı da şaşırtıp milletten koparmak gayretindedir. Fakat bu çok bayatlamış ve foyası meydana çıkmış taktiğin eski kapıkullarına yararı dokunabilmesi için 27 Mayıs'ı doğuran ülkünün hızından kaybetmesi ve unutulması gerektir. Herhalde günümüzün gerçeği, iş başındaki sorumluların hür düşünceyi milli yükselişimizin vazgeçilmez şartı bildikleri ve her bakımdan bilime saygı duyduklarıdır.
Eski ile yeni rejimler arasındaki en büyük ayrım noktası bu olduğuna göre, durumun gerektirdiği bir teşebbüs vakit geçirilmeden ele alınmalıdır. Mesele şu: Bir zamanlar yurdumuzda resmi olmayan bütün düşünceler kovalandığı, o düşünceleri savunanlar ulu orta damgalandığı bir sırada kimi bilim adamlarımız da kovuşturmalara uğramış, mahkemeye verilmişlerdi. Bunların suçsuzluğu meydana çıktı, hepsi beraat etti. Buna rağmen o zamanki idareye ve - ne yazık ki - bir kısım bilim çevrelerimize hâkim olan tekelci zihniyet, bu adamların aramızda barınmalarına imkân bırakmadı. Her birini kendi alanında başlıbaşına birer değer olarak tanıdığımız bilginler, yurdumuzdan ayrılmak, yabancı üniversitelerde çalışmak zorunda kaldılar. Dikkat edilecek bir nokta, bunlardan hiçbirinin Demir Perde gerisine başvurmadığıdır. Tersine, hepsi de bugün Demir Perde metotlarından nefret eden, Demir Perde zihniyetini hür düşünce hesabına en büyük bir tehlike bilen Batı ülkelerinde iş buldular. Biri Kanada'ya, biri Birleşik Amerika'ya, biri Fransa'ya gitti. Biri de aramızda kalarak evine çekildi.
Fikir hürriyeti düşmanlarının öteden beri iddia ettikleri gibi bunlar gerçekten satılmış kimseler olsalardı, ilkin mahkemede hüküm giymeleri, hadi mahkemede suçlarını gizleseler bile, memleketten bir daha belki hiç gelmemek üzere ayrılınca, satıldıkları yere sığınmaları gerekmez mi idi? Sonra ayrıca, bilim adamı yönünden hiçbir sıkıntısı olmayan, her ihtisas kolunda zengin elemanları bulunan, dünya ölçüsünde tanınmış üniversiteler, öyle şüpheli ve değersiz yabancılara bağrında yer verir, onlara kucak açar mı idi?
Arkada bıraktığımız on yıl, bu vatandaşlarımızın temizliğini ve yetiştikleri alanda ciddi birer değer olduklarını ispata yetse gerektir. Milli Birlik hareketi ile beraber yurdumuzda meydana gelen zihniyet devrimini bir an önce açığa vurmak zorunda olduğumuza inanıyorum. 27 Mayıs ülküsünü temsil eden yeni idare vaktiyle haksızlığa uğrayan ve çok ıstırap çeken bu vatandaşların durumunu yeniden incelemeli ve onlara görevlerini geri vermelidir.
Gelirler mi, gelmezler mi, elbette bilinemez. Fakat gelseler de gelmeseler de her bakımdan böyle bir davranışın lüzumu meydandadır.



28.9.1960

555 K

Ankara'nın o sevimli pastırma yazı başlamış, Kızılay'dan Sıhhiye'ye doğru akşam karanlığında yavaş yavaş yürüyorum. Güneşin biraz önce kadife ışınlarıyla okşadığı vücudum tatlı bir rahatlık içinde. Cana yakın bir kalabalığın ortasında kendimi koyvermişim. Hiçbir şey düşünmüyorum. Keyifliyim. Birer ikişer yanan elektrik lambalarının aydınlattığı çehrelere bakıyorum. Herkes keyifli, herkes neşeli, kaldırımları dolduran, çoğu genç insanlar bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, günün yorgunluğunu çıkarıyorlar. Kahveler, çay evleri, kokteyl salonları gülüşerek konuşan gruplarla dolu.
- Birkaç ay önce sapık iktidara yumruk sallayanlar, bu caddeyi bir hiddet denizi halinde baştan başa dalgalandıranlar bunlar mı idi?
Diye aklımdan bir soru geçiyor. Kendi kendime:
- Elbette bunlardı.
Diyorum ve çevreme daha sıcak bir ilgi ile bakıyorum. Tek tük tanıdık yüzlerle karşılaşıyorum. Sevgi ile, gözlerinin içi gülerek beni selamlıyorlar. Aynı sevgi ile ben de onları selamlıyorum. Birkaç genç arasında beni seçen bir tanesinin arkadaşlarına yavaşça adımı fısıldadığını sezer gibi oluyorum. Bir böbürlenme duygusu hafiften içime yayılıyor. E... ne de olsa gazeteciyiz, basın mensubuyuz. Falih, Bedii, Çetin, Metin, biz de hürriyet uğruna az mı çalıştık yani? Biz susup otursaydık şu uslu kalabalık hiç yerinden oynar, bir yanardağ heybeti ile ayaklanır mı idi? Biz olmasak Milli Birlik Hareketi doğar mı idi acaba? Biz olmasak hangi yarbay, hangi albay, hangi general artık kımıldamak, bir şeyler yapmak gerektiğini düşünebilirdi? İktidar koltuğunu düşüklerin başında parçalayan, aslına bakılırsa, bizdik, biz. Biz olmasak?..
Sıhhiye'ye yaklaştıkça içimdeki böbürlenme duygusu daha da artıyor. Yıllardır görmediğim okul arkadaşım Nureddin'e rastladım. ''Nadirciğim'' dedi, kucaklaştık. Biraz ötede hiç tanımadığım bir genç yanıma geldi. Coşkun bir dille yazılarımı övdü. Daha sonra Ahmet Tahtakılıç'la karşılaştım. Benden pek hoşlandığını sanmadığım halde o bile iltifat dolu bakışlarla beni selamladı.
Koltuklarımın kabardığını hissediyorum. Nerede ise şu koca devrimi tek başıma ben hazırladığıma inanacağım. Falih, Bedii, Metin, Çetin benimle nasıl kıyaslanabilir? Onlar çoluk çocuk. Gelişi güzel tenkitlerle, dört satırlık esprilerle bir memleket halkını coşturabilir misiniz? Sistemli çalışmalarımla, az fakat öz yazılarımla devrimin felsefesini hazırlayan, 27 Mayıs'a ışık tutan başlıca yazar benden başkası olamazdı.
Sıhhiye Meydanı'nda bir kalabalık bekliyordum, daha doğrusu muazzam bir kalabalığın orada beni beklediğini umuyordum. Bu akşam bu yürüyüşe çıktığımı haber almış olmalı idiler. Gençler üzerime hücum edecek, omuzlar üzerinde taşınacaktım.
- Sensin, diyeceklerdi bu vatanı kurtaran! Yıllar yılı bizi uyardın, başımızın üstünde yerin var!
Ben mi? Sıhhiye'ye vardığım zaman kalabalık bıçak gibi kesildi. Meydanda hemen kimsecikler yok. Kendi başıma kaldım ve aklımı da başıma topladım. Dil Tarih Fakültesi'nin oralarda gecikmiş yolcular yüzüme bile bakmadan sağa sola dağılırken, Ulus'a doğru ağır adımlarla yürüyorum.
Ezberlemeye çalıştığım bir küçük ders!
Hayal kurmak tatlıdır, gerçek sanmamak şartıyla. Beğenilmek iyidir, şımarmamak, azmamak şartıyla. Demin gördüğün kalabalık, büyük Türk milletinin bir parçası idi. Sen o parçadan bir damla, ufacık bir damla sayılabilirsin. 27 Mayıs'ı hazırlayan da, yapan da, başaran da milletin tümüdür. Sen ister yazar ol, ister komutan, ister bilgin; devrim yolunda sana düşen şeref payı, biraz önce seni takdirle selamlayan güler yüzlü gençlerinkinden farklı olamaz. Sen olmasa idin, millete hizmet edecek takım takım yazarlar, komutanlar ve bilginler vardı. Kalabalığın yüreğinde parlayan hürriyet ışığını yakından görmeseydin, sen kalemi eline alıp da bir tek yazı karalayamazdın.
O sevgiden hız almasa idi kimse yerinden kımıldayamaz, kımıldasa bile eli havada öylece kalakalırdı.



1.10.1960

HUKUK ARKADAN YÜRÜRSE

Genç Asliye Hukuk Yargıcı ayağa kalkıyor ve ''Gereği düşünüldü'' diyor: ''DP kapatılmıştır.'' Saygı ile ayakta dinlenen karar herkesin beklediği bir karardır. Davacı kadar davalı vekili de sonucun böle olacağını bilmekte, hatta bunu istemektedir. Kapanan partinin Yassıada'daki genel başkanı bile ifadesinde: ''Partinin kapanmaması hususunda bir müdafaada bulunacak değilim. Bilakis kapanmasının bugünün şartları bakımından doğru olacağı kanaatindeyim'' diyor.
Durum tuhaf olmakla beraber, şimdi herkes hukukun yürüdüğüne ve hakkın yerini bulduğuna inanmaktadır. O kadar ki Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından verilen karar temyiz edilmeyecektir. Cemiyetler Kanunu'na, anayasaya aykırı davrandığı, dini politikaya karıştararak çeşitli suçlar işlediği meydana çıkan bir partinin böyle bir akıbete uğraması bir hukuk rejiminde olağan sayılmalı değil midir?
Durumun tuhaflığı, burada hukukun arkadan yürümüş olması, ancak 27 Mayıs'tan sonra kendini göstermesi ile ilintili gibi geliyor bana. Demokrat Parti uzun bir süredir Cemiyetler Kanunu'na aykırı davranıyordu. Bu itibarla, aslına bakılırsa daha 1957 yılında kapatılması gerekirdi. Anayasaya uymamak, dini politikaya karıştırmak gibi suçları da bu parti bir hayli zamandır rahatça işlemekte idi.
Acaba 27 Mayıs'tan önce bir mahkemeden böyle bir karar çıkabileceğini aklımızdan, hayalimizden geçirebilir miydik? Geçirsek bile o kararın uygulanabileceğini havsalamıza sığdırabilir miydik? Bunu düşünen bir adama o zaman deli derlerdi ve böyle bir kararı verecek bir yargıcı o zamanki Adalet Bakanı, ''görülen lüzum üzerine'' belki emekliye bile ayırmaz, onu doğruca Bakırköy'e teslim ederdi.
Fakat kendimize çılgın dedirtmeksizin şunu pekâlâ fark edebiliriz: Yurdumuzda normal bir hukuk rejimi hüküm sürseydi ve DP iktidarı adalet müessesesinin bağımsızlığına saygı gösterse idi, bir asliye yargıcı, işlediği suçlardan ötürü iki kelime ile bu partiyi kapatabilir miydi? Buna vereceğimiz cevap yine ''hayır!'' olacaktır. Çünkü adalet müessesesinin kutsallığını tanıyan, hukuk devleti şartlarını yürütmeyi vazife bilen bir parti adı geçen kanunsuzlukları ve suçları zaten işleyemezdi. Kanunun belirttiği süre içinde kongresini toplamadığı, dini politikaya karıştırdığı, anayasayı umursamadığı ve işlediği suçlar meydana çıktığı zaman başına neler gelebileceğini önceden bilen bir siyasal kurul, elbette kendi tutumunu ona göre ayarlamak ve davranışlarını kanun sınırları dışına taşırmamak lüzumunu da duyardı.
Demokrasiden, insan haklarından, temel hürriyetlerden vazgeçtik, her akıllı iktidarın, birinci görevi, idaresi altındaki halkla beraber kendini de gerekli hukuk kurallarına bağlamak olmamalı mıdır? Mutlakıyetçi Osmanlı padişahları arasında bu yönetim prensibine dikkatle uyanlar vardı. Fransız devriminden önceki kimi Avrupa kralları kendi emirlerindeki adalete en ziyade yine kendileri saygı gösterirlerdi.
Devlet müesseselerini, kayıtsız şartsız kontrol edebileceği bir tahakküm aracı sanmak pek ilkel, pek çocuksu ve o nispette tehlikeli bir düşüncedir. Yeryüzünde sınırsız kudret yoktur. Böyle bir hayalin arkasından koşmak çılgınlıktan başka bir şey değildir. Kendini o hayale kaptıranlar önünde sonunda kafalarının daha büyük bir kudret tarafından ezildiğini mutlaka görürler. Bunun aksini belirten bir örneğe tarihte rastlamak imkânsızdır.
Geçmişten ders almasını öğrenemeyen ve demokrasiyi sadece bir firma adı olarak kullanmakla yetinen düşük iktidar sorumluları hukuku bir köşeye iterken en büyük kötülüğü kendilerine ettiklerini anlayamadılar. Onlar nasıl olsa gidebilecekleri yere kadar gidecekler, bir noktada duracak veya durdurulacaklardı. Arkadan yetişmek zorunda bıraktıkları hukuk bir gün elbet yakalarına yapışacaktı.
Oysa, hukukla beraber yürümeye önem verselerdi, şimdi iktidardan düşmüş bile olsalar, yine aramızda açık alınla dolaşacaklardı.



21.10.1960

BİR DAHA

Yassıada yargılamaları süresince dikkatlerin dağılmasını, yurdumuzdaki dirlik, düzenliğin aksamasını istemediğim için şu sırada her türlü siyasal tartışmalardan kendimi uzak tutmaya kararlı idim. Bu düşünce ile geçenlerde Cemil Sait Barlas'ın bir sataşmasına cevap vermemiştim. Sayın eski Ticaret Bakanı, benim birçok konularda sosyalist görüşleri savunurken basın rejimi konusunda neden liberal bir yola saptığımı soruyordu. Bu sorunun altında gizlenen cevabı fark etmemiş değildim. Sayın Sait Barlas, şöyle demek istiyordu: Kendine dokunulmadığı zaman sosyalist geçinir, fakat öz çıkarı söz konusu  olunca  liberaldir.  Nitekim, bu yazıyı  böyle  anlayan  MBK sayın üyelerinden Kur. Yüzbaşı Muzaffer Özdağ, haftalık Ülke dergisine verdiği bir demeçte benim kişiliğimi ele almış ve bu vesile ile patronlara veriştirmiş, bunların hiçbir inanca bağlanmadıklarını, sadece birer derebeyi olduklarını söylemiştir.
Yargılamalar boyunca siyasal polemiklerden kaçınacağıma dair verdiğim karardan yine de dönmeye niyetim yok. Sayın eski Ticaret Bakanı ile MBK üyelerinden sayın yüzbaşıyı hakkımdaki düşünceleri ile baş başa bırakmak, bence bu sırada onların kışkırttığı polemiğe girişmekten yeğdir. Yurt menfaatlerinin şimdilik böyle gerektirdiği kanısındayım. Herkesin sosyalistlik tasladığı, sosyalizmin moda haline geldiği bir devirde yaşadığımıza göre, bu akıma karşı bir direnme gücü olarak benim bir derebeyi ya da bir çıkar düşkünü gibi gösterilmem belki de kimi insanların işine yarayacak bir iddiadır.
Ancak, işporta malı fikirlerden, klişeleşmiş toplum nazariyelerinden ve her türlü dogmalardan nefret ettiğim için burada bir iki noktayı bir daha açıklamak gereğini duyuyorum: Yeryüzündeki çeşitli sosyalist okullarını inceleyen bilginler, bunların sayısının pek kabarık olduğunu söylerler. Topluma kendi kafasınca yeni ve ileri bir düzen vermeyi tasarlayan her politikacı bu okulların sayısını alabildiğine arttırabilir. Bilim disiplinine saygı duymayan bir görüşle incelendiği zaman işin içinden çıkmak, çeşitli sosyalist okulları bir sıralamaya bağlamak imkânsızdır. Oysa, gerçeğe varmak ve olaylara hükmederek özlenen sosyal adalete yaklaşmak için bilimsel metottan ayrılmamak zorundayızdır. Bu metodun ışığından gittik mi, yeryüzünde sayısız örneklerini gördüğümüz sosyalist okullarını başlıca iki grupta toplamanın mümkün olabileceğini görürüz: İnsan haklarına ve temel hürriyetlere saygı duyan sosyalist okulları, bu hakları ve hürriyetleri hiçe sayan sosyalist okulları. Coğrafya yönleri ile sınırlı olmaksızın bunlardan birincilerine Batı Sosyalizmi, ikincilerine de Doğu Sosyalizmi diyebiliriz. Ele aldıkları konuya ve ileri sürdükleri iddialara bakılacak olursa her iki grup da aşağı yukarı aynı tezi savunur. Toplumun refahını sağlamak, ferdin fert tarafından sömürülmesini önlemek, sosyal adaleti bütün icaplarıyla gerçekleştirmek vesaire... Bu güzel amaçları benimsemeyen hiçbir idare yeryüzünde  kalmamış gibidir.  Ancak, metot bakımından iki grup arasında büyük bir ayırım vardır. Doğu sosyalistleri dediğimiz rejimler insan haklarına ve temel hürriyetlere derece derece sırt çevirmekte, bu yüzden de totaliter bir baskı idaresine yol açmaktadırlar. Çalışanların hakkı, patronların gaddarlığı, derebeylerin ve ağaların tahakkümü gibi yuvarlak lafların arkasından her zaman bir yumruk rejimi doğmuştur. Peron böyle konuşmuştur, Batista böyle konuşmuştur, Albay Nâsır böyle konuşmuştur ve şimdi Fidel Castro böyle konuşmaktadır.
Oysa, demokratik hürriyetler çerçevesi içinde çalışanların hakkını korumak, patronların gaddarlığını önlemek, sosyal adaleti sağlamak da pekâlâ mümkündür. Bunun için hatta sosyalist bir partinin iktidara geçmesi bile şart değildir. Klasik insan haklarına saygı duyan bir rejimin yürürlükte bulunması yeter.
İktidarın tadını bir kez tadıp da oradan gitmek istemeyenlerin hemen her zaman basın mevzuatını ele aldıklarını bildiğim için bu konuda hassas davranmak lüzumuna inanıyorum. Kendimize göre bir basın rejimi icat etmeye kalkışmak neden? Batı ülkelerindeki düzene sırtımızı çevirirsek bir gün yine ayağımız burkulacaktır.



30.10.1960

YANLIŞ ADIM DÜZELTİLİR

Üniversite Teşkilat Kanunu yeni hükümlere bağlanırken öğretim üyeleri arasında geniş bir tasfiye hareketine baş vurulması kaçınılmaz bir zaruretti. Bu itibarla son kararın prensibi üzerinde herhangi bir tartışmaya girişmek bence yersizdir. Ancak, emekliye ayrılan 140 küsur bilim adamının bu işlemi toptan hak ettiklerini söylemek de imkânsızdır. Hatalar yapılmıştır ve hatalar oranı bir hayli yüksektir.
Bu nasıl olmuştur? Milli Birlik Komitesi'nin Türkiye üniversiteleri kadrolarını dolduran elemanları teker teker tanıdıkları elbette iddia olunamaz. Akla gelen, bir kısım güvenilir uzmanlara başvurulduğu ve bunların tavsiyelerine uyulduğudur. Böyle ise, uzmanların büyük ölçüde yanıldığı ya da kişisel duyguların etkisi altında Milli Birlik Komitesi'ni kimi öğretim üyeleri hakkında yanlış kararlara sürükledikleri meydandadır.
Nazik bir konu olduğu için burada kimsenin adından söz etmek istemiyorum. Fakat emekliye ayrılan öğretim üyeleri içinde bilimsel yeterlik, medeni cesaret, ahlak ve karakter bakımından milletçe övüneceğimiz değerler vardır. Bunların görevlerinden uzaklaştırılması üniversitelerimiz hesabına büyük bir kayıp olacaktır. Buna karşılık yerinde bırakılanlar arasında yetersiz, gerici, Atatürk ve devrim düşmanı olanlarına da rastlıyoruz. Böylece ötekilerin ayrılması ile uğrayacağımız kayıp bir kat daha artmaktadır.
Milli Birlik Komitesi'nin iyi niyetlerinden elbette şüphe edilemez. İşbaşına geçtiği günden beri memleket kalkınmasında her şeyden önce bilime dayanmamız gerektiğini savunan bir kurul, bilimsel değerlerimizden bir tekinin bile durup dururken heba olmasına göz yumar mı?
Şimdi, elde olmayarak işlenen hatanın en kısa yoldan düzeltilmesini bekleyenler, ümit olunur ki aldanmayacaklardır. Bence, tasfiye hareketinde kullanılan metodu değiştirmek, hata payını indirmek bakımından doğru olacaktır. Gizli ve çaresiz kısa görüşlü danışmalar yerine, vaktiyle Atatürk'ün Darülfünun'u lağvedip üniversiteyi kurarken yaptığı gibi, büyük çapta bilimsel komisyon çalışmalarına başvurmak bizi daha olumlu bir sonuca götürecektir.
Çağdaş uygarlığa yetişmek gereğini içimizde inkâr eden kimse yok. Bu uğurda bilimden daha güvenilir bir yol göstericimiz bulunamayacağını da, başta sayın Cemal Gürsel, tüm Milli Birlik üyeleri her fırsatta tekrarlamaktan usanmıyorlar. O halde, yurdumuzdaki bilim ışığının en yüksek dağıtıcısı olan üniversitelerimiz üzerine hep titrememiz şarttır. Son tasfiye hareketinin bu açıdan bir daha ve layık olduğu önemle ele alınacağına inanalım.


10.11.1960

ATATÜRK'Ü ANLAMAK İÇİN

Genç kuşakları bekleyen büyük görev, Atatürk'ün eserini durmaksızın geliştirmeye çalışmaktır. Bunun için Atatürk'ü sevmek yetmez, ayrıca onu anlamak, iyi ve doğru anlamak gerekir. Atatürk, tarihimizin belli bir anında, yurdumuza gökten zenbille indirilmiş bir kurtarıcı, bir yol gösterici, bir peygamber değildir. Yüzyıllar boyunca Türk toplumunu çöküntüye doğru sürükleyen tarihsel ve sosyal koşulların son deminde yetişmiş, kendinden önce kimi çevrelerde belli belirsiz sezilen yıkılış nedenlerini apaçık görmüş, kurtuluş çarelerini matematik bir kesinlikle ortaya koymuş bir vatan evladıdır. Onun aynı zamanda büyük bir asker, dinamik bir aksiyon adamı oluşu milletimiz için şüphesiz bir talih eseridir. Böylece, yurdumuzu saldırgan yabancı kuvvetlerden temizlemek, ulusal bağımsızlığımıza kavuşmak ve gerçek kurtuluşun demir kapılarını onun önderliği altında zorlamak olanağını bulmuşuzdur. Atatürk fikir planından öteye geçemeseydi, bize onun çizdiği yoldan gidecek birçok aksiyon adamları gerekecekti. Fakat bugün o artık aramızda bulunmadığına göre eseri yürütmek ve başarıya ulaştırmak görevi yeni kuşaklara düşmektedir.
Atatürk, çağdaş uygarlık düzeyini bize hedef diye göstermiştir. Bu deyimi yanlış anlamamaya son derece dikkat etmelidir. Çağdaş uygarlık, belli bir teknikle üretim, savaş ve ulaştırma araçları yapıp bunları kullanmak demek değildir. Daha doğrusu bu saydıklarım çğadaş uygarlığın amacından ziyade onun belirtileridir. Bir başka uygarlık düzenine bağlı kalarak da aynı sonuçları elde etmek mümkündür. 
Bugün Sovyet Rusya birçok alanda Batı'ya yaklaşmış, hatta bazı noktalarda onu geçmiştir. Füze tekniğinde Ruslara kıyasla bir hayli geride kaldıklarını Amerikalılar kendileri söylüyorlar.
Atatürk'ün bize mutlaka varmamız gereken büyük amaç diye gösterdiği çağdaş uygarlık, her şeyden önce bir insan anlayışı ve bu anlayış üzerine kurulu bir dünya görüşüdür.
Saltanatın temsil ettiği eski düzen bunun için yıkılmış, Cumhuriyet bunun için ilan edilmiştir. Vicdan hürriyetine ve onun ifadesi olan laiklik prensibine bunun için dört elle sarılmışızdır. Her türlü sosyal ve ekonomik imtiyazlar bunun için kaldırılmış, Medeni Kanun bunun için yürürlüğe konmuş, insanları kalıplaştıran gericilik tortularına karşı bunun için savaş açılmış, Batı'nın yürürlüğe koyduğu temel hürriyetler bunun için millete mal edilmek istenmiştir.
Atatürk'ün işaret ettiği çağdaş uygarlık, Batı dünyasının yüzyıllar boyunca işleyip geliştirdiği insan hakları esasına dayanır. Millet olarak güçlü, mutlu ve özgür yaşayabilmemiz, o hakları dimdik ayakta tutmamıza bağlıdır. İster dolambaçlı yollardan, ister açıkça, bu topraklar üzerinde kurulacak dikta rejimlerine artık uzun zaman katlanılmayacağını yeni kuşaklar 1960 yılının 27 Mayıs'ında parlak bir şekilde ispat ettiler.
Atatürk'ün büyük eserini çocuklarımıza iyi anlatabildiğimiz nispette milletimiz yarın gerici idarelerin baskısına uğramak tehlikesinden kendini kurtaracaktır.

11.12.1960

BOŞUNA GAYRET

Odacı Hasan matbaada yanıma geldi, gazeteleri uzatırken:
- Beyim ''Havadis''in yazdıklarını okuduk, çok üzüldük! dedi. Yüzüne baktım, gerçekten üzgün bir hali vardı.
- İnandın mı Hasan?
- Yok, inanmadım ama, kahvede ileri geri konuşuyorlar işte!
Odacı Hasan on beş yıldır yanımdadır. Okuması yazması vardır. Doğruyu iğriden ayırt etmesini bilir. Yurdumuzdaki milyonlarca Hasan'a kıyasla kalburüstü sayabileceğimiz bir vatandaştır. Ayrıca beni de sever ve sayar.
Fakat bütün Hasanlar'ın teker teker beni tanımaları, hatta tanıdıklarımın tanıdığı olmaları mümkün müdür? Bir gazete baş köşeye başkalarıyla beraber koskoca resmimi yerleştirmiş, altına da direk gibi harflerle ''Örtülü ödenekten bunlar da para almışlar!..'' diye yazmış. ''Mışlar'' ekinin ifade edebileceği rivayet niteliğini yurdumuzda kaç Hasan anlar? Anlasa bile böylesine hafif bir kaçamak yolu haberin veriliş tarzına hâkim olan ''isnat'' eylemini ne dereceye kadar örtebilir?
Bizde demokratik gelişmeyi köstekleyen ve sık sık dumura uğratan en büyük yaralardan biri, siyaset hayatımızda zayıf karakterli, kötü niyetli politikacıların bu çeşit halk avcılığı metodunu geçer akçe saymaları ve onun arkasında kendi içyüzlerini saklamaya yeltenmeleridir. 
Düşük iktidar bu metoda çok bel bağlamıştı. İspat hakkı yasağının çatlak kalkanından uzun zaman medet umdu. Gazetelerde yazılamayanların memleket düzeyinde on kat fazlası ile kulaktan kulağa fısıldandığını görünce hırslandı. Emrindeki Radyo Gazetesi ile hoşlanmadığı kimselere açıkça çamur fırlatmaya başladı (bütün yasaklar gibi ispat hakkı yasağı da iktidara karşı işlemezdi).
Devrimden sonra düşük idarenin kirli çamaşırları birer birer ortaya serildikçe, bütün varlığı ile bir gün o rejimi tekrar diriltmeye çalışan dışarıdaki kuyruklar aynı metodu sinsice kullanmaya devam ediyorlar.
Süper mürşidin, örümcek suratlı yobazın bin bir eyyamcının ne mal oldukları anlaşılınca bunlara ne kalıyor? Yurdumuzda herkesin kendileri gibi olduğuna halkı inandırmak.
- Onlar da bizden farksız!
diyerek akılları sıra, hem kendilerini teselli etmek, hem de, ümit bu ya, ileride bir punduna getirip yine iktidar koltuğuna tırmanmak istiyorlar. Birinci isteklerinde haklı olabilirler, ama buna belki ihtiyaçları da yoktur. Davranışının muhasebesini vicdanında yapamayan adam ne diye başka yollardan teselli arasın. Bu daha ziyade bir karalama gayreti olsa gerektir. Herkesi aynı boyaya batırıp aynı renkte gösterme gayreti. Bunu başarabilirlerse ikinci ve asıl isteklerinin gerçekleşebileceğini, vatandaşın eğriyi doğrudan ayırt edemeyeceğini umuyorlar.
Onların anladığı demokrasi işte bu. Yalan söyleyeceksin, aldatacaksın, dincilik, mukaddesatçılık maskesine bürünüp Tanrı'yı sömüreceksin. Sonra foyan meydana çıktı da gırtlağına kadar çamura yuvarlandın mı, oradan eline ne geçerse yakaladığın gibi dışarıdakilere fırlatacaksın. Ta ki onlar da tıpkı sana benzesinler. 
Bu düşürücü, küçültücü, eşitlik hevesi her yerde demokrasinin en tehlikeli düşmanıdır. Demokrasinin aradığı eşitlik küçüklükte, çirkinlikte, iğrençlikte değil, insanı yükseltmeye yarayan temel haklara ve hürriyetlere dayanır.
Kötü niyetlilerin gayreti, her zaman olduğu gibi, yine hüsranla sona erecektir.


25.12.1960

YIKILAN HEYKELSE KURTULAN ESERDİR

Bir zamanlar, gözleri dönmüş yobazlar Atatürk heykellerine uluorta saldırırken, yüzde yüz Atatürkçü olan ben, bu hale fazla kaygılanmıyordum. Hatta bu konu ile ilgili özel bir kanun çıkarılmasına bile taraftar değildim. Maddeye savrulan kazmaların manayı yıkamayacağını biliyordum. Devrim prensipleri üzerinde yeteri kadar titizlik gösterildikten sonra, biz acz eseri olan o histeri krizi nasıl olsa durulacak, durulmasa da elbette önü alınacaktı. Korkmamız, kaygılanmamız gereken nokta, heykeller dimdik ayakta tutulabildiği halde devrimlerin birer birer sarsıntıya uğraması ihtimali idi.
Nitekim, aradan çok vakit geçmeden korktuğum başımıza gedi. Heykellere musallat olduğunu gördüğümüz histeri nöbeti zamanla gevşedi. Anlaşılan yobazlar ya yorulmuşlar ya cezalardan ürkmüşler ya da hınçlarını başka yoldan çıkarmanın kolayını bulmuşlardı. Bu sonuncu ihtimal daha kuvvetli idi. Çünkü yobazın gözünde heykel sadece bir sembolden ibaretti. Asıl hedef devrimlerdi. Devrimleri dilediği gibi ayakları altında çiğneyebildikten sonra yobaz heykeli ne yapsındı? Oy avcılığı uğruna düşük iktidar ona bu imkânı bol bol bağışladı. ''Heykel kırma yasağı'' kanunu ile güya Atatürkçülerin gönlü hoş ediliyordu. Beri yandan yobazın sırtı okşanıyor, gericilik akımlarına yurdumuzda alabildiğine at koşturmak fırsatları yaratılıyordu. Kadının yaratıcı toplum hayatından uzaklaştırılıp çuvala sokulması, çocukların müspet eğitim metotları dışında mahalle mekteplerine gönderilmesi, üfürükçülüğün, muskacılığın, her türlü büyücülüğün hortlatılması heykel kırma yasağı kanunundan sonra almış yürümüştür.
Gerçek Atatürkçülerin yüreği işte bu hale kan ağlıyordu. Milleti uyuşturup yeniden karanlığa sürüklemek isteyenler, devrim ve Atatürk düşmanları sinsi adımlarla hedeflerine doğru yürüyorlardı. Bunların vaktinde önü alınmazsa, boşuna kaybettiğimiz zamanı ileride kazanmak daha güç olacaktı.
27 Mayıs hareketi bu bakımdan da Atatürk'ün bir zaferidir. O gün yalnız demokratik hürriyetleri yıkıp çiğneyen hukuk dışı bir idare devrilmemiş, aynı zamanda devrim prensiplerine durmaksızın balta sallayan yobazların da hakkından gelinmiştir.
Devrimler kurtarıldığına göre şimdi bunların tekrar Atatürk heykellerine göz dikmeleri bence psikoloji kanunlarına uygun, son derece olağan bir davranıştır. Aradığı ortaçağ dünyasını Türkiye'de kuramayacağını görünce yobaz ne yapar? Yüreğindeki menfi enerjiyi nereye boşaltır? Şimdi elbete yine heykellere saldıracak, bir türlü söndüremediği devrim ışığından kaçarak, gece karanlığında etrafı kollamak suretiyle bir punduna getirip sembolleri devirmeye gayret edecektir.
Yobazın çabası boşunadır. Atatürk'ün temelini attığı büyük eser, aydın Türk gençliğinin elinade kuşaktan kuşağa ve ileriye doğru daima gelişecek, her yıl daha gürbüz, daha heybetli olacaktır.
Kırılan, zedelenen her anıtın yerine on kat, yüz kat güzelini dikmeye bu milletin gücü yeter. Fakat esere bundan böyle kimsenin dokunamayacağı artık iyice anlaşılmıştır.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder