19 Mart 2017 Pazar

27 MAYIS'TAN 12 MART 'A NADİR NADİ, YAZILARI BÖLÜM 1


27 MAYIS'TAN 12 MART 'A  NADİR NADİ,  YAZILARI  BÖLÜM 1



27 MAYIS'TAN 12 MART'A (1960)
NADİR NADİ,


ÖNSÖZ

Son haftalarda 100. Ölüm yılı anılan gazeteci ve düşünür Şinasi'nin kendi gazetesinde çıkmış olan makalelerinden bir kısmını '' Müntehabât-ı Tasvir-i Efkâr '' yani ''Tasviri Efkâr'dan Seçmeler'' başlığını taşıyan bir kitap içinde toplayarak yayımlamasından beri kimi yazarlarımız aynı yolu izlemişler ve türlü yayın organlarında çıkan siyasi veya edebi yazılarını sonradan bir araya getirip kitap halinde yayımlamışlardır. Bu yolun günümüzdeki izleyicilerinden biri de Nadir Nadi'dir.
Ünlü gazeteci ve politika adamı ve Atatürk'ün Selânik'teki kolağasılık döneminden başlayarak Ulusal Kurtuluş Savaşı süresince ve onu izleyen Cumhuriyet döneminde fikir ve ülkü arkadaşı ve bütün devrimlerinin tavizsiz ve yürekten destekleyicisi Yunus Nadi'nin vakitsiz ölümünden sonra oğlu Nadi Nadi onun kurmuş olduğu Cumhuriyet gazetesinin başyazarlığını, yine Atatürk devrimciliği çizgisinden bir tek adım sapmadan ve Türkiye'nin son 25 yıllık politika zikzaklarında en küçük bir taviz vermeden yapmak suretiyle memleketimizde fikir namusu taşıyan bütün okumuşların ve Atatürkçü aydınların büyük takdir ve sevgisini kazanmıştır.

Nadir Nadi, Demokrat Parti'nin 1950'nin 14 Mayısı'nda iktidara gelişinden başlayark 27 Mayıs 1960 Devrimi'nin eşiğine ulaşan son olaylara değin Cumhuriyet gazetesine yazdığı makalelerden bir kısmını, bu devrimden bir yıl sonra, Haziran 1961'de ''ATATÜRK İLKELERİ IŞIĞINDA UYARMALAR - BİR İFLÂSIN KRONOLOJİSİ (1950-1960)'' başlıklı bir kitap içinde yayımlamıştı. Bu kez ise 5 Haziran 1960'tan 12 Mart 1971 muhtırasının bir gün öncesine değin yine Cumhuriyet'te yayımlamış olduğu başyazılarından seçmeleri bu kitap içinde bir araya getirmiş bulunmaktadır.

Her iki kitapta yer alan bu yazılar, hiç kuşkusuz ileride, Türkiye'nin demokrasiye geçiş dönemi diye anılacak çeyrek yüzyıllık bir dönemin siyasal tarihini yazacak olanlara kuvvetli bir ışık tutacak ve zengin bir kaynak olacaktır. Gelecekteki araştırıcılar bu yazılarda, iktisadi özden yoksun bir demokrasiye geçiş çabalarının -pek doğal olarak- meydana getirdiği sarsıntı ve sallantılar içinde idealsiz, hırslı ve çıkarcı politikacılar ve gerici okumuşlar tarafından Atatürk ilkelerinin -bütün uyarmalara rağmen- gittikçe artan bir pervasızlıkla nasıl parça parça kemirildiğini ve Atatürk devrimciliğinin, asıl özünden yoksun bırakılarak nasıl biçimsel bir seromoniler düzeni durumuna konulduğunu adım adım izleyebileceklerdir.

Bu yazılarda bugünkü politikacı ve aydınların da izlemesi gereken büyük ibret levhaları vardır. Fakat biz, günümüzdeki düşünce ve politika kargaşalığına bakarak, bu ibret levhalarından - hiç değilse şimdilik- pek çok kişinin içtenlikle yararlanmaya çalışacağını pek sanmıyoruz. 27 Mayıs'tan ibret alınsaydı 12 Mart'a gelip dayanmazdık. Ancak TARİH'in, siyasal yönetimde hiçbir yanılgıyı ya da ihaneti bağışlamadığı ve bu konuda, uzun yüzyıllar sonra bile, çok insafsız, hatta zalim olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Gerek dünya tarihinde, gerek kendi tarihimizde, çağlarında kudretli, hatta namuslu sanılan birçok devlet ve politika adamının bugün lanetle anılmasının nedeni, TARİH'in hiç bağışlama tanımayan objektif yargısıdır.

Bu kitaptaki yazılarda görüldüğü gibi Nadir Nadi doğrudan doğruya kişilerle uğraşmamış, şahsiyat yapmamış, sadece ilkeler üzerinde durmuştur. Devrim ilkelerini, Türk halkının yararını, düşünce özgürlüğünü, Atatürk'ün tam bağımsızlık ülküsünü savunmuştur. Eğer bazı makalelerinde kimi devlet adamlarını eleştirmiş, kimisini övmüşse, bu, onların yukarıki ilkeler karşısında olumlu veya olumsuz davranışları dolayısıyla olmuştur. Bu durum, onun kişilerden söz eden yazılarında açıkça belirmektedir. Hatta olumlu tutumu yüzünden bir yazısında övdüğü bir politikacıyı, devrimlere, memleket çıkarlarına ve insan içtenliğine ters düşen tutumu dolayısıyla, başka bir yazısında şiddetle eleştirdiği de görülmektedir. Bu tür yazılarındaki dış görünüş çelişmesi, yazarın fikir değiştirmesinden değil, eleştiren veya övülen politika adamının çizdiği zikzaklardan ileri gelmekte ve bu da kendisinin Atatürk devrimciliği, halkın çıkarı ve fikir namusu doğrultusundaki içtenliğini ortaya koymaktadır. Gerektiğinde insanı, kendi kişisel çıkarlarını bile tepmekte duraksatmayan prensip adamlığı dediğimiz şey de budur zaten.

Nadir Nadi'nin yazılarından pek çoğunun imrendirici ve önemli bir özelliği de, dilin açık ve sade olması ve ayarı iyi yapılmış bir dürbün gibi, uzağı açık seçik gösteren iyi niyetli, uyarıcı karakter taşımasıdır. Gerek 1961'de yayımladığı derlemede, gerek bu kitapta bunun çeşitli örnekleri görülüyor. Bunların hepsini bir önsöz içinde belirtmek olanaksızlığı karşısında ben sadece birkaç örnek vereceğim.

Nadir Nadi bundan 18 yıl önce, yani Demokrat Parti'nin en başarılı sayıldığı dönemde, 15 Aralık 1953 tarihli ''Henüz vakti varken'' başlıklı bir yazısında şöyle diyordu:

''Bizim tek parti rejiminden çok parti rejimine geçerken, o sıralarda aynı işi yapan öteki Avrupa milletleri gibi bir Kurucu Meclis toplayıp anayasa üzerinde gerekli değişikliklere başvurmamış olmamız büyük bir hatadır. Tek parti esasına göre hazırlanmış bir hukuk düzenini çok partili hayata uydurmakta ne kadar güçlük çektiğimizi sık sık görüyoruz. Ayağa dar gelen bir pabuç gibi bu halin cemiyetimiz için bir rahatsızlık konusu olduğu ve sırasına göre teker teker hepimizi üzdüğü meydandadır. Bir anayasa ayarlamasına gitmediğimiz takdirde, ileride daha ciddi rahatsızlıklara uğramamız ihtimali kuvvetlenecek, belki de, Tanrı korusun, kaçınılmaz bir tehlike olarak günün birinde gelip karşımıza dikilecektir.'' (Atatürk İlkeleri Işığında Uyarmalar, (1950-1960) s. 103.)
Nitekim tehlike ''gelip karşımıza dikilmiş'' 27 Mayıs 1960'ta ordunun Atatürk ilkeleri doğrultusunda, politikaya müdahalesi zorunluğu doğmuştur. Bu müdahalenin ölü dalgaları o tarihten bu yana  dinmemiş,  kimi zaman ters yönde esen  politika rüzgârlarının da etkisiyle, yeniden kabararak, bu kez 12 Mart 1971 müdahalesi olmuştur.

Demokrat Parti'nin 14 Mayıs 1950'de iktidara gelişinden hemen üç hafta sonra, 7 Haziran 1950 tarihli ve ''Ezan'' başlıklı yazısında Nadir Nadi, Atatürk tarafından Türkçeleştirilmiş olan ezanın yeniden Arapçaya döndürülmesi konusundaki tartışmaları ele alarak şunları yazmıştı:

''...Büyük Atatürk'ün giriştiği inkılap hamlelerinden her biri, hatta ezanın Türkçe okunması bile, hep bu memlekette taassubu yenmek, sahici fikir ve vicdan hürriyetini kökleştirmek gayesini güdüyordu. (...) Atatürk yasaklarından bir tekine olsun dokunmaya kendimizde hak görmemeliyiz. Çünkü ancak o yasaklar sayesindedir ki, gerçek vicdan hürriyeti bu memlekette kök salabilecektir. (...) Demokrat Parti'nin yarın fes giyilmesine, öbür gün Arap harfleri kullanılmasına müsaade edeceğini söyleyenler şimdiden görülüyor'' (Aynı kitap, s. 9/10).
Ezanın Arapçaya çevrilmesinin ardından, bugüne değin, irtica hareketinin, fes, bere, yeşil bayraklar, eski yazı ile yayınlar, heykel kırmalar, tarikat örgütlenmeleri, cenaze namazı boykotları ve nihayet cihat ve katliam çağrıları biçiminde dalga dalga nasıl genişlediği ve hilafeti memlekete geri getirme çabalarına kadar gelip dayandığı düşünülecek olursa, Nadir Nadi'nin bugünkü durumu daha 21 yıl öncesinden görüp sezerek yüreklilikle ortaya koymasını gerçekten takdir etmek gerekir.

Onun bu görüş ve seziş yeteneğine, 1960 Devrimi'nden sonraki yazılarından pek çoğunda da tanık oluyoruz. Elimizdeki kitabın 5 Haziran 1960 tarihli ve ''Onun İzinden Gideceğiz'' başlıklı ilk yazısında Nadir Nadi:
'' Kaygumu açıkça belirteyim: Türkiye'nin kaderini elinde tutacak olan yarınki yasama organı mutlaka devrimlere bağlı ve Atatürkçü bir kurum olmalıdır. Çünkü çağdaş medeniyete ve Batılı hukuk düzenine kavuşmanın biricik yolu vaktiyle Atatürk'ün gösterdiği yoldur. Menfaat düzenbazlarına, vicdan sömürücülerine ve hukuk yıkıcılarına memleketi teslim etmek için parlamento kurulmaz. Bunu aklımızdan çıkarmayalım.''

diyerek, bu memleketi kurtaracak tek çıkar yolun Atatürkçülük yolu olduğunu, o zamana değin kimbilir kaçıncı kez  açıklamıştır. Bu tarihten 7 yıl sonrası AP iktidarı döneminde Nadir Nadi 16 Nisan 1967 tarihli ve ''Gövde'' başlıklı yazısında eski Demokrat Parti iktidarının icraatından örnek vererek şöyle diyor:
''Demokrasiyi kafa değil, gövde rejimi olarak halletmiştik bir kez. Ağızları kapamak ve kalemleri sindirmek için kanun üstüne kanun çıkardık. Ve Nasreddin Hoca'nın eşeği misali, fikirsiz demokrasiyi tam yürürlüğe koyacağımız sırada 27 Mayıs'la tepe taklak yuvarlandık gittik. Can çıkmayınca huy çıkmaz derler; gövde saltanatının bütün azameti ile şimdi gene yürürlüğe konmak istendiğini görüyoruz. (...) Topluma sunulan fikirlerden bir kısmı kimi çevrelerin çıkarı ile çelişme halindedir. Çıkarı uğruna gerçek demokrasiye de, gerçek özgürlüğe de her zaman boş veren bu çevreler, öyle anlaşılıyor ki, bu sefer de kafayı bir yana bırakıp gövde ile işi idare etmeye kararlıdırlar. Demokrasiyi deve yapacaklarını ve bunu millete yutturacaklarını ummaktadırlar. Herhalde iç ve dış koşulları kendi hesaplarına bu sırada pek elverişli buluyor olmalıdırlar. Unuttukları nokta yalnız gövde gösterilerine dayanan bir yönetim sisteminin her zaman havada kalmaya ve er-geç yıkılmaya mahkûm olduğu gerçeğidir.''
Bu görüş de, gözlerimizin önünde gerçekleşmiş ve ''gövde demokrasisi'' 12 Mart'ta yıkılıp gitmiştir.

Bu önsözün başında, Nadir Nadi'nin yazılarının gelecekteki Türk Siyasal Tarihi araştırıcılarına ışık tutacağı yargısına vardığımızı açıklamıştık. Yukarıda verilen şu birkaç örnek bile bu yargıda ne denli haklı olduğumuzu göstermeye yeter. Bir süre Galatasaray Lisesi'nde sosyoloji öğretmenliği yapmış olan sayın yazar, sosyal yasaları çok iyi bildiği için, siyasal tahminlerinin hemen hiçbirinde yanılgıya düşmemiştir. Keşke memleket bugünkü acıklı duruma düşmeseydi de o yanılmış olsaydı! Buna, vatanını seven her namuslu Türk aydını gibi, herhalde ve en başta kendisi çok sevinirdi. Ne çare ki, şairin şu beyitinde büyük bir gerçek payı var:

'' Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?' TARİH,

Hiç kuşkusuz söyleyebilirim ki, okuyucular bu kitabı, ibret levhalarıyla dolu siyasal bir roman gibi, bir hamlede rahatça ve merakla okuyacaklar ve düşünenler ise, onun sayfaları arasında biraz da kendi siyasal kader, yaşantı ve belki de nemelâzımcılık yanılgılarını bulacaklardır.

Erenköy, 27 Eylül 1971
Ord. Prof. Dr.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu

1960 YILI



5-6-1960

O'NUN İZİNDEN GİDECEĞİZ

Vereceğimiz kararları, yaşadığımız devrin şartları içinde düşünmeliyiz: 1950 yılında Seçim Kanunu hazırlanırken nisbi temsil sistemine iltifat edilmemesi belki bir hata olmuştur. Atatürk devrimlerinin amaç bildiği Batı medeniyeti çerçevesinde insan haklarına dayanan çok partili bir sisteme geçerken, Meclis'te çoğunluğu ele geçirebilecek tavizci bir zümrenin keyfi hareketlerini frenlemek lüzumunu önceden fark edemedik. Daha doğrusu iktidarı kaybettiği takdirde Cumhuriyet Halk Partisi'nin böylesine bir azınlığa düşeceğini hesaplayamadık. Uzun yıllar Halk Partisi'nde çalışan, devrim prensiplerine bağlılıklarını her fırsatta tekrarlayan DP kurucularının da bir gün o prensipleri tekmeleyeceklerini, hukuk devleti şartlarını kendi elleriyle yıkacaklarını havsalamız almadı. 1950 seçimleri nisbi temsil usulüne göre yapılsaydı, o Meclis'te yer alan muhalefet grubu sayıca daha kuvvetli olacak ve demokratik kontrol mekanizmasının daha tesirli bir şekilde işlemesini sağlayabilecekti. Aynı zamanda, gerilik akımları da böylece frenlenmiş olacaktı.
Bununla beraber nisbi temsil sisteminin klasik mahzurlarını da gözden ırak tutmamak gerekir. Bunlardan başlıcası, parlamentoya zamanla küçük küçük partilerin dolması, hükümet kurma işinin ancak partilerarası çeşitli kombinezonlarla başarılır hale gelmesidir. Bu gibi hükümetler genel olarak çok kısa ömürlü olurlar, istikrarlı ve uzun süreli programlar hazırlayıp yürütemezler. Bizim gibi geri kalmış, kısa zamanda büyük hamleler yapmak zorunda bulunan milletler için böyle bir sistemin doğuracağı tehlikeler meydandadır. Ayrıca, küçük partiler birleşerek bir gün yine bir tahakküm çoğunluğu kurmaları nisbi temsil usulü ile de imkânsız sayılamaz.
Onun için, geçen on yıl içinde iyi sonuç vermeyen tecrübelere bakarak büyük kusuru yalnız Seçim Kanunu'nda aramamalıyız. Şimdi çoğunluk sisteminden ayrılırsak yarınki Meclis acaba daha güvenilir bir hukuk düzeni yürütebilecek midir?
Bir defa bugün bambaşka bir siyasal durum içindeyiz. On yıl önce devrim prensiplerini korumak ve hukuk düzenini geliştirerek yürütmek istiyorduk. Bugün ise devrim prensiplerini de, hukuk düzenini de yeniden kurmak görevi ile karşı karşıyayız. Böyle bir görevi ancak parlamentoya iyice hâkim olacak namuslu ve ülkücü bir parti grubu ile başarabiliriz kanısındayım. Küçük parçalara bölünen, çalışmalarını kulis tavizleri ile düzenleyen bir mecliste belki bir çoğunluk saltanatı önlenebilir. Fakat devrim prensiplerini yeniden tehlikeye atmak ihtimalleri önlenemez.
Hazırlanacak anayasaya bu hususta kesin hükümler konacağı, vatandaş hak ve hürriyetlerinin sağlam teminata bağlanacağı söyleniyor. Niyetlerimiz ne kadar halis olursa olsun, sütten ağzı yanmış insanlar olarak yoğurdu üfleyerek yememiz ve acele yargılardan sakınmamız gerektiği kanısındayım.
Hazırlanan anayasayı kimler onaylayacaktır? Halk mı, yoksa gelecek Meclis mi? Nisbi temsil sistemine göre yeni bir Seçim Kanunu hazırlanırsa, gelecek Meclis'in nasıl bir karakter taşıyacağını bugünden bilebilir miyiz?
Kaygumu açıkça belirteyim: Türkiye'nin kaderini elinde tutacak olan yarınki yasama organı mutlaka devrimlere bağlı ve Atatürkçü bir kurul olmalıdır.
Çünkü çağdaş medeniyete ve Batılı hukuk düzenine kavuşmanın biricik yolu bize vaktiyle Atatürk'ün gösterdiği yoldur.
Menfaat düzenbazlarına, vicdan sömürücülerine ve hukuk yıkıcılarına memleketi teslim etmek için parlamento kurulmaz.
Bunu aklımızdan çıkarmayalım.


12.6.1960

ASIL GÜVENLİĞİ KENDİMİZDE ARAYALIM

Hürriyetlerini kazanan milletler, o uğurda çektikleri ıstıraba bir daha katlanmamak kaygusu ile daima teminat ararlar. İdare edenlerin zamanla bir tahakküm rejimine doğru kaymak istemeleri, en ileri memleketlerde bile görülen bir eğilimdir. Halk bunu tecrübe ede ede, yüzyıllar boyunca acılara uğraya uğraya anlamıştır. Anayasalarda yer alan temel hak ve hürriyetlerin güvenliğe bağlanması, böylelikle idare edenlerin bir gün kötü yola sapmalarının önlenmesi bu itibarla çok önemlidir.
Kısa zamanda bize yeni bir anayasa projesi hazırlamakla görevli bilim komisyonundan millet iyi bir eser bekliyor. Her biri kendi alanında bir otorite bilinen sayın profesörlerimize güveniyoruz. Belli bir süre içinde mümkün olabilen en iyi çalışmayı başaracaklarına ve vatandaş haklarını bir gün şunun bunun elinde oyuncak olmaktan kurtaracaklarına inanıyoruz.
Yalnız unutmayalım ki, son tahlilde asıl teminat, her zaman ve her yerde olduğu gibi, yine halkın uyanık iradesine bağlı kalacaktır.
Birinci Cihan Harbi'nden sonra Almanların hazırladığı Weimar Anayasası, dünyanın en mükemmel hukuk anıtlarından biri sayılıyordu. Ona rağmen bir gün bir Hitler çıktı, Alman milletini kandırarak o koca anıtı bir tekme ile yıktı ve hem kendi memleketini, hem de dünyayı felâkete sürükledi.
Hitler'in tekelci ve keyfi idaresine karşı Almanya'da, aydınlar tarafından gösterilen tepkiler azımsanacak kadar zayıf da değildi. Fakat bir kısım halk, adamın cazibesine kapılmıştı. O da bunu ustaca sömürmesini bildi, emrindeki propaganda teşkilâtı ile biri on gibi gösterdi. Aydınları hakir gördü, alaya aldı, onlarla kalabalık arasında bir uçurum açmaya çalıştı. Böylece tepki gücü zayıflayan millet, hak ve hürriyetlerinden oluverdi. Almanlar, acı gerçeği kavradıkları zaman iş işten geçmişti.
Demokratik düzenin korunmasında aydınların daima uyanık bulunması ve halkı uyararak onun aldatılmasına engel olması şarttır.
İdarenin, ufak da olsa, ilk bakışta önemsiz de sayılsa, herhangi bir haksızlığını görüp susmak büyük hata olur.
Üçüncü Cumhuriyetin başlangıcında Fransız milleti vatandaş haklarını titiz bir dikkatle korumayı ihmal etmiyordu. Dreyfus olayı üzerine kopan fırtına bu bakımdan hâlâ bir örnek olarak dillerde dolaşır. Eğer o zaman Fransız basını, başta Zola, Yahudi asıllı biçare bir subayın uğradığı adaletsizliğe karşı öylesine şahlanmasaydı, Üçüncü Cumhuriyet daha yirminci yüzyılın başlarında soysuzlaşır, kısa zamanda çökerdi.
Şu gerçeği aklımızdan çıkarmayalım: Haklarımızın asıl teminatı bizizdir. Hazırlanacak anayasa ne kadar mükemmel olsa da, hürriyetlerimiz üzerine her gün, her saat, titreyeceğizdir. Usulsüz ve yolsuz tasarruflar nereden gelirse gelsin, kimi hedef tutarsa tutsun, bunlara karşı cephe almak boynumuzun borcudur.
- Oyumu verdim, falan parti işbaşına geldi, artık rahat edebilirim. 
Demeyeceğiz. Oyumuzla kurduğumuz meclisleri adım adım kontrol edeceğiz. İnsan haklarına saygı duyan bir idareyi yurdumuzda devamlı kılmak istiyorsak bir an gevşememeyi göze alacağız. Kişileri överek büyük adam yaratmak sevdasından da vazgeçmeliyiz. Bir adamın büyüklüğü oturduğu koltuğun önemi ile değil, memlekete yaptığı hizmetlerle ölçülür. Hizmetlerinin muhasebesi ise ancak bir ömür sona erdiği gün yapılabilir.
Son yılların olayları, bu yönden de ibret dersleri ile doludur.


15.7.1960

KÜLTÜR SEFERBERLİĞİ GEREKİYOR

Uzun süren savaş yıllarından sonra milletlerin yaratıcı gücü zedelenir. Ölüm, daha ziyade genç kuşaklar arasında yıkıntılara sebep olmuş, üstelik doğumlar da azalmıştır. Normal hayatiyete kavuşana değin sosyal organizma yıllarca bir nekahet devri geçirmek ve olağanüstü bir ihtimamla bakılmak gerekir.
Birinci Cihan Harbi'ni ve Milli Kurtuluş Mücadelesi'ni takip eden devre boyunca biz bunun acısını çok çektik. Çanakkaleler'de, Filistinler'de, Kafkasya ve Galiçyalar'da milletimizin temiz kanı oluktan boşanırcasına akmış, bunlardan arta kalanı ile de Kurtuluş Savaşı'nı  başarmıştık. Cumhuriyet  ilan edildiği zaman toplumun idaresinde görev yüklenecek aydın kadroları son derece zayıf bir halde idi.
Atatürk devrimi işte o şartlar altında başarıldı. Kültür, teknik, bayındırlık, ekonomi ve her türlü idare alanlarında sıkı bir çalışma temposu ile işe koyulmuştuk. Onuncu yıl marşının ''Çıktık açık alınla on yılda her savaştan'' diye başlayan mısralarındaki övünme payı haksız değildir. Onca felaketlerden sonra hemen hemen sıfırdan başlayan bir kalkınma hamlesinin milletimizi 1933 potansiyeline ulaştırması gerçekten övünülecek bir merhale idi. Atatürk bize şu öğüdü veriyordu: ''Çalış, güven ve övün...'' Bu öğüt çağdaş medeniyet düzeninin onun ağzından ifadesini bulan parolası idi. Daha yapacak çok işimiz vardı ve yaşadığımız sürece milletimize karşı görevimiz sona ermiş olmayacaktı.
İkinci Cihan Harbi'nin dışında kalışımız tarihimizde belki ilk defa olarak bize yeni bir şans bağışlıyordu. Maddi yıkıntılara uğramayacak, devrimlerimizin ışığında başladığımız kültürel ve ekonomik kalkınmamızı daha hızlı adımlarla yürütebilecektik.
Düşük iktidarın en büyük suçlarından biri bu gerçeği bir türlü kavrayamaması, elimize geçen büyük fırsatı kaçırarak bizi on yıl geri bırakması olmuştur.
On yıllık DP iktidarı boyunca uğradığımız kayıplar korkunçtur. Özellikle milli kültür bakımından her alanda büyük çöküntülere yol açılmıştır. Bunlara karşı şimdiden gerekli tedbirleri almak ve on yılın kayıplarını telafi etmek için bütün gayretimizle çalışmak zorundayız.
Milli eğitim davası, davalarımızın başında yer almalıdır. Bu, bir bakanlığın tek başına üstesinden gelebileceği bir konu olmaktan artık çıkmıştır. Hükümet elindeki bütün imkânlarla harekete geçmeli, çeşitli bakanlıklar ve müesseseler arasında verimli bir işbirliği kurmak suretiyle konuyu devlet ölçüsünde teşkilâtlandırmaya bakmalıdır.
Bugün yeryüzünde okuma yazma oranı yüzde eli beşi bulan milletlere ''geri kalmış milletler'' deniyor. Biz bu nispetin çok daha altındayız. En iyimser tahminlerle, okuma yazma bilenlerimizin sayısı yüzde otuzu geçmemektedir. Yeni okullar açmak, hatta Köy Enstitülerini ve halkevlerini yeniden kurmakla kısa zamanda bir sonuca varmak imkânsızdır. Biz milletçe genel bir eğitim seferberliğine muhtacız. Büyük küçük, kadın erkek, hepimiz okuyacağız, hepimiz yetişeceğiz. Bu uğurda ordumuzdan, yükseköğrenim gençliğimizden, idare cihazımızdan, radyolarımızdan hatta endüstri alanındaki çeşitli müesseselerimizden yararlanmak zorundayız.
Bu işi rasyonel bir şekilde teşkilâtlandırmak için geniş ölçüde ihtisas elemanlarının katılacağı bir kültür seferberliği kongresi toplanmasına lüzum görülebilir. Yahut hükümet kendi inisiyatifi ile ilgili bakanlıklar arasında bir işbirliği kurabilir.
Herhalde kaybettiğimiz yılları bir an önce gidermek ve geri kalmış millet durumundan en kısa zamanda kurtulmak zorunda olduğumuzu unutmayalım. Bunun yegâne çaresi genel eğitim seferberliğidir.



21.7.1960

TUHAF BİR TAKTİK

27 Mayıs Devrimi'nden sonra en hayret ettiğim şey, o güne değin düşük iktidarın her yaptığına alkış tutan, eski büyüklerin önünde yerlere kapanan bir kısım basının birden yüz seksen derecelik bir dönüşle devrimci oluvermesi idi. Demek aralarında bir tanecik olsun dünkü idareye inanarak bağlanmış bir yazar yoktu. Hepsi maddeci ve mideci adamlardı. Fakat bunlar görünürü de mi kurtarmak lüzumunu duymuyorlardı? Biraz temkinli davranıp bir süre susamaz, susmasalar da yavaş konuşamazlar mı idi?
Hayır bunu yapmıyorlardı. Tersine dünkü efendilerine çatmakta, düşük idareyi yerin dibine batırmakta birbirleriyle yarışırcasına aşırı bir gayret harcıyorlar, böylece kendi haysiyetlerini tekmelemekten çekinmiyorlardı.
Bu davranışın sebebi acaba ne olabilirdi?
Milli Birlik İdaresi ikinci ayını doldurmak üzere olduğu şu günlerde yukarıki soru az çok aydınlanmış gibidir. Bizim şakşakçı baylar, anlaşılan devrim hareketinin yıldırım hızından ürkmüş, eski idareye karşı acele ve şiddetli tedbirler alınacağını sanmış, bu arada yakayı kurtarmak için başka çıkar yol bulunmadığını düşünmüş olacaklar. Devrim hareketini başaranların böyle bir niyetleri olmadığını görünce, şimdi yavaş yavaş rahatladıkları ve kendilerine gelir gibi olduklarını fark ediyoruz. İçlerinden bir iki tanesi yeni bir taktiğin denemesine girişmişlerdir. Fakat ''hesap sorma'' davaları arasına CHP devrini de katmaya çalışarak, akılları sıra eski efendilerine endirekt bir yardımda bulunmak istiyorlar. Dedikleri şu:
''- Madem ki geçen devrin hesabı görülecek, o halde daha eski devrin de hesabı ortaya konmalı, tarafsız mahkeme önünde bunlar da bir bir incelenmelidir. DP iktidarı 1950 yılında "devr-i sabık" yaratmayacağız diyerek af kanunu çıkarmakla iyi etmemişti. Şimdi Mili Birlik Komitesi işi yeniden ele alsın, 1946 seçimlerinin içyüzü anlaşılsın, sorgusuz kurşuna dizilen vatandaşların hesabı sorulsun, tek parti devrinde görevini kötüye kullanan, nüfuz ticareti yapan CHP'li politikacıların kim oldukları ortaya çıkarılsın, cezaları verilsin.''
Bu basit taktikle görülen amaç meydandadır: İntikal devrinin güçlükleri ortasında işleri karıştırmak, meseleleri dağıtmak ve Milli Birlik hareketini soysuzlaştırıp yeni bir diktatörlüğe zemin hazırlamak. O arada zaman geçeceği için düşük iktidarın ağır suçlarını unutturmak da belki mümkün olur. 
Bir kez şunu hatırlamalıyız ki, 1950 yılında "devr-i sabık" yaratmamak vaadi ile DP Büyük Millet Meclisi'ne bir af kanunu tasarısı sunduğu zaman CHP Grubu buna toptan itiraz etmiş, aleyhte oy kullanmıştı. Şu halde tek parti devrine ait ortada haksız yere affa uğramış suçlar varsa, bunun hesabını vermek durumunda olan yine düşük iktidardır. Tek parti devrinin sorumluları arasında DP kurucuları da bulunduğundan, 1950 tarihli af kanununun tamamıyla şefkat duygularına dayanmadığını, ilhamını birtakım kişisel kaygulardan aldığını söylemek de mümkündür. Kaldı ki, yurdumuzda CHP ileri gelenleri dahil, suçların cezasız bırakılmasını isteyen aklı başında bir vatandaş yoktur. Böyle olduğu halde "devr-i sabık yaratmamak" iddiası ile ve kendi çoğunluğuna dayanarak bir af kanunu çıkardıktan sonra DP yönetim ekibi, on yıl boyunca mütemadiyen devr-i sabık yaratmış, aldığı her anti-demokratik tedbiri ''onların zamanında sanki daha mı iyi idi?'' gibi manasız ve yakışıksız bir gerekçeye dayamıştır.
Milli Kurtuluş Savaşı'nın bir sonucu olarak Atatürk'ün önderliği ile kurulan tek parti rejiminin devrimsel karakteri meydanda idi. Çok partili hayata geçiş, o devrimin büyük amacı biliniyordu. Düşük iktidar, 1950 seçimlerine değin elde edilen demokratik gelişmeyi durdurup gerisin geriye dönmekle milletin haklarını çiğnemiş, hukuk dışı ve keyfi bir idare kurmuştur. Sorumluların vermek zorunda bulundukları asıl hesap bu davranışın hesabıdır.
Yoksa, kötülükler, adi suiistimaller, ne zaman ve nerede işlenmiş olursa olsun hesabı elbette daima sorulmak gerekir. Ben burada CHP'yi savunmak gibi bir amaç gütmüyorum. 1946 seçimlerinin en fazla aleyhinde yazmış olanlardan biri sıfatıyla böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmem. Fakat o sıralarda CHP'nin borusunu çalan bu bayları hatırlatayım ki 1946 seçimlerinin büyük kusuru, tatbikattan ziyade kanunun acayipliğinden doğmuştu (açık oy, gizli tasnif). O seçimlerin sonunda DP grubunun Meclis'e girmesi de ortada şimdi görülecek bir hesaba artık yer kalmadığını gösterir. Kötülüklere gelince, tek parti devrinde birçok bakan hakkında Meclis soruşturması açıldığını hatırlarsınız. DP'nin on yıllık iktidarı boyunca, muhalefetin o kadar ısrarına rağmen, Meclis'te bir soruşturma komisyonu kurulduğunu gördük mü?
Evet gördük, ama bu bir hükümet üyesinin değil, CHP'nin ve bir kısım basının faaliyetini inceleyecek olan komisyondu. 27 Mayıs olmasa idi, bugün şakşakçı baylar o komisyonun kararlarını bize karşı savunacaklardı. Tabii biz ortada olmayacaktık.



4.8.1960

BİR TABUYA PAYDOS DENİYOR

Bir zamanlar ordudan söz açmak, milli savunmamızla ilgili konular üzerinde tenkitlerde bulunmak hemen hemen imkânsız gibi idi. Ordu bir nevi tabu sayılıyordu. Onun işine dışarıdan  karışılamazdı. Uzaktan yakından orduya dokunan meseleler büyük bir sır perdesi altında gizli tutulmak gerekirdi. Varlığımızın korunması uğruna bütün umudumuzu bağladığımız, şerefimiz ve her şeyimiz bildiğimiz silahlı kuvvetlerimiz nasıl idare ediliyordu, bilmezdik. Hele yüksek kademelerde görevlendirilen komutanların kişiliği üzerinde durmak şiddetle yasaktı. Bunların gündelik hayatlarında işleyebilecekleri kusurları belirtmek bile suç sayılırdı.
Hiç unutmam, düşük Genelkurmay Başkanı hakkında geçen yıl İngiliz gazetelerinde ve onlardan aktarma yolu ile öteki Batı gazetelerinde pek tuhaf, tuhaf olduğu kadar da göze batıcı bir yazı çıkmıştı. Düşük general film çekmeye pek meraklı imiş. Resmen ziyaret ettiği İngiltere'ye ayak bastığı zaman kendisi için tertip edilen töreni de emir subayı vasıtası ile filme aldırmak istemiş. Mızıka çalıyor, paşa karşılayıcı birliği teftiş ediyor, sonra birlik muntazam adımlarla paşanın önünden geçiyor, tamam değil mi? Hayır. Aksilik bu ya, sinema makinesinin içindeki film bitmiş. Emir subayı, karşılama törenini tam olarak filme alamadığını söylüyor. İşte ne oldu ise, o esnada oluyor. Düşük paşa sinema makinesine kullanılmamış yeni film geçirtiyor ve mevkiini, sıfatını, orada bulunuş sebebini unutarak, sanki Hollywood stüdyolarından birinde bir sahneyi prova ediyormuş gibi, gayet ciddi bir tavırla karşılayıcı birlik komutanına emrediyor:
- Olmadı, baştan!
Ve orada bulunanların hayretten açılan gözleri önünde mızıka tekrar çalmaya başlıyor, düşük Erdelhun tekrar birliği teftiş ediyor. Birlik de tekrar rap rap rap onun önünden geçiyor.
Pek ciddi Batı gazetelerinde çıkmasa idi bu inanılmaz haberi tatsız bir şaka sanmak mümkündü. Ne yazık ki haber gerçeğin ta kendisi idi ve düşük paşa hakkında küçük düşürücü yayınlarda bulunmak tehdidi altında bizim gazeteler konuya dokunmamak zorunda idiler.
Hadi olay vatandaşlardan gizlendi, bu durum karşısında Genelkurmay Başkanı değiştirilmeli, hiç değilse bir ihtar almalı değil mi idi. Ne gezer! Düşük iktidar devletin kilit noktalarını bu karakterde insanlara emanet etmeyi işine daha uygun buluyor, onların hizmetinde kendini daha rahat hissediyordu.
Şükürler olsun ki, bunlardan aradığı kadarını bulmasına imkân yoktu. Atatürk'ten aldığı hızla, maddi-manevi gücünü dev adımlarıyla yükselten Türk ordusu her bakımdan övünebileceğimiz bir düzeye ulaşmıştı. 27 Mayıs'tan beri bu gerçeği açık olarak görüyoruz. 27 Mayıs'tan beri ordu artık bir tabu olmaktan çıkmıştır. Millet, üniformalı evlatlarıyla ayrılmaz, parçalanmaz bir bütün olduğunu şimdi gözleriyle görüyor ve övünüyor. Bu ileri hamleyi başarmak şerefi de yine ordumuzun başında bulunan açık düşünceli subaylara aittir. Harp Akademileri Komutanlığı'nda diploma dağıtım töreni vesilesiyle evvelki gün söz alan sayın hatipler ve onlardan sonra konuşan sayın Devlet Başkanı, milletçe yaşayışımızda kavuştuğumuz yeni zihniyeti açıkça belirtmişlerdir.
Ordu politika yapmaz ve yapmayacaktır. Milletin ve cumhuriyetin koruyucusu kahraman silahlı kuvvetlerimiz, her zaman olduğu gibi milletin ve cumhuriyetin emrindedirler. 27 Mayıs hareketi, herhangi bir politika ihtirası ile değil, tam tersine hırslı politikacıların memleketi uçuruma sürüklemelerine engel olmak amacı ile göze alınmıştır. Tarihimizin benzerini pek az kaydettiği bir gaflet devrine son verilmiştir. Türk ordusu, vatan uğruna yüklendiği esas görevini her kaygunun üstünde tutmasını bilecektir.
İşte bu kaygu iledir ki, sayın devlet ve hükümet başkanı son nutkunda ordumuzda yapılacak gençleştirme ''ameliyatı'' üzerinde durmuş, bunun önemini belirtmiştir. Düşük idare zamanında silahlı kuvvetlerimize ait her türlü ''icraat'' gizli tutulur, bu hususta ne önceden, ne de sonradan vatandaşa bilgi verilmezdi. ''İcraat'' dedikleri de çok defa gerçek memleket menfaatlarından ziyade partizan politika düşüncelerine dayanırdı.
Oysa, bugün eski tutumun kökünden değiştiğini görüyoruz. Tüm davranışlarını mili menfaat açısına göre düzenleyen bugünkü yöneticiler hareketlerinin hesabını her an millete vermekten çekinmiyorlar.
Bu şartlar altında devletin ve onu meydana getiren müesseselerin daima daha gürbüz ve daha sıhhatli bir hale kavuşacağından şüphe edilebilir mi?


7-8-1960

KAFAYI DA BERABER YENİLEMELİ

Başbakanlığa bağlı bir personel dairesi kurulacağını, bakanlıklar kadrolarının rasyonel çalışma sistemine uygun bir hale getirileceğini ve bundan sonra da yeni kadrolara göre memurlar arasında zamanla bir ayıklama (tasfiye) hareketine geçileceğini öğreniyoruz.
On yıllık başıboş ve keyfi bir idarenin bakanlıklar kadrolarında birtakım lüzumsuz, hatta zararlı şişkinlikler yaratmış olmasını olağan sayarız. İktidar partizanlığı yüzünden kimi yerler ehliyetsiz kişilere bırakılmış olabilir. Devlete değil, partiye hizmet etmeyi iş edinen kimseler önemli yerlere getirilmiş bulunabilirler. İşe adam bulmaktansa adama iş icat etmeyi yeğ sayan bir zihniyet çeşitli hizmet kollarını verimsiz kılmış, kimbilir belki de bütün bütün dumura uğratmıştır.
Bu itibarla bakanlıklar kadroları üzerinde yeni ve temelli bir düzeltme hamlesini, devlet çarklarının iyi işlemesi bakımından yarın hesabına ümit verici sayarız.
Ancak, özlediğimiz olgun mekanizmaya kavuşabilmek için, sadece kadrolarda yapılacak bir değişikliğe, ya da personel arasındaki bir ayıklama hareketine bel bağlamanın yeter olmadığını belirtmeliyiz.
Devlet işlerinin bundan böyle doğru dürüst yürütülmesini istiyorsak, ilkin bir zihniyet inkılabı başarmamız gerektiğini unutmayalım. Son on yıl boyunca yurdumuzda hemen bütün hizmet kolları derin sarsıntılara uğradı ise, daha önceleri de durumumuzun pek parlak sayılamayacağını kabul etmeliyizdir. Çoktandır Tanrı'nın rahmetine ulaşan bir başbakan, tek parti devrinde Büyük Millet Meclisi kürsüsünden ''Devlet düzenimiz A'dan Z'ye kadar bozuktur'' demek cesaretini göstermiş, bir gerçeği belirten bu vecizesi ile de tarihimize ün salmıştı. Düzenimiz neden bozuktur? Bu nedenin nedenlerini saymaya belki ciltler yetmeyecektir. Ama satırbaşına alacağımız sebepler arasında devleti halktan ayrı tutan, devleti halkın değil, halkı devletin hizmetinde farzeden köhne ve ortaçağımsı zihniyeti elbette unutamayız. Saltanat devrinde bir zamanlar gerçeğin ta kendisini ifade eden bu zihniyet, şimdi saltanat yıkıldığı, egemenlik çoktan millete geçtiği halde, kimi kafalara hâlâ kakılıdır, oradan sökülüp atılamamıştır. Vatandaşa yukarıdan bakan, ona hizmet etmeyi gönlü istemeyen, devlet dairesine başvurduğu zaman haklı haksız vatandaşı savsaklamayı marifet bilen, işleri sürüncemede bırakmakla iş yaptığını sanan bu zihniyete karşı amansız bir savaş açılmalı ve kesin zafere dek ara vermeksizin savaşılmalıdır.
Bunun yanı sıra çalışma saatleri de üzerinde durulacak bir konudur. Genel olarak biz çalışmayı dairede geçirdiğimiz saatlere göre hesaplarız. Masamızın başında kaç saat oturmuşsak, o kadar saat çalıştığımızı söyleriz. Oysa, önemli olması gereken şüphesiz çıkardığımız iştir. Bu da çalışma saatinden ziyade çalışma temposu ile ilgilidir. Ne yapıp yapmalı, çalışma tempomuzu hızlandırmalıyız. Bütün devlet dairelerindeki kahve ocaklarını lağvetmekle işe başlarsak, ilk adımda büyük ve ümit verici bir hamle yapmış oluruz.
Dairelerdeki kahve ocakları çöken saltanat devrinden arta kalma ne kadar kötü alışkanlıklarımız varsa hepsini temsil eden bir semboldür. Bürolar bir buyurma, vatandaşı azımsama ve ehibbalarla lâklâkiyat yapma yeri olmakten en kısa zamanda kurtarılmalıdır. ''Gelsin kahve, gitsin çay", ''şimdi ziyaretçim var, yarın uğra'' böyle çalışmak olmaz. Batı memleketlerindeki devlet dairelerinde iş saatinde kahve içen, özel ziyaret kabul eden, çay ısmarlayan memur görür müsünüz? Lüzumlu yerlerde kantinler, büfeler vardır; oralara da ancak belli zamanlarda girilebilir.
Kanunun çizdiği sınırlar içinde halka hizmet etmek, vatandaşın işini görmek görevini iyi ve çabuk başarmak bakanlıklarımızın değişmez prensipleri haline konmalıdır.
Personel dairesi gerekli ayarlama ve ayıklama hazırlıklarını yapadursun, bu zihniyet inkılabını şimdiden gerçekleştirmeye bakmalıyız.



14.8.1960

KARA METOT

Hoşlanmadığı, ya da çıkarına uygun bulmadığı düşünceleri serbestçe tartışmaktan korkan gerici, halk gözünde kendini haklı gösterebilmek için o düşünceleri bir yana atar ve bütün gücü ile düşüncelerin sahibine saldırır. Örneğin, hekimliğin kamulaştırılması tezini savunan bir adamı ele alalım. Bu tez, günün şartları içinde doğru veya yanlış olabilir; uygulanma imkânı bulunur veya bulunmayabilir. Gerici, böyle davayı akıl yolu ile çözmeye, yahut da çürütmeye çalışacak yerde, tutar, o davayı ortaya atan adamın kişiliğini lekelemeye kalkar. Oysa, mantıkça düşünüldüğü zaman bir tezin doğruluğu ve yanlışlığı ile o tezi tartışan kimselerin özel karakterleri arasında bilimsel bir oran bulunmamak gerekir. Ne yaparsınız ki, gerici insanlar yaradılıştan böyledirler. Yeter derecede eğitim görmedikleri, yahut halk çoğunluğunu bu yoldan kandıracaklarını umdukları için davranışlarını ona göre ayarlarlar. Gazetelerde, dergilerde rastladığımız fikir tartışmalarının kısa zamanda ''şahsiyat''a dökülüp soysuzlaşması da bundandır. Toplum içindeki ileri geri çeşitli tepkilerin akıl ve mantık dışı özelliğine işaret ederken büyük İtalyan sosyologu Vilfredo Pareto bu konuda Batı dünyasından sayısız örnekler gösterir.
Bizim gericilerin, beğenmedikleri düşüncelerin sahiplerine karşı öteden beri ''komünistlik'' isnadını ulu-orta savurduklarını biliyoruz. Bunu yaparken okurlarını telkin yolu ile kendi etkileri altında tutacaklarını umarlar. Vatandaş şöyle düşünecektir: ''Ha, demek komünist, o halde vatan haini, o halde bunun düşünceleri yanlış ve zararlı. Bu adama değil ona çatana hak vermeliyim.''
Düşük iktidar zamanında gerici yobazlar bu metodu öylesine bol bol kullanmışlardı ki, son zamanlarda en basit memleket meselelerini ele alıp yobazlara karşı savunmak bir cesaret işi olmuştu. Tek parti devrinde rahatça ortaya atılan düşünceler, yurdumuza fikir, vicdan, söz ve yazı hürriyetlerini getirdiğini söyleyen bir idare altında zincire vurulmuş gibi idiler. Kimi zaman imâ yolu ile, kimi zaman da açıkça:
- Sen komünistsin, sus!
Deniyordu ve üfürükçülüğün, muskacılığın, ortaçağ düzenine bağlı ağalar saltanatının propagandası yapılıyordu. Atatürk milletin dinini elinden almıştı. Kadının örtünmesi hürriyeti, ilk öğretimden geçmemiş çocuklarını hafız yapmak ana babaların hakkı idi. Ormanlarımızı Tanrı koruyacaktı ve yurdumuzdaki toprak rejimi değişmeyecekti. Bunların doğru olmadığını söylemek komünistlik olurdu, şu halde yasaktı.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında doğan, sosyal ve ekonomik bir nazariye olarak dünya üniversitelerinde okutulan ve bütün sistemler gibi  şimdiye dek hiçbir yerde kurucusunun düşündüğü tarzda uygulanamayan Marksizm, ne yazık ki bizim gericilerin elinde ve yalnız onlara yarayan bir korkuluk haline gelmiştir. Komünizme karşı cephe alan hiçbir ülkede fikir olarak Marksizm yasak edilmiş değildir. Birleşik Amerika'da McCarthy'nin önderlik ettiği savaş metodu kısa zamanda sahibine karşı dönmüş ve iflasla sona ermiştir. Hürriyet memleketlerinde yasak olan ve yasak edilmesi gereken, kendi vatanı aleyhine bir başka devlet hesabına faaliyet göstermektir. Bu ise düpedüz casusluk ve namussuzluktur. Bunun fikir hürriyeti ile vicdan hürriyeti ile ilgisi yoktur. Bir yazar, olduğundan bambaşka görünür, örneğin Müslümanlık taslar da yine sinsice bildiğini okur, hatta yabancı devletler hesabına kendi milletinin varlığını bile bile satar.
Yakın tarihimizde bu gibi tiplere çok rastladık. Bugün de rastlayabiliriz. Asıl korunacağımız düşman, düşündüğünü söyleyenler değil, düşündüğünü gizleyenler, saman altından su yürütenler olmalıdır.



18.8.1960

TATLI SERT

Devrimlerin sert başlayıp, yürürlüğe koyduğu prensipler yerleştikçe zamanla yumuşaması genel bir kural sayılabilir. Tarihte yumuşak başlayıp da yumuşak biten devrimlere az rastlanır (ben hatırlamıyorum). Bu itibarla, Batılıların centilmen ihtilal dedikleri 27 Mayıs hareketini pek az rastlanan istisnalardan biri diye görmek yerinde olacaktır.
Buna karşılık, tarihte yumuşak ve tatlı başladığı halde sonraları sertleşen, daha doğrusu hedefini yitirip yeni devrimlere yol açan sayılı devrimler görülmüştür. Kendi kanında boğulan ihtilaller her zaman ve her yerde koyu diktatörlükler halinde soysuzlaşırlar. Karanlık, felaket bulutları uzun yıllar ortalığı kaplar, toplum bitmez tükenmez ıstıraplara gömülür.
Bunu önlemenin ilk şartı, başarılan devrimin amaçlarından şaşmamak, karar ve davranışları o amaçlara yöneltmesini bilmek, özlenen toplum düzenini vaktinde gerçekleşmektir.
27 Mayısçıların ülküsü, yolunu şaşırmış, memleketi uçuruma doğru hızla sürükleyen başıboş ve kontrolsuz bir idareyi yıkarak Atatürk prensiplerinin ışığında insan haklarına saygı duyan demokratik bir sistemi yurdumuza getirmektir. Bu uğurda girişilen teşebbüsün birinci safhası büyük bir başarı ile tamamlanmış, keyfi idare yıkılmış, başlıca sorumluları da, hukuk prensiplerine uygun olarak hesapları görülmek üzere yakalanmışlardır.
Şimdi devrimin en nazik, en güç olan ikinci safhasını yaşıyoruz. Bir yandan bir anayasa ve seçim kanunu projeleri hazırlanırken, bir yandan da milletin hiç durmaması gereken işleri görülüyor, devlet gemisi belli bir rota üzerinden yürütülüyor.
Rejim henüz kurulmuş olmamakla beraber, bu rotanın vaktiyle Atatürk eli ile çizilen rotaya uygun olmasından daha tabii ne vardır? Bundan hiç şüphe etmeyelim, 27 Mayısçılar ilkin  milleti  Atatürk'e  kavuşturmuşlardır.  Yürüyeceğimiz yol, onun bıraktığı yerden başlayacaktır. Devrimin su götürmez meşruluğunun en birinci kaynağı budur.
O haldi kimi yerlerden kulağımıza gelen ''Nerede hürriyet? Niçin hâlâ ağzımızı açamıyoruz? Demokrasi bu mu idi? Hani artık gazete kapatmayacaklardı?'' gibi şikâyetleri de bir an önce dindirmek yerinde olacaktır. Saman altından su yürüten maksatlı propagandacıları bir yana bırakırsak, birçok vatandaş henüz bir devrim rejiminde yaşadığımızı, bunun için de normal hürriyet şartlarından söz etmenin biraz erken olduğunu unutmuş gibidirler. Bir devrim idaresini tenkit etmek, ancak o devrimle beraber olanların hakkıdır. Devrime karşı gelenler, dünkü idarenin partizanları ve şakşakçıları, içinde bulunduğumuz intikal devrinde susup oturmak durumunda olmalı değiller midir? Bunlara söz hakkı tanımak, Yassıada'dakilerin hakkını yemek demektir. Sahipleri ve başyazarları tutuklu bulunan bir gazete, dışarıda kalmış eski uşakların elinde günün kuvvetlerine yaslanarak ötüşüne devam ederse, bunu devrim mantığına ve devrim amaçlarına yakıştırmak biraz güç olur. Böylelerine izin vermek sinmiş partizanı cesaretlendirir, masum vatandaşın zihninde de sanki tutuklulara haksızlık ediliyormuş gibi birtakım şüpheler doğmasına yol açar. Sinik partizanların cesaretlenmesi ve masum vatandaşların zihinlerinin karışması ise toplum düzenini bozar, devrim amaçlarına bir an önce varmamızı geciktirir. Bir gün bakarsınız, yazımın başında belirttiğim tehlikelerle burun buruna kalıveririz.
Benden söylemesi.



21.8.1960

ONLAR DA HAKLI DEĞİL Mİ?

Hukuk Fakültesi Profesörler Kurulu, Ord. Prof. Ali Fuat Başgil'in istifasını toplantıya katılan üyelerin oybirliği ile reddetmiştir. Kurulun dayandığı prensip, düşünce ve ifade hürriyetidir. Ord. Prof. suç teşkil etmeyen birtakım kanaatlerini çeşitli vesilelerle açığa vurmuştur. Kurul bu durumu son derece olağan saymış ve ifade edilen kanaatlerin tartışmasına girişmeksizin istifa dilekçesini kabul etmemeye karar vermiştir.
Biz de Profesörler Kurulu'nun kararını saygı ile karşıladığımızı belirtmek isteriz. Düşünce ve inançları çoğunluk tarafından beğenilmese de, sırf bu yüzden bir profesörü görevinden ayırmanın doğru olamayacağı kanısındayız.
Ancak, bu konuda bizim de bir çift sözümüz var. Aynı düşünce hürriyeti prensibine göre buna tahammül gösterilmesini beklemek hakkımızdır. Sayın Profesörler Kurulu'nun bu hakkı bizden esirgemeyeceğini umuyoruz.
Ord. Prof. Ali Fuat Başgil'in son yazıları üzerine ileri geri söylentiler çıktığını gördük. Bu arada Sayın Başgil'in belki hiçbir zaman aklından geçirmediği birtakım düşünceler de kendisine mal edildi. Profesörün aydınlarımızı memleketçi ve garpçı diye iki gruba ayırdığı, birincilerin iyi, ikincilerin ise kötü kişiler olduğunu söylediği ileri sürüldü. Ayrıca, profesörün önce Müslümanlık sonra Türklük tezini savunduğundan söz edildi.
Yirminci yüzyılın ortasında bir üniversite profesörü ağzından biraz tuhaf kaçsa da bunları soyut düşünce olarak kabul etmek ve sinirlenmeden tartışmak mümkündür. Atatürk gençliğinin bu sözlerden ötürü profesöre darıldığını biz sanmıyoruz. Esasen sayın Başgil, son yazılarından birinde, düşüncelerinin yanlış anlaşıldığını belirtmiş, memleketçilikle garpçılığı bir tuttuğunu, bu iki kavramın birbirini tamamladığını belirtmiştir. Sayın profesörün sosyal ve felsefi eğilimleri üzerinde burada herhangi bir eleştiriye girişmek niyetinde değiliz. Özellikleri hakkında kesin bilgimiz olmamakla beraber, bütün samimi inançlar gibi, Başgil'in samimi inançlarına da saygı besleriz.
Bizim zihnimizi burkan soru şu: Yükseköğrenim gençliğini gücendiren nokta, sayın Başgil'in yazılı düşünceleri mi, yoksa yazısız davranışları mıdır?
Son devrin olaylarını bir göz önüne getirirsek, yukarıki ikinci ihtimalin bir hayli ağır bastığını görmezlik edemeyeceğizdir. Yurdumuz, birkaç yıldır gittikçe ağır basan ve nihayet silahlı kuvvetlerimizi harekete zorlayan bir anayasa buhranının ta içinde yaşıyordu. Sayın Ali Fuat Başgil ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Anayasa Kürsüsü'nde ordinaryüs profesör sıfatıyla görevli bulunuyordu. Siyasal bünyemizi şiddetle rahatsız eden bu buhranı gidermek ve düşük iktidarı uyarmak amacı ile bütün memleket aydınları ellerinden gelen çabayı esirgemiyorlardı. Hapse girmeyi göze alan gazeteciler, emekliye ayrılmayı sineye çeken hâkimler, bakanlık emrine alınmayı hiçe sayan hukuk, hatta tıp profesörleri, başımızda dolandığını elle tutulurcasına gördüğümüz felaketi önlemek için didiniyorlardı. Fakat, Anayasa Hukuku Ordinaryüs Profesörü Sayın Ali Fuat Başgil susuyordu.
Sanki o ilahiyat fakültesinden emekli bir (tarik-i dünya) ya da bir manastıra  kapanmış  bir yeni zamanlar stoisiyen'i idi.
Bu, dünyayı köşesinden seyreden, olan biteni tasvip mi ettiği, yoksa kayıtsızlıkla mı karşıladığı pek belli olmayan tutum memleketçi, garpçı, maneviyatçı ve medeniyetçi profesörümüze göre, belki doğru ve yerinde bir davranıştı. Fakat Atatürk gençliği, kendisinden ışık beklediği bir üniversite hocasına bu davranışı yakıştıramıyordu. Bizce Başgil'i istifaya zorlayan son olayların hareket noktasını burada aramak gerekir. Üst yanı fazla önemli olmasa gerektir. Bu itibarla Sayın Başgil'in tutumu hakkında bugün bir şey diyecek değiliz. Profesörler Kurulu'nun kararını da dediğimiz gibi saygı ile karşılarız. Fakat, gençliğin hareketi karşısında derin takdir duygularımızı belirtmeden edemeyeceğiz. Bu kadırcığı da onların hakkı olsun!





24.8.1960

TARİHTEN DERS

Tarih yapan büyük milletlerden biri olduğumuza şüphe yok. Fakat ne yazık ki yaptığımız tarihle pek ilgilenmiyoruz. Tarih okuyanlarımız az, yazanlarımız çok daha az. Hele politikacılarımız, bir kez parti hayatına atıldılar mı, o, biraz okudukları tarihi de hemen unutuveriyorlar. Sanki daha önce bu memlekette benzer davalarla hiç karşılaşılmamış gibi tuhaf bir davranışa kendilerini kaptırıyorlar. Bu yüzden eski hataların sık sık tekrar edildiğini, ileri hamlelerin lüzumsuz yere kösteklendiğini görüyoruz.
Abdülhamit'in son mabeyin başkâtibi Ali Cevat Bey'in, Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan hatıralarında ne ibret verici satırlar var. İşte onlardan birkaçı:
''Bir gece saat beşe doğru müsahip gelerek şimdi daire-yi hümayuna gelmekliğim ferman buyurulduğunu tebliğ etti. Beraber giderken müsahip ağa, bu gece efendimizin pek ziyade meraklanmış olduğunu söyledi. Huzur-u şahaneye girdiğim vakit kendilerini hakikaten mustarip gördüm. Oturmaklığımı lütfen ferman buyurdular. Badehu gazetelerin zat-ı humayunlarına dair münderecat-ı kâzibe ve müfteriyat-ı mübalâgakârenelerinden ve ol esnada tabi' ve neşredilen lâyuat ve lâyuhsa varakpâre ve resailin muhteviyat-ı bi-edebânelerinden vesaireden uzun uzun bahsettiler.''
Yeni Türkçeye çevirip kısaltırsak, Abdülhamit, basın hürriyetinden şikâyetçidir. Bunun için gece vakti genel sekreterini yanına çağırıp dert yanmıştır. Kendi eliyle kurup otuz üç yıl boyunca yürüttüğü karanlık istibdat idaresinin başına ördüğü tehlike çorabını unutmuştur. 1908 devrimi ile zincirleri koparılan basına, aradan henüz birkaç ay geçtiği halde tahammül edemez olmuştur. Dayandığı temel sorular şunlardır: (Makam-ı akdes-i hilâfet-i islâmiye) ye nasıl dil uzatılır? (Taht-ı muallâyı saltanat-ı Osmaniye) her gazetenin uluorta tenkit edebileceği bir makam mıdır? Bu hal önlenemezse devletin otoritesi sarsılmaz ve (mâazallah-ü taalâ) millet felâkete sürüklenmez mi?
Abdülhamit'in kullandığı tumturaklı ve dördüzlü Arapça terkipleri bugünkü gazete okurları pek sökemeyeceklerdir. Bunları kullandığımız Türkçeye ben de çeviremiyeceğim. Zaten boşuna yorulmaya ne lüzum var? (Makam-ı akdes-i hilâfet-i islâmiye) ve (Taht-ı muallâ-yı saltanat-ı Osmaniye) gibi insana derin manalı bir Tanrı buyruğu imiş hissini veren bu deyimler aslında son derece basit bir gerçeğe işaret etmektedir. Abdülhamit, kısaca:
- İktidar benim hakkımdır ve beni kimse tenkit edemez!
Demek istiyor. Otuz üç yıl önce (Taht-ı muallâ)yı, yani iktidarı ele geçirmek uğruna (Kanun-u Esasi)yi kabul ve ilan eden, iktidara geçer geçmez sözünden cayarak idareyi keyfileştiren bu adam, pek alıştığı (Taht-ı muallâ) dan, yani iktidardan uzaklaşmamak kaygusu ile ordunun baskısı karşısında çaresiz anayasayı tekrar yürürlüğe koyuyor. Fakat kendisi tarihten ders alıp da uslu oturacak yerde, yine hürriyetleri kaldırmanın yolunu araştırıyordu. Bu inat ve bu bilgisizlik Abdülhamit'i 31 Mart'ta gericiliğin kollarına attı ve sonunda o kadar sevdiği (Taht-ı muallâ) dan, millet onu zorla indirdi.
Düşük iktidar sorumluları yakın tarihimizi biraz hatırlasalardı, elli yıl ara ile Abdülhamit'in davranışını hiç böylesine gülünç bir şekilde taklit ederler miydi?
Şüphesiz rejimler, müesseseler, hatta kullandığımız dil değişmişti. Onlar "makam-ı akdes" den, "taht-ı muallâ"dan söz edemezlerdi. Fakat kurucuların zihniyeti, elli yıl önceki zihniyetten farksızdı. Demokrasi ve hürriyet vaatleriyle ve basının omuzuna binerek geldikleri iktidar yerini korumak için başka gerekçelere sarıldılar.
- Devletin haysiyeti korunacak, hükümetin manevi şahsiyetine hücum edilmeyecek, icranın çalışma, iş görme imkânları baltalanmayacak!
Dendi. Bunu diyenler, (lisanı haller)i ile tıpkı Abdülhamit gibi:
- İktidar bizim hakkımızdır ve bizi kimse tenkit edemez! demek istiyorlardı. Ardı arası kesilmez baskı kanunları hep bu gerekçelerle yürürlüğe kondu. Bir iktidar sorumlusunun görevine ait kusurlardan söz etmek, örneğin Mükerrem Sarol'un giriştiği nüfuz suiistimallerine hafifçe dokunmak, hükümetin manevi şahsiyetine tecavüz sayılıyordu. Devlet, iktidar ileri gelenlerinin diledikleri gibi har vurup harman savuracakları bir çiftlik haline getirilmiş, icranın yetkileri sınırsız genişletilmişti. Normal demokrasilerde devlet bankasının kaynaklarına bile iktidar keyfince hükmedemezken, bizde özel bankaların kasaları başbakanın emrinde idi.
Evvelki günkü gazetelerde Kızılay Derneği'nin on yıl boyunca uğradığı partizan soygunculuğuna dair haberleri okuduğum zaman, düşük iktidar sorumlularının keyfilik yolunda ulaşılması, belki de imkânsız bir rekor kırdıklarını kabul ettim. Vatandaşların damla damla bağışları ile yalnız milli felaket günlerimizde yaralılara, evsiz, barksız kalanlara yardım için çalışılan bu derneğe şimdiye değin hiçbir iktidar, hatta iyi niyetlerle de olsa, burnunu sokmamıştı. Düşükler, onun kaynaklarını da partilerine ve partizanlarına aktarmaktan çekinmemişler. Pişkinliğin, zorbalığın, devleti kendinden ibaret sanmanın böylesine hazin bir örneğine tarihimizde herhalde rastlayamayız.
Bari bundan sonra da rastlayamasak!

30.8.1960

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder