22 Mart 2020 Pazar

Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap Baharı., BÖLÜM 2

Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap  Baharı., BÖLÜM 2


Nihayetinde; Türkiye’nin bölgede yaşanan olaylarda demokratik dönüşümü 
destekleyici rolü, artan etkisi ve bölge halklarında oluşan Türkiye’ye karşı büyük 
heyecan ve hayranlıkla birlikte, uluslararası camiada Türkiye’nin bölgenin lider 
ülkesi olabileceğine yönelik düşünceler yeni bir tartışmayı da ortaya çıkmıştır. 
Bu tartışmanın ana eksenini; Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve 
demokratik bir rejimle yönetilmesi nedeniyle Arap baharında dönüşüm yaşayan 
ülkelere model olabileceğine dair düşünceler oluşturmaktadır. Biz de bu noktada 
bu tartışmaların her iki yönüne de yer vererek bir sentez yapmaya çalışacak ve 
“Türkiye demokratik bir ülke olarak Ortadoğu’ya model olabilir mi?” sorusunu 
cevaplamaya çalışacağız. 

Sonuç Yerine: Türkiye Demokratik Bir Ülke Olarak Ortadoğu’ya Model Olabilir Mi? 

Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak Ortadoğu’ya model olması, Arap baharı 
süreci ve ardından oluşan ortamda kendine has bir tartışma alanı oluşturmuştur. 

Fakat Türkiye’nin model olması ilk olarak Arap baharında gündeme gelen bir 
konu değildir. 1991 yılında SSCB’nin dağılmasıyla 15 yeni cumhuriyet ortaya 
çıkmış ve bu cumhuriyetlerden Kafkasya ve Orta Asya’da yer alan Türk 
Cumhuriyetleri için de Türkiye model olarak gündeme gelmişti. Fakat model 
olma konusunda Türkiye’nin ve Batılı ülkelerin beklentisi farklıydı. Batılı 
ülkelerinin önceliği; Türk Cumhuriyetleri’nde yönetimin İslamcı radikallerin, 
dolayısıyla Batı karşıtı akımlarının eline geçmemesi ve Batı dünyası ile 
ekonomik ilişkileri geliştirecek laik yönetimlerin işbaşına gelmesiydi. Onlara 
göre; yeni Cumhuriyetlerin demokratik temeller üzerine kurulmaları fazla önem 
taşımamaktaydı. Türk Cumhuriyetleri’nde demokratik bir yönetimden çok 
otoriter yönetimler kuruldu ve bu durum Batı tarafından bir bakıma kabul gördü. 

Batılılara göre; ancak otoriter sistemler, bağımsızlıklarını yeni kazanmış 
ülkelerde siyasi istikrarı ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirebilirler ve Orta 
Asya’yı tehdit eden İran’ın destek verdiği radikal akımlara karşı durabilirlerdi 
(Demiray, 2010: 102). 

2010 yılının sonlarında başlayan Arap Baharı sürecinde de Türkiye’nin model 
olup olamayacağı çok farklı çevrelerde tartışılmaya başladı. Farklı pek çok 
görüşün bulunduğu bu tartışma alanındaki çalışmalara yakından bakıldığında, 

Türkiye’nin bölge ülkelerine model olabileceği yönünde görüşlerin varlığıyla 
birlikte, bunun geçerli bir tespit olmadığını savunan fikirlerin de var olduğu göze 
çarpmaktadır. Model olma konusunda Türk yetkililerin ifadesi son derece açık: 
Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi üst düzey yetkililer, Türkiye’nin bölgeye 
model olma gibi bir amacının olmadığını ifade etmekteler. Diğer yandan da 
Türkiye’nin deneyimi ve başarıları ile bölgedeki hareketlere yardımcı olabileceği ve bölgedeki demokratik gelişmelerde destek olabileceğini de belirtmektedirler   (Çakmak, 2011: 17; http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1177903-bagis-ortadoguya-model-olma-gibi-bir-istegimiz-yok). Model konusunda, diyalektik bir yöntem kullanarak sorunun cevabını iki taraflı olarak ele alacak ve ilk olarak Türkiye’nin bölgeye model olabileceği yönündeki olumlu görüşleri ve onların gerekçelerini sunacağız, ardından karşı görüşleri ve gerekçelerini aktararak bir bakış açısı oluşturmaya çalışacağız. 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya ve özellikle Arap baharı yaşanan ülkelerin içinde 
bulundukları dönüşüm sürecine model olabileceğini savunan görüşlerin 
temelinde, Türkiye’nin bütün eksikliklerine rağmen Müslüman ağırlıklı nüfusuyla, laik ve işler bir demokrasiye sahip ülke olması yatmaktadır (A Model of Middle East Democracy, Turkey Calls For Egypts Change in Egypt, 2011). 

Türkiye, Müslüman çoğunluğa ehil toplumunun dini ve muhafazakâr değer 
yargılarını laik devlet anlayışı ve liberal sosyoekonomik yapıyla bir araya 
getirebilmiştir. Bu temel parametrelere Türkiye’nin Batı dünyası ile geliştirmiş 
olduğu fonksiyonel ilişkiler de eklendiğinde oluşan tabloda Türkiye, Ortadoğu 
coğrafyasında hem liberal temsili demokrasinin yaşamasını hem de bölge 
toplumları nazarında düşman Batılı dünya algısının değişerek; yerine pragmatik 
ve işbirliği odaklı ilişkiler kurulmasını sağlaması ekseninde öne çıkan bir ülke 
durumundadır (Oğuzlu, 2011: 74). 

Türkiye’nin bölgeye yönelik model olabileceğini güçlendiren diğer bir unsur ise; 
2002 yılından sonra ülkede yaşanan gelişmelerdir. Bu tarihten sonra iktidara 
gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, İslami geleneklerden gelen muhafazakâr bir 
yapıya sahiptir. Bu özellikleriyle parti, rejimin laik ve çoğulcu karakterini 
benimseyen bir politika izlemiş ve bu durum kimi çevrelerce Batı dünyasındaki 
Hıristiyan demokrasinin Müslüman versiyonu olarak gösterilmiştir (Turkey: A 
Model For The Arab World?, 2011). Bununla birlikte, Mısır ve Tunus’ta seçimlere giren ve kazanan partilerin, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne benzer parti 
programları nı benimsemeleri ve özellikle Tunus’ta iktidara gelen El Nahda 
partisinin Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni örnek alacağını söylemesi 
gibi pratikte yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak bölgeye 
model olabilme ihtimalini arttırmaktadır (Türel, 2011: 27). Bu gelişmeler, Arap 
dünyasında model sorununun önemli bir problemi olan İslam dini ile 
demokrasinin birlikte düşünülemeyeceği inancına yönelik şüpheleri de 
değiştirmeye başlamıştır. Bu bağlamda Washington Ortadoğu Enstitüsü 
direktörü Wendy Chamberlin, Türkiye’nin İslam ve demokrasiyi kucaklayan 
yapısına işaret ederek, İslam ve demokrasinin uyumsuz olmadığını; aksine 
karşılıklı olarak birbirlerini destekleyici içeriğe sahip olduklarını belirtmiştir 
(Turkey: A Model For The Arab World?, 2011). 

Türkiye’nin demokratik bir model olarak savunulmasını ve öne çıkarılmasını 
sağlayan bir başka faktör de: diğer Müslüman ülkelerin ve özellikle İran’ın 
bölgeye yönelik beklentileri karşılayamamasıdır. İran’ın Esad rejimini 
desteklemesinin yanı sıra Bahreyn’e yönelik duruşu da; İran politikalarının 
mezhepçiliğe dayandığını göstermesi ve Arap toplumunda İran algısının negatif 
yönde etkilenmesine neden olmuştur. Zira İran yönetiminin hızlandırılmış 
prosedürlerle Irak ve Lübnan’daki müttefiklerini Suriye rejimini desteklemeye 
zorlaması da, bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır (Bakeer, 2012: 4). İran, 
1979’da İslam devrimini gerçekleştirdikten sonra bu devrimi Ortadoğu 
halklarına bir yol gösterici olarak önermekteydi. Hatırlanacağı üzere Arap 
dünyasında son iki yılda yaşanan değişimde meydanları dolduran kalabalıklar 
demokrasi, özgürlük ve sosyal adalet isterlerken; aynı zamanda -Müslüman 
kardeşler örneğinde görüldüğü gibi- iktidarların güçlü alternatif adayları olan 
İslamcı muhalefet daha pragmatik bir siyaset izlemektedir (Fakho ve Hokayem, 
2011: 25). 

Buraya kadar olan kısımda, Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak Ortadoğu’ya 
model olabileceğini savunan görüşlerin ana hatlarını aktarmaya çalıştık. 
Bu noktada, Türkiye’nin bölgeye model olamayacağını öngören görüşleri ele 
alacağız. 

Türkiye’nin bölgeye model olamayacağını savunanların dikkat çeken ilk iddiası, 
Türkiye’nin demokratik dönüşümünü tamamlayamadığı yönündedir. 
Bu bağlamda Türkiye’nin otoriter bir rejimden çıkarak tam bir demokrasiye 
geçtiğini söylemenin zor olduğu belirtilmekte ve Türkiye’de demokrasinin 
konsolidasyonu sürecinin eskilere dayanmasına rağmen zaman içerisinde farklı 
nitelikler kazanarak evrimine devam ettiği vurgulanmaktadır (Oğuzlu, 2011: 78). 
Nitekim Oxford Üniversitesi profesörlerinden Tarıq Ramadan da Türkiye’de 
demokrasi adına bazı ilerlemeler kaydedilmesine rağmen, ülkede yaşanan bu 
dönüşümün uzun bir süreç olduğunu belirtmiş ve Türkiye’de hala askeri 
vesayetten arındırılmış tam bağımsız bir demokrasinin var olmadığını söylemiştir (Turkey: A Model For The Arab World?, 2011). 

Bu görüşe benzer şekilde ünlü tarihçi Norman Stone da, bu denli yavaş bir demokratik gelişime sahip ve İslam’a mesafeli temeller üzerine kurulu Türkiye’nin, Ortadoğu’ya model olamayacağını aktarmaktadır (Egypt Isn’t Turkey, 2011). Türkiye demokrasinin modelliğine yönelik olarak aktardığımız bu bakış açılarına eklenebilecek bir görüş de demokrasi kültürü ile alakalı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin demokrasi modelinin kendi özgün 
kültüründen ortaya çıktığını, aynı şekilde her ülkenin özgün demokrasi modelini 
kendi özellikleriyle bulması gerektiği söylenmektedir (Ayman, 2011). 

Türkiye demokrasisinin özgünlüğüne yapılan bu vurguya paralel şekilde iç 
politik şartlarda meydana gelen Kürt halkı sorunu, kamusal alanda başörtüsü 
problemi, azınlıklar sorunu, ifade özgürlüğünde ortaya çıkan sıkıntılarla birlikte 
çok çeşitli bir muhalefetin oluşamaması gibi değişkenler göz önüne alındığında, 
Ortadoğu bölgesinde her ülkenin kendi özgün demokrasi modelini oluşturması 
fikri kuvvet kazanmaktadır (Özdemir, 2012). Bu özgün iç dinamiklere gönderme 
yapan Amerikalı gazeteci David Judson da, ülkelerin ve toplumların birbirlerine 
monte edilebilecek “lego parçaları” olmadıklarını belirtmiş, kendilerine has 
özellikleri olan ülkeleri birbirlerine benzetmeye çalışmanın tehlikeli bir girişim 
olduğu üzerinde durmuştur (Türkiye Arap Baharına Model Olabilir Mi?, 2011). 

Türkiye’nin bölgeye yönelik model olamayacağına ilişkin sunulan bir diğer 
görüş de: Türk modelinin önemli bir niteliği olan “laikliğin” Arap dünyasındaki 
algısıdır. Özellikle Türkiye’nin bölgeye yönelik ziyaretlerinin Mısır ayağında, 
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı laikliği savunan konuşması bir 
tartışma yaratmıştır. Bu konuşma bir yandan liberal eğilimli bölge halklarının 
beklentilerini karşılayan bir çizgidedir; ancak diğer bir yandan geniş İslamcı 
kesimin tepkisine yol açmıştır. Türkiye’nin model olamayacağını savunanlar, 
böyle bir temel konuda ikiye ayrılmış olan Arap toplumunun konsensüs halinde 
Türk modelini benimseyeceğini düşünmenin zor olduğunu dile getirmektedirler. 
Onlara göre, Araplar kendi özelliklerine uygun şekilde kendi modellerini 
geliştirmeyi tercih edeceklerdir (Kohen, 2012). 

Son olarak Türkiye’nin bölgeye model olamayacağına ilişkin savlar içinde 
değerlendirilebilecek farklı bir görüş de, ortak mutabakat üzerine kuruldur. 
Boğaziçi üniversitesi profesörlerinden Hakan Yılmaz’ın dile getirdiği bu bakış 
açısına göre; Türkiye, Amerika ve Avrupa Birliği birlikte hareket eder, 
birbirlerine karşı dürüstlük ilkesini korur ve her ülke kendi modelini 
Ortadoğu’da kabul ettirmeye çalışmazsa, bölgede demokratikleşmeye yönelik 
bir umut meydana getirilebilir. Yine Yılmaz’a göre esasen gerekli olan olgu 
gerçekçi bir bakış açısından ziyade; romantik bir algılama ve mutabakattır. Aksi 
halde tek başına Türk modeli sistematik bir fayda sağlamayacaktır (Türkiye 
Arap Baharına Model Olabilir Mi?, 2011). 

Sonuç itibariyle, “Türkiye demokratik bir ülke olarak Ortadoğu’ya model teşkil 
edebilir mi?” sorusuna yönelik verilebilecek bütün cevaplar bazı eksikleri 
bünyesinde barındıracaktır. Gösterdiğimiz üzere, Türkiye’nin birçok olumlu 
özelliği her ne kadar iyi bir tablo oluştursa da; öte yandan hiç de 
azımsanmayacak ölçüde öneme sahip olumsuz yönlerinde var olması, bu tabloya net bir yorum yapılmasının önünü kesmektedir. Çünkü model olma tartışması bir nevi açık uçlu tartışmadır ve buradan kesin bir hüküm çıkarmak son derece zordur. Mamafih, Arap baharıyla birlikte zirveye taşınan bu tartışmanın nasıl bir sonuca varacağını belirleyecek tek faktör: Ortadoğu’nun kaderini kökten değişeme uğratarak yeni bir döneme girmesini sağlayan halkın, yine aynı şekilde bölgenin nasıl bir yapıya bürüneceğine dair göstereceği iradesidir. Hemen belirtmek gerekir ki; bu iradenin önemini gösteren bir örnek Mısır’da meydana gelmiştir. Ülkede oluşturulacak yeni anayasa yönelik Birleşmiş Milletlerin yardım teklifini reddeden Mısır, bu süreci ülkesinin iç meselesi olarak görmüştür (Mısır Anayasa Konusunda BM Yardımını Reddetti, 2012). 

...............

    Orta Doğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri İle İlişkiler;

Genel:

Orta Doğu’daki gelişmeler gerek bölge halklarıyla mevcut tarihi, kültürel ve sosyal yakınlığımız, gerek bu gelişmelerin doğrudan veya dolaylı etkileri nedeniyle Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.

Çok boyutlu, proaktif, yapıcı ve geleceğe dönük bir dış politika izleyen Türkiye, Orta Doğu’da barış, istikrar ve refahın egemen olmasını arzu etmekte, bu hedefle yürütülen çabalara güçlü destek vermekte ve gereksinim duyulan her alanda krizlerin aşılması ve sorunların çözümü için girişimlerde bulunmakta veya çözüm süreçlerinde aktif katkı sağlamaktadır.

Küresel düzeyde olduğu gibi Orta Doğu’da da mevcut sorunlar sonsuza kadar çözümsüz kalamayacaktır. Çözümlenemeyen her sorunun, her an yeni insani trajedilere yol açabileceği maalesef çeşitli vesilelerle tecrübe edilmiştir. Ortak sorunların çözümü bölgesel sahiplenme ve kapsayıcı diyalog anlayışından geçtiği cihetle bu konuda tüm bölge ülkelerine görevler düştüğüne inanmaktayız.

Türkiye’nin bölge için vizyonu kalıcı barış, istikrar ve güvenlik ile sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın sağlanmasıdır. Güvenlik ve istikrarın tesisi, ekonomik kalkınma ve refah için temel şarttır. Bu nedenle, Türkiye bölgedeki sorunların kapsayıcı diyalog yoluyla çözülmesi, bölge ülkeleri arasında ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda ilişkilerin güçlendirilmesi için çaba sarfetmektedir. Komşu çevremizde kalıcı istikrar arayan ve bölgesel bütünleşme sağlanmasını hedefleyen girişimlerimiz, bu çabaların somut birer tezahürünü oluşturmaktadır.

Türkiye bu çerçevede gerek ikili düzeyde, gerek çok taraflı platformlarda Orta Doğu ülkeleriyle mevcut ilişkilerini ve işbirliğini yapısal temelde güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) süreçlerini, Batılı ülkelerden önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi ülkeleriyle tesis etmiş olduğu da hatırda tutulmalıdır.

Arap Ülkeleri ile İlişkiler:

Ortadoğu coğrafyasının önemli unsurlarından biri olarak Türkiye, Arap ülkelerinin istikrar, güvenlik ve huzurlarını doğrudan kendi istikrar, güvenlik ve huzuruyla bağlantılı görmektedir.

Bu bağlamda Türkiye, Arap ülkelerinin karşı karşıya olduğu tüm sosyal, ekonomik ve siyasi sınamalarda, bu ülkelerin yanında durmak ve elden gelen destek, dayanışma ve katkıyı sağlamaya gayret göstermekte, sorunların ancak işbirliği, eşgüdüm ve diyalog yoluyla ve sadece siyasi sahada kalıcı ve sürdürülebilir çözümlere kavuşturulabileceğine inanmaktadır.

İstikrar ve barış arayışı kapsamında Türkiye, bölgede yaşanmakta olan sınamalara soğukkanlı ve uzun vadeli bir bakış açısıyla eğilmekte, günü kurtarıcı çözüm önerilerinden ziyade, alandaki gerçekliklerle uyumlu, bölge halkların özümseyeceği, dolayısıyla da kalıcı olabilecek çözüm alternatifleri geliştirilmesi yönünde aktif ve ön alıcı bir tavır sergilemektedir.

Keza Türkiye, bölgeye yönelik genel bakış açısı çerçevesinde, tüm Arap ülkeleriyle şartların el verdiği ölçüde siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliği ve angajmanı artırmaya çaba göstermekte, bu angajman çabaları sayesinde sağlanabilecek ikili ve bölgesel karşılıklı bağımlılığın, bölgesel istikrar, barış ve huzur ortamının en güçlü temel taşı olacağını savunmaktadır.

Bu genel çerçeve kapsamında Türkiye’nin Arap ülkeleriyle geleceğine yönelik vizyonu da, kalıcı ve sürdürülebilir bir siyasi ve güvenlik istikrar ortamında, sosyal, ticari ve kültürel etkileşimin kazan-kazan ilkesi temelinde geliştirilmesi ve bu sayede, ülkemiz dahil, tüm bölge ülkeleri halklarının refah ve huzurunun artırılması yönündedir.


http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-ortadogu-ile-iliskileri.tr.mfa


Kaynaklar 

“A Model of Middle East Democracy, Turkey Calls For Egypts Change in 
Egypt”, (2011) Time World News, 
http://www.time.com/time/world/article/0,8599,2045723,00.html 

AKGÜN, M., PERÇİNOĞLU G. ve GÜNDOĞAR, S. S. (2009) Ortadoğu’da 
Türkiye Algısı 2009, TESEV Yayınları, İstanbul. 

AKGÜN, M. ve GÜNDOĞAR, Ş. S. (2012) Ortadoğu’daki Türkiye Algısı 2011, 
TESEV Yayınları, İstanbul. 

ALTUNIŞIK, M. B. (2011) “Türkiye’nin Ortadoğu’daki Yumuşak Gücü ve 
Önündeki Engeller”, TESEV Dış Politika Programı, 
http://www.tesev.org.tr/tr/yayin/turkiyenin-ortadogudaki-yumusak-gucu-ve-onundeki-en, ss.3-4. 

“Arap Baharı Başladığı Günden Beri Türkiye’nin Tutumu Değişmedi” (2012) 
Turkishny Leading Turkish-American Web Portal, 
http://www.turkishny.com/other-news/4-other-news/84122-arap-bahari-basladigi-gunden-beri-turkiyenin-tutumu-degismedi. 

Arap Baharı (2012) http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-ortadogu-ile-iliskileri.tr.mfa. 

AYMAN, M. (2011) “Türkiye Ortadoğu’ya Model Olamaz”, Habervesaire 
http://www.habervesaire.com/news/ayman-mohyeldin-turkiye-ortadogu-ya-model-olamaz-1869.html. 

BAKEER, A. H. (2012) İran’ın Suriye’ye Yönelik Tutumunun Analizi, USAK 
Analiz, No: 17, USAK Yayınları, Ankara ss. 1-16. 

BAL, İ. (2001) Türk Dış Politikası, Alfa Yayınları, İstanbul. 

BOLAT, D. (2012) “Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Genel Çizgisi ve Bu 
Politikada Etkili Olan Faktörler”, Akademik Makalem, 
http://akademikmakalem.com/2012/01/27/turkiyenin-orta-dogu-politikasinin-genel-cizgisi-ve-bu-politikada-etkili-olan-faktorler/ 

ÇAKMAK, C., Yetim, M. ve Çolak, F. G. (2011) Ortadoğu’da Devrimler ve 
Türkiye, Bilgesam, Rapor No: 31, İstanbul. 

ÇİÇEKCİ, C. (2012) “Arap Baharı Sürecinde Türk Dış Politikasındaki 
Dönüşümün Ana Hatları”, Academia, 
http://comu.academia.edu/Ceyhun%C3%87i%C3%A7ek%C3%A7i/Papers/1483425/Arap_Bahari_Surecinde...-_Ceyhun_CICEKCI s.20 

CRİSS, N. B. (2002) “Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politikaları”, Doğu Batı 
Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 21, Ankara, ss.141-142. 

DALACOURA, K. (2012) “The 2011 Uprisings in the Arab Middle East: 
Political Change and Geopolitical Implications”, International Affairs, 88: 1, 
Number: 63. 

DAVUTOĞLU, A. (2008) “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assesmen of 
2007”, Insight Turkey, Volume: 10, Number: 1. 

DEDE, A. Y. (2011) “The Arab Uprisings: Debating the Turkish Model”, 
Insight Turkey, Volume: 13, Number: 2, ss.23-24 

DEMİRAY, M. (2009) “Model Ülke mi Lider Ülke mi? Değişen Dengeler 
Bağlamında Türkiye’nin Bölgesel Rolü ve Stratejileri”, Journal Of Azerbaijani 
Studies, Khazar Univeristy Press, ss. 91-112. 

DURAN, H. (2008) “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Dış politika Anlayışı ve 
İlkeleri”, Editör: BIYIKLI, Mustafa, Türk Dış Politikası -Cumhuriyet Dönemi- 
Cilt:1, Bilimevi, ss. 35-52. 

Egypt Isn’t Turkey (2011) The Daily Beast World News Internet News Page 
http://www.thedailybeast.com/newsweek/2011/02/20/egypt-isn-t-turkey.html. 

EROL, M. S. (2007) “11 Eylül Sonrası Türk Dış Politikasında Vizyon Arayışları 
ve “Dört Tarz-ı Siyaset”, Akademik Bakış, Cilt:1, Sayı:1, Ankara, s.34 

FAKHO, E. ve HOKAYEM, E. (2011) “Waking the Arabs”, Survival, Volume: 
53, Number: 2, Philadelphia, s.25. 

GÖZEN, R. (2007) “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Gelişimi ve Etkenleri”, 
Çukurova Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, 
http://strateji.cukurova.edu.tr/ORTA_DOGU/04.htm 

KHOURİ, Rami G. (2011) “Drop the Orientalist Term, ‘Arab Spring’’”, The 
Daily Star: Lebanon, 
http://www.dailystar.com.lb/Opinion/Columnist/2011/Aug-17/Drop-the-
Orientalist-term-Arab-Spring.ashx#axzz1mhR03jGW. 

KİBAROĞLU, M. (2011) “Arap Baharı ve Türkiye”, Adam Akademi, Sayı: 2, 
ss. 26-36, 
http://www.mustafakibaroglu.com/sitebuildercontent/sitebuilderfiles/kibaroglu-
adamakademi-arapbahariturkiye-aralik2011.pdf. 

KNAPP, C. (2012) Turkey: The Past, Present, and Future Leader of the Middle 
East, The Georgia Political Review, 
http://www.georgiapoliticalreview.com/turkey-the-past-present-and-future-
leader-of-the-middle-east/ 

KOHEN, S. (2012) “’Türk Modeline’ Gölge Düşüyor”, Haber Akademi İnternet 
Haber Sayfası, 
http://www.haberakademi.net/2012/basindanyazi.aspx?yzid=6547&yzr=143. 

KURUBAŞ, E. (2011) “Türkiye’nin Ortadoğu’da Misyon Arayışları”, Ankara 
Strateji Enstitüsü, http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-
kurubas/turkiye-nin-orta-dogu-da-misyon-arayislari/ 

LAÇİNER, S. ve EKİNCİ, A. C. (2011) 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Usak 
Yayınları, Ankara, s.46. 

LEVACK, J. ve PERÇİNOĞLU G. (2012) Türkiye ve Ortadoğu: Alt-Bölgeler 
Üzerinden Bir Değerlendirme, TESEV Yayınları, İstanbul. 

MAKOVSKY, A. ve SAYARI, S. (2002) Türkiye’nin Yeni Dünyası ve Türk Dış 
Politikasının Değişen Dinamikleri, (Der.), Alfa Yayınları, İstanbul. 

“Mısır Anayasa Konusunda BM Yardımını Reddetti” (2012) Zaman Gazetesi 
Dış Haberler İnternet Sayfası, 

http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=1249265&title=misir-anayasa-
konusunda-bm-yardimini-reddetti 

MURRAY, D. (2011) “After Spring, Winter”, The Spectator, 
http://www.spectator.co.uk/essays/all/7418928/after-springwinter.thtml 

MÜNFERİD, Ebu’l-Hasan H. (2012) “Bölge Devrimleri ve Türkiye’nin Rolü 
(Örnek Olma Çabası)”, Sedat Baran, (Çev.) Uluslararası İslami Mezhepleri 
Yakınlaştırma Kurulu ve Islamic Mazahep Uni. 
http://www.taqrib.info/turkish/index.php?view=article&catid=1%3Ajahane-
eslam&id=655%3Aboelge-devrimleri-ve-tuerkiyenin-rolue-oernek-olma-
cabas&format=pdf&option=com_content&Itemid=27, s.5. 

OĞUZLU, T. (2011) “Ortadoğu’da Demokratikleşme ve Türkiye Model Olabilir 
mi Tartışması: ‘Evet, Ama!’”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Sayı: 27, Ankara, s.74. 

ÖZCAN, D. (2011) “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye’nin Ortadoğu 
Politikası”, TASAM, http://www.tasam.org/tr-
TR/Icerik/2357/soguk_savas_sonrasi_donemde_turkiyenin_orta_dogu_politikasi 

ÖZDEMİR, A. Y. (2012) Türkiye: Ortadoğu İçin Bir Model?, Magrib Enstitü, 
http://magrib.org/turkiye-ortadogu-icin-bir-model/ 

Turkey: A Model For The Arab World?, (2011) Euronews Internet News Page, 
http://www.euronews.com/2011/03/25/turkey-a-model-for-the-arab-world/ 

TÜREL, O. (2011) “2011 Yazında Orta Doğu’yu Düşünürken”, Mülkiye 
Dergisi, Cilt: 35, Sayı: 272, Ankara, s.27. 

Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan Kaldı Mı? (2011) Stratejik Araştırmalar 
Enstitüsü, http://www.turksae.com/sql_file/384.pdf s.4. 

“Türkiye Arap Baharına Model Olabilir Mi?” (2011) Ses Türkiye Gazetesi, 
İnternet Haber Sayfası, 
http://turkey.setimes.com/tr/articles/ses/articles/features/departments/national/2011/10/19/feature-01 

UĞUR, M. U. vd. (2011) 2011 Yılında Türk Dış Politikası Değerlendirmesi, 
Bilim ve Sanat Vakfı, 
http://www.bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&yayinid=123&menuID=
2_3&yayintipid=3&makaleid=934 

VELTHEIM, R. (2011) “The Arab World and Europe- New Challenges for the 
Union for the Mediterranean”, 

http://www.iss.europa.eu/uploads/media/The_Arab_World_and_Europe_-
_new_challenges_for_the_Union_for_the_Mediterranean.pdf. 

YAKIŞ, Y. (2011) “Arap Baharı ve Türkiye”, Müstakil Sanayici ve İşadamları 
Derneği (MÜSİAD) Çerçeve Dergisi, 
http://www.musiad.org.tr/img/arastirmalaryayin/pdf/CERCEVE%20SAYI-
57%20son.pdf, ss.121-122. 

YALÇIN, H. B. “Türkiye’nin ‘Yeni’ Dış Politika Eğilim ve Davranışları: 

Yapısal Realist Bir Okuma”, Bilgi, s.23, 2011 Yaz, ss. 35-60, 
http://www.bilgidergi.com/uploads/yalcin2011.PDF. 


***

Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap Baharı., BÖLÜM 1

Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap  Baharı., BÖLÜM 1 



Hasan Duran1 
Çağatay Özdemir2 
1 Yrd. Doç. Dr., Dumlupınar Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim 
Üyesi, hduran71@hotmail.com. 
2 Uzman, Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 
cgtyozdemir@windowslive.com. 


Özet 

Bölgesel ve küresel etkileriyle Ortadoğu bölgesinde amentüleri baştan sona sarsan halk hareketleri, çevre ülkeler üzerinde büyük etkiler oluşturduğu gibi; uluslararası alanda kuvvetli aktörlerin üzerinde de büyük etkiler yaratmıştır. Bölgeye yönelik politikalarını yeniden gözden geçirerek farklı taktik ve 
stratejilere yönelen ülkeler, bir satranç tahtası edasında olan Ortadoğu’da yeni konjonktüre uygun hamleler yapmak üzere harekete geçmişlerdir. 

Bu yeni duruma yönelik geliştirilen politikalara ilişkin olarak pek çok çevre, Ortadoğu’da değişimin getirdiği güç boşluğunu doldurma ya da bölgede yaşanan dönüşüm sürecinin fırsatlarını değerlendirme gibi açıklamalar getirirken; pratikte yaşanan, farklı ülkeler tarafından bölgeye yapılan ziyaretler ve bu ziyaretlerde ortaya çıkan çekişmeler paralel şekilde stratejik bir güç mücadelesi alanın oluştuğuna işaret etmektedir. 

Tüm bu gelişmeler ve stratejik arka planda yaşanan çekişmelerle birlikte Arap baharı karşısında Türk dış politikasının geliştirmiş olduğu retorik, bölgede ve uluslararası çapta yankı uyandırmıştır. Çalışmada Arap baharı karşısında Türk dış politikasını ele alarak yaşanan dönüşüm sürecinde Türkiye’nin bölgedeki rolünü değerlendirmeye çalışacağız. 

Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Temelleri ve Yakın Tarihi 

Türkiye, Ortadoğu bölgesine bir yandan yakın diğer bir yandan ise uzak bir ülke 
durumundadır. Yüzyıllara kadar uzanan tarihi süreç içerisinde coğrafi, tarihi, 
sosyokültürel etkiler ile dini bağlar, Türkiye’yi bölgenin bir parçası konumuna 
getirmiştir. Bu algı Türkiye’yi bölgeye yakın bir ülke olarak göstermeye 
yararken; öte yandan Türkiye’nin uzun yılları kapsayan öncelikli Batı’ya 
yakınlaşma politikası, Ortadoğu bölgesinden uzak kalmasıyla sonuçlanan bir 
çizgi oluşturmuştur (Gözen, 2007). Özellikle Cumhuriyet tarihinden itibaren 
Türkiye, Ortadoğu’ya yönelik olarak mesafeli bir politika izlemeye devam 
etmiştir (Bolat, 2012). Bölgeye yönelik olarak bu yakınlık- uzaklık kavramsal 
ikileminin içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu politikasını oluşturan iki faktör 
büyük önem arz etmektedir (Gözen, 2007). Bunlardan birincisi; Türkiye’nin 
bölgeden bir ülke olması hasebiyle bulunduğu topraklardan kopuk bir dış 
politika uygulayamaması üzerine kuruludur. Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde 
kendi güvenliği, istikrarı ve refahı bu bölgelerdeki gelişmelerle sıkı sıkıya bağlı 
gözükmektedir. Bir anlamda bölgedeki konjonktür üst başlığı altında 
toplayabileceğimiz bir çok gelişme, Türkiye’yi doğrudan etkilemekte ve 
gelişmelere yönelik politikalarda belirleyici unsur olarak var olmaktadır 
(Makovsky ve Sayarı, 2002: 53-75). İkinci faktör ise; Türkiye’nin sahip olduğu 
ideolojik önceliklerdir. Cumhuriyetin birincil hedefi modernleşmek olarak 
özetlenebilecek olgu üzerine kurulu olmasından dolayı, Türkiye birçok dinamiğe 
dayanan hedefler ve uygulamalar bütününü politikalarına yansıtmıştır. Millet, 
milliyetçilik, din, kültür, Batılılaşma, çağdaşlaşma ve daha pek çok benzeri 
konudaki düşünce sistematiğinden oluşan devlet ideolojisi, Türkiye’nin 
bölgeden uzak kalmasına yol açmıştır (Gözen, 2007; Duran, 2008). Türkiye’nin 
Ortadoğu’ya yönelik politikalarını etkileyen bu temel parametrelerle birlikte, 
tabi ki farkı değişkenlerin de varlığından söz etmek mümkündür. Kimi zaman 
konjonktür içerisinde, kimi zaman da devlet ideolojisi içerisinde ele alınan bu 
etkiler: güvenlik olgusu, lider profili, ittifaklar, ekonomik çıkarlar, anti terörizm, 
insan kaçakçılığı gibi pek çok alt başlık altında toplanmaktadır (Criss, 2002: 141-142). 

Türkiye, yakın zamana kadar Ortadoğu’yu ihmal etmiş, sorunlarına taraf 
olmamış; bölgeyi, kuruluş felsefesi ve kendini içinde hissettiği Doğu-Batı 
gerilimi çerçevesinde değerlendirmiştir. Benzer bir yaklaşım, Ortadoğu 
açısından da mevcuttur. Yine yakın zamana kadar Ortadoğu ülkeleri için Türkiye 
ağırlığı olan, dikkate alınması gereken bir devlet değildi. Kıbrıs sorunu ile karşı 
karşıya kalan Türkiye’nin bölgede destek aramasıyla başlayan değişim, 1980’li 
yıllara kadar samimiyetten uzak kalmıştır (Akgün ve diğ., 2009). 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik olarak politikalarının temelinde yatan bu 
etkilerle birlikte, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında yakın dönem olarak ele 
alabileceğimiz 1980 sonrası -bilhassa 1980-1988- dönemde başlayan hareketlilik bölgeye yönelik Türk dış politikasını Türkiye, Irak ve Amerika denklemine taşımıştır. Hakikaten Türkiye’nin 1990 sonrası dış politikasında Körfez krizi ve sonrası gelişmeler politikaları ciddi şekilde etkilemiştir (Bal, 2001: 409-439). 
Söz konusu süreçte Ortadoğu siyasal gündemini belirleyen Körfez Savaşı ve 
Ortadoğu barış süreci gibi olaylar, bölgede dış aktörleri daha etkili bir hale 
getirmiştir. Ancak Türkiye bu gelişmelere karşı politikalar geliştirirken iç siyasal 
şartların etkisinde kalmış, yeni dönemin değişkenlerine uyum sağlama 
aşamasında yakın coğrafyada meydana gelen değişikliklere tepkisel reaksiyon lar vermekle yetinmiştir (Özcan, 2011). Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politika ufkunu genişletebilme imkânı kazanan Türkiye, Soğuk Savaş sırasındaki pasif rolünün aksine, aktivist bir politikaya doğru yönelmeye başlamıştır (Erol, 2007: 34). 

2000’li yıllara doğru ve özellikle 11 Eylül sonrası dönemde ise, Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında özgüveni giderek pekişen ve her geçen gün bölgeye ilgisi artan bir süreç söz konusudur. Türkiye, geçmişe nazaran Ortadoğu ile kurduğu ve yeniden canlandırdığı özel ilişkileri nedeniyle, bölgede yaşanan gelişmelerde daha etkili ve daha aktif bir aktör haline gelmiştir (Laçiner ve Ekinci, 2011: 46). 

Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmesi, Türkiye’nin bölgeye bakışını 
değiştirmiş; 1991 Mart’ında patlak veren insani kriz, Türkiye’nin sınırlarına 
akan mülteciler, sonrasında Madrid Barış Konferansı ile başlayan ve Oslo’da 
filizlenen Filistin sorununa çözüm bulunabileceğine olan inanç, söz konusu 
değişime ivme kazandırmıştır. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle Ortadoğu 
politikalarında değişim ve yakınlaşma, hız ve görünürlük kazanmıştır (Akgün ve 
diğ., 2009). 

  Nitekim 11 Eylül sonrası Türkiye’nin içerisinde bulunduğu uluslararası 
konjonktür, Türkiye’yi farklı bir sürece doğru sürüklemektedir. Bu bağlamda 
Türkiye stratejik derinliklerine ve tarihinin mirasına doğru yol almaya başlarken; İmparatorluk geçmişi, Türkiye’nin dış politikasında temel dayanaklardan birisi 
haline gelmeye başlamaktadır. 

  Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na göre; Türkiye, “tek, bütünsel bir kategoriye indirgenemeyecek çoklu bölgesel kimlikleri olan merkezi bir ülke” konumundadır (Davutoğlu, 2008: 1). 
Böyle bir süreç ve dönüşüm içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu’da ve eski Osmanlı coğrafyasında artan etkisi, yeni Osmanlıcılık gibi fikirlerin de tartışmaya açılmasına yol açmıştır. Her ne kadar Ortadoğu merkezli bir İslam dünyasından şimdilik bahsetmek mümkün olmasa da; Türkiye, günümüzde ve gelecekte Ortadoğu bölgesine liderlik yapabilecek en yakın ülke olarak 
gösterilmektedir (Erol, 2007: 47-48). 

Arap Baharı ve Türk Dış Politikası 

Arap Baharı süreci, bahar nitelendirmesiyle uluslararası çapta farklı bir ilginin 
odağı haline gelmiştir. Uyanış ya da isyan değil de, “bahar” kavramının 
kullanılması kimi çevreler tarafından olumlu karşılanırken; kimi çevreler de 
eleştirilerde bulunmuştur. Bu farklı görüşlerle birlikte bahar kavramının tarihte 
birçok olayı nitelendirmek için kullanıldığı göze çarpmaktadır. Örneğin: 
Avrupa’daki 1830 ve 1848 devrimlerinde kullanılmış (Dalacoura, 2012: 63), 
bunun yanı sıra 1968 yılında Çekoslovakya’da “politik özgürleşme” olarak 
adlandırılan; ancak Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle sona eren dönemi 
anlatmak için de bahar nitelemesi yapılmış ve yaşanan gelişmeler “Prag Baharı” 
olarak anılmıştır (Khouri, 2011). Bu özellikleriyle Arap Baharı, Ortadoğu’da 
baskıcı ve otoriter yönetimlere karşı yakın dönemde meydana gelen halk 
hareketlerini göstermek ve süreci bir demokratikleşme dalgası şeklinde ifade 
etmek için kullanılmaktadır (Murray,2011; Dede, 2011: 23-24). Arap dünyasın da büyük bir değişikliğe yol açan, ülkeden ülkeye geçen, ulusal ölçekteki esaslı farklılıklara rağmen; benzer sloganlar ve benzer talepler – daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi ve daha fazla temel ve sivil haklar- içeren, nerede ve ne şekilde sona ereceği bilinmeyen (Veltheim, 2011) ve adlandırılmasıyla da büyük yankı uyandıran Arap baharı, Ortadoğu toplumlarının içinde bulunduğu işsizlik, gıda yetersizliği, enflasyon, siyasi yozlaşmalar, ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar gibi olumsuzluklara karşı bir tepki olarak ortaya çıkarak, kısa zamanda Ortadoğu’da sarsıcı etkiler yaratmıştır (Dede, 2011: 23-24). 

Sosyal iletişim ağlarının hem sayı hem de etkinlik bakımından hızla arttığı 
günümüz dünyasında, Ortadoğu coğrafyasında yaşananların zamanla bölge 
sınırları dışına taşacağını ve küresel bir boyut kazanacağını söylemek mümkün dür. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan renkli devrimlerin Arap 
Baharı’nı tetiklemiş olduğu nasıl düşünülüyorsa; Ortadoğu’da yaşanan olayların 
da, gelişmiş Batılı ülkelerin vatandaşı olmalarına karşın geri kalmış ülke 
vatandaşı standartlarında yaşayanlar için de harekete geçmek ve sokaklara 
dökülmek için tetikleyici bir etkisinden söz edilebilir. 

   Örneğin; Occupy Wall Street (Wall Street’i işgal et) sloganının kitlesel eylemlere dönüşmesi, Ortadoğu’daki kitlesel eylemlerin bir sonucu olarak görülebilir (Kibaroğlu, 2011: 30). 

Arap baharı, küresel konjonktür açısından da son derece kritik gelişmeleri 
bünyesinde barındıran bir süreçtir. Uzun yıllardır yönetimde bulunan baskıcı 
iktidarların tahtlarını kaybetmelerini simgeleyen bu süreç, daha önce de 
belirttiğimiz gibi sadece bölgesel değil küresel bir etki de yaratmıştır. Tüm bu 
özellikleriyle uluslararası politikanın birçok alanında Arap baharı, pek çok veri 
ve analiz üretmiştir. Bu noktada Arap baharına yönelik olarak Türk dış 
politikasının üretmiş olduğu retorik, sebep sonuç ilişkisi bağlamında önem arz 
etmektedir (Çiçekçi, 2012: 20). 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında Yeni Osmanlıcılık fikirlerinin 
tartışıldığı ve Komşularla Sıfır Sorun gibi ilkelerin sergilendiği bir dönemde, 
Arap baharı parametrelerde büyük sarsıntılar yaratmıştır. Özellikle komşularla 
sıfır sorun politikası çerçevesinde barış ve refah nitelendirmesiyle öne çıkan 
bölge, bir savaş alanına dönmüştür. Örneğin bir yıl önce vizelerin kaldırıldığı, 
dostluk barajı temellerinin atıldığı, sınırlardaki mayınlı bölgelerin temizlendiği 
ve ortak bakanlar kurulunun yapıldığı Suriye sınırında, bir yıl sonra Suriye 
ordusu ile çatışma durumuna gelinmiştir (Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan 
Kaldı Mı?, 2011: 4). Aslında komşularla sıfır sorun yaklaşımı, son dönemde 
otonomi arayışı içerisindeki Türk dış politikasının en önemli araçlarından 
birisidir. Sıfır sorun yaklaşımı, Türkiye’nin komşularıyla ve yakın coğrafyasıyla 
mümkün olduğunca asgari ölçüde sorun yaşamasını hedeflemekte ve bölgeyi bir 
güven ve istikrar bölgesi haline getirmeyi hedeflemektedir. 

    Türkiye komşularıyla ve yakın coğrafyasıyla sorunlu olduğu takdirde, bölge dışı aktörlere bağlı kalacağını bildiği için, mümkün olduğunca sorunsuz ve dengeli politikalar izlemektedir (Yalçın, 2011: 47-48). Fakat bölgede –özellikle 
Suriye’de yaşananlar ve Esad yönetiminin tutumu- böylesine bir dönüşüm 
yaşanırken komşularla sıfır sorun gibi bir politikanın siyasi olarak başarıya 
ulaşmaması normal gözükmektedir. Fakat siyasi olarak bu tür bir dönemi 
yaşamasına rağmen, Türk dış politikası Arap baharı sürecinde iktisadi ve 
diplomatik olarak sıfır sorun ilkesinden vazgeçmemiştir (Uğur ve diğ., 2011). 
Tüm bu gelişmeler komşularla sıfır sorun politikasını etkilemekle birlikte, 
Türkiye yine de Ortadoğu’da ağırlığını ve diplomasi gücünü muhafaza etmekte 
aynı zamanda bölge ülkelerinde yaşanan -demokratik- geçiş süreçlerini 
desteklemektedir (Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan Kaldı Mı?, 2011: 4). 

Herhalukarda doğru teşhis ve tedavi uygulanması için şunu da mutlaka göz 
önünde bulundurmak gerekir; komşularla sıfır sorun politikası çerçevesinde ikili 
ilişkileri yüksek seviyeli işbirliği düzeyine çıkarmak arzusu doğru bir hedeftir; 
fakat ikili ilişkilerde tarafların ortak hedeflere ulaşması için gerekli koşullar: her 
iki tarafın da niyetlerinde samimi olmaları ve davranışlarında tutarlı olmalarıdır. 
Maalesef bu samimiyet ve tutarlılık Suriye yönetimince sergilenmemiştir. 

Komşularla sıfır sorun politikasını her şeye rağmen uygulamak mümkün değildir. 

Komşularla sıfır sorun ilkesinin yaşadığı bu problemlerin büyük etkisiyle 
birlikte, bölgeye yönelik Türk dış politikasına karşı yeni bir kavramsallaştırmaya 
da ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaca yönelik üretilen normatif popüler liderlik 
kavramı, bölge yönetimlerini kazanma yolundan ziyade bölge halklarını 
kazanmaya dönük bir tarif olarak göze çarpmaktadır. Bu bağlamda Türk dış 
politikası, Ortadoğu halkları nezdinde kazandığı güveni ve kabulü uluslararası 
çevrelerde ulusal çıkarlarına yönelik olarak dile getirmektedir. Dışişleri Bakanı 
Davutoğlu yapmış olduğu bir röportajda, güncelliğini koruduğu için özellikle 
Suriye konusunda izlenebilecek üç politikadan bahsetmiştir. 

Davutoğlu’na göre; Statüko adına Esad’ın yanında olmak, ikincisi Suriye’de yaşananlarla ilgilenmemek, üçüncüsü ve Türkiye’nin izlediği: Esad’la ilişki yürütülemediği için halkın yanında yer almaktır. Diplomasinin bütün imkânlarının Suriye için kullanıldığını ifade eden Davutoğlu, krizin büyümemesi için çok çaba 
harcandığını farklı formüller geliştirildiğini; fakat Suriye yönetiminin bunları 
kabul etmediğini de belirtmektedir (Davutoğlu Esad’a Ömür Biçti, 25.08.2012, http://www.ntvmsnbc.com/id/25376791). 

Türkiye’nin, Suriye’deki iç savaştan dolayı kaygılı olduğu açıktır. Mülteci akını 
ihtimali, olası ekonomik kayıplar ve özellikle Kürt sorunuyla ilgili stratejik 
sonuçları dolayısıyla, Suriye’nin gidişatı hakkında ciddi endişeler taşımaktadır 
(Altunışık, 2011: 3). Yine paralel olarak bölgeye yönelik İslami söylemleriyle 
öne çıkan Türkiye, medeniyetler ittifakı süreçlerine İslam Dünyası’nı temsil 
etme düşüncesiyle hareket ederek bölgeyle bütünleşme yoluna gitmektedir. 

Bu açıdan Arap baharıyla birlikte genelde Türk dış politikası ve özelde bölgeye 
yönelik dış politika etki alanını genişletmektedir (Çiçekçi, 2012: 21-22). 
Genişleyen bu etki alanı, bazı problemleri de meydana getirmektedir. Özellikle 
Arap baharıyla birlikte Türk dış politikasının önündeki zorluk, çıkarları ile söz 
konusu ülkelerde demokratik dönüşümü destekleyen ilkeli bir dış politika 
arasında sağlamaya çalıştığı dengede oluşmaktadır. Bu bağlamda Ortadoğu’da 
barışçıl ve kontrollü bir dönüşümü desteklemek Türkiye için en iyi seçenek 
olarak gözükmektedir. Eğer ki bölgedeki rejimler Arap baharı sayesinde temsil 
kapasitesi yüksek ve hesap verebilir niteliğe sahip yönetimler haline gelirse, bu 
durum Türkiye için çıkarları yönünde yararlı olacak ve ortaya çıkacak yeni 
rejimlerin Türkiye’ye karşı bakışı eski yönetimlere nazaran belirli ön yargılardan 
kurtulmuş olacaktır. Nitekim böyle bir Ortadoğu’nun Türkiye’nin yakınlaşma, 
işbirliği ve diyalog üzerinden ilerleyen bölgeye yönelik dış politikasıyla daha iyi 
senkronize olacağı aşikârdır (Altunışık, 2011: 3-4; Akgün, 2012: 16- 20). 

Sonuç olarak Türk dış politikasında Arap baharı süreci yeni Osmanlıcılık 
fikirlerinden, komşularla sıfır sorun politikasına; normatif popüler liderlikten, 
bölgede ortaya çıkan pek çok yeni fırsatlara değin pek çok alanda kendisini 
göstererek yeni bir vizyonun oluşmasında önemli rol oynamıştır. Yaşanan bu 
gelişmeler ışığında belirtmek gerekir ki; dış politikalara yönelik yapılan günü 
birlik değerlendirmeler idealler ve pratikler doğrultusunda objektif veriler 
sunamamaktadır. 

Türkiye’nin Arap Baharı Karşısında Tutumu 

Türkiye, Arap baharı sürecinde hangi Ortadoğu ülkesi olursa olsun halkın ve 
demokrasinin yanında yer alan bir tutum sergilemiş ve bölgedeki değişim 
hareketlerini desteklediği her fırsatta belirtmiştir (Münferid, 2012: 5). 

Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu; Arap baharının başladığı günden beri Türkiye’nin tutumunun değişmediğini; aynı zamanda bölge halklarının demokrasi, yönetimde şeffaflık ile hukuk devleti taleplerine destek verildiğini belirterek Türkiye’nin yaşanan olaylara yönelik tavrını açık bir şekilde ortaya koymuştur (Arap Baharı Başladığı Günden Beri Türkiye’nin Tutumu Değişmedi, 2012). 

Türkiye, Arap baharı adıyla Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan toplumsal 
hareketleri, bölge halklarının meşru talep ve beklentilerinin gerçekleşmesinin 
daha fazla ertelenemeyeceğinin işareti olarak görmekte ve esasen Soğuk 
Savaş’ın sona ermesiyle 90’lı yıllarda yaşanması gereken bu geciken değişimi, 
tarihi yeniden doğal akışına yerleştiren bir dönüm noktası olarak kabul 
etmektedir (Arap Baharı, www.mfa.gov.tr). Bu çerçevede Türkiye, güvenilir ve 
kardeş Müslüman ülke sıfatıyla farklı birçok yerde İslam ülkelerine seslenerek 
reform yapmalarının zorunluluk olduğunu vurgulamıştır. Geçmişten bu yana 
bölgede değişim ve dönüşüme ihtiyaç duyulduğunun altını çizen Türkiye, 
sürdürülebilir istikrarın ancak halkın huzur, güvenlik ve refahının güvence altına 
alınmasıyla sağlanabileceğine inanmaktadır. Değişim sürecinin barışçıl 
yollardan hayata geçirilmesini, şiddet ve orantısız güç kullanımından 
kaçınılmasını; devletlerin egemenliği, toprak bütünlüğü ve siyasal birliğinin 
korunmasını; etnik, mezhepsel ve dini bölünmelerin önüne geçilmesini, 
izlenmesi gereken temel ilkeler olarak savunmaktadır. 
(Arap Baharı, www.mfa.gov.tr). 

Ancak kimi ülkelerin baskıya devam etmesi Türkiye’yi farklı bir tutuma doğru sürüklemiş ve Türkiye Ortadoğu’da sahaya inerek bizatihi oyunu kurgulayıcı ve düzenleyici bir yapıya bürünmüştür. Yakın tarihlere şöyle bir bakıldığında Ortadoğu coğrafyasına Türkiye tarafından yapılan ziyaretler bu tavrı pratikte çok iyi şekilde göstermektedir (Kurubaş, 2011). Bu noktada önemli bir husus da Arap Baharı ve Türk dış politikası konusunda bahsettiğimiz normatif “popüler liderlik” kavramıdır. Bu kavram çerçevesinde ve bölgede Türkiye’nin üstlendiği kurgulayıcı rol üzerinden bakılacak olursa, bölgeye yapılan ziyaretler Arap halklarında Nasır’dan beri eşi benzeri görülmemiş bir heyecan ve umudu temsil etmiş; bölge halkları Türkiye’yi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı makûs talihlerini tersine çevirecek bir kurtarıcı gibi karşılamışlardır. 

Bununla birlikte söz konusu gezilerin Mısır ve Tunus’taki seçimlerden sonra gerçekleşmesi ise, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesindeki gelişmelere ilişkin olarak kurgulayıcı ve düzenleyici bir yönlendirme arzusu içinde olduğunun sinyallerini vermektedir (Kurubaş, 2011). 

Arap Baharı sürecinde, normatif popüler liderliğin örneklerini üst düzey 
yöneticilerin tutumlarında görmek mümkündür. Başbakan Recep Tayyip 
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sıklıkla, Cumhurbaşkanı 
Abdullah Gül’ün ise zaman zaman, Mısır’da yaşanan gelişmelerin ilk günlerinden itibaren süreçle ilgili yaptıkları açıklamalar ve kullandıkları ifadelerde, muhatapları olan Mısır, Libya ve Suriye yöneticilerinin ne gibi adımlar atmaları gerektiği konusunda kesin ve netti. Özellikle Arap halkları arasında geniş yankı uyandıran ve takdirle karşılan ifadeler sonrasında bireysel seviyede Türk devlet adamları ve genel olarak Türkiye ile ilgili sempati düzeyi çok yüksek seviyelere ulaşmıştır (Kibaroğlu, 2011: 31). Yapılan alan çalışmalarında da bunun sonuçlarını görmek mümkündür 3. 

3. Son dönemlerde Arap dünyasında Türkiye üzerine farklı alan araştırmaları yapılmakta ve bu araştırmalar bölgede Türk imajının olumlu yönde bir değişime uğradığını göstermektedir. 
Bu konuda bakınız: Meliha Benli Altunışık, (2010), Arap Dünyasında Türkiye Algısı, TESEV Yayınları, İstanbul., Mensur Akgün, Sabiha Şenyücel Gündoğar, (2012), Ortadoğu’daki Türkiye Algısı 2011, TESEV Yayınları, İstanbul. 

Türkiye’nin sürece yönelik bu tutumuna ve sonuçlarına uluslararası camiadan 
baktığımızda ise büyük bir yankının oluştuğunu söyleyebiliriz. Öyle ki; bölge 
ülkeleri arasında Arap baharından güçlenerek çıkan Türkiye’nin gelecekte 
Ortadoğu’nun lider ülkesi olabileceğine dair düşünceler oluşmuştur (Knapp, 
2012). TESEV tarafından 2011 de yapılan bir araştırmada “Türkiye, Ortadoğu 
ülkeleri için başarılı bir model olabilir mi?” sorusuna katılanların % 61’i “Evet” 
demiştir (Akgün, 2012: 20-21; Levack ve Perçinoğlu, 2012: 2-5). 

Olaylara ilişkin tutumuyla Türkiye, Arap baharında her ülkeye eşit mesafede 
kalarak objektif bir duruştan yana olmuştur. Daha farklı bir ifadeyle; Türkiye’nin 
bölgede yaşanan gelişmelerde değerlendirmelerini, ülkeden ülkeye ayrılık 
gözetmeksizin; her ülkenin kendi değişkenleri çerçevesinde ele alarak eşitlik 
prensibiyle gerçekleştirdiğini söylemek mümkündür (Yakış, 2011: 121-122). 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

Korona Diplomasi Zamanı

Korona Diplomasi Zamanı,


Burhanettin Duran














Mesele ABD ve Çin arasındaki propaganda savaşına bırakılamaz. Uluslararası iş birliğine, dayanışmaya ve koordinasyona geçmek gerekecek. Yoğun korona diplomasisi için liderler geç kalıyor. Erdoğan'ın üç Avrupalı liderle yaptığı toplantı bunun ilk örneklerinden birisi olarak görülebilir. Doğru, ilk bencil, sorumsuz hatalar yapıldı. Çin, virüs hakkındaki bilgileri saklayarak salgını pandemi haline getirdi. İtalya ve İran tedbir almakta...


.

   Koronavirüs ile mücadelede sembol isim haline gelen Sağlık Bakanı Koca, dün “herkesin kendi olağanüstü halini oluşturmasını” tavsiye etti. Bu tavsiye, virüsle mücadelede radikal kararlar alan Türkiye’nin henüz devlet eliyle sokağa çıkma yasağı uygulama noktasında olmadığını ifade ediyor. Ve bireysel tedbirlerin önemine dikkat çekiyor. Ancak “kendi olağanüstü halini oluşturma” fikri bugün dünyanın önde gelen ülkelerinin salgınla mücadelede ne yaptığını da kısaca özetliyor. Her ülke kendi devlet kapasitesine göre tedbirlerini alıyor. Yani herkes, bir tür “başının çaresine bakma” halinde. Felaket durumunda herkesin önce kendine odaklanması beklenecek bir tavır. Ülkelerin temel ihtiyaç ürünlerinde (sağlık başta olma üzere) kendine yeterliliği arayacağını görüyoruz. Ancak mesele, küreselleşmenin bittiği ve ulus devletlerin yeni dünyasının geldiği teziyle anlatılabilecek kadar basit değil.

İlk tepkilerde dayanışma yok ama…

Evet, “uluslararası iş birliği, dayanışma ve koordinasyon” gibi kavramların salgına ilk tepkide hızla çöktüğünü gördük. AB ülkelerinin İtalya ve Sırbistan’a bile sağlık malzemesi vermemesiyle Avrupa dayanışmasının “tatlı bir masal” olduğunu gördük. İtalya Lig Partisi lideri Salvini “İtalya’nın tek ihtiyacı olan şey yardımdı ancak sadece yüzüne bir tokat yedi. Avrupa’dan gelen tek yardım borsa çöküşüne neden olmak” cümlelerini kurmak zorunda kaldı. Gerçi AB’nin mülteciler konusundaki acizliğini gördüğümüzden bu son tavrından şaşırttığını söyleyemeyiz. Yine, BM Genel Sekreteri Guterres’in, “virüsün özellikle dünyanın en savunmasız bölgelerinde orman yangını gibi yayılmasına izin verirsek milyonlarca insan ölecek. Ortak bir düşmanımız var ve bir virüsle savaşıyoruz” uyarısını dinleyen bir başkent var mı bilmiyorum.

Böyle bir küresel salgında liderlik göstermesi beklenebilecek ABD Başkanı Trump, uluslararası örgütleri harekete geçirmeye yönelmedi. AB ve diğer kuruluşlar da sessiz. Bu salı Başkan Erdoğan’ın İngiltere, Fransa ve Almanya liderleri ile yaptığı telekonferanstan başka bu konuda, en azından benim bildiğim, üst düzey bir toplantı yapılmadı. Kasım ayındaki başkanlık seçimlerinin tehlikeye girdiğini gören Trump, virüsün yayılmasında Çin’in sorumluluğunun altını çizmekle meşgul. Kampanyasını da muhtemelen “Çin virüsünün ABD’ye verdiği zarar” teması üzerine oturtacak. İyi de; bugünkü gidişat uzun vadede ne kadar sürdürülebilir? Söz gelimi küresel ekonomide tedarik zinciri kırıldığında halklar refahlarının dramatik azalmasına hazır mı? Malların, insanların ve sermayenin dolaşımı nereye kadar sınırlandırılabilir?

Henüz krizin başındaysak…

Fransa Cumhurbaşkanı Macron, salgınla ilgili olarak “henüz krizin başındayız” diyor. Yani Koronavirüs salgını ile mücadele uzun vadeye de yayılmak durumunda. Eğer şimdiden “Korona öncesi ve sonrası” diye tasnifler yapılmaya başlandıysa mevcut salgının yaşadığımız dünyayı radikal bir şekilde değiştireceği aşikar. Bu değişimin ekonomiden gündelik hayata uzanması ve bütün sosyal formları da dönüştürmesi bekleniyor. Yani, virüsle mücadele haftalar, aylar değil de yıllar sürecekse ilk tepki olan “başının çaresine bakma” yaklaşımıyla bu başarılamaz.

Mesele ABD ve Çin arasındaki propaganda savaşına bırakılamaz. Uluslararası iş birliğine, dayanışmaya ve koordinasyona geçmek gerekecek. Yoğun korona diplomasisi için liderler geç kalıyor. Erdoğan’ın üç Avrupalı liderle yaptığı toplantı bunun ilk örneklerinden birisi olarak görülebilir. Doğru, ilk bencil, sorumsuz hatalar yapıldı. Çin, virüs hakkındaki bilgileri saklayarak salgını pandemi haline getirdi. İtalya ve İran tedbir almakta geciktiği için çok sayıda ölümle yüzleşti. Salgını en başta “ufak bir sorun” olarak gören ABD Başkanı Trump da nihayet pandemiyi kabullendi. Herkes bir yandan başının çaresine bakarken diğer yandan virüsle ortak mücadelenin yollarını aramalı. Geç kalmayalım, şimdi korona diplomasi zamanı.

[Sabah, 21 Mart 2020]


***

18 Mart 2020 Çarşamba

Kim, Kimi Kandırıyor.,Karakış - Karagünler,


Kim, Kimi Kandırıyor. Karakış - Karagünler,
Yekta Güngör Özden

TÜRKSOLU DERGİSİ 100. SAYI  ÖZEL DEMEÇ,

06.02.2006
Atatürkçüler her zaman gençtir ama “Genç Atatürkçü” olmak ayrı bir niteliktir. Ülkemizin giderek artan olumsuzluklarına karşın yoğun bir uğraşa giren Genç Atatürkçülerin sorunların üstesinden geleceklerine ilişkin umudum başarılarına tanık oldukça güçlenmektedir.
Bu genel gönünüm yanında özelde TÜRKSOLU gazetesini yayımlayan Atatürkçü gençleri hiçbir yılgınlık göstermeden çabalarını inançla sürdürdükleri için beğeniyle izliyor ve elimden geldiğince desteklemeye çalışıyorum.
Türk Devrimi’nin kaynağını oluşturan Atatürk ilkelerini ödünsüz koruma görevini yurttaşlık ve insanlık borcu sayarak özveriyle yayımını sürdürdükleri TÜRKSOLU gazetesinin 100. sayısına erişmesini mutlulukla karşılıyor, hepsini yürekten kutluyor, gelecek için en iyi dileklerimi yineliyorum.

Sorumluluk bilinciyle dokunan kişilik, ulusal konulardaki duyarlık ve özenle saygınlık kazanır. Lâik Türkiye Cumhuriyeti’yle kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik kötülüklerle savaşırken gereksinim duyulan medya gücünün büyük ölçüde bağımsızlığı gözetilirse bağımsız, nitelikli, yürekli ve gerçekten Atatürkçü TÜRKSOLU’nun değeri daha iyi anlaşılır. Karşıtlarının değişik nedenli sömürüleriyle suçlamalarını ve karalamalarını büsbütün boşa çıkarmak için titizlik göstererek çalışmak geleceğin güvenceye alınması ve yarınlara daha güçlü çıkmak demektir. Sorumluluğu artan gazetenin önemli bir boşluğu doldurması Atatürkçüleri sevindirmektir.
“Nice yıllara daha güçlü, daha etkin, ve daha yaygın!” diyerek kutlamamı yineliyorum.
Sevgiyle.

Karakış-Karagünler,

Yekta Güngör Özden
06.02.2006

Çok kimseyi acıyla kıvrandıran karagünlerin yıldönümleri karakışa rastladı. Muammer Aksoy (31 Ocak 1990), Uğur Mumcu (24 Ocak 1993), Necip Hablemitoğlu (23 Aralık 2002) kışın sert günlerinde aramızdan ayrıldılar. Mustafa Fehmi Kubilây 23 Aralık 1930’da gericilerin kıyımına uğramıştı. Turan Dursun 4 Eylûl 1990’da, Bahriye Üçok 6 Ekim 1990’da, Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999’da öldürülmüştü. Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da. Kışa yaklaşırken ve kış çıkmadan. Bu nedenle aydınların sonsuza uğurlandıkları günleri karagün olarak anıyoruz. Hepsi yakın tanıdığımdı. Muammer Aksoy’la aynı caddede oturuyorduk. Onların apartmanı 22, bizimki 23 no.lu idi. Bürosu bizim sıramızda, yakınımızdaydı. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kuruluş toplantılarından ikincisini orda yapmıştık. Hemen hemen her salı bize uğrardı. O, benden sonraki Ankara Barosu başkanlarındandı, ben ondan sonraki Türk Hukuk Kurumu başkanlarındandım. Ölümünden 33 gün önce “Geleceğin Anayasa Mahkemesi Başkanı’na...” diye bana kitabını imzalamıştı. Benim yerime öldürüldüğünü sanıklardan biri duruşmada söylemişti.
Uğur Mumcu bir dergide benim için “Devrimcilerin devrimci avukatı” diye yazmıştı. Yanımda staj yapmak istedi, baronun sınırladığı sayıda stajyer olduğu için yapamadı. Baro kararıyla yürütülen bir soruşturma nedeniyle aleyhime Yeni Ortam gazetesinde yazdığı yazıları düzeltmelerle karşıladım. Ölümünden bir hafta önce öğle yemeğinde konuğumdu.
Necip Hablemitoğlu ile 2000 yılında Samsun’da bir etkinlikte karşılaştık. Öğrenciliğinde avukatlığını yaptığımı anımsatıp yanıma oturdu.
Bahriye Üçok’la Devrek Baston Festivali etkinliğine birlikte katıldık. Otobüsle gidip döndük. Mahkemede öğle yemeğine gelmişti. 1952 yılından beri tanıyordum. Eşi dersimize gelmişti, kızını küçükken Fakülte bahçesinde dolaştırmıştık, meslektaşımız olmuştu.
Ahmet Taner Kışlalı, Tokat’ın Zile ilçesi doğumluydu, ben Niksar ilçesi doğumluydum. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde Genel Başkan yardımcımdı. 20 Ekim 1999 akşamı yanlış atılan imzaları silmemek için daksille adlarını silip imzalarının üstüne kendi adlarını yazıp toplantıdan çıkmıştım. Ayrılarken asansöre binmeyi önerdim, spor olması için merdiveni yeğlediğini söyledi. Bina kapısında selâmlaşıp iyi dileklerde bulunup ayrıldık. Bakanlığı zamanında kendisinin ve eşinin avukatıydım. Kızının nikâh tanığıydım. Birkaç yazısında benden sözetmişti.
Abdi İpekçi ile 27 Mayıs Devrimi’nin hemen ertesi günlerinde Türk Ceza Yasası’nın 280. maddesi için oluşturulan Komisyonda birlikte üyeydik. Raportör ve sözcü görevlerindeydik. Ankara Radyosu’nda toplanan Komisyonun Başkanı da sonradan Tabii Senatör olan Ahmet Yıldız’dı.

Turan Dursun, öldürülmesinden 15 gün önce Ankara’da konuğum olmuştu. O zaman Başkanvekili idim. Arabayla kente giderken Atatürk Bulvarı’ndaki TRT Binası önünde indirmemi istedi, orda bir arkadaşını görecekmiş. İsteği üzerine İstanbul adresine gönderdiğim mektubu alıp almadığını saptayamadım.
Bu değerli aydınları ve öbürlerini aramızdan alan insanlık düşmanlarının, destekçilerinin, tetikçilerinin, yandaşlarının suçlarına bilip de bilgi vermeyenler, gereğini yapmayanlar, sözlerini tutmayanlar, inanç ve ırk sömürüsüyle, çıkar güdüsüyle katılanlar da ortak olmuşlardır. Kimilerinin içtenlikli olmasının yanında kimilerinin günah çıkarmak, kimilerinin kendilerini göstermek için katıldıkları anma etkinlikleri kimseyi doyurmuyor. Devlet adına davrananlar, kaynağına inmek için çaba göstermiyor. Gidenler gittiğiyle, yakınları ve sevenleri de acılarıyla başbaşa kalıyor. Nedense değerbilir toplum ve kişiler değiliz. Böyle olsaydı, herşeyden ve herkesten önce Atatürk’ün değerini bilirdik. Duyurulara, iletilere, yazılara, konuşmalara bakmayınız. Öldüğü güne kadar konuşmadıkları, unuttukları, arkasından söylemediklerini bırakmadıkları kişileri övüyor, cenaze törenine, anma toplantısına koşuyorlar. Karşılaşıp çatıştıkları, tutumundan zarar gördükleri insanın yandaşlarını yanlarına çekmek için hiçbir şey olmamış gibi yakınlık gösteriyorlar. Gidenin aykırı ve çelişkili davranışlarını unutup unutturuyorlar. İkiyüzlülük, maskaralık ölçüsünde duygu sömürüsü. Değerler değersiz, değersizler değerli oluyor. Ölümlere bile siyaset karıştırılıyor. Oysa, bilenler kimin ne olduğunun ayırdında. Gülerek, tiksinerek izliyorlar. Önemli ulusal ve toplumsal sorunlar kişisel gelgitler nedeniyle gözardı ediliyor, gündemi amaçlı biçimde değiştirenlerin atı Üsküdar’ı geçiyor.
Mahkemelerin geri çevirdiği salıvermeleri Savcı sağlıyor. Cezalıya devlet yardımı yapılıyor. Türkiye’de suçlular korunuyor, zarar görenler yoruluyor.
Dış Olaylar
Doğalgaz kısıntısı kapıdan döndü ama yarınlarda yine olabilir. Bağımlılık, sağlıksız ilişkiler umulmadık zamanda güçlük yaratabilir, ansızın bastırabilir.
Filistin’de Hamas’ın çoğunluk kazanması Ortadoğu barışını büsbütün tehlikeye sokmuştur.

İngiltere Dışişleri Bakanı’nın Kıbrıs ve Ankara ziyaretleri bilinen İngiliz diplomasisinin yeni oyunlarının başlangıcıdır. Türkiye’yi oyalayıp avutup rumların açılımına yeni kolaylıklar getireceklerdir. Türkiye adına yeni olduğu söylenip yinelenin öneriler Kıbrıs’ın tümüyle elden gitmesinin kamuoyuna sindirilmesi amaçlıdır.

Rusya Devlet Başkanı Putin 24.01.2006’da Moskova’yı ziyaret eden Güney Kıbrıs lideri Papadopulos’a destek sözü verdi. Türkiye limanları açmak için öneride bulunuyor.

Davos’ta “Beyin fırtınası toplantısı” yapılıyormuş. Uluslararası güçlerin yönlendirme, etkileme, kullanma görüşmeleri. Beyni dincilikle katılaşmış kimselerin beyin fırtınasındaki yeri ne olabilir? Irak’taki durumun beyinle, akılla ilgisi var mı? Beyni sarıklı, kavuklu ve değişik örtülüler ne olabilir, ne yapabilir? Gösteri, sükse o kadar. Almak yok, vermek var. Etkilenmekten öte esir olmak var. Çağdışı görünümlerde Davos’ta Türkiye’nin yanlış tanıtılması, öncekinden geriye gidildiği kanısının yayılması ayrı.

Belçika’nın, Danimarka’nın dostluğa, hukuka aykırı tutumları sürüyor. AB üyeliği için ayrıcalıklı ortaklık önerileri geliştiriliyor. İran’ın nükleer direnmesi de sürüyor. Daha nice olumsuzluklar birbirini izliyor, birbirine ekleniyor.

Değinmekle yetinelim

Yasalardan kaynaklanan salıverme olaylarının sorumluları daha çok siyasetçilerdir. Dosyalar iyi incelense suçluları yararlandıracak kararlar, işlemler, itiraz ve temyiz edilmeyerek kesinlik kazanmış olumsuzluklarla karşılaşılabilir. Milliyetçi geçinen ırkçıların gösterisi, dindar geçinen köktendincilerin tutumuyla örtüşüyor. Bayrağı yersiz ve gereksiz kullanmak da bayrağa saygısızlıktır.
Sıkmabaş-bohçabaşın köktendinci anlayışın simgesi olarak kullanıldığını bile bile “Kendini ifade özgürlüğü” diye savunan sözde aydınların tutumu da böyle. Çoğumuz Lozan Barış Antlaşması’yla tüm sorunların bittiğini sanarak aldandık. İçerdeki cumhuriyet düşmanları ile dışardaki Türkiye düşmanları boş durmadılar, durmuyorlar. Sapkınlar işgalde ezilseler, dikta altında sürünseler, savaşta kıyıma uğrasalar, şeriatta boğulsalar, yokluk çekseler, öbür müslüman çoğunluklu ülkeleri görseler Atatürk’ün değerini bilirlerdi.

Aydınlar doğru dürüst demokrasiyi savunamıyor, sağlayamıyor, gericiler şeriat düzenini yavaş yavaş oluşturuyor. Değişik konulu çirkin oluşumlardan insan, yurttaş, öğretmen, hukukçu olarak utanmamak olanaksız.

AB bizi askerimiz için istiyordu. Avuçlarına sığmayacak duruma gelince ondan da vazgeçtiler, istemediklerini açıklamaya başladılar.

Kendi işlerine geldiği için Avrupalıların kimi yazarların dâvalarına elatmalarını ibretle izledik. Bir yazarın dâvasının düşürülmesi danışıklı dövüş gibi. Bakanlığın oluruna bağlı ise olur verilmemiş oluyor, değilse dâvanın yürütülmesi gerekiyor. Yargıçlarına güvenmeyen hukuk devleti olamaz. İlke korunur, uygulama yargıçların yorumuna ve değerlendirmesine bırakılır. Yanlışlık varsa temyiz organları gereğini yapar. Ama kimilerini kurtarıp Avrupa’ya yaranmak için yarınlarda geniş ve önlenemez açılımları olacak değişik saldırılara olanak verecek biçimde kurallarla oynanamaz.

Siyasal iktidar her yeri ele geçirmek, kadrolaşmayı tüm kurum ve kuruluşlarda gerçekleştirmek için her şeyi yapıyor. Futbol Federasyonu seçimlerinden sonra karışanları lekeleyecek biçimde Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu seçimlerine elattılar. Genel Kurulu engelleyip kayyuma teslim ederek kendi adamlarını yerleştirme kurnazlıkları yargı kararıyla geçersiz kaldı. Baro seçimlerinde akçalı destek görenlerin, ırkçı ve köktendincilerin, bölücü ve yıkıcıların nasıl birleşip neler yaptıklarını zamanı gelince göreceğiz. İktidarın politikayı futbola soktuğu yazıldı, çizildi. Siyaseti dine, dini siyasete, hatta herşeye sokanlar futbola sokmaz mı? Sanata sokmadılar mı?
Hukuk düzenlemeleri de bilim, düşün, sanat, spor adamlarından çok siyasetçiler ve suçlular yararına çıkarıldı, çıkarılıyor. Çoğu kof, cılız, yapay (ne derseniz deyiniz) siyasetçilerin kendileriyle yandaşlarının çıkarları için değerlere kıyma ve kıydırma eylemlerinin ürünüdür.

Prim affı, vergi affı, borç affı, faiz affı, imar affı, orman affı, öğrenci affı, türban affı, Rahşan affı, Ecevit affı, Erbakan affı ve daha başkaları, şimdi de Unakıtan için villa affı.

Bir de Parti değiştirme ödülü var. Muğla Dalyan Belediye Başkanı Doğru Yol Partisi’nden ayrılıp AKP’ye geçince plâj Belediyeye veriliyor. Bayanların başaçık ve erkeklerle namaz kılmaları gürültü kopardı. Yenileşme ve uygarlaşma karşıtları bağnazlıklarını açıklamalarıyla yansıttılar. Nelerle uğraşılıyor...

Partizanlık durmuyor. Kıbrıs’ı gözden çıkaranların, “Kazandık, başardık” yalanlarını partililer alkışlıyor. Hele belediyelerde çalışmasalar, vakıflar kullanılmasa idi kimi parti liderleri mal varlıklarının boyutunu nasıl sağlarlardı?
“Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişini söylemeyi “hitlercilik”le suçlayan birini “Kürt aydını” diye öven yazı ilerici ve Atatürkçü sanılan gazetede yayımlanabiliyor. Yandaşlıkla gerçekler nasıl da örtülüp saptırılıyor. Tıpkı kimi ölümlerde kimi ölenler için olduğu gibi. Etkinliklerde Atatürkçülüğü, lâikliği, milliyetçiliği, solculuğu, insan haklarını, demokrasiyi, hukuksallığı araç olarak kullanan gösterişçi, etiketçi, rozetçi, sahteciler de bunlara benziyor.
Başaçık namaz kılma olayını kalemine dolayanlardan birisi hemen “Kemalist gelenek” sözleriyle irticayı övmeye, bilgisi, eğitimi, durumu ve tutumuyla çağdaşlıkla hiçbir ilgisi olmayan Fethullah’ı islâmın yenileşme örneği olarak gösterdi. Cumhuriyet, lâiklik karşıtı, her organa dincileri yerleştirip devleti ele geçirmeyi öneren adamı halife yapmaya uğraşıyorlar. Ne keskin ırkçı-şeriatçı medya militanları var.

Günümüzün kükreyen Başbakanı, AB Dönem Başkanı Avusturya Büyükelçisi Marius Calligaris’in konuşmasıyla başlayan yemekte “Yargıyı Eğiteceğiz” demiş. Sormuyorlar “Yargı kim, sen kim?” Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri de patronunun bu sözüne dayanmış olacak ki, ABD’de aynı doğrultuda konuşmuş. Yargıyı eğitmek isteyen ya da öneren kimseler önce kendilerini eğitmelidir. Bu ölçüsüz ve saygıyla bağdaşmayan sözler sahiplerinin niteliklerinin ve düzeylerinin göstergesidir. Ne var ki yeterli karşılık verilememiştir. Önceleri kimlere ne tür raporlar hazırlattığı bilinen TÜSİAD’ın 36. Genel Kurulu’nda hiç değilse saygılı önerilerle yargıya destek verildi. Saygılı sözcükler ve anlatım biçimleri yeğlendi.
DTP Eşbaşkanları Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un ortak basın toplantısındaki açıklamaları (18.1.2006) amaçlarının yeni bir kanıtıdır. 22.1.2006’da İstanbul Dolapdere ve Ümraniye’de PKK’lıların polise saldırıp belediye otobüsü yakma olayında gözaltına alınan olmaması, saldırganların kaçması ilginç bulunuyor. Kaçanları çeviremeyen, yakalayamayan polis ne anlatıyor?

Bir kez daha yineleyelim, Türkiye’de derininden geçtik, etkin, olağan bir devlet bile yok sayılır. Olsaydı başta bayrak yakmalar, polis kaçırıp aylarca tuttuktan sonra teslim etmeler, Belediye Başkanlarının ROJ TV desteği, Ağca Olayı, cezaevi karşılaması, AKP’nin iktidara gelmesi, askerin etkisizleştirilmesi olur muydu? Ve daha başkaları..

Yakınmalar artıyor. Ayrılıkçıların birleşme önerileri, içtenliksiz çağrıları duyuluyor. Toplantılar, kurtarma nutukları da. Umutsuzluk, bıkkınlık, yılgınlık, karamsarlık sözlerinin sevimsizliği açık. Çarpıklık ve suskunluk kötü. Atatürk’ün yolundan ayrılmanın sakıncaları tüm ağırlığıyla omuzlarımıza çöküyor.

***