27 Ekim 2020 Salı

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 3

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 3



Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,İnanç Sistemleri,Tevrat, Kuran,İncil,


Peygamberlik Görevi ve Din,

İnsanlık, peygamberleri kutsal kişiler olarak kabul etmekte ve dinlerin temsilcileri olarak görmektedir. Tanrısal vahyin ürünü ve dolayısıyla Tanrı'nın sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitaplar kadar, peygamberlerin kişilikleri, sözleri, davranışları da kutsal kabul edilmektedir. Peygamberler, Tanrı'nın gücünü ve sözünü yeryüzünde temsil eden ve kayıtsız şartsız itaatte kusur edilmemesi gereken kişiler olarak görüldüğü içindir ki, dinler zaman zaman peygamberlerin adları ile ayırd edilmiş, Musevilik, İsevilik ve Muhammedilik gibi tasniflemelere gidilmiştir.

Peygamberlerin temel görevlerinin neler olduğunu ve taşıdıkları özellikleri
bilmek, dinlerin gelişimini değerlendirmek bakımından çok önemlidir. Tanrı'ya
bile dünyada elle tutulur, maddi sembollerle ulaşmayı deneyen insanoğlunun,
peygamberleri Tanrılaştırmasının, hiç de garipsenecek yanı olmasa gerek...
Peygamberlerin Tanrısallaştırılması konusundaki en güçlü örnek,

Hıristiyanlıkta yaşanmıştır. Hıristiyan alemi, İsa Peygamberi Tanrı'nın oğlu
olarak kabul ederek, ona insan dışı bir hüviyet atfetmiştir.

İslamiyette ise peygamber, Allah'ın elçisidir. Allah, elçisinden neler istemekte dir?  Herşeyden önce, gönderdiği mesajı insanlara bildirmesini istemektedir. 

Kuran, Ey Muhammed vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap görmek bize düşer(Kuran-ı Kerim; Ra'd suresi/40)...Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne vazife düşer(age; Nahl suresi/35)...senin üzerine düşen, sadece açık bir şekilde duyurmaktır.(age; Nahl suresi/82) Resule düşen sadece duyurmaktır. (age; Maide suresi/99) diyerek, peygamberin görevine açıklık getirmektedir.

Peygamberin diğer görevi ise, yine teblig görevi içinde sayılması gereken, mesajın kapalı kısımlarını izah etmektir. Kuran, ..sana da bu Kitabı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Ta ki düşünüp öğüt alsınlar(age; Nahl suresi/44) demektedir. Bu tebliğ edilen mesaj, insanlara sorumluluk yüklediğinden, peygamber hem müjdeci, hem de uyarıcı olarak gönderilmiştir. Sebe suresinin 28. ayetinde, Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik denilmektedir.

Kuran, elçinin görevinin ne olduğunu belirtmekle kalmamış, hiç şüpheye
yer bırakmayacak şekilde, ne olmadığını da açıklamıştır. ...Biz seni onların üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin.(age;. En'am suresi/107) Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız duyurmaktır.(age; Şura suresi/48) Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, peygamber ne vekil ne de bekçidir. O, Allah'ın mesajını insanlara ileten bir elçidir.

Peygamberin söz konusu mesaja herhangi bir ilave yapmaya yetkisi yoktur. (Bkz. Kuran-ı- Kerim Hakka suresi 43-47) İnsanların uyduğu gibi o da Kuran'a uymak zorundadır. Zira peygamber, insanların önünde, Kuran'a uymak konusunda en güzel örnektir. Ahzap suresi 21. ayette, Ey iman edenler, Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir. denilmektedir.

Kuran, peygamberin elçiliğini, önemini, görevini açıkça ortaya koyup, insanlardan ona uymalarını istemekle birlikte, peygamberin bir insan olduğunu da önemle hatırlatacak ve onu tanrısallaştırmayı engelleyecek bir üslup kullanmaktadır. 

Peygambere istenen itaat, onun Allah'ın elçisi olmasından dolayıdır. Resule itaat eden Allah'a itaat etmiş olur ayeti bunun açık bir kanıtıdır. Peygambere iman edilmesini istemenin sebebi de aynıdır. İman edilmesi gereken, peygamberin fiziki varlığı değil, onun Allah'ın elçisi olduğudur.

İslamiyetin tartışma konusu yapılmasında ve kökten dinciliğin yaygınlaşmasında, peygamberin sünneti ile ilgili yorumların büyük payı vardır. 

  Peygamberin, Kuran'ı açıklamak ve yorumlamak konusunda yaptığı açıklamaları ve bu açıklamalardan günümüze gelen doğru, yanlış aktarımları Kuran'a alternatif bir ölçü olarak takdim edenler, kökten dinciliğin, gelişmesinde önemli pay sahibi olmuşlardır. Söz konusu yaklaşım, dinde ciddi görüş aynlıklarının ortaya çıkmasına yol açarken, peygamberi de tanrılaştırarak Kuran'daki anlatımlara ters düşen bir düşünce ekolü geliştirmiştir. Zira Kuran, peygamberin de bir insan olduğunu ve hata yapabileceğini açıkça insanlara aktarmaktadır.

Peygamberi ikaz eden ayetler, hem onun da yanlış yapabileceğini vurgulamakta, hem de vahyin dışında, peygamberin kendi görüşü ile hareket ettiğini ortaya koymaktadır.(age.s.68) Örneğin Abese suresinin 1-12. ayetleri Hz. Muhammedin, söz dinleyip, arınmak, verilen öğütlerden yararlanmak üzere gelen kör bir adama surat asıp, arınmak istemeyen kibirli bir zenginle uğraşmasını kınayan ayetlerdir. Enfal suresinin 67-68. ayetlerinde Peygamberin Bedir savaşında alınan esirleri, Ebubekirin düşüncesine uyarak fidye karşılığı serbest bırakması eleştirilmektedir.

Tevbe suresinin 43. ayetinde ise Tebuk seferine katılmak istemeyen ve
mazeret ileri sürerek izin alanlara, Peygamberin izin vermesinin yanlışlığı Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin? diyerek belirtilmektedir. Ahzab suresinin 37. ayeti ise, peygamberin evlatlığı olan Zeyd'in, karısı Zeynep'ten ayrılmak istemesi üzerine Peygamberin bunu önlemeye çalışması sırasında içinden Zeynep'le evlenmek geçtiği halde, bunu açığa vurmamasından söz etmektedir. 
Allah'ın nimet verdiği; senin de kendisine nimet verdiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork diyordun, ama Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun; insanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinmene layık olan Allah idi. 

Zeyd o kadından muradını alıp da ondan ayrılınca biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları,  eşiyle ilişkilerini kestikleri zaman onların eşleriyle evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın Bu ve benzeri ayetler Allah'ın elçisinin de insan olduğunu ve hata yapabileceğini, ancak hatalarının Allah tarafından  düzeltildiğini ortaya koymaktadır. Bu ifadelerin Kuran'da yer alması,

Peygamberin gelecekte tanrılaştırılmasını önlemeye yönelik tedbirler olarak
kabul edilebilir. Ancak bunca uyarıya rağmen, Peygamberin sünneti, üstelik
zamanımıza aktarılanların kuşku götürür doğruluğuna rağmen, Kuran ayetlerine
neredeyse eş değer bir önemle uygulanmaya çalışılmaktadır.

Çağın değişen koşulları, Peygamberin yaşadığı döneme göre kıyaslanamaz
farklılıklara sahiptir. Bu koşullarda, Peygamber olsaydı acaba ne yapardı?
tarzındaki sorulara verilecek cevapların hiçbir şekilde bağlayıcı ve doğru olması mümkün değildir. Zira bu sorulara verilecek cevaplar, 20.yy. insanının akıl yürütmesi ile oluşacak cevaplardır. Bu cevaplar, üretenlerin kendi zihinlerinin ürünüdür. Çoğunlukla da 14. yüzyıl öncesinin şartlarıyla koşullandırılmış zihinlerin malıdır. Aynca kimsenin de kendisini Peygamber yerine koyup, üstelik de çağları geriye doğru devirerek, güncel sorunlara kısır bir görüşle çözüm üretmeye hakkı yoktur. Çünkü hiç kimse, Allah'ın kendisine Elçi olarak seçtiği bir Zat'ın 20.yy.
da yaşasaydı, ne karar vereceğini bilmek gücüne sahip olamaz. Bunu yapmaya
yeltenenlerin, köktendinci bir anlayışla dini kendi tekellerine alarak, insanlara hükmetme arzularını tatminden başka bir amaçları olduğunu kabul etmek mümkün değildir.

Çağdaş Dünya-Din Olgusu.,

Dini öğretilerin tümünde insanın manevi gelişimi için gerekli olan temel
ahlak kuralları bulunmaktadır. Bu kurallar tüm dinlerde aynıdır.

Erdemli bir insanın tanımını yapan bu kurallar artık tümüyle insanlığa mal
olduğu gibi, tartışmasız doğrular olarak da kabul görmektedir. Hatta dine ve Tanrı'ya inanmayanların dahi bu temel ahlak normlarını reddetmeleri
söz konusu değildir. Bu yönü ile din ile çağdaş dünya arasında hiçbir
uyumsuzluktan ve çatışmadan söz edilemez.

Ancak dini öğreti içinde yer alan sosyal kurallar, toplumsal yapıdaki değişime paralel olarak tartışılmaya ihtiyaç göstermektedir.

Hıristiyanların kutsal kitabı olan İncil, sadece ahlaki ilkelere yer vermiş,
toplum düzenine ilişkin hiçbir kural getirmemiştir. Yine İsa Peygamber'e
yaşarken sorulan sorulardan ve onun verdiği cevaplardan da din ile yönetimin
birbirinden tamamen ayrı tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak Tevrat ve Kuran
için aynı durum sözkonusu değildir. Her ikisi de siyasal din niteliğinde
olup, dinin devlet işlerini de düzenlediği açıkça ifade edilmektedir.

Bu nedenle Batı, geçmişteki çarpıtılmış ruhban sınıfı hegemonyasını kırıp,
ortaçağ bağnazlığını bilimin ışığı ile aştıktan sonra, laiklik konusunda
hiçbir ciddi sorun yaşamamıştır.

Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin ise İslam devletini benimsemiş
oldukları için, laiklikle ilgili bir sorunları bulunmamaktadır. 
Bu nedenle Türkiye tipik bir model teşkil etmektedir; laik olan tek müslüman
ülkedir. Dolayısıyla da İslamın en fazla tartışıldığı ülke konumundadır:
Bu, asla sonu gelmeyecek olan kısır bir tartışmadır. Zira Kuran'daki
İslamı bütünü ile kabul ederek Siyasal İslamla mücadele etmek mümkün
değildir. Günümüzde sergilenen tablo ise, Kuran'ı bütünüyle kabul
ettiklerini zanneden, ona kendilerince yorumlar bulmaya çalışan ve
en müslüman olduklarını iddia eden laik düşünce taraftarlarının Siyasal
İslamla sürdürdükleri mücadeleden nasıl yenik çıktıklarını gösteren çok
sayıda örnekle doludur. Dinle, dinin kuralları ve oyun alanı içinde
mücadeleye kalkışanların, laiklik konusunda bir zafere ulaşmalarını
beklemek boşuna olacaktır.

Bu nedenle Türkiye'de din olgusunun ve bununla bağlantılı olarak
Siyasal İslamın tartışmaya açılmasına ihtiyaç vardır. Buna kalkışanları
nasıl bir akıbetin beklediği ise bir sır değildir. Ancak, gerçek bir
aydınlanma çağının başlayabilmesi için cesarete, işbirliğine muhtaç
olduğumuz da göz ardı edilemez bir gerçektir.

Bu tartışmanın amacı, insanların inanç özgürlüğüne müdahale amacı
taşımamaktadır. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu koşullarda birey için en
büyük sorun, dini inancını ifade etmekte değil, inanç sistemini
tartışmakta ve bunu ifade etmekte özgür bırakılmamasıdır. Demokrasinin
inanç sistemlerine tanıdığı özgürlüğü, sistemleri tartışanlara da tanımasını
istemek ise demokrasinin gereği değil midir?

Dinler ve Köktendinciler

Dinler ortaya çıktığından beri, köktenciler de vardır. Köktendinciliği
sadece İslamiyete özgü bir hal saymak çok yanlış olur. Çünkü köktendinci
akımların en güçlü olanları Hıristiyanlık aleminde yaşanmıştır. Benzeri
akımlara İsrail de de sıkça tanık olunmaktadır. İsrail Başbakanı İshak
Rabin'in öldürülmesi, köktendinci hareketin varlığını gösteren en önemli
delillerden sayılmaktadır. Hıristiyanlık ise orta çağ boyunca kökten
dinciliğin sayısız örneklerini yaşamıştır. Bilimi dinin tekeline alan
kilise, dünyanın hareket ettiğini savunan Bruno'yu dini öğretilere aykırı
olan bu iddiası sebebiyle ateşte yakmış, dünyanın güneş etrafında döndüğünü
ileri süren Galile ise engizisyon mahkemesinin kararı ile dokuz yıl bir
kulübede hapse mahkum edilmiştir. Her yeni buluş ve düşüncenin kanıtını
dinde arayan bu anlayış, Avrupa'nın orta çağ karanlığını yaşamasına sebep
olmuştur.

Köktendinci akımlar; insanlığın gelişimi ile ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara
cevap verecek her türlü yenileşme hareketine, dini kaynaklardan yanıt aramayı
esas aldıkları için, çağdaşlaşma ile daima çatışmak zorunda kalmışlardır.
Köktendincilik, Kutsal Vahye dayalı dini öğretilerin insan aklının üstünde
ve her türlü çağdaş ihtiyaca cevap verebilecek gizli ve açık şifreleri
taşıdığına inanan bir inancın ürünüdür. Vahyin ürünü olan her kelime, her
kalıp, her türlü yorumun dışında, olduğu gibi kabul edilmesi ve uyulması
gereken hükümler olarak kabul edilir. Ancak İslamcıların köktendinciliğinde
hedef, yalnızca şeriata dönüş değildir. Siyasal ve sosyal yaşamın, ilk
müslüman toplumun yapısına uygun biçimde yani Peygamber ve dört halife devri
olan Asr-ı Saadete göre yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Dine bağlılık,
bu bağlılıktaki titizlik, her emre kılı kırk yararak uyma, uymayanları
cezalandırma köktendinci akımların temel felsefesini oluşturur. Böylece
köktendinciler, daima en dindar olduklarını ve dinin mutlak koruyuculuğu
görevini üstlendiklerini iddia edegelmişlerdir. Çoğu kez bir köktendinci
için savaşılması gereken asıl hedefi, farklı dine inananlar değil, kendisi
ile aynı dine inanıp da, dine farklı yorumlar getirdiği düşünenler teşkil
etmektedir. Çünkü dini çağdaşlaştırarak, günün ihtiyaçlarına uygun biçimde
yorumlamak, dini tahrif etmek anlamına gelmektedir ki, bu kabul edilmesi
mümkün bir durum değildir. Üstelik dini, günün şartlarına göre yorumlamak,
Allah sözü olan Kitabın özünden saptırılması olarak kabul edilmektedir ki,
bunu yapanlar, kendilerini Allah yerine koyup, O'nun sözlerini değiştirmeye
cüret edenler, bir başka ifade ile Allah'a şirk koşanlardır.

İslamda ilk köktendinci hareketler Sıffın savaşı ile başlamıştır. Hz.
Ali ile Muaviye arasındaki savaşta, Muaviye askerlerine mızraklarının
ucuna Kuran sayfalarını geçirmelerini söylemiş ve Ali'nin ordusunu,
Kuran'a uymaya davet etmiştir. Hz. Ali, bu eylemin bir anlamı olmadığını,
savaşmaya devam etmeleri gerektiğini askerlerine söylediği halde,
ordunun içinden bir grup, buna karşı koymuştur. Bu grup, Kurralar dır.
Kurralar, Kuran'daki hükümleri düşünmeden, boyuna Kuran okuyan,
vakitlerini ancak namaz kılmakla geçiren bir hafızlar topluluğudur.
Kurralar isimlerini ilk defa Ebu Bekir zamanında yalancı peygamber
Museylime ile yapılan savaşta duyurmuşlar ve o savaşta önemli ölçüde zaiyat
vermişlerdir. Kuran'ı ezbere bilen insanların savaşlarda ölmesinden endişe
duyan Ömer'in ısrarı ile Ebu Bekir ilk yazılı Kuran'ı oluşturmuştur. Hz.
Osman ise Kuran mushaflarını yeniden tanzim ettirip çoğalttırmıştır.(age,s.85)
İşte Ali'nin ordusunun dağılmasında rol oynayan Kurralar, İslamdaki
ilk köktendincilerdir. Böylece Peygamber zamanında Kuran'ı ezberlemekle
başlayıp, yavaş, yavaş aşırı dindarlığa dönüşen bir akım, Hz. Osman
zamanında yobazlığa dönüşüyor, Sıffın savaşında ise, yüzyılların kaderini
etkileyecek bir boyuta ulaşıyordu. Kurraların bu başkaldırısında
köktendinci eğilimlerinin yanısıra, giderek azalan sosyal statülerini
siyasal bir hareketle güçlendirme eğiliminin de yattığı kuşku götürmez bir
gerçektir. Halife Osman'ın Kuran'ı yazılı hale getirip çoğaltması,
Kurralara olan ihtiyacı azaltmış, onlar da siyasal bir hareketle eski
statülerini yeniden kazanmak için eyleme geçmişlerdir. Haricilik hareketi,
köktendincilerin öncülüğündeki ilk muhalefet hareketi olarak İslam
tarihindeki yerini almıştır.

Hariciliğin köktendinci bir zihniyetin ürünü olduğunu gösteren ilginç
olayı aktarmakta, bu mezhebin dine bakışını anlamak açısından yarar vardır.
Basra'dan çıkan Hariciliğin bir bölüğü, Nehrevan'a gelirken, merkep
üstünde bir kadının gelmekte olduğunu, yanında da kocasının yürüdüğünü
görürler. Kadın hamiledir ve doğurması yakın görünmektedir. Adama
kim olduğu sorulur. 

O da Ashap'dan Habbab'ın oğlu Abdullah olduğunu söyler. Bunun üzerine kendilerine bir hadis söylemesini isterler.

Konuşma devam eder. Daha sonra adama Halife Ebu Bekir, Ömer, Osman
hakkında ne düşündüğü sorulur. Hepsi için iyi şeyler söyler. Ali hakkındaki
görüşü istendiğinde de Abdullah, Ali'nin hepsinden daha alim, takva
sahibi ve basiret sahibi olduğu cevabını verir. Bu cevaptan hoşlanmayan
Hariciler Abdullah'ı öldürmeye karar verirler. 
Onu ve karısını bir hurma ağacının altına sürüklerler. Bu sırada ağaçtan bir hurma düşer.
Haricilerden birisi, bu hurmayı alıp, ağzına atar. Bir diğeri, hemen
arkadaşını uyarır. Çünkü hurmayı sahibi helal etmeden ya da para vermeden
almıştır. Hurma hemen ağızdan çıkarılır. O sırada bulundukları yere bir
Hıristiyana ait bir domuz gelir. Haricilerden biri bir kılıç sallayarak
domuzu öldürür. Diğerleri ona, bu yaptığının fesat çıkarmak olduğunu
söylerler ve hemen domuzun sahibi bulunup, parası verilir. Bu örnekler,
Haricilerin Kurandaki emirlere nasıl itina ile uyduklarına örnektir. Ancak
olay burada bitmemektedir. Çünkü Abdullah, müslüman olduğunu ve İslamda bir
kötülük yapmadığını söylemesine rağmen koyun gibi yatırılıp boğazlanır.
Karısının da karnı deşilir. Ağaçtan düşen hurmayı sahibinin izni olmadan
yemeyen, domuzun bedelini ödeyen bu kökten dinciler, kendi dindaşlarını
hem de sahabeden bir müslümanı ve onun hamile karısını acımasızca öldürmekte
bir sakınca görmemişlerdir.(Önder Güngör; age,s.82-83) 

Bu örnek, Kuran'ı ezbere bilmek, ve emirlerine aynen uymanın, dar görüşlülüğe engel olamadığını ve insan hayatı gibi en kutsal değerlerin, hatta Kuran'da büyük önem verilen din kardeşliğinin  bile bu kısır düşünce sistemi içinde nasıl kolayca feda edilebildiğini göstermektedir. 
  Kökten dinciliğin dine verdiği büyük zararı da açıkça ortaya koymaktadır.
Kökten dinci akımların günümüzdeki izdüşümlerinde de benzeri motifleri
bulmak mümkündür. Türk toplumunun 20. yy. daki kökten dincileri,
hayatın her aşamasına dinin egemen olmasını isterken kuşkusuz dinin
sahibi olarak kendilerini görmektedirler. Dinin siyasal ve sosyal
yaşama hakimiyeti, kökten dincilerin de iktidara hakimiyeti anlamına
gelmektedir.

Ancak iktidar sözkonusu olduğunda cevaplanması gereken pekçok soru
vardır. Köktendinci bir iktidarın çağdaş toplumun ihtiyaçları konusundaki
çözümleri neler olacaktır? Akit Gazetesi yazarlarından Faruk Köse, İslam
Devleti Kurulamaz başlıklı yazısında(Akit Gazetesi, 14 Mart.1997) bu
konudaki zorlukları ve İslami kesimin yeterince hazırlıklı olmadığını, ince bir
serzenişle şöyle dile getiriyor: İslam Devletine giden yolda vazgeçilmez ve olmazsa olmaz üç esas vardır. Bunlardan birincisi, şahıslar etrafında değil,
ilkeler, prensipler ve müesseseler etrafında bir araya gelmektir. Bunları
belirleyip, tespit ettik mi? İkincisi lüzumlu eleman yetiştirmek, kadro
hazırlamaktır. Hangi kadroları kurabildik? Üçüncüsü gerçekleştirilecek
İslami Devlete ulaştırabilecek nitelikte yapılanmaktır. Devlete göre mi
yapılandık?

Dilerseniz bu hususu biraz açalım. İslam fıkhı ve hukuku inceden
inceye araştırıldı mı? Değişik kitapların değişik yerlerinde varolan
hukuk kaideleri konularına göre ayrı ayrı ve her konuya dahil hükümler de
kendi içinde sistematik olarak düzenlenmek suretiyle tedvin ve tasnif
edildi mi?

İslam hukuku şahıs, aile, miras, borçlar, alacaklar, haklar, ticaret, sözleşmeler, tüzel kişiler, kurumlar, ceza, mükafat vb. bütün hususlarıyla sistemli birer hukuk külliyatı olarak hazırlandı mı? Mesela İslam hukukuna göre İslami Ceza Kanunu hazırlandı mı? İslam Devletine giden yolda gerek duyulacak şeri ilkeler, prensipler, müesseseler tespit, tayin ve tedvin edildi mi? Sağlıklı bir şekilde müesseseleşildi mi?...

Görülen odur ki İslam Devletini kurmaktan belki daha zor olan yönetmektir.
Ancak bu zorluğun sebebi elbet ki köktendinci yaklaşım olmaktadır. Zamanın
ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir sistemden, zorlama yorumlarla yeni ve
köklerine tamamen bağlı bir sistem üretmek nasıl mümkün olabilir ki? 

Böyle bir sistemin üretilebilirliğini iddia edenlerin karşısında, her zaman
sistemin dinin özüne, Peygamber dönemindeki uygulamalara uygun olmadığını
iddia eden başka köktendinci grupların olması kaçınılmazdır.

Köktendinci zihniyetin bu konudaki rahatsızlığı, gazete sütunlarına da
yansımaktadır. İşte Akit Gazetesi yazarlarından Mustafa Kaplan bir
okuyucusunun düşüncelerine katıldığını ifade ederek, rahatsızlığını şöyle
dile getiriyor: Rasulullah sana geliyor! Evet yarın zaman ve mekan
kavramı ortadan kalksa ve birisi size böyle söylese ne olur? Evimize,
efendimiz, şefaatçimiz gelse, evimizden neler kaldırırız? diye bir soru
ile başlıyor yazısına. Sonra devam ediyor, Ömründe hiç oturmadığı ceviz
koltuktarı mı, yatağını sermek için çabalarken yaylı sünger yatakları mı
kaldırırız? Köşede asılı duran babamızın resmini mi, büfedeki kristal
bardakları mı?...İşlerimizi sorsa, fabrikamıza aldığımız kredinin düşük
faizli olduğunu nasıl izah ederiz?...Okuduğumuz dergiyi, gazeteyi ona
gönül rahatlığı ile gösterebilir miyiz? 

  Eş ve çocuklarımızın onun hanımlarına benzediğini söyleyebilir miyiz? Ya da sakal bırakmamamızın sebebini izah edebilir miyiz? ...Onunla yemeğe otursak, ömründe üç çesit yemeği bir arada yememiş olan Allah'ın Habibine, Getirin buzdolabındaki
katıkları dese, ne cevap veririz?. 

Namazlarımızı kılarken O önümüzde durduğunda, ayağımızda kotla, kısa kollu gömlekle ya da başımızda baba, şapkası gibi takkeyle namaza dahil olmaya kalksak, bizi cemaatine alır mı?...(Akit Gazetesi, 20 Mart 1997) Yazar bu soruların ardından peygamberin Sünnet-i Seniyyesinden uzakta yaşamasının acısını hissettiğini anlatıyor.

Bu anlatım çağdaş yaşamın her türlü imkan ve kolaylığının sadece Peygamber döneminde olmadığı için dine aykırı olduğu mesajını vermekte ve kökten dinciliğin boyutlarını anlamaya yardımcı olmaktadır.

İnsanın toplumsal yaşamını olduğu kadar özel yaşamını da en küçük ayrıntısına varana dek düzenlemeye talip olanlar, Kuran'da yer almayan, insanın özgür iradesine terkedilen alanları da kontrole almak konusunda özel bir gayretkeşlik içindedirler. Bu zorlama dinselleştirme gayretlerine birkaç örnekle açıklık kazandırmak yararlı olacaktır. Aşağıdaki örneklerle, halkın özgür iradesinin dini kullananlarca nasıl engellenmeye çalışıldığına özellikle dikkati çekmek ve kökten dinci düşünce sistemine açıklık getirmek amaçlanmıştır.

Bir okuyucu Akit Gazetesinde Fıkıh yazarı Yusuf Kerimoğluna soruyor:
İslam dininde müziğin hükmü nedir?....

Mübah olan müzik çeşidi var mıdır?

Cevap: İslam dinide müziğin hükmü nedir sualine tek bir cevap verebilmemin
imkanı yoktur. Zira müçtehid imamlar, farklı delillere dayanarak değişik
içtihadları gündeme getirmişlerdir. Bunlardan herhangi birisini tek başına
islamın hükmü ilan etmek doğru değildir. Önce Hanefi fukahasının müzik
konusunda ortaya koyduğu hükümleri izah etmeye gayret edelim.

Resul-i Ekrem (SAV)'in çalgı aletlerini kendi arzusuyla dinlemesi ben-i adem için ma'siyettir. Onun ile zevklenmek, küfran-ı nimettir. Hadisi şerifini esas alan Hanefi fukahası Müzik çalmak ve isteyerek dinlemek caiz değildir hükmünü Zahirur rivaye olarak benimsemiştir.

Cihada teşvik için vurulan kös, düğünlerde çalınan zilleri olmayan tef (müzik olarak değil ilan olarak belirlendiği için) istisna kabul edilmiştir.

Başkasına dinletmek ve rızkını o yoldan temin etmek caiz değildir. Feteva-ı
Hindiyye'de Bir mükellef, davul zurna çalarak, bunun karşılığında mal
alsa, bu kazancı helal olmaz. Teganni ederek (şarkı-türkü söyleyerek)
kazandığı parayı borcuna veren kimsenin alacaklısı, bunu kabul edemez.
hükmü kayıtlıdır. İmam-ı Merginani bir değnek çubuğunun yere düzenli, şekilde
vurulmasından çıkan sesin dahi müzik hükmünde olduğunu ve bundan
zevklenmenin caiz olmayacağını belirtmektedir. İmam-ı Yusufa Tef çalmanın
hükmü nedir? suali sorulmuş, bunun üzerine: Düğün merasiminde çalışma
caizdir. Ayrıca bir kadın ağlayan çocuğunun susması için tef çalarsa, zararı
yoktur. Bu mekruh da değildir. Ancak tef ile beraber şarkı-türkü söylerse bu
kerihtir. (iğrençtir). Bayram gününde tef çalmakta bir beis yoktur.

Cevabını vermiştir. İmam-ı Şafşi ve İmam-ı Malik, Düğün merasimlerinde
çalınan musikinin ve bayram eğlencelerinin caiz olduğunu esas almışlardır.
İmam-ı Gazali İhya isimli meşhur eserinde, müzik hakkında varid olan
bütün ihtilafları zikrettikten sonra, Müziğin tek bir hükme bağlanamayacağını,
durumuna göre haram, mektuh, mübah ve müstehab olabileceğini kaydetmektedir...

İslam uleması Güftesi İslami hükümlerin reddini, kaderin inkarını ve
fesadın yayılmasını teşvik ediyorsa, icra edilmesi caiz olmaz hükmünde
müttefiktirler. Konu Elfaz-ı Küfr açısından değerlendirilmiştir. Bugün
güftesi elfaz-ı küfr (dinden çıkmaya sebep olan sözler) içinde mütalaa
edilebilecek çok şarkı ve türkü vardır.....

Bu örnek, müzik dinleme ve icra etmenin dini açıdan ne kadar farklı
ve karmaşık yorumlara açık olduğunu ortaya koymaktadır. Kuran'da bu
konuda herhangi bir hüküm olmamasına rağmen, kökten dinciliğin, insan
ruhunun gelişmesi, sanatın ilerlemesi açısından son derece önemli olan
müzik gibi bir konuda bile nasıl kısıtlayıcı bir tavır aldığını ortaya
koymaktadır. Elbette burada sorulması unutulan bir soru vardır. 

Onu da biz soralım. Müziğin kaynağı doğanın ta kendisi değil midir? Rüzgarın
sesi, ağaçların hışırtısı, kuşların nağmeleri, yağmur damlacıklarının sesini
dinlemek, dinen caiz midir?

Bir başka örnek, ilkinden daha da garip. Yine Akit Gazetesinin okuyucu köşesi olan Sizin Köşeniz (Akit Gazetesi, 15. Mart. 1997) bölümünde yer aldığı için, okuyuculardan özür dileyerek, aktarıyorum:

Yazının başlığı: Yaşar Nuri ve ayakta bevl! Yazan İsmail Kurtaran adlı bir okur.



***

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 2

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 2


Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,



İnanç Sistemlerinin Ana İlkeleri Nelerdir?


İnanç sistemlerinin değişmez ana ilkelerinin başında inanç birliği gelir. Aynı şeye inanmak ve aynı doğrultuda düşünmek, homojen bir toplum yaratmanın temel şartıdır. Oysa insan aklı, sınırsız düşünce üretme ve sorgulama yeteneğine sahiptir. Aklın özgür bırakılması halinde homojen inanç topluluklarının yaratılması son derece zordur. Ancak inanç sistemleri, kutsal kitaplarda yer alan tüm hüküm ve bilgilerin Tanrı kaynaklı olduğunu ileri sürerek, bunların tartışılması imkansız gerçekler olduğu varsayımından yola çıkmaktadırlar. 
Böylece neyin, nasıl düşünüleceği, hangi konuların asla tartışılmayacağı, nelerin mutlak doğru, nelerin ise yanlış olduğu, inanç sistemlerinde açıkça belirtilmektedir. 

Bu düşünce kalıplarının insan zihnine yerleştirilmesinde ise, yine insani zaafların yardımına başvurulmaktadır. Özellikle vaadler ve tehditler, insanın kalıplı düşünceyi benimsemesinde çok etkili olmaktadır. Kutsal öğretileri reddedenlerin cehennemle cezalandırılacakları, kabul edenlerin ise cennetle ödüllendirileceği telkinleri, insanın bir bilinmezle yaptığı mücadeleden teslim olarak çıkmasına yol açmaktadır.

İnanç Sistemlerinin tartışılmaz doğruları olan dogmalar, homojen toplumların oluşumunda büyük pay sahibidir. Çünkü sistemin temelleri bu dogmalarla atılmıştır. Bunlara karşı çıkmak ya da aksini iddia etmek mümkün değildir. Zira bunlar, gerçekliği ya da gerçek dışılığı kanıtlanamayan hükümlerdir. Kutsal Kitapların Tanrı kaynaklı olduğu kabul edildiği takdirde, doğru durlar. Tüm Kutsal Kitapların Tanrı inancını pekiştirmeyi temel ilke olarak kabullenmesi ise bu kitapların Tanrı tarafından gönderilmiş olduğu gibi kolaycı bir hükmün verilmesine yol açmaktadır.

Homojen bir toplumun yaratılmasında şekilsel bütünlük de önemlidir.

Dinler incelendiğinde ibadet şekillerinin birbirinden farklı oluşunun en önemli ayıredici unsur olduğu görülecektir. Dini toplumu birleştiren, farklılığını simgeleyen, kitleleri coşturan, gücünü ifadeye yarayan ibadet şekilleri dinsel kimliğin oluşumuna da katkıda bulunmaktadır. İbadet şeklinin yanı sıra dinin ortaya çıktığı ilk toplumun örfleri, giyim tarzları da zaman içinde dinin yayıldığı diğer bölgelerdeki toplumlara taşınmış ve yöresel kültür bir ölçüde yaygınlaştırılarak dinle bütünleştirilmiştir.

Böylece şekilsel bütünlüğün oluşumuna katkı sağlanırken, homojen toplulukların
oluşumu da kolaylaşmıştır.

Şekilsel bütünlüğün oluşumu bakımından çok etkili olan diğer bir unsur da
toplumun yönetim biçimidir. 
Tevrat ve Kuran yönetimle ilgili düzenlemeler getiren Kutsal Kitaplardır. Hitap ettikleri toplumun hangi yasalara göre yönetileceği, temel hukuk normları, ekonomik faaliyetlerle ilgili bazı düzenlemeler bu iki Kutsal Kitapta yer almaktadır. İncil'de ise bu konularda herhangi bir düzenleme olmamakla beraber, zaman içinde ortaya çıkan ruhban sınıfının devlet yönetimi konusunda verdiği kararlarla
inanç dünyası ile devlet düzeni arasında bağlar kurulmuştur. İnanç topluluklarının ekonomik, sosyal ve siyasal alanda aynı ilkelerle yönetilmelerinin toplumsal bütünlüğe katkı yaptığı reddedilemez bir gerçektir.

   Dinlerin diğer bir temel ilkesini ise dini öndere mutlak itaat oluşturur. Dini önder, Tanrı tarafından seçilmiş ve dini tebliğ etmekle görevlendirilmiş peygamberdir. Tanrı ile insanlar arasında elçilik görevini üstlenmesi, Tanrı'dan O'nun meleği aracılğı ile aldığı mesajları kitlelere iletmesi, onu diğer insanlardan farklı ve üstün kılmaktadır. Görevi sadece bu mesajları iletmek değil, onları açıklamak, yorumlamak ve bunlarla ilgili sorulara, uygulamada ortaya çıkan sorunlara cevap bulmaktır. Dolayısı ile dini toplumun tartışılmaz lideridir. Toplum onun kararlarına uymaya ve ona itaate mecburdur. Özellikle yeni bir sosyal-siyasal düzen getiren dinlerde, peygamber aynı zamanda topluluğun siyasi önderidir.

Tek bir lidere, üstelik diğer insanlardan üstün olduğu Tanrı tarafından
doğrulanmış bir lidere itaat, toplumsal birlik ve bütünlüğün sağlanmasına
da katkıda bulunmaktadır. Kaldı ki, sadece tebliğ edici olarak tanımlanmış olmalarına rağmen, Tanrısal vahye muhatap olmaları ve gösterdiklerine
inanılan mucizeler nedeniyle, onların sözü, kitleler tarafından daima Tanrı'nın sözü olarak algılanmış, insanca hatalar yapmalarına rağmen, toplum onların sorumluluğunu Tanrı'ya devrederek, itaat ve teslimiyette kusur etmemeye özen göstermiştir.

Dinlerin getirdiği inanç sistemi, ibadet ve yönetim şekilleri belli bir zaman dilimiyle sınırlı olmadıkları halde, peygamberler ölümlüdür.

Bu nedenle lidere olan bağlılıkla sağlanan toplumsal bütünlük zaman içinde bozulmaya mahkum olacaktır. Ne var ki dini toplumlar, peygamberlerinin
ölümünden sonra da onların tavır, davranış ve sözlerini rehber alarak (sünnet, hadisler), onlara yaşadıkları dönemdeki saygı ve sadakati göstererek toplumsal bütünlüğü devam ettirmeye gayret göstermişlerdir. Bunun yanısıra günümüzde canlanan tarikatların liderleri de birer dini önder olarak kabul edilmekte ve tarikatta kalabilmenin en önemli koşulu onların emirlerine kayıtsız, şartsız itaat olmaktadır.

Dinler ve Tanrı İnancı.,

Dinlerin insanlığa en büyük armağanı Tanrı inancıdır. İnsanlık en ilkel yaşam biçimlerine sahip olduğu dönemlerden itibaren, kendi iradesi dışında ola gelen olayları, bir yüce gücün hakimiyetinde aramıştır.

Ancak Tek Tanrı inancına ulaşana dek, sezgileriyle yol almış, önceleri
çeşitli kutsal yaratıklar, ve nesnelerde Tanrısal gücü aramış, daha sonra
çok tanrılı dinlere yönelerek, pekçok doğa gücünü ve erdemi farklı adlar
altındaki Tanrı'larda odaklaştırmıştır.

Ancak Tek Tanrı inancının oluşumunda dinlerin rolü çok büyüktür.

Tanrı inancı ile ilgili belirsiz ve dağınık yorumlar, yerini daha tutarlı ve geniş tanımlara bırakmıştır.Tanrı inancı, çağdaş insanın bilimde kaydettiği ilerlemelerle daha da güçlenmiş ve korkuya dayalı inanç, yerini akla ve saygıya dayalı bir inanca terk etmiştir.

İnsanoğlunun putlarda temsil edilen Tanrısal güçten, Göklerde temsil edilen Tanrısal güce yönelmesinde, özellikle Semavi dinlerin rolü olmuştur. Ancak Tanrı'nın gücünü putla ya da bir nesne ile sembolleştirmeye alışan insan, hiçbir maddi nesne ile ifadesi mümkün olmayan Yüce Yaratıcıyı, belki kendine yakın hissetmek, belki O'na ibadette yakın olmak için dünyevi sembollere, Tek Tanrılı dinlerde de ihtiyaç duymuştur.

Hıristiyanların haçla sembolleşen ibadeti, meryem ve İsa heykel ve
figürleri, bu ihtiyacın ürünüdür. Benzeri sembollerin İslamiyette olmadığı
iddia edilemez. Kabenin Allah'ın Evi olarak sembolize edilmesi, Hacer-ül
Esved'in Allah'ın yeryüzündeki sağ eli olduğunun Peygamber tarafından
söylenmesi bu sembolik anlatımlara örnektir.

İnsanın maddi dünyaya bağımlılığı, yeryüzünde göklerin izdüşümünü
görme ihtiyacını getirmiştir. Bu ihtiyaç, insanın inanç konusunda aradığı
tatmine cevap olmuştur. İslamiyet'in Allah'ın sıfatlarını sayarken,
doksan dokuz isminin arasında, insanın yaratıcısı ile olan alakasını en çok
ifade eden Melik sıfatına da yer vermesini, İslam alimi Hamidullah
şöyle anlatmaktadır:

Kral, herşeye muktedirdir. Onun zenginliği vardır. O, hakim olan,
cezalandırandır. Halbuki bir kul, köle olan insanın hiçbir şeyi yoktur
ne kuvveti, ne zenginliği. Ve bu, cemiyetlerde de böyledir. İnsan
cemiyetinde, kral en kuvvetli, köle de en kuvvetsiz insandır. Madem ki
insan, Allah için Melik ismini kabul etmiştir, bunun neticelerini de kabul
etmesi lazımdır. Kuran-ı Kerim'de görüyoruz ki, Melik sıfatının geçtiği
yerlerde bir kral için lüzumlu olan diğer sıfatlar da geçmektedir(el-Melikü'l
Kuddus) vs. İnsan cemiyetlerinde kral varsa, bu kral nelere sahiptir?
Herşeyden önce, onun tahtı vardır, (Arş). Kuran-ı Kerim Arş (taht)
kelimesini Allah için kullanıyor. 

Arşın sahibidir (Büruc suresi, 15).

Bundan başka, bir kral, hazinelere sahip olur. Yine Kuran-ı Kerim
diyor ki: Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır (Fetih suresi,4).

Kralın sahip olduğu diğer şeyler arasında araziler vardır. Kuran'da şöyle
buyuruluyor: Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır(Casiye suresi,27). 

Şayet arazi çok büyükse, bu arazinin bir merkezinin olması lazımdır, yani
başşehir. Çok hayret vericidir ki, Kuran-ı Kerim Mekke için Ummul Kura
tabirini kullanmaktadır.(En'am,92, Şura,7). Umm anne, Kura da şehirler
manasındadır. Şehirlerin annesi yani başşehir...Bir başşehirde Kralın
sarayı olması icab eder ki, Beyt-ül Haram Allah-ü Teala'nın evidir.

Şimdi devleti ele alalım. Bir devlette vatandaşlar vardır. Bu vatandaşlar
ne yaparlar? Bu tür insan cemiyetlerinde görüyoruz ki vatandaşlar, kendi evlerinden kralın sarayının önüne gelip, ona sadakat yemininde bulunurlar. 
Çok hayret vericidir ki, bu husus aynen Kabe için de mevcuttur. 

Bir Hadis-i Şerifte- ve bunu en az iü sahabe rivayet etmektedir- Hz. Peygamber diyor ki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir. Yani Kabedeki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elini temsil ediyor. Şu halde Mekke'ye giden hacılar, ellerini Allah'ın sağ eli üzerine koyarak, sadakat yemininde bulunurlar.

Bu anlatımın da açıkça ortaya koyduğu gibi, Tanrısal gücü, maddi nesnelerde sembolleştirmeye alışan ve ihtiyaç duyan insanın, soyut bir Yaratıcı kavramına ulaşabilmesi, zamana muhtaçtır. Her yerde olan, her şeyi bilen ve vareden, tarifi olmayan, şekillendirilmesi mümkün olmayan Tanrı'yla yakın olmanın yolunu, O'na atfedilen semboller aracılığıyla sağlamak, insani bir ihtiyaç olduğu içindir ki, Semavi dinler de benzeri sembolleri kullanmışlardır.

İnsanoğlu kainatı keşfettikçe, içinde yaşadığı doğayı, bilimin ışığında
tanıdıkça bu muhteşem dengenin ardında, onu planlayan ve yaratan bir
yüce aklın ve gücün varlığını daha da yakından hisseder olmuştur. Bilimin
ışığında yol alan çağdaş insan için, Tanrı'yı sembolize eden maddi
nesnelere ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira bilim, Yüce Yaratıcı Gücün ve
Aklın delillerini, sağlam bir Tanrı inancı oluşturacak biçimde insanlığa
sunmaktadır.

Yaradılışın bir başlangıcı olduğunu redderek, kainatın ezeli olduğunu savunmak, ya da yaradılışı tesadüfe bağlayarak, varedici bir gücün varlığını
inkar etmek bilimsel açıdan mümkün görünmemektedir.

Yaradılışın bir başlangıcı olmadığını, kainatın ezeli olduğunu ileri sürenler, bu iddiaları ile yaratıcı bir güce ihtiyaç bulunmadığını kanıtlamak istemişlerdir. Ancak bilimde kaydedilen gelişmeler, kainatın ezeli olmadığını ve bir varediliş zamanının bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Stephen Hawking, evrenin yaradılışını sorgularken, Bu denkleme yaşam veren ateşi üfleyen ve onlara betimleyecekleri evreni sağlayan asıl şey nedir? diyor. Sonra devam ediyor, Evren niye kalkıp varolma rahatsızlığına katlanıyor?.. Yoksa bir yaratıcıya gereksinimi mi var? Öyleyse, o yaratıcının evrenin üzerinde başka bir etkisi var mı?

Kainatın tesadüfen ortaya çıkmadığı ise, Sergilediği şaşmaz düzenden anlaşılmakta dır. 

Ancak düzendeki mükemmelliği anlayabilmede en büyük yardımcı, bilim olmuştur.

Yaşam, çok sayıda ve değişmez yasanın, matematiksel bir kesinlikle birlikte hareketinde ortaya çıkan bir sonuçtur. Örneğin dünya, ekseni etrafında saatte bin millik bir hızla dönmektedir. Eğer böyle olmak yerine, saatte yüz millik bir hıza sahip olsaydı, gündüz ve geceler daha uzun olacak, güneşten yeryüzüne gelen enerjinin uzun aralıklı oluşu sebebiyle, herhangi bir bitkinin yetişmesi mümkün olamayacaktı. Yaşam kaynağımız olan güneşin dış tabakasının ısısı 12 bin fahrenheitdir. Bu ısı yarı yarıya azalacak, ya da artacak olsa, donmak ya da kavrulmaktan kurtulamazdık. Dünyanın eksenindeki 23 derecelik eğim, mevsimleri meydana getirmektedir. Dünyanın böyle bir eğimi olmasa, okyanustan yükselen buharlar kuzey ve güneye akın eder, kıtadan birer buz parçası yapardı. 
Ay, dünyaya şimdikinden 50 bin mil daha uzak bulunsaydı, gelgitler, bütün kıtaların günde iki kez su altında kalmasına yol açardı. Dünyayı kuşatan atmosfer, daha ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan  meteorlar dünyaya çarpar ve herşeyi ateş içinde bırakırdı....(Gressy Morrison; Allah'ın Varlığına Yedi Delil; Müsbet İlim ve Allah,s.8-9)

Hayvanların yaşamı ise, varedici aklın üstünlüğünü gösteren nice örneklerle
doludur. Örneğin yavru salomon balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra,
kendi öz vatanı olan nehire döner. Hem de tam doğduğu nehire... Onu alıp da
başka bir nehire koysanız, yeniden kendi doğduğu suları aramaya girişecektir...
Yılan balığının sırrını çözmek de mümkün değildir. Çünkü yumurtlama zamanları
geldiğinde, dünyanın her tarafındaki nehirlerden, binlerce millik okyanusu
aşarak Bermuda yakınlarındaki derin sulara gelirler. Orada yavrular ve
ölürler. Minicik yavrular ise, derin sulardan hareketle, analarının geldiği
sulara doğru yol alır, onların geldiği sahillere, hatta nehirlere ulaşırlar.
Şimdiye kadar Avrupa'da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika'da da
Avrupalıya rastlanmamıştır... Bir eşek arısı, bir çekirgeyi altederek,
onu konserve edip, uzun süreli yiyecek olarak kullanır... Bütün bunların
sebebi olan içgüdü, yaratıcı dehanın şaşmayan programıdır.

Evrenin muhteşem dengesini anlatmaya sayfalar yetmez. İnsan, doğanın
dengesini keşfetmenin yanısıra, kendi bedenindeki dengeyi, organlarının
yaradılışındaki sistemliliği ve işleyişindeki anlamlı sebep, sonuç ilişkilerini
de araştırmaya yönelmiştir. Çağdaş bilim için genler gerçek bir mucizedir. 

Mikroskopla bile görülmeyen genlerin tüm canlıların soylarından gelen özellikleri içeren şifreler oluşu, yaratıcı aklın bir diğer kanıtı değil midir? Şaşmadan işleyen doğal düzen ve canlılık, tesadüflerle açıklanamayacak bir planlayıcı ve yaratıcı aklın varlığını, bilimin de desteği ile insanlığa yeni örnekleriyle sunmaktadır.
Bu nedenle dinlerde varlığı bildirilen Yüce Yaratıcı, bilimin gelişmesiyle
insanın mantık yolu ile de algılayabileceği bir Yüce Akıl ve İrade olarak olarak ortaya çıkmış ve özellikle de bilim adamları, Tanrı'nın varlığı konusunda insanlığı doğruya yönlendirecek pek çok delil sunmuşlardır.

Çağdaş insan, artık sadece Kutsal Kitaplar söylediği için değil, fakat bilimin sunduğu sayısız örneklerle de Tanrı'nın varlığına inanmaktadırlar.

Dolayısıyla inanç, insanın yüce bir güce bağlanmak ya da sığınmak
ihtiyacının bir ürünü olmaktan çıkmış, aklın, mantığın, bilginin ışığında
daha sağlam temellere oturmuştur. İnsan herşeyi vareden bu Yüce Aklı
tanıdıkça, O'na karşı bilinçsiz bir korku duymak yerine büyük bir saygı ve
sevgiyle gönülden bağlanmayı seçmiştir. Saygı ve sevgiye dayalı bir
inancın, korkuya dayalı bir inançtan daha sağlam ve daha içten olacağı
açıktır.


***


DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 1

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 1


Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,

Din Toplumu Neden Etkiliyor?
DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ
Nur Serter

Önsöz

Su, Kaynağından temiz ve arınmış çıkar... İleriye doğru, çağlayarak akar...  Akan suyu, kaynağına döndürmek isterseniz, onu bulandırmış olursunuz. 

Çünkü o, bir başka su kaynağına ulaşmak, onunla birleşmek,büyümek ve yeni niteliklerle bezenmek için çağıldamaktadır. Geçtiği yerlere yaşam götürür, canlılık verir. Ancak hep ileriye doğru akar... Zamanla eş güdümlü...
   Suları bulandırmadan hayat vericiliğini korumak, onların hep yararlı kalmalarına hizmet etmektir. Sular bulanmasın ki, yeni kuşaklar da onlardan yararlanabilsin. Tıpkı inanç sistemleri gibi...

   Din, insanoğlunun en kutsal ihtiyaçlarından biri... Amacı insanlığa yol göster mek... Yani kısacası amacı insan. Tarih boyu nice sınırlar aşmış, nice ülkeler görmüş, nice kültürler arasında akmış, tıpkı berrak bir su gibi. Geçtiği yerleri değiştirmiş... İklimine, bitki örtüsüne, toprağına, geçtiği yerlerdeki doğanın özelliklerine göre farklı çiçekler açmış, farklı meyvalar yetişmiş dallarda... İnsanlar inanmışlar, huzur dolmuş, mutlu olmuşlar...

Zora gelmeden, gönülden inanıp, bağlanmışlar...Asırlar boyu saygı ve sevgi ile onda Yüce Yaratıcılarını bulmuşlar. Ama hep ileriye doğru aktığı için...

Birileri çıkıp da bu güçlü pınarı ilk kaynağına çevirmeye; geri akıtmaya, o ilk kaynağın yanındaki bitki örtüsünü, orada yetişen meyvaları suyun ulaştığı uzak diyarlarda da yetiştirmeye kalkana dek... O zaman su, boşa harcanır olmuş... Dallarda meyva vermeyi bekleyen ağaçlar, açmaya hazır çiçekler kuruyup solmuş...

İslamiyet en güzel meyvalarını Anadolu toprağında vermiş, en nadide
çiçekler bu topraklarda yeşermiş, gönüllere huzur veren, kardeşlik,
birlik türküleri Türk-İslam kültürünün sentezi ile bütünlenerek asırlar
boyu Anadolu'nun dağlarında nağmelenmiştir. Ta ki siyasal islam,
dostluk türkülerini cihad şarkılarıyla susturana dek...

Bu çatışma aslında siyasi bir kavgadır. Laik Müslüman Türkiye'nin din ile değil, siyasi islamla çatışmasıdır yaşanan...Bu, suları geriye akıtanların, siyasal yaşama dinin egemen olmasını bekleyenlerin, yüzyıllık bir geçmişe umursamaz kalıp, siyasi iktidarı din adına kullanmayı isteyenlerin kavgasıdır. Dini insan için değil, insanı din için kulananların cihadıdır. 
Türkiye'nin ekonomik istikrarsızlığından yararlanarak masum ve inançlı kitleleri siyasi ihtiraslarına alet etmek isteyenlerin uğraşıdır.

Çağdaşlığa dur diyen, Türkiye'nin 73 yıllık kazanımlarına sırt çevirenlerin
din adına her yetkiyi kendilerine vehmedenlerin mücadelesidir. Türk insanı elbetki bunun ardındaki karanlık gerçeği görecek, Allah adına hüküm vermekte kendilerini yetkili sananlara, birlik ve kardeşliği dinamitleyenlere gereken cevabı verecektir.

Ancak bu cevap, Türk halkının demokrasi sandığı ile vereceği bir cevap
olmalıdır. Özgürlüğün ve demokrasinin tadını tatmış, çok sesliliğe alışmış bir milletin, anti-demokratik bir din devleti yönünde, bunun bilincinde olarak tercih kullanması beklenemez. Yeter ki aldatılmasın.

Elinizdeki kitap, Türkiye'de Siyasal İslamın yapılanması, amaçları ve
yöntemleri konusunda, kendi kaynaklarından derlenmiş bilgilerle Siyasal İslamcı Hareketin perdeli yüzünü tanıtmayı amaçlamaktadır. Karar elbette okuyana aittir. Ancak kitabın yazılması sırasında özellikle İslamcı yazar ve yayın organlarına atıf yapılmaya özen gösterilmiş, kişisel yorumlar, İslamcı kaynaklardan, kuşkuya yer bırakmayacak bir titizlikle desteklenerek okuyucuya aktarılmıştır. Yararlanılan temel kaynakların büyük kısmı İslami Bilimler konusunda saygı değer yazarların eserleridir.

Bu kitapta amaçlanan, Türkiye'de İslam adına konuşmayı sadece kendi hakkı
olarak kabul eden ve halkı yanlışa yönlendiren sayıca küçük ancak çıkarılan
huzursuzlukların boyutu bakımından büyük bir radikal İslamcı kesimin
görüşlerine dikkati çekmek ve zaman zaman bu kesimin İslamı temsil etmediğini
söyledikleri halde suskunluğu seçerek onlara gizli destek verenlerin siyasal
beklentilerine karşı kamuoyunu uyarmaktır.

Türkiye, Siyasal İslam krizini aşacak kadar güçlü bir ülkedir. Bu kriz,
halkın bilinçlenmesi ile aşıldığında, demokratikleşme süreci önündeki
tüm engeller de kalkmış olacaktır.

1 Din-Toplum-Siyaset

Dinin toplum üzerindeki tartışılmaz etkisini analiz edebilmek için insanın doğası ile ilgili bazı temel ihtiyaçları incelemek gerekir.
Bu temel ihtiyaçlar iki ana gruba ayrılmaktadır.

A. Yaşama İçgüdüsü

İnsan, tüm canlılar gibi temel bir içgüdü olan yaşama içgüdüsü ile dünyaya gelir. Ancak diğer canlılardan farklı olarak akıl ve düşünce yeteneğine sahip olması, bu içgüdüyü şuurla kullanmasına yol açar. Yaşama içgüdüsünün insandaki en belirgin göstergesi ölüme karşı olan korkuları ve bu korkuların hareketlendirdiği direncidir.
O halde insan, dünya yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan ve bu sınırlılığın korkusu ile yaşayan bir varlıktır.

Din, sınırlı dünya yaşamına karşılık, ebedi ve sonsuz bir ruhsal yaşam vaad eden bir öğretidir. Yaşama içgüdüsünün doğal bir sonucu olarak insanoğlu, ebedi bir ruhsal yaşam vaadi karşısında korkularını yenebilmekte ve farklı bir mekan ve biçimde de olsa, sonsuz yaşamı vaad eden dinde teselli bulabilmektedir. Kaldi ki vaad edilen sonsuz yaşam modeli, madde dünyasının şartları ile de kısıtlanmış değildir. Dünya yaşamındaki tüm maddi ve manevi tatminsizliklere karşın, ebedi yaşam iyi kullara sadece ruh huzurunu değil, her türlü ihtiyacını kolayca elde edebileceği, hatta hiç çalışmadan elde edebileceği bir bolluk ortamını da vaad etmektedir.

Dünyada yoksul ya da sağlıksız bir yaşam süren bireyin, öbür dünyada hep
özlemini çektiği bolluğa, huzura kavuşma şansına ve umuduna sahip olması,
insanı hiç de küçümsenmeyecek ölçüde etkileyen bir yaklaşımdır.

Bir diğer önemli konu ise, insanın doğa yasaları karşısındaki çaresizliği ve sınırlı korunma kapasitesi ile ilgilidir. Bilim ve teknikte kaydedilen gelişmeler, insanın ortalama yaşam süresini uzatmış, daha sağlıklı yaşama imkanlarını geliştirmiş, insanı çeşitli doğal tehlikelere karşı önemli ölçüde korumaya almıştır. Ancak yaşama içgüdüsü ile dünyaya gelen insanın asla karşı koyamayacağı doğa yasalarının önünü almak mümkün olamamıştır. İnsan doğar, yaşlanır ve ölür. Yaşlanmayı geciktirmek bilimle bir ölçüde sağlanabilse de tümüyle engellemek mümkün değildir. Bazı hastalıkların tedavileri bulunmuş olsa da, yeni
hastalıklarla kitleler acı çekmekte ve ölmektedir. Doğal afetleri önceden
belirleyebilmek mümkün olmadığı için, fazla bir önlem alınamamaktadır.
Bütün bunlar, insanı kendi gücü dışında koruyucu bir güce yöneltmektedir.
İnsanın yaşama içgüdüsünün sonucu olan korunma ve sığınma isteği ise dinin
aracılığı ile Tanrı'dır. Çünkü din, Tanrının insandan istediklerini insana
ileten bir aracı kurum olduğu iddiası ile ortaya çıkmış ve kendisine
inananlara Tanrı'nın koruyuculuğunu vaad ederek, insanın en büyük ihtiyacına
cevap vermiştir.

İnsanoğlunun bir diğer zayıf yönü ise, bilgisinin zaman ve mekanla sınırlı
oluşudur. Bilimdeki gelişmeler günümüzde bilgi ufkunun gelişimine büyük
katkıda bulunmuştur. Ancak bilimin buldukları, bilinecek olanın sonsuzluğunu 
daha da açık biçimde ortaya koymaktadır. Dinler ise, insanlığın ulaşabildiği zaman ve mekan ötesi konularla ilgili aktarımlarda bulunmaktadırlar. Özellikle melekler, cinler, şeytan, varoluş gibi konular, tamamen inanç ile kabul edilmesi mümkün olan aktarımlardır. İnsan için bilgi, zamanla sınırlıdır. Oysa dinler, gelecekle ilgili konularda da bilgi vererek, insanın en büyük zaafı olan geleceği öğrenme arzusuna hitap etmektedirler. Böylece insan herşeyi bilen, geçmişin, geleceğin mutlak hakimi olan Tanrı'nın sözleri olarak kabul ettiği dine bağlanmaktadır.
Din, bireyin kimlik kazanması açısından da önemlidir. Bir inanç grubunun
ferdi olmak ve bu uğurda mücadeleye girmek, prestij ve üstünlük
kazandırıcı bir ayrıcalıktır. 

Özellikle kutsal kitaplarda inananların ölüm sonrası ruhsal yaşamda cennet vaad edilenlerden olması, onları diğer insanlara karşı üstün ve seçilmiş konumuna sokmaktadır. Çeşitli maddi ve manevi tatminsizlikler içinde yaşayan insan, dine inanarak ayrıcalıklı bir statü ve dinsel bir kimlik kazanırken, hem ruhsal doyuma, hem de güce ulaşmaktadır.

B. İktidar Güdüsü

Böylece herşeyi gören ve bilen, tüm varlık aleminin yaratıcısı olan, koruyan, esirgeyen Tanrı'nın emir ve buyruklarını insana ilettiği kabul edilen din, hem dünyadaki hem de dünya dışındaki yaşamı belirlemede temel etken olmaktadır. 

Bu kabulün doğal sonucu ise, dinin buyruklarına ve Tanrı'nın elçisine kayıtsız şartsız tabi olmaktır.

Dinlerin amacı homojen inanç toplulukları yaratmak ve dine inananların sayısını artırmaktır. Dolayısıyla tüm dinler yayılmacı bir yol izlemişlerdir. Yayılmacılık ise diğer inanç grupları ile çatışmayı kaçınılmaz kılmıştır.

Yayılmacılık, beraberinde siyasal ve ekonomik gücü de getirmiştir.

Yeni fethedilen topraklarla birlikte, iktidar gücünü belirleyen iki ana unsur olan servet ve insan sayısı artmıştır. Böylece dinler, kendilerine inanan topluluklara ekonomik ve siyasal güç vaadeden öğretiler olmuşlardır.

Zaman içinde inanç mücadeleleri iktidardan pay alma savaşına dönüşmüş ve bu pay, dini toplumun tüm üyelerinin iktidar olma güdüsünü tatminde önemli
rol oynamıştır.


***