11 Ekim 2017 Çarşamba

MOSKOVA’NIN BAŞARISI: ANKARA’DAN SONRA RİYAD DA ASTANACI OLDU

MOSKOVA’NIN BAŞARISI: ANKARA’DAN SONRA RİYAD DA ASTANACI OLDU



Mehmet Ali Güller
7 Ekim 2017
ABC Gazetesi


Suudi Arabistan Kralı Selman’ın Moskova ziyareti, Rusya’nın Suriye sahasındaki ikinci büyük kazanımının işaretlerini verdi.
Birincisi Türkiye’ydi. Moskova sahada Atlantik kampı içinde Esad’a karşı konumlanan en önemli kuvvet olan Türkiye’yi, Türkiye’nin de manevraya ihtiyaç duyduğu bir zamanda yanına çekti.
Bu durum sahada üç ciddi sonuç yarattı:
1- Sahada ABD cephesini zayıflattı ve Türkiye-Suudi Arabistan-Katar üçlüsünü bozdu.
2- Cenevre sürecinin tam karşısına Astana sürecini koydu.
3- Esad’ın Halep’i almasını ve kuzeye doğru yönelebilmesini sağladı.
Kuşkusuz henüz Ankara-Şam anlaşmasının olmamasından kaynaklanan sıkıntılar sürmekte, AKP hükümetinin iki tarafla da iş tutmayı esas alan ikircikli çizgisi süreci geciktirmektedir. 
Bu ise en çok PYD’ye yaramaktadır!

RİYAD 3 CEPHEDE SIKIŞTI
Ankara’nın Moskova desteğiyle Suriye’deki pozisyonunu değiştirmeye başlaması, sahada en başından beri var olan Türkiye-Suudi Arabistan-Katar üçlü cephesini de böldü. Bunun pratikte sahada desteklenen örgütlerin ayrışmasına kadar varan yansımaları oldu.
Şimdi Moskova, tam da Ankara’nın ihtiyaç duyduğu türden bir manevraya ihtiyaç duyduğu anda, Riyad’a da el uzattı. Riyad’a Yemen konusunda bir jest yaparak Kral Selman’ın Moskova’ya gelmesini sağladı. Rusya, Riyad’ın desteklediği Yemen yönetiminin Moskova’ya atamaya çalıştığı üç ismi de reddettikten sonra, dördüncüyü onaylayarak bu jesti yaptı.
Evet, Riyad üç büyük sorunla karşı karşıyaydı:
1- savaş ilan ettiği Yemen’deki tıkanma ve işin içinden çıkamaz durumda olması.
2- körfez krizi. Suudi öncülüğündeki Körfez ülkelerinin Katar’ı hedef alması umulan sonuçları doğurmadı, tersine hem Riyad’ın hem de Doha’nın Washington’dan yüklü silah almasıyla sonuçlandı. Dahası Pentagon krizden sonra Katar’la askeri tatbikat yapmışken, diğer körfez ülkeleriyle yapacağı tatbikatları krizin sürmesini gerekçe göstererek erteledi. Ve en başında açıkça Riyad’ı destekleyen ve Doha’yı uyaran Trump yönetimi, şimdi Doha’ya yönelik Riyad öncülüğündeki yaptırımların son bulmasını istiyor.
3- Diğer yandan ABD’nin sırf Rusya’yı sıkıştırabilmek için petrol fiyatlarını Suudi Arabistan faktörüyle düşük tutma politikası, Moskova’dan önce Riyad’ı vurdu. Öyle ki geçen sene Suudi Arabistan en sonunda Rusya’yla düşük fiyata karşı anlaşmak zorunda kaldı.
İşte Kral Selman’ın Rusya ziyareti bu şartlarda gerçekleşti.

RİYAD’DAN ASTANA SÜRECİNE DESTEK İLANI

Peki Kral Selman’ın Moskova ziyaretinden somut neler çıktı?
Öncelikle belirtelim: Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil El Cubeyr’in, ülkesinin Moskova ile ilişkilerinin “tarihi anı” yakaladığını ilan etmesi karşılıklı kazançların seviyesine işaret etmektedir.
Zira toplamda değişik alanlarda 14 önemli anlaşma imzalanmıştır. Ancak asıl önemlisi şu iki gelişmedir:
1- Riyad, Moskova’da Astana sürecini desteklediğini ilan etti.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov “Putin ve Kral Selman Suriye konusunda anlaştı” derken, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil El Cubeyr “Astana sürecine ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne destek verdiklerini” açıkladı.
Böylece Moskova, Ankara’dan sonra Riyad’ı da karşı cepheden söküp almış oldu!
2- Diğer yandan Türkiye’den sonra Suudi Arabistan’ın da Rusya’dan S-400 alabileceği gündeme geldi.
Bu konuda henüz bir netlik olmasa da, konunun masaya gelmiş olması çok çok önemli. Zira Suudi Arabistan büyük silah üreticileri açısından çok değerli bir müşteridir.

DİPLOMASİ ÖRNEĞİ: MOSKOVA’NIN KÖRFEZ’DEKİ TUTUMU

Bitirirken, büyük devletlerin nasıl diplomasi yürüttüklerini anlamak açısından Moskova’nın körfez krizine yaklaşımına bakalım. Zira Kral Selman’ın Moskova’ya gelebilmesini, biraz da o krizdeki Moskova tavrı belirlemiştir.
Riyad öncülüğündeki Körfez ülkeleri Katar’ı hedef aldığında ne olmuştu? Başta ABD olmak üzere Almanya hariç neredeyse tüm Batı kampı Suudileri desteklemiş ve Katar’a cephe almıştı. Türkiye ise herkesten önce, gaz sahası ortağı İran ve ticaret partneri Almanya’dan önce Katar’a destek vermişti.
Rusya ise ne müttefikleri İran ve Türkiye gibi hızla Katarcılık yapmış, ne de Batı’ya uyup Suudicilik yapmıştı. Tarafsız kalmış, tarafları sükunete davet etmiş, iki tarafla da “barışma” hedefli temaslar yürütmüştü.
Peki ne oldu? Başta Suudicilik yapan ABD Katar’a destek vermeye başladı ama bu iki farklı konumlanışında da büyük silah satışlarıyla kazanç sağladı. Katar’a herkesten önce destek veren ve asker gönderen Türkiye ise diğer ülkeler krizden kazançlar elde ederken, kazansız ortada kaldı.
Rusya ise “tarafsız ve barışçı” pozisyonu ile orta ve uzun vadeli diplomatik başarı kazandı, şimdi tek tek ülkeleri bölgedeki saflaşmada bölge cephesine kaydetmeye çalışıyor…



***

Türkiye Kuzey Irak’ta Referanduma Neden Karşı?




Türkiye Kuzey Irak’ta Referanduma Neden Karşı?

25.09.2017




Irak ve Suriye’de iç savaşın, IŞİD ile mücadelenin olanca hızıyla sürdüğü bir ortamda yeni bir çatışma dinamiği yaratacak kritik bir süreç yaşanıyor. 1. Körfez Savaşı sonrasında fiili otonomi kazanan, Irak işgali ile fiili durumu anayasal zemine oturtan Iraklı Kürtler, 2014 sonrasında yaşanan IŞİD ile mücadele sürecinin sunduğu fırsattan faydalanarak bağımsızlık yolunda en son adım olan bağımsızlık referandumunu 25 Eylül 2017 tarihinde düzenleme kararı aldı. Bu adımın bölgede yeni çatışmaları tetikleyeceği ve terör örgütleri ile mücadelenin zaafa uğrayacağı görüşü hakim. Bu nedenle İsrail dışında referanduma destek veren ülke çıkmadı.




Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) muhtemelen bağımsızlık için daha uygun bir zaman olamayacağını düşünüyor. IŞİD ile mücadele IKBY’nin siyasi ve askeri konumunu oldukça güçlendirdi. Iraklı Kürtler her şeyden önce başta Kerkük olmak üzere Bağdat ile arasında sorun yaratan tartışmalı bölgeler konusunda elini güçlendirdi. Irak ordusunun çekilmesi ile tartışmalı bölgelerin %90’a yakını tamamen Kürt güçlerin kontrolüne geçti. Irak merkezi hükümeti ise IŞİD ile mücadele nedeniyle güç kaybetti ve giderek daha fazla dış desteğe açık hale geldi. Bu da IKBY’yi bağımsızlık adımını atmak için en uygun zamanın şimdi olduğu düşüncesine yönlendiriyor.

KDP ve lideri Mesut Barzani’nin referandum konusunda bu kadar ısrarcı olmasının iç politik faktörlerle de ilgisi olduğu söylenebilir. IKBY’de uzun zamandır ciddi bir siyasi ve ekonomik kriz yaşanıyor. KDP’nin bu sıkıntıları örtmek için bağımsızlık gibi popüler bir meseleyi gündeme getirdiği, 2017 yılı sonunda düzenlenecek Meclis seçiminde konumunu güçlendirmeye çalıştığı ve en önemlisi yasaya aykırı olarak başkanlık koltuğunda oturan Barzani’nin pozisyonunu korumak için de bağımsızlığı gündeme getirdiği söylenebilir. Son neden olarak, bağımsızlık referandumu ertelense bile bunu bir pazarlık aracına dönüştürerek tartışmalı bölgeler ve ekonomik gelirler konusunda garantiler alabileceğini düşünüyor olabilir. Bu durumda referandum düzenlenmez ancak IKBY ilerde çok daha kolay ve iyi şartlar altında bağımsızlık kazanacak zemini oluşturarak bu süreci atlatır. Ancak bütün bu destekleyici nedenlere rağmen Iraklı Kürtler arasında referandumun zamanlaması konusunda farklı görüşler olsa da bağımsızlık idealinin çok güçlü olduğunu ve IKBY’nin bir bütün olarak bağımsızlığa kavuşmak istediğini unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla bağımsızlık referandumunun düzenlenmesinin esas nedeni son adımı atarak bu ideale biraz daha yaklaşmak.

IKBY bölge ülkelerinin ve uluslararası camianın tepkisi konusunda muhtemelen bir hesap hatası içinde. Iraklı Kürtlere göre Batı IŞİD ile mücadele nedeniyle Kürtlere desteğini önemli oranda artırdı ve kendilerine giderek artan bir ilgi ve sempati ile yaklaşıyor. Türkiye ile ekonomik ve enerji işbirliği derinleşerek devam ediyor. Türkiye tepki gösterse bile bu iç politik nedenlerle olacaktır ve diplomatik seviyede kalacaktır. Hatta Iraklı Kürtler IKBY Başbakanı Neçirvan Barzani’nin Türkiye ziyareti sırasında Atatürk Havalimanında IKBY bayrağının asılmasını da “Türkiye’nin bağımsızlığa yeşil ışığı” şeklinde okuyacak kadar iyimser bir algı içinde. Bölgede Kürt bağımsızlığına karşı çıkması muhtemel diğer bölge ülkesi Suriye ise zaten hayatta kalma mücadelesi veriyor ve dışarısı ile ilgilenecek durumu bulunmuyor.

IKBY’nin bu okuma biçimine karşın durumun bu kadar basit olmadığı söylenebilir. Batı’nın genel anlamda Irak’ta Kürtlerin bağımsızlık kazanma çabasına olumlu yaklaştığı, politikaları ile bu süreci desteklediği kabul edilebilir. Ancak 2014 sonrasında Batı’nın Iraklı Kürtlere artan ilgi, destek ve sempatisinin temelinde IŞİD ile mücadele yatıyor. Batı’nın Irak ve Suriye’de birinci önceliği IŞİD’in yenilgiye uğratılması ve bağımsızlık adımının bunu zaafa uğratacağı düşünülüyor. Tam da bu nedenle Batı referanduma özü itibarıyla değil ancak zamanlama olarak karşı çıkıyor. IKBY’nin mevcut konumunu borçlu olduğu ABD, Iraklı Kürtlerin geçmişten bu yana en yakın dostlarından Fransa gibi ülkeler dahi Barzani’yi ikna etmek için yoğun bir diplomasi yürüttü. Ancak esas yanılgı Türkiye’nin olası yaklaşımı ile ilgili. Türkiye’nin IKBY ile kazan-kazan ilkesine dayalı bir ilişki kurmak istediği ortada. Ancak Türkiye bu yakın ilişkiyi hiçbir zaman Irak’ın toprak bütünlüğünü riske atacak bir çerçeveye oturtmadı. Türkiye son yıllarda Irak merkezi hükümeti ile yaşanan krizlerde bile “önce Bağdat” ilkesine sadık kalmaya çalıştı. Türkiye’nin IKBY ile sürdüğü ilişkiden her iki tarafın ekonomik çıkar sağladığı açık. Ancak bu kazancın IKBY açısından “hayati” Türkiye açısından ise “göz ardı edilebilir” olduğu söylenebilir. Türkiye’nin kendi ekonomik hacmi içinde buradan sağlanan gelir önemli olmakla birlikte daha yaşamsal çıkarlar söz konusu olduğunda riske edilebilecek seviyede. Bu nedenle Türkiye’nin karşılıklı çıkarlar nedeniyle tepkisini düşük seviyede tutacağı düşüncesi gerçekle bağdaşmıyor. Peki Türkiye Iraklı Kürtlerin bağımsızlık referandumu düzenlemesine neden karşı çıkıyor?

Iraklı Kürtler Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde güvenilir bir ortak olabilir mi?

Türkiye son yıllarda IKBY ile iyi ilişkiler kursa da bu işbirliği daha çok ekonomi ve enerji alanında gelişti. Ancak kalıcı ve daha derin işbirliği kurabilmenin yolu siyasi ve güvenlik alanında işbirliğinden geçiyor. Bu açıdan ise tam bir başarı sağlanamadı. Hatta Türkiye’nin en ciddi iç ve dış politika sorunu olarak gördüğü PKK konusunda tehdit algısı yaratacak gelişmeler yaşanmaya devam etti. Türkiye algısına göre “IKBY ile yakın ilişkiler kurulabilir ancak IKBY PKK ile mücadelemde hiçbir zaman dayanabileceğim bir ortak değil.” Güvenlik alanında işbirliği IŞİD ile mücadele ile sınırlı kaldı. KDP’nin de tehdit algıladığı Sincar’daki PKK varlığı ve Suriye’de YPG konusunda dahi bir eşgüdüm sağlanamadı. Daha da önemlisi IKBY KDP’den ve Barzani’den ibaret değil. KDP bölgelerinde (Erbil ve Dohuk) PKK’nın diğer yerlere nazaran etkisinin daha az olduğundan bahsedilebilir. Ancak Süleymaniye’de PKK’nın yoğun etkisi rahatça hissediliyor. KYB’ye bağlı peşmergeler PKK’lılar ile birlikte Kerkük çevresinde IŞİD’e karşı birlikte mücadele yürütüyor. Kerkük’ün KYB’li Valisi Necmettin Kerim Kerkük’e PKK’lıların yerleşmesine imkan sağladı, Valilik’te PKK’lıları ağırladı. Hatta Türkiye’ye yakın duran KDP’nin lideri Mesut Barzani’nin dahi PKK’yı terör örgütü olarak görmediğini ve Mahmur’da PKK’lıları “IŞİD’e karşı mücadeleden dolayı kutladığı” akıllardan çıkarılmamalı. Böyle bir fotoğraf karşısında Türkiye’de tehdit algısının oluşması doğal. Son yıllarda IKBY ile kurulan iyi ilişkilerin hem ekonomik hem de siyasi açıdan Türkiye’ye faydalar sağladığı, şu anda IKBY üzerinde yaptırım imkanı varsa bu politikalar sonucunda elde edildiği bir gerçek. Ancak şu da unutulmamalı ki IKBY işin doğası gereği hiçbir zaman Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde tam olarak güvenebileceği bir aktör olamaz.

Irak’ta yeni çatışma dinamiklerinin doğması ve Türkmenlerin konumu

IKBY bağımsızlık referandumunu kendi sınırlarının ötesinde yasal olarak Bağdat’a bağlı olan Kerkük gibi tartışmalı bölgelerde de gerçekleştiriyor. Tartışmalı bölgeler Türkiye sınırında Telafer’den başlayarak İran sınırında Mendeli’ye kadar uzanmakta. Bu coğrafyanın iki önemli özelliği var. Birincisi buralarda Türkmenler, Araplar, Kürtler, Sünniler ve Şiilerin bir arada yaşadığı heterojen bir toplum yapısı var. İkincisi doğal kaynaklar açısından zengin bölgeler. Tartışmalı bölgelerin bağımsızlık referandumuna katılması doğal olarak hem yerelde farklı etnik ve mezhepsel gruplar arasında çatışmayı tetikleyecek hem de bu bölgeler üzerinde egemenlik iddiasını sürdüren Bağdat ile IKBY arasında daha geniş çaplı bir çatışmanın fitili ateşlenecek. Bu da Irak ve Suriye’de en kısa sürede istikrara ihtiyaç duyan Türkiye açısından istenmeyen bir durum. Bu çatışma dinamiği içinde Türkmenlerin konumu ise son derece hassas. Zira Kürtler ve Araplardan farklı olarak silahlı güçleri yok ve 2003 işgalinden bu yana askeri taraflar arasında yaşanan her çatışmanın kurbanı Türkmenler oldu. Daha önce de örnekleri görüldüğü üzere son olarak referandumun yarattığı gergin ortamda peşmerge güçleri kendisi açısından esas tehdit olan Haşti Şaabi yerine zayıf konumda olan Türkmenlere yöneldi ve Kerkük’te Türkmen Milliyetçi Hareketi’nin binasına saldırı düzenledi. Türkiye ise kendisini Türkmenlere yakın görüyor ve destekliyor. IKBY ve peşmregenin Türkmenlere yaklaşımı ise kesinlikle Türkiye’yi tatmin edecek bir durumda değil. Kerkük’e yerleştirilen PKK varlığı ise ayrı bir sorun. PKK’lılar da Türkiye’ye yakın gördükleri Türkmenlere karşı zaman zaman kullanıldı. Dolayısıyla Türkiye Kerkük’ün bağımsızlık referandumuna dahil edilmesi durumunda Türkmenlerin çatışma ortamında büyük zarar göreceğini düşünüyor. Uzun vadeli risk algısı ise Kerküklü Türkmenlerin IKBY idaresi altında kimliklerini kaybedebileceği düşüncesi. Bunun en yakın örneği Erbil. Geçmişte önemli bir Türkmen şehri olan Erbil’de Türkmen kimliği giderek ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Türkmenlerin yaşadığı ve Erbil’in tarihi merkezi Kale boşaltılarak turistik bir alana dönüştürüldü. Türkiye bu nedenlerle Kerküklü Türkmenlerin taleplerine paralel olarak Kerkük’ün merkezi hükümete bağlı kalması gerektiğini savunuyor. Zira demografik, siyasi ve askeri olarak Kerkük’te aşırı güçlü olan Kürtlere karşı Bağdat’ın varlığı bir denge oluşturabilir ve şehirde çoğulcu yapı korunabilir. 

Irak’taki yapının Suriye’de YPG alanları ile yakın ilişki geliştirme ihtimali

Türkiye IKBY’nin bağımsızlık referandumunu Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı olarak da okuyor. Türkiye’nin algısına göre kendi güney sınırlarında bir kuşak oluşturuluyor ve bu kuşak Kürt kuşağı olduğu için değil ancak önemli bir kısmı PKK tarafından kontrol ediliyor olduğu için tehdit oluşturuyor. Irak’taki bağımsızlık sürecinin buna ilişkin yarattığı tehdit algısı ise uzun vadede farklı Kürt aktörlerin kendi aralarındaki sorunları çözerek ortak idealler etrafında Türkiye’ye karşı birlikte hareket edebilme potansiyeli. Suriye’de PKK kontrolünde fiili bir otonom bölge oluşmuş durumda. Bu yapının siyasi statü kazanacağı meçhul ancak ihtimaller dahilinde. Böyle bir durumda Irak’taki olası bağımsız devlet ile Suriye’deki federal yapının işbirliği yapmasının önünde engel olmadığı ortada. Iraklı Kürtlerin bugünkü bağımsızlık sürecine giden yolda önemli kilometre taşlarından biri ABD’nin iç savaş halindeki KDP ve KYB’yi ABD’de bir araya getirerek Vaşington Anlaşmasını imzalatması idi. Şu anda aralarında Sincar ve Suriye konusunda rekabet olduğu için bir araya gelmesinin mümkün olmadığı düşünülen KDP ve PKK’nın Kürt kamuoyunun baskısı ve Batı’nın yönlendirmesi gibi faktörlerle bir araya gelmesinin önünde hiçbir engel yok. Hatta yukarıda ifade edildiği üzere IKBY KDP’den ibaret değil. KYB ve hatta bir dereceye kadar Goran Hareketi Suriye’de YPG’yi sonuna kadar desteklediklerini açıklıyor, askeri ve ekonomik yardım sağlıyor. Türkiye’nin en hayati sorunu konusunda bu tarz bir yaklaşım karşısında Türkiye’nin fırsat temelli bir yaklaşım geliştirmesini beklemek gerçekçi değil. 

Sınırların değişiminin domino etkisi yaratabileceği kaygısı

Türkiye’nin Irak ve Suriye politikasının ana ilkelerinden biri toprak bütünlüğünün korunması. Bunun temelinde bölge ülkelerinin herhangi birinde yaşanacak bir sınır değişiminin domino etkisi yaratarak kendisine sirayet edebileceği kaygısının yattığı sır değil. Bu kaygıyı Irak, İran ve Suriye de paylaşıyor. Irak, İran ve Türkiye tam da bu nedenle ilişkilerinin en kötü olduğu bir ortamda dahi statükonun korunması temelinde bir araya gelebiliyor. Türkiye içinde bu algının yanlış olduğu ve Türkiye gibi büyük bir devletin bölünme korkusu ile hareket etmesinin doğru olmadığını savunan kesimler var. Bu yaklaşımın haklılık payı var. Tamamen bu kaygıya dayalı olarak bölgede bir politika takip etmenin Türkiye’ye zarar vereceği ortada. Ancak sınır değişimlerinin bölge ülkelerinin sınırlarını koruma çabalarını olumsuz etkilemeyeceği şeklinde bir düşünce de fazlaca iyimser. Hele ki bu kartı diğer bölge ülkelerine karşı kullanma potansiyeli olan bölgesel ve bölge dışı güçlerin varlığı söz konusu iken. Örneğin IKBY’nin bağımsızlık referandumuna tek destek veren ülke olan İsrail’in kafasında Kürt kartını ilerde İran gerekirse de Türkiye’ye karşı kullanılabilecek bir koz olarak görmediğini iddia etmek mümkün değil.

Türkiye Nasıl Tepki Verebilir?

Bu yazı yazıldığı sırada referandumun düzenlenip düzenlenmeyeceği henüz kesinleşmemişti. Zira beklemediği düzeyde bir tepki ile karşılaşan ancak geri adım atamayan Mesut Barzani süreci bir pazarlığa dönüştürüp bazı kazanımlar elde ederek referandumu erteleyebileceğinin sinyallerini veriyor. Bu belirsizlik muhtemelen son güne kadar devam edecek. Barzani bazı kazanımlar elde edebilirse uzun zamandır milliyetçi duygular pompaladığı ve sokaklara döktüğü halka karşı “bakın kazanımlar elde ettik ve artık daha güçlü bir konumdayız” diyerek kendine bir çıkış sağlayacak. Bu düşük ihtimale karşın referandumun düzenlenmesi yüksek olasılık ve bu sonuç kısmında referandumun düzenlenmesi durumunda Türkiye’nin nasıl bir yaklaşım sergileyebileceği tartışılmaya çalışılacak.

İlk kısımda ifade edildiği üzere Türkiye’nin referanduma karşı duruşunu iç dengelerle açıklamaya çalışmak gerçekçi değil. Bu nedenle Türkiye IKBY’nin beklentisinin aksine somut olarak bir yaptırım paketini gündeme getirebilir. Türkiye en yetkili ağızlardan referanduma karşı olduğunu ve ısrarcı olunması durumunda “IKBY’nin bedel ödemek” durumunda kalacağını açıkladı. TSK Sincar’daki PKK varlığı nedeniyle zaten yoğun askeri bir konuşlanmanın olduğu Silopi’de askeri tatbikat başlattı. Askeri karşılık olabileceği mesajı veren bu adıma rağmen krizi tırmandırma sürecinin parçası olarak ilk aşamada ekonomik yaptırım araçları gündeme gelecektir. Bu yaptırımların IKBY üzerinde ciddi etkisi olacaktır. IKBY bir kara devleti ve alternatif çıkış noktaları Türkiye, İran, Irak ve Suriye. Irak ve Suriye alternatif olacak durumda değil. İran ve Türkiye’nin koordineli bir şekilde ekonomik yaptırım uygulaması zaten kriz yaşayan IKBY’nin ayakta durmasını zorlaştıracaktır. Ekonomik açıdan Türkiye’nin elinde İran’a göre daha fazla argümanın olduğu söylenebilir. Ancak Türkiye’nin ekonomik yaptırımların dışında zor kullanma seçeneğini de kullanması olası ve eğer bu gerçekleşirse muhtemelen İran ve Irak ile koordineli şekilde olacaktır. Kimse doğrudan IKBY’ye dönük bir kara harekatı ya da hava saldırısı beklemiyor. Ancak ilk kısımda ifade edildiği üzere Sincar’da ve hatta Peşmerge kontrolündeki yerlerde artan bir PKK varlığı söz konusu. Buraların havadan hedef alınması söz konusu olabilir. Askeri açıdan ise İran’ın elindeki araçlar daha fazla. İran çok rahat bir şekilde Irak ordusu üzerindeki etkisi ile ya da kendisine bağlı ya da üzerinde etkili olduğu Haşdi Şaabi güçleri vasıtası ile peşmergelere karşı güç kullanımına başvurabilir. Tam da bunu işaret edercesine Haşdi Şabi Komutanı Ebu Mehdi El Mühendis referandumun yaklaştığı bir ortamda büyük bir askeri konvoy ile birlikte Kerkük'e girdi. Yine aynı şekilde Irak ordusu da Kerkük’e bağlı Havice ilçesini IŞİD’den kurtarmak için operasyon başlattı. Irak ordusu ve İran böylece 2014’te tamamen çekilmek durumunda kaldığı Kerkük’e güneybatıdan girme imkanı elde edecek ve Kürtlere “Kerkük’te tek taraflı adım atamazsın” mesajını verecek. Türkiye’nin de Kerkük konusundaki hassasiyeti ortada. Özellikle Türkmenlere dönük bir tehdit söz konusu olursa Türkiye’nin güç kullanma seçeneğini daha hızlı bir şekilde gündeme getirmesi mümkün.

Bu yazı 24 Eylül 2017 tarihinde Star Gazetesi’nde “Türkiye Kuzey Irak’ta referanduma neden karşı?” başlığı ile yayınlanmıştır.

http://orsam.org.tr/orsam/DPAnaliz/14504?dil=tr

**

Terörizmin Kazandığı Yeni Boyut KİS Kullanımı Tehdidi


Terörizmin Kazandığı Yeni Boyut KİS Kullanımı Tehdidi



Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu 
Ayrıntılar: Kategori: Güvenlik
20 Eylül 2017 



Terörizm, son yıllarda uluslararası barış, güvenlik ve istikrar ortamını en çok ve en güçlü şekilde tehdit eden konuların başında gelmektedir. Yalnıza güvenlik birimlerinin ya da devlet adamlarının değil, akademik çevrelerin de üzerinde en fazla yoğunlaştığı ve birbiri ardına eserler üreterek tehdidin boyutlarının bütün yönleriyle tartışılmasını, anlaşılmasını ve bertaraf edilmesi ya da etkilerinin azaltılması yönünde çözüm önerileri üretilmesini sağlamaya çalıştıkları görülmektedir.

Bir yandan bu çabalar sürerken, diğer yandan terör tehdidin boyutları da gelişmekte ve daha korkunç senaryoların gerçekleşmesi olasılığı artmaktadır. 
Terörün tüm insanlığa ve çevreye bugüne kadar verdiği çok büyük zararlar ve yaşattığı acılar, gerekli önlemler alınmadığı takdirde, bundan sonra yaşanabileceklerin yanında maalesef çok az kalabilir.

http://www.bilgesam.org/incele/5692/-terorizmin-kazandigi-yeni-boyut--kis-kullanimi-tehdidi/#.Wd430_m0MdU

Radikalleşme, Terör Dalgasının Yapısal Kökenleri Üzerine

Radikalleşme ve Terör Dalgasının Yapısal Kökenleri Üzerine 



Doç. Dr., Şaban KARDAŞ 
TÜRKİYE VE ORTADOĞU 
ORSAM Başkanı, Doç. Dr., 
TOBB-ETÜ 


Şiddet, çatışma, parçalanma ve istikrarsızlıkların bireysel düzeyden bölgesel düzeye uzanan bir yelpazede güvensizlikleri beslediği bir ortamda radikal siyasi dilin ve pratiğin güçlendiği görülmektedir. 

Soğuk Savaş sonrası dönüşümle uyumlu bir biçimde, devletdışı aktörlerden kaynaklı tehditler uluslararası güvenlik gündeminde ağırlıklı bir yer tutuyor. 

Radikalleşme olgusu, ve başta terör olmak üzere bunun tetiklediği güvenlik sorunları ve yıkıcı etkiler, dünyanın farklı bölgelerini tehdit ediyor. Batı’daki aşırı sağ hareketler veya yabancı terörist savaşçılar meselelerinde kendisini en açık biçimde gösterdiği şekliyle radikalleşme olgusu tek bir ülke veya bölgeye 
sınırlandırılamayacak bir sorun ve bu anlamda küresel bir niteliğe bürünmüş durumdadır. Genel küresel etkileri bir yana, küreselleşen radikalleşmenin tetiklediği şiddet dalgası, neden olduğu tahribat ile Ortadoğu sisteminde kalıcı bir hasara yol açmış durumda. Ortadoğu özelinde bu şiddetin neden olduğu yıkımın etkilerinin telafisi önümüzdeki on yılları alacak bir süreç ve böylesi bir projenin uygulanması için uygun ortam henüz mevcut değil. Radikal siyasetin önünün açılmasını beraberinde getiren, aşağıda birkaçının ele alınacağı, önemli sistemik faktörler mevcut. Önümüzdeki dönemde radikalleşme ve bununla ilişkili terör dalgasıyla baş edilebilmesi, bu yapısal sorunların çözümüne dönük kapsamlı bir programın hayata geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. 

Bölgesel düzenin kırılması 

Ortadoğu devletler-sisteminin içinden geçtiği dönüşüm sürecinde bölgesel düzen köklü bir kırılma yaşıyor. Yeni Ortadoğu düzeninde bir yandan Suriye ve Irak gibi ülkelerde yerleşik devlet yapılarının aşınması, öte yandan artarak tırmanan bölgesel rekabet, derin bir güvensizlik sarmalına yol açtı. 

Güvenliğin beş sektöründe güvensizlik sarmalının yıkıcı etkileri kendini göstermektedir. Hali hazırda Ortadoğu’da insani güvenlik açısından tam anlamıyla bir dram yaşanmaktadır. Yüzbinlerce insanın doğrudan çatışmalarda hayatını kaybettiği bir ortamda, yine milyonlarcası çatışmaların dolaylı etkilerine maruz kalmıştır. 

Bölge mülteciler ve yerinden edinmiş insanların yarattığı sorunlarla boğuşmaktadır. Bölgesel düzende yaşanan kırılmaların tabandan tavana gelen bir siyasal dönüşüm talebiyle ilişkisi hatırlandığında, aynı süreçte rejim güvenliği kaygıları da had safhaya varmıştır. 

Bölgede süregelen gerilim ve çatışmalar zaten zayıf temellere dayalı modern Ortadoğu ulus-devletlerinin üzerine oturduğu sosyolojik dokuyu daha kırılgan hale getirmiş, ulus-altı kimliklerin mobilize olduğu bölgesel ortamda toplumsal güvenlik kaynaklı istikrarsızlıklar artmıştır. Bugün bölgedeki pek çok ülkede ortaya çıkan çatışma ve merkez-kaç kuvvetleri neticesinde devlet güvenliği de giderek sorgulanmaktadır. 

Ortadoğu sistemini oluşturan aktörler arasında geleneksel olarak var olan jeopolitik ayrışma hatlarına ilaveten ortaya çıkan yeni meseleler, devletler-arası 
güvenliğin kontrolsüz biçimde derinleşen güvenlik rekabetiyle zayıflamasına yol açmaktadır. 

Şiddet, çatışma, parçalanma ve istikrarsızlıkların bireysel düzeyden bölgesel düzeye uzanan bir yelpazede güvensizlikleri beslediği bir ortamda radikal siyasi dilin ve pratiğin güçlendiği görülmektedir. 

Devlet yapılarının zayıflaması 

Bölgesel düzendeki kırılmayı tetikleyen daha yapısal bir süreç ise mevcut devlet yapılarının köklü meydan okumalar karşısında ayakta durmakta zorlanmalarıdır. 
Osmanlı sonrası Ortadoğu’da ortaya çıkan modern devletler-sistemini oluşturan aktörler, egemen-devlet modelini hayata geçirmekte başarısız oldular. 
Çoğu durumda bölge devletleri uluslararası sistemle geliştirdikleri karmaşık ilişki neticesinde varlıklarını idame ettirebilmiş, fakat sahip oldukları ülke ve 
insan unsuru üzerindeki egemenliklerini meşru temeller üzerinde tesis etmekte zorlanmıştır. İçerde ve uluslararası sistemde yaşanan değişimler neticesinde ortaya çıkan yeni dinamikler mevcut devletlerin yönetebilme kapasitesini büyük ölçüde kısıtlarken, şiddet tekelini de kırmıştır. Bu trendler, zayıflayan devletlerin boşalttığı alanları dolduran radikal hareketlerce şiddetin kontrolsüz bir şekilde kullanımının da yolunu açmıştır. Öte yandan, kendi ellerindeki devlet mekanizmasının zayıflaması nın yarattığı tepkiselle yönetici elitlerin de bu şiddet sarmalını tırmandıracak ve devlet kökenli terör ve radikalleşmeyi tetikleyecek şekilde davrandığı görülmektedir. 

Etno-sekteryen Mobilizasyon 

Bölgedeki genel istikrarsızlık ortamında toplumsal güvenlik kaygılarının artışıyla birlikte ulus-devlet modelinin aşındığı ve ulus-altı etnik, sekteryen, aşiret ya da yerel aidiyet unsurları etrafında bireylerin kümeleşmeye başladığı bir eğilim kuvvetlendi. Modern Ortadoğu devletler sistemini ortaya çıkaran Sykes-Picot düzeninin üzerine oturduğu sınırlar ve toplumsal gerçeklik arasındaki gerilim, bu süreçte bariz şekilde kendisini gösterdi. 

Osmanlı’dan bağımsızlıkları sonrasında kolonyal ve post-kolonyal dönem yönetimlerin çözümleyemediği etnik ve sekteryen farklılıklardan ortak bir ulusal aidiyet geliştirme sorunsalı, uzun yıllardır ötelendi. Yeni bölgesel ortamda merkezi devlet kurumlarının zayıflaması ve devlet-altı aktörlerin güçlenmesi, etnik ve sekteryen kimliklerin yoğun biçimde dışa vurumunu beraberinde getiriyor. Bastırılan kimliklerin çatışma ve istikrarsızlığın hakim olduğu bir ortamda kendilerine çıkış bulması, karşılıklı olarak birbirini besleyen radikal kimlik siyasetlerinin bölgede geniş bir zemin kazanmasını beraberinde getirdi. Etno-sekteryen kimliklerin öne çıktığı çatışmalarda karşı grup mensuplarına dönük girişilen yayılmacı, rövanşist veya cezalandırıcı eylemlerde şiddetin en aşırı formlarda kullanıldığı örnekler karşımıza çıkıyor. 

Bu eğilimi destekleyen bir di-ğer trend ise bölge ülkelerinin çoğunda karşımıza çıkan sosyolojik devinim. Ortadoğu ülkelerinin çoğunda genç nüfus fazla, nüfus 
artış oranları yüksek ve bunların yarattığı toplumsal mobilizasyon baskısı ise had safhada. Mevcut siyasi ve ekonomik yapıların tabandan gelen bu dalganın taleplerine cevap üretememesi ve gerekli katılımcı mekanizmaları üretememesi, sosyal devinimin de baskılanmasını beraberinde getiriyor. Yukarı yönlü sosyal mobilizasyon kanallarının tıkalı olduğu bölgede, etnik ve sekteryen referanslı kimlik siyasetinin tetiklediği fay hatları yıkıcı bir şekilde örtüşüyor. Şiddeti kendilerini siyaseten ifadenin aracı olarak kullanmaya meyilli pek çok grubun dinamizmi, katılımcı ve kapsayıcı bir devlet modeli etrafında yönetilemediği müddetçe bölgede yıkıcı bir radikal dalganın devamını beklemek yerinde olacaktır. 

Vekalet Savaşları 

Bölge ülkeleri arasında güvenlik rekabetinin kontrolsüz bir şekilde tırmandığı tartışma götürmez bir olgu. Devlet yapılarının aşındığı ve bölgesel düzlemde bir güvenlik mimarisinin var olmadığı bir coğrafyada bölgesel aktörlerin sorunlarını farklı işbirliğine dayalı yöntemlerle çözebilmesinin zemini hızla kayboluyor. 
Bölgenin ana aktörleri arasındaki köklü jeopolitik rekabet, güçlenen etno-sekteryen kırılmalardan da beslenerek derinleşiyor. 
Doğrudan karşı karşıya gelmenin yaratacağı yıkıcı etkilerin tek frenleyici mekanizma haline geldiği bu yeni güvensizlik sarmalında vekalet savaşı dinamiğini besleyen hem itici hem de çekici faktörler mevcut. 

Bunun neticesinde son dönemde bölgesel aktörlerin desteklediği yerel silahlı gruplar, şiddet ve terör dalgasının en önemli taşıyıcısı konumuna yükseldiler. Yerelden uluslararasına uzanan bir yelpazede radikalizmden beslenen ve bunu besleyen aktörlerin iç içe geçtiği Ortadoğu coğrafyasında istikrarı tesis etmek yönünde atılacak adımlar çok boyutlu bir yaklaşımı gerekli kılacaktır. 


Doç. Dr., Şaban KARDAŞ 
ORSAM Başkanı, 
TOBB-ETÜ 

***

RADİKALLEŞME SÜREÇLERİNDE İDEOLOJİ VE İTİKADİ İDEOLOJİNİN ROLÜ ÜZERİNE

RADİKALLEŞME SÜREÇLERİNDE İDEOLOJİ VE İTİKADİ İDEOLOJİNİN ROLÜ ÜZERİNE 


Hilmi DEMİR 
KAPAK DOSYASI
Prof. Dr., Hitit Üniversitesi 

 İdeolojik söylem analizi hem radikalleşme çalışmalarına hem de istihbarat çalışmalarına Batı dünyasında dahil edilmiş olmasına rağmen,Türkiye bu konuda oldukça yetersizdir. Dolayısıyla eğer savaş kazanmak araziyi tanımayı gerektiriyorsa, radikalleşme sorunuyla baş edebilmek de insan alanını ve kaynağını tanımayı gerektirmektedir. Dolayısıyla radikalleşme çalışmalarında teoloji dinî tartışmayı değil, ama dinî yapıları, sembolleri, grup kimliklerini ve ideolojik işlevlerini analiz etme anlamında önemli katkılar sunabilecektir. 

Radikalleşme terimi son zamanlarda kamusal ve akademik tartışmalarda selefî/militan cihatçılarla yüzleşen ulusal güvenlik konularında dile getirilmeye başlanmıştır. 

Radikalleşme ve radikalleşmeden şiddete varan bir aşırılığa geçişin bir süreç aldığını biliyoruz. Terörist organizasyonların bireyleri nasıl kendilerine çektikleri veya onları radikalleşmeye iten nedenlerin neler olduğu hâlâ bu konuda çalışan uzmanların temel ilgi alanlarını oluşturuyor. Bu sürecin nasıl gerçekleştiği konusunda birçok farklı açıklama modelleri ortaya konmuştur. Bu modeller içinde özellikle Clark McCauley ve Sophia Moskalenko, Fathali Moghaddam’ın siyasal radikalleşmenin mekanizmaları üzerine yaptıkları çalışmaları ile J. Horgan’ın terör psikolojisine ilişkin yaptığı çalışmalar oldukça dikkat çekmiştir. 

Bireyin normal hayatını yaşarken bir gruba dâhil olması ve bu grubun savunulması adına şiddeti göze alması için geçirdiği değişimi radikalleşme süreci olarak adlandırabiliriz. Şu hâlde bu değişiklik nasıl meydana gelmektedir? Bireyler, gruplar ve kitleler, çatışma ve şiddete nasıl yönelirler? Öncelikle belirtmemiz gerekir ki bu süreç oldukça kompleks ve karmaşık olabildiği gibi bazen de çok yalın ve basit de olabilir. Bu zamana kadar yapılan çalışmalar terör eylemlerine katılan bireylerin farklı sosyal geçmişlerden geldiklerini, oldukça farklı radikalleşme süreçlerinden geçtiklerini ve farklı motive edici kaynaklardan etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Radikalleşme kuramlarında her olay ve her durum için evrensel, genel geçer bir açıklama modeli olmasa da mevcut çalışmaların, şiddete varan radikalleşmenin nedenlerini altı kategoride ele aldıklarını söyleyebiliriz: Bağlamsal, stratejik, ideolojik, bireysel, grupsal ve kitlesel. 

a. Bağlamsal nedenler, şiddetin oluşması için  internet ve sanal medya gibi– ön koşulları içeriyor, ama bu bunları kullanan herkesin radikalleşeceği 
anlamına gelmiyor. Fakat ön koşullar, yoksulluk, dışlanma, baskı gibi– motive edici şartlarla birleştiğinde, bu imkân daha da güçlenir. 

b. Stratejik nedenlere gelince şiddete varan radikalleşmede bireyler rastgele değil rasyonel seçimlerle hareket ederler. Amaç yalnızca zarar vermek değildir, 
daha uzun vadeli hedefler de olabilir. 

c. İdeolojiye gelince bireyin asla pazarlık etmeyeceği ve toplum için kesin olarak iyi ve doğru olarak düşündüğü inançları kastediyoruz. Herkesin bu tür kesin 
kabulleri olabilir, şiddete varan radikalleşmede bu inançların hayata geçirilmesi için şiddet dahi varoluşsal bir tercihe dönüşmüş olmasıdır. 
Bu ideolojiler dinsel olabildiği kadar olmayabilir de. Kominizim, liberalizm, hatta demokrasi adına bu türden radikalleşme örnekleriyle karşılaşabiliriz. 

d. Bireysel mağduriyetler, yaşanmışlıklar ve kırılganlıklar ile sahip olunan ideolojilerin etkisi ve durumsallıklara karşı tepkisi üzerinde durur. 

e. Grupsal olarak da radikal arkadaş ve aile toplulukları, cemaatler, yardım örgütleri gibi sivil kuruluşlar vardır. 

f. Kitlesel faktörlere gelince bunlarda daha çok iktidar şiddeti, baskı ve yasaklar olarak tanımlanır. 

İdeoloji Radikalleştirir Mi? 

Radikalleşmede ve terörizmde ideolojinin rolü çoğu kez ihmal edilir. Özellikle dinî motifli terör örgütleri söz konusu olduğunda bu oldukça sorunlu bir alan 
ortaya çıkarır. İnsanlar radikalleşmede ideolojinin etkisini tartıştıklarında, bağlam çoğu kez din hakkında ya da dinin kutsal metinleri hakkında konuşmayı kayar. 
Veya din ve dinî metinlere özgü, insanları şiddet eyleminde bulunmaya motive eden ve onları diğer dünya görüşlerinden veya öğretilerinden daha fazla 
şiddete eğilimli hale getiren bazı temel nitelikler mi vardır, gibi oldukça felsefi ve teolojik tartışmalara kapı açılmaktadır. 

İdeoloji hakkında konuşmak ile din ve teoloji konuşmanın oldukça sık karıştırıldığı bir alanın sınırları çizmek önemli gözüküyor. Çünkü dinin sahih, doğru bir yorumu hakkında ortak bir görüş birliğine varmak kolay değildir. İnsanlar çoğu kez olay, vaka ve radikal eylem ile ideoloji arasındaki bağı açıklamak yerine, kendi kafalarındaki dinî yorum üzerinden eylemin tutarsızlığına karşı tarafı ikna etmeyi tercih ederler. 

Burada din ya da dinî metinler üzerinde değil, bir eyleme anlam veren değerler sistemi üzerinden konuştuğumuzu kabul etmemiz gerekir. Amaç bu değerler 
sisteminin şiddete varan radikal eylemi nasıl motive ettiğini, grubu diğerlerinden nasıl ayırdığını, dost ve düşmanlarını nasıl tanımladığını anlamaya 
çalışmaktadır. Bu açıdan dinî radikalleşmeyi teopolitik gibi oldukça hatalı bir kavramsallaşma altında değil, radikalleşme içinde dinî-politik çalışmalar başlığı altında çalışmayı öneriyorum. 

Çünkü biz dini değil, dinî metinlerden elde edilen yorum, kurgulanan din dili, sembolik ve kategorik temsil sistemleri, zihinsel çerçeveler, tanımlar ve bunların 
politik bir dizge içindeki işlevlerini konuşacağız. Bir dinî ideolojiye sahip grubun kendilerini, birbirlerini ve kendi dışındakileri nasıl tanımladıklarını, 
dünyayı nasıl mantıklı hale getirdiklerini sorgulayacağız. Aslında bu yönüyle ideolojilerin dinî, seküler, milliyetçi veya anarşist olabileceğini, ancak yine de 
gruplar ve bireyler için benzer bir işlev gerçekleştirdiğini görmüş olacağız. 

Bilindiği gibi terörün öncelikle bir ideolojik alt yapısının olması gerekmektedir. İdeolojik unsur, örgütün hareket noktasını oluşturmaktadır. Örgüt, benimsediği 
ideoloji doğrultusunda hareket etmekte, stratejisini buna göre belirlemektedir. Terör örgütlerinin siyasi eğitim adını verdikleri faaliyetlerin amacı, 
örgütün dayandığı temel ideolojiyi örgüt mensuplarına benimsetmek ve örgütün hedefleri doğrultu-sunda bilinçlendirmektir. Dinî radikalleşme de ise 
bu ideoloji, öğrenilen bir bilgi olmaktan daha çok inanılan ve iman edilen bir bilgidir. Dolayısıyla bu itikadi ideolojiyle inanan birey artık yalnızca enforme 
olmaz, aynı zamanda bir mümin de olur. Burada radikalleşme sürecini izah ederken insanlar bir ideolojiyi kabul ediyor ve buradan da silahlı eyleme koşuyorlar şeklinde “tek nedensel” bir ilişki (mono-causal) kurma girişimini kastetmiyoruz. Radikalleşme sürecinde ideolojinin göstergelerinin ölçülemez olduğunu ve ideolojinin önemli olmadığını savunan uzmanlar da bulunmaktadır; ya da Clark McCauley ve Sophia Moskalenko’nun son çalışmaları olan Friction: How Radicalization Happens to Them and Us’ta Vehhabilik üzerinden değindikleri gibi bir ideoloji hem şiddeti tetikleyici hem de onu tutan bir mekanizmaya sahip 
olabilir. Gerçi burada yazarların kanımca atladığı şey, Vehhabiliğin gölgeleneceği bir devleti olmasaydı aynı şeyi söyleyebilir miydik, bunda kuşkuluyum. 

Sorgulanması gereken, teröristlerin otomat gibi internette okudukları herhangi bir şeyden hemen sonra bu fikre hizmet uğruna hareket edip etmediği değildir. 
Bundan ziyade anlaşılması gereken husus, dinî/ ideolojik etkenlerin hem terörist radikalleşmeye hem de terörist faaliyetlere yönelik tutarlı izahlar sunmaya 
yardımcı birer işlev olarak gözüküp gözükmediğidir. 

Daveed Gartenstein-Ross ve Laura Grossman’ın 2009 tarihli Homegrown Terrorists in the US and UK: An Empirical Examination of the Radicalization Process 

Adlı çalışmasında dinî ideolojinin terörist radikalleşmedeki rolünü ortaya koyan birtakım somut ölçütler ortaya konmaktadır. Bu araştırma da ABD ve 
İngiltere doğumlu 117, “homegrown” teröristin örnekleri verilir. İdeolojinin şahıs üzerindeki tesirini gösteren beş etken incelenir: İslam’ın kuralcı bir yorumunu 
benimsemek, sadece belirli (selefî cihadî) dinî otoritelere güvenmek, Batı’nın ve İslam’ın itikadi sebeplere istinaden uzlaştırılamaz olarak algılanması, itikadi sapma olarak algılatılan inançlara aşırı derecede tahammülsüzlük göstermek ve kendi dinî inançlarını başkasına dayatmaya çalışmak. Örneklerde bu etkenlere sıkça rastlanılır. 

İlki, yukarıda tespit edilen ideolojik etkenlerin çok geniş bir yelpazede homegrown teröristlerde ölçülebileceğidir.İkinci bulgu ise dinî ideolojiyi benimsemenin siyasi radikalleşmeden önce gerçekleştiğidir. 

Araştırmaya göre, siyasi radikalleşme belirtileri gösteren homegrown teröristlerin %40,7’sinde dinî uyanış siyasi uyanıştan önce gerçekleşmiştir. Buna karşılık siyasi radikalleşme sadece %11,6’sında dindarlaşma-dan önce gerçekleşmiştir. Diğer kalan %47,7’deyse, dinî ideolojinin mi yoksa siyasi ideolojinin mi önce gerçekleştiği belli değildir. 

Görüldüğü gibi yabancı savaşçılar ya da homegrown teröristlerin radikal çevrede edindikleri ilk gerçeklik dinî ideolojik radikalleşmedir. Fakat benim 
kanaatime göre, sonradan İslam’a girmemiş bireylerde bu süreç siyasal radikalleşme sonrası kazanılır. Buna karşılık bu çalışma bize radikalleşme için birtakım ölçekler ve tanımların saptanabileceğini göstermektedir. 

Burada temel sorun dinî radikalleşme sürecinde dinî ideolojik söylemi ve itikadi dilin gramerini kavrayacak teolojik ve politik bir bilgiye sahip olan uzmanların 
bu çalışmaya dâhil edilip edilmemesiyle ilgilidir. İdeolojik söylem analizi hem radikalleşme çalışmalarına hem de istihbarat çalışmalarına Batı dünyasında 
dahil edilmiş olmasına rağmen, Türkiye bu konuda oldukça yetersizdir. Dolayısıyla eğer savaş kazanmak araziyi tanımayı gerektiriyorsa, radikalleşme sorunuyla baş edebilmek de insan alanını ve kaynağını tanımayı gerektirmektedir. Dolayısıyla radikalleşme çalışmalarında teoloji dinî tartışmayı değil, ama dinî yapıları, sembolleri, grup kimliklerini ve ideolojik işlevlerini analiz etme anlamında önemli katkılar sunabilecektir. 

Radikalleşme Süreci ve İtikadi İdeolojik Radikalleşme 

Radikalleşme genel olarak dört aşamalı bir süreç olarak değerlendirilebilir. Bu süreçleri şu şeklide isimlendirebiliriz: 

a.Toplumsal Ayrışma 

Bu aşamada birey kendisini yaşadığı toplumun inanç, değer ve kültüründen ayırmaya başlar. Bunun birçok nedeni bulunabilir. Bireyin inanç ve kültürü ile toplumun inanç ve kültürü arasında yaşanan çatışamadan kaynaklanabilir. Özellikle modernleşme süreçlerinde geleneksel toplumlarda bu tür çatışmalar sıklıkla yaşanır. 

Toplumun kurumsallaşmış yapılarının tercih ettiği politikalar bireyi dışlamış, marjinalleştirmiş olabilir. Bu durumda birey kendisini toplum dışına itilmiş 
olarak görmeye başlar. İşini kaybetmesi, sevdiklerini kaybetmesi gibi bireyin yaşadığı travmalar, bireyi toplumda yalnızlığa itebilir. Bu tür çaresiz hissedilen 
dönemlerde birey kendisini yaşadığı toplum tarafından dışlanmış olarak görebilir. 

Toplumdaki siyasi kültür ve rekabet birbirini dışlayıcı ötekileştirici bir dille yapılıyorsa ve özellikle kimlik siyaseti sertleşmiş ise bu kültür içinde bireyler arası diyalog kurma imkânı azalır ve ayrışma kolaylaşır. 

b.Siyasal Radikalleşme 

Kendisini toplumun büyük kesiminden ayrı ve farklı görmeye başlayan birey bunu ifade edecek siyasal oluşumlara ilgi duyar. Eğer toplumsal yapı bu tür 
siyasal örgütlenmelere müsaade ediyor ve marjinal görüşler kendisine siyasal yollarla ifade imkânı buluyorsa öncelikle tercih bu örgütler olur. Fakat ayrışma 
keskinleştikçe bu yapılar bireyin istediği değişimi karşılayamadığından ve öfkesini boşaltma imkânı bulamadığından, birey legal ama sistemle bütünleşmeyi reddeden, toplumda devletle paralel düzeyde örgütlenmiş sivil toplum kuruluşlarının dinî mekânlarına, mescitlerine, kitap evlerine ya da derneklerine katılarak sosyalleşmeye başlar. Radikal çevrelerdeki sosyalizasyon bireylere grup aidiyeti ve siyasal kimlik sunar. Bu sürecin İslam’a girenlerde sonra kazanıldığına dikkat etmek gerekir. 

c.İtikadi İdeolojik Radikalleşme 

Birey artık kendi kimliğini ifade edeceği kavramlarla konuşmaya başlar. Muvahhid en tercih edilenidir. Ayrıca birey kendini ifade edeceği bir aile, bir grupta bulmuştur. Cemaatleşme süreci olarak da tanımlanacak bu süreçte topluluk kendisini cahiliye ve tağut diye isimlendirdiği dış çevreden soyutlamaya başlar. 

Kendi dışındakileri tanımlayacağı bilinçli kavramlara sahiptir. Tağut düzen içindekiler kâfir, müşriktir. Bu süreç bireyin koza dönemidir. Artık uçmak için gerekli olan süreci tamamlamaya ve cihat için hicret edeceği vakti beklemeye başlar. 

d.Eylemde Radikalleşme 

Artık muvahhid mücahit olarak savaşmak için ya kendi dışında bir başka toprak parçasına hicret eder ya da kendi toplumunda iki aşamalı mücadele süreci başlatır. 

Birincisi tebliğ, ikincisi cihattır. Tebliğ bireyleri bilinçlendirerek örgüte katmak ya da dışarıda yapılan cihada maddi destek sağlamak amacıyla yapılabilir. 
Cihat ise ya bir yere saldırmak veya bombalı bir eylemde bulunmak şeklinde gerçekleşir. 

Toplumsal Ayrışma Siyasal Radikalleşme İdeolojik İtikadi Eylemde Radikalleşme 

Sonuç 

Radikalleşme çalışmalarının oldukça karmaşık ve çok disiplinli bir araştırma alanı olduğu ve radikalleşme süreçlerinin ele alınmasında sosyoloji, psikoloji, antropoloji kadar teolojiye de ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. 

Çevremizde artan dinî grup ve kimlik hareketliliği ve bunların şiddete evirilme riski dinî-politik çalışmaların önemini daha da artırmaktadır. 

Özellikle içinde bulunduğumuz yüzyılda dinî çatışmalar coğrafyalara hâkim olma stratejilerinin vazgeçilmezi hâline gelmiştir. 
Dinî yapıların beslendiği itikadi-ideoloji kadar bu ideolojinin kök saldığı siyasal kültür, coğrafya ve sosyo-ekonomik yapı da bir o kadar önemlidir. 

Dinî yapıları ve onların kök saldığı zeminlerdeki itikadi ideolojilerini anlamadan bu coğrafyada bölgesel bir güç olabilmek zor gözükmektedir. Dolayısıyla 
dinî-politik çalışmalar bu yeni dinî yapıların, oluşturdukları itikadi ideolojilerin ve güç ilişkilerinin anlaşılmasını sağlayan analizlere öncelik verecek ve 
bize yol gösterecektir. 

Hilmi DEMİR 
Prof. Dr., Hitit Üniversitesi 
RADİKALLEŞME SÜREÇLERİNDE İDEOLOJİ VE İTİKADİ İDEOLOJİNİN ROLÜ ÜZERİNE 
KAPAK DOSYASI

7 Ekim 2017 Cumartesi

Türk Silahlı Kuvvetleri ve Tehditler

Türk Silahlı Kuvvetleri ve Tehditler 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
27 Eylül 2007 Perşembe
Alaettin Parmaksız tarafından yazıldı.


Kara kuvvetleri komutanı, Kara Harp Okulunun yeni öğretim yılının açılışı nedeniyle yapmış olduğu konuşmada çok önemli konulara vurgu yapmıştır. Aslında bu vurgulamalar Türk devletinin karşı karşıya olduğu tehditleri tehlikeleri ortaya koymaktadır.

Bunlar kısaca:

İrtica kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. Cemaatler toplumu bu yönde etkilemiştir. Bununla bağlantılı olarak Anayasadaki laiklik tanımı tartışılamaz.

Ortak hedef ulus devlettir. Onu yaşatmak zorundayız. Bu nedenle etnik milliyetçilik kabul edilemez. Dilini kaybeden ulus yok olur. Aydınlar yaşanmakta 
olan fikir karmaşasında toplumu gerçeklerle aydınlatma yerine kendilerine dayatılan fikirleri savunmaktadır.

Irak'taki gelişmeler bu gelişmelerin Türkiye'ye etkileri ve bu konudaki Amerikan politikaları konusunda da şimdiye kadar hiçbir devlet adamının değinmediği kadar açıklıkla görüşlerini belirtmiştir. Bu sadece kendi görüşlerini değil, Türk Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini temsil ettiğinden kimsenin şüphesi olmasın. 
Muhtemelen benzer konuşmalar diğer Harp Okullarının açılışında da yapılacaktır.

Irak'la ilgili olarak öncelikle Türkmenlerin durumuna dikkat çekmiş ve "Türkmenlerin bir iç savaşta çatışan taraf olması Türkiye açısından çok ciddi 
bir durum ortaya çıkarabilir. Türkiye'nin belki olaylara tek başına yön verebilecek gücünün olmadığı söylenebilir, ancak gelişmeleri engelleyebilecek bir güce de sahibiz" demiştir. Hükümetin yok saydığı bu konunun Türkiye açısından önemini çok açık ortaya koyan bir açıklamadır.

Irak kuzeyindeki oluşumun Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askeri ve psikolojik güç kazandırdığını bu durumun ülkemize etkilerini 
vurgulamıştır.

Irak'taki yuvalanan, beslenen ve desteklenen PKK terör örgütüne karşı ABD'nin hiçbir şey yapmamasının da iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde 
etkilediğini, ABD'nin bu konuda laf üretmekten başka bir şey yapmadığını, artık eylem zamanın gelip geçtiğini ve bu bölgede Türkiye'nin içinde olmadığı bir 
çözümüm başarı şansının olmadığını açıklamıştır. Konuşmasının sonunda da "TSK'nın Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin temelini oluşturan ulus devlet, 
üniter devlet, Cumhuriyetin temeli olan demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti niteliklerine sahip çıkma ve koruma konusunda TSK her zaman taraf 
olmuştur ve olmaya da devam edecektir" diyerek, TSK'nın kırmızı çizgilerini ortaya koymuştur.

Konuşma kendi içinde tutarlı ve kelimelere muhteşem analizler sığdırılmış durumda, ancak sorun şu: Mevcut hükümetin bütün politikaları yukarda açıklanan görüşlerle çatışmaktadır.

Özetlersek, hükümet ve onun yandaşları açısından irtica diye bir tehdit yoktur. Cemaatler sivil toplum örgütleridir. Laiklik, yeni anayasa yapılırken yeniden 
tanımlanmaktadır. Hükümetin ulus devlet diye bir kaygısı yoktur. Sözde onu savunsa bile özde icraatları ile federal bir yapıyı gerçekleştirmeye çalışmakta dır. Hükümetin Türkmenler diye bir sorunu yoktur. Kürt peşmergeler tarafından adeta soykırıma tabi tutulmalarına ve bu politikalar ABD tarafından fiilen desteklenmesine rağmen Hükümetin dişe dokunur tek bir açıklaması dahi yoktur.

Hükümet kuzey Irak'ta ortaya çıkan oluşumu tehdit olarak algılamadığı gibi ona maddi ve manevi alanda destek olmakta Talabani ve Barzani'yi kucaklamaktadır.

ABD'nin PKK'ya verdiği desteği adeta görmezden gelmektedir. Üretilen bütün laflarla oyalanmakta, bu arada ABD'nin isteklerini yerine getirmektedir.

Şimdi can alıcı noktaya geliyorum: Hükümetle TSK arasında ana konularda yani irtica, laiklik, Irak Kuzeyindeki oluşum, Türkmenlerin durumu, PKK ve bölgeye 
yönelik ABD politikaları konusunda bu kadar derin görüş ayrılıkları varken, dış politikayı hükümet belirlerken ve bu konuları hiç dikkate almazken ve yetkilerde 
siyasi otoritede iken TSK NASIL TARAF OLACAKTIR? İkinci önemli soru sözde mi taraf olacaktır, Özde mi taraf olacaktır? 
Nasıl?


***

Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci., İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI BÖLÜM 2



   Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci.,  İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI   BÖLÜM 2



Bunun yanında Türkiye ile yapılacak stratejik işbirliği Suriye ve Irak gibi İsrail’in tehdit algıladığı ülkelere gözdağı verecek ve İsrail’i Orta Doğu’daki yalnızlığından kurtaracaktı. Türkiye açısından ise terörizmle mücadele, silahlı kuvvetlerin modernizasyonu, teknoloji transferi ve ABD’deki Yahudi lobisinin desteğinin sürmesi gibi konularda İsrail ile olan işbirliğinin yararları vardı.   Türkiye ile İsrail arasında Soğuk Savaş dönemi sonunda gelişen işbirliği 1996 askeri anlaşmasına ve bunu takip eden stratejik ortaklığa kadar uzandı. Türkiye ile İsrail arasındaki stratejik ortaklıkta terörizmle mücadele temel vurgu noktalarından birisiydi. Ortadoğu’da özellikle ABD tarafından serseri devletler (rogue states) olarak nitelendirilen ülkeler ile sorunları bulunan Türkiye ve İsrail’in bu ülkelerden ortak tehdit algılaması işbirliğini hızlandırdı.   

İki ülke üst düzey yetkilileri arasında temas trafiği 1993 yılından itibaren yoğunlaştı. 1993 yılının önemi bu yılın 13 Eylülünde Oslo barış sürecini teyit eden anlaşmanın imzalanmış olmasıdır. Bu Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini geliştirme konusunda daha rahat hareket etmesini sağladı. Kasım 1993’te Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin İsrail’i ziyaret eden ilk Türk Dışişleri Bakanı oldu. 1994 yılında İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann Türkiye’yi ziyaret etti. Aynı yıl İsrail Savunma Bakanının ziyaretinde F-4 ve F-5 uçaklarının modernizasyonunun İsrail tarafından yapılması gündeme geldi. Başbakan Tansu Çiller Kasım 1994’te İsrail’i ziyaret etti. 1995 yılında 54 adet F-4 uçak modernizasyonunun İsrail’in IAI (Israeli Aircraft Industry) kuruluşuna yaptırılması için Anlaşma imzalandı. Bu anlaşma ile iki ülkenin uçakları birbirlerinin ülkelerinde eğitim amaçlı uçuşlar yapabileceklerdi. Anlaşma ayrıca iki ülke arasında askeri bilgi, tecrübe ve personel değişimine olanak sağlamaktaydı. ABD’deki silahların kontrolü ve insan hakları lobisi tarafından Türkiye’ye silah satışının önlenmesine çalışılması İsrail’i silah alımında Türkiye’nin gündemine taşıdı. Türk Silahlı Kuvvetlerin 150 milyar dolarlık modernizasyon programı çerçevesinde ihtiyacı olan silahların alımı ve mevcutlarının modernize edilmesinde İsrail değerli bir kaynak olarak görüldü. 900 milyon dolarlık F-4 ve F-5’lerin modernizasyonu yanında İsrail’den 200 adet Popeye 1 füzesinin alımı ve Popeye 2 füzelerinin ortak üretimi gündeme geldi.   İlişkilerdeki canlanma iki temel alanda yoğunlaştı: Askeri ve ekonomik işbirliği. Bu çerçevede iki ülke arasında 23 Şubat 1996’da Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşması, 23 Aralık 1996’da da Serbest Ticaret Anlaşması imzalandı.   Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Anlaşmasına dayanarak, Türkiye ile İsrail 2000 yılına kadar askeri alanda 11 ayrı anlaşma imzaladı. İlişkiler 2 Şubat 1997 tarihinde Ankara’nın Sincan ilçesinde yapılan “Kudüs Günü” münasebeti ile ortaya konmaya çalışılan tabloya silahlı kuvvetlerin tank ve zırhlı personel taşıyıcıları göndererek “balans ayarı” yapması ile daha da güçlü bir formasyona girmiştir. Şubat ayı sonunda Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı İsrail’e ilk üst düzey ziyareti gerçekleştirmiştir. Karadayı iki ülke arasındaki geçmişteki iyi ilişkileri övmüş ve ilerleme kaydetmenin en iyi yolunun yüz yüze görüşmeler olduğunu ifade etmiştir. Müteakiben 8-9 Nisan’da İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Ankara’yı ziyaret etmiş ve bunu Türk Savunma Bakanı Turan Tayan’ın ve arkasından 4-6 Mayıs tarihleri arasında Genkur. İkinci Başkanı Çevik Bir’in ziyareti takip etmiştir. Bu ziyaretler Ekim ayında İsrail genel Kurmay Başkanı Amnon Lipkin-Shahak’ın ziyareti ile tamamlanmıştır. Bu ziyaretlerde önemli ölçüde üst rütbeli refakatçi katılımı her iki tarafın birbirleri ile tanışma imkanını yaratmıştır. Sonuçta, kamuoyuna açıklanmamış olsa da, yapılan her iki anlaşma ile resmi olarak aşağıda belirtilen beş konuda işbirliği içinde bulunulması karar altına alınmıştır.    Silahların Modernizasyonu (upgrade): Savunma sanayi kapsamında en büyük meblağlı anlaşma 632,5 milyon dolar değerinde 54 F-4E Fantom uçaklarının modernizasyonu konusunda yapılmıştır. Fantom 2000 adı verilen modern uçaklarda; ateş gücü, manevra kabiliyeti, daha iyi görüş ve elektronik yetenek kazandırılması öngörülmekteydi. İsrail bu anlaşmayı perçinlemek için, neredeyse anlaşma değerinin tamamına yakın kredi sağlamıştır. 48 F5 uçağının 75 milyon dolar değerindeki modernizasyonunun İsrail-Singapur konsorsiyumu ile yapılması konusu, bir diğer anlaşma olarak yerini almıştır. 50 milyon dolar değerindeki M-60 tanklarının modernizasyonu ele alınan önemli konulardan diğerini teşkil etmekteydi.   Silah Sistem Alımları: Popeye I füzeleri gibi bazı silah sistemleri Fantomların modernizasyonu kapsamında ayrı olarak satın alınmıştır. Ayrıca Türkiye, 500 km menzilli Arrow füze savunma sitemleri, Falkon uçak erken ikaz sistemleri, konvansiyonel ve plastik mayın dedektörleri, Suriye, Irak sınırında sızmaları önleyecek kara radar sistemleri, insansız hava araçları, deniz devriye uçağı ve 800 milyon dolar değerinde AWACS erken ikaz uçakları alımı konusunda talepte bulunmuştur. İsrail 5 milyar dolar değerinde 1000 adet Merkava Mark III ana muharebe tankı satmak istemiştir.    Müşterek Üretim: Her iki ülke 500 milyon dolarlık paket halinde Popeye I ve Popeye II havadan havaya füzelerinin müşterek üretimi ve Deliah uzun menzilli füze üretim projesi üzerinde çalışmak üzere 150 milyon dolar yatırım konusunda anlaşmışlardır.   Eğitimler: Türk F-16 pilotlarının uçaklardaki elektronik harp sistemlerini kullanmaları konusunda eğitimlerinin İsrail’de yapılması karşılığında, İsrail pilotlarının Anadolu’nun dağlık arazisinde (Anadolu Kartalı Tatbikatı) uzun menzilli uçuş eğitimi yapmaları hususunda anlaşma sağlanmıştır. Yılda sekiz kez yapılacak uygulama ile İsrail, İran gibi dağlık bir arazide uçuş yeteneği kazanacaktır. Bunun yanı sıra her iki ülke Haziran 1997’de ilki yapılan, Akdeniz’de müşterek deniz ve hava arama ve kurtarma tatbikatları yapacaklardı. Bu tatbikatları Suriye yakınında yapılması ve daha sonra Kasım 1997’de ABD katılımı ile yenilenmesi Suriye’ye verilen bir mesaj niteliğindeydi.    İstihbarat Paylaşımı: Her iki ülke birbirlerine tehdit teşkil eden ülke ile ilgili bilgilerin paylaşılması konusunda anlaşmaya varmışlardır. İsrail’in Türkiye’de pilot eğitim faaliyetleri İran, Irak ve Suriye ile ilgili bilgi toplamasına yardımda bulunmuştur. Ayrıca, İsrail PKK ile ilgili bir kısım bilgileri Suriye’deki MiG-29 savaş uçakları hakkında Türkiye’ye istihbari bilgileri sağladığı ifade edilmektedir.    Tatbikatlar: 1996 Nisan  ve Ağustosunda Türk ve İsrail savaş uçakları havada ortak ikmal tatbikatları yaptılar. 1998 başında ise Akdeniz’de “Güvenilir Denizkızı” ( Reliable Mermaid ) adı verilen bir arama ve kurtarma tatbikatı ABD savaş gemilerinin de katılımıyla Akdeniz’in uluslar arası sularında gerçekleştirildi.   Her iki ülke tarafından işbirliği ve ilişkilerin sivil ve diplomatik alanda alçak profilde, fakat askeri alanda 2009 sonuna kadar gittikçe yükselen ve fakat, belirli bir gizlilik veya örtülü bir şekilde yürütülmesine özen gösterilmiştir.   1990’ların ikinci yarısından itibaren ekonomik ve ticari ilişkilerde de büyük bir ilerleme kaydedildi. Bunun en önemli nedeni, 1996’da imzalanan ve 1Mayıs 1997’de yürürlüğe giren Serbest Ticaret Anlaşmasıydı (STA). Bu anlaşma, iki ülke arasındaki yakınlaşmaya paralel olarak imzalanmış olmakla birlikte, yapılmasının asıl nedeni, Türkiye’nin 6 Mart 1995’te Avrupa Birliği ile imzaladığı “Gümrük Birliği” adıyla anılan Ortaklık Konseyi kararıydı. Çünkü bu karar Türkiye’ye, AB’nin STA imzaladığı ülkelerle STA’lar imzalama yükümlülüğü getirmişti. Türkiye ile İsrail arasında imzalanan STA ile karşılıklı gümrüklerin ilk etapta yüzde 12, 1998’de yüzde 40 oranında indirilmesi ve 2000 yılında da sıfırlanması öngörülmekteydi. STA’ya paralel olarak, iki ülke arasında Ticari, Ekonomik, Sınai, Teknik İşbirliği Anlaşması, Yatırımların Karşılıklı Teşviki Anlaşması, Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması imzalanarak, ekonomik ilişkilerin altyapısı oluşturuldu.    

STA’nın Türkiye’ye sağladığı en büyük getiri, uygulanmakta olan kotalar nedeniyle ABD’ye ihraç edilemeyen tekstil ürünlerinin İsrail üzerinden satılması olmuştur. Bu çerçevede, İsrail’e sokulan Türk ürünleri, bu ülkede yüzde 35’lik bir katma değer eklenmesinden sonra, ABD’ye İsrail malı gibi sokulmaktadır. STA’dan sonra ticaret hacminin hızla büyüdüğü, sayıların yardımıyla daha iyi görülebilir. 1989’da sadece 91.000.000 dolar düzeyinde olan Türkiye-İsrail dış ticaret hacmi, 1996’da 446.000.000 dolara ulaşmış, anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra 1997’de 625.000.000 dolara, 1998’de de 800.000.000 milyon dolara yükselmiştir. 1999 yılı itibariyle dış ticaret hacmi 880.000.000 dolara yükselmiştir. Bu miktarın 580.000.000 dolarlık bölümünü Türkiye’nin İsrail’e ihracı, 300.000.000 dolarlık bölümünü de Türkiye’nin İsrail’den ithalatı oluşturmaktadır. Türkiye’nin İsrail’e sattığı temel ihraç ürünleri; demir-çelik, bakır ve bakır eşya, örme eşya, çimento ve sentetik ürünlerdir. Türkiye’nin İsrail’den ithalatı arasında ise kimyasallar, plastik mamüller, pamuklu ürünler, elektrikli makine ve cihazlar ile sebze tohumları başta gelmektedir.   Öte yandan 1996 sonrasında, iki ülke arasında eğitim, kültür ve turizm arasındaki işbirliği de yükselme eğilimine girdi. 1996-1999 döneminde bu konulara ilişkin 20’ye yakın anlaşma imzalandı. Türkiye ve İsrail üniversiteleri karşılıklı olarak öğrencilere burslar verirken, özellikle İsrail’den Türkiye’ye turizm amaçlı gelenlerin sayısında artış gözlendi. Fakat, 1998’de alınan bir kararla Türkiye’deki kumarhanelerin kapatılması, İsrail’den gelen turistlerin sayısının 300.000 civarından, 1999’da 50.000 civarına düşmesine yol açtı.   Türkiye-İsrail işbirliğine yönelik en büyük tepki bölgedeki İslam ülkelerinden geldi. Türkiye’nin, söz konusu işbirliğinin bölge ülkelerini hedef alan bir pakt olmadığı yönündeki açıklamalarına rağmen, bu tepki gerilemedi. 1996’dan itibaren tüm Arap Birliği zirve toplantılarında Mısır ve Suriye’nin öncülüğünde, Arap dünyasının Türkiye-İsrail yakınlaşmasından duyduğu endişe dile getirildi.   

2000’Lİ YILLARDA İLİŞKİLER 

11 Eylül 2001 tarihindeki saldırıların ardından oluşmakta olan ve kuvvet yönelimli politikalara yaygınlık kazandıran yeni konjonktürde belli ölçülerde ortak çıkarlara sahip olan Türkiye ile İsrail, çeşitlik konularda zıt taraflarda yer alabilmiştir. 2003 Eylül’ünde ABD’nin Saddam Hüseyin’i bertaraf etmek için harekete geçtiği sıralarda Türkiye ile İsrail savaş üzerine tartışmalarda karşıt taraflarda yer almıştır. Türkiye’nin düşüncesi savaş karşıtlığı şeklinde olmuş, Ankara’nın yeni İslam yönelimli hükümeti Türkiye topraklarına ABD birliklerinin girmesine izin vermemiştir. Buna karşıt, İsrail Saddam Hüseyin’in kuvvet yoluyla düşürülmesini sonuna kadar desteklemiş ve İsrail hükümeti savaş süresi boyunca Washington’la yakın bağlar kurmuştur.    Süregelen çıkarlar iki ülke arasındaki ilişkilerde olumlu hava oluştursa da, iki ülkenin çıkarları özdeş değildir, bazı konularda farklılaşan çıkarlara sahiptirler. Türkiye ile İsrail, demokratik sisteme sahiptir, bölgenin istikrara kavuşması konusunda ortak çıkarlara sahiptirler ve Batı’ya yönelimli rejimlerdir. Aynı zamanda söz konusu ülkeler Orta Doğu’nun ekonomik anlamda en üretken, askeri anlamda da en güçlü ülkeleridir. İki ülke arasındaki ekonomik, politik ve stratejik uyumluluk öngörülemeyen bölgede onları doğal ortak kılmaktadır.   

İlişkilerdeki potansiyel güçsüzlük noktaları şu şekildedir: Türkiye’deki siyasal İslam, Türk kamuoyunun Filistinlilere olan sempatisi, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan ilişkileri, Kürt mevzusunda potansiyel anlaşmazlıklar ve İsrail kamuoyunun Ermeni Soykırımı iddialarını bir gerçeklik olarak kabul etme isteğidir.   Türkiye ile İsrail arasındaki işbirliğinin en üst düzeye çıktığı savunma sanayi alanında Türkiye, ABD ile ilişkilerini İsrail’le işbirliğinden daha önce tuttuğu nu vurgularcasına ihale konusunda ABD lehine karar almıştır. İsrail bu durum karşısındaki tepkisini 2000’in sonbahar aylarında, Ermeni soykırımı iddialarının ABD Kongresinin gündemine alınması sırasında gösterdi.   İşgal altındaki topraklarda başlayan 2. İntifada (El-Aksa İntifadası) sırasında Ankara’nın takındığı sert tutum da stratejik işbirliğinde durgunluk dönemine girildiğini kanıtlar niteliktedir.   Türkiye ile İsrail arasındaki günümüz ilişkilerine bakacak olursak, ikili ilişkilerin gerginlik üzerine sürdüğünü söyleyebiliriz. Gazze Şeridi’ne insani yardım malzemesi taşıyan konvoya 31 Mayıs 2010 sabahı baskın tarzında yapılan silahlı harekât sonunda ölüm ve yaralanmalar meydana geldi. Uzun bir süre bunların sayıları ve kimlikleri, bizzat baş sorumlu İsrail tarafından açıklanmadı. Bir Sivil Toplum Kuruluşu (STK) statüsünde olan İnsani Yardım Vakfı (İHH) isimli bir yardım derneğin organize ettiği “Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım Kampanyası” İsrail’in saldırısına maruz kalmıştır.   

Gazze Konvoyu’na İsrail’in müdahalesi beklenmekteydi. Zira günlerdir İsrail “Bu gemileri doğrudan Gazze’ye göndermem. Karasularına yaklaşıldığında gemileri ikazla Ashdod limanına yönlendiririm. Dinlemezlerse güç kullanırım! Limana çekilen gemilerde silah, silah yapımında kullanılan malzeme, mühimmat ve el-Kaide, ya da HAMAS yanlısı kişiler var mı, ona bakarım. Denetimimden sonra da istediğim malzeme ve kişileri kendi imkanlarımla Gazze Şeridi’ne götürür, yardımın doğrudan HAMAS’ın eline geçmemesi için, Gazze Şeridi’ndeki dağıtımda da denetimimi sürdürürüm!” demişti.    Anılan konvoyun yöneticileri de, “Asla Gazze limanına yönelik rotamızdan şaşmayacağız!” diyordu. Başını Türk insani yardım heyetinin çektiği konvoyda aslında Alman’dan İngiliz’e, Yunan’dan İspanyol’a kadar 30 civarında ülkenin vatandaşı, çeşitli ülkelerden milletvekili, gazeteci ve insan hakları temsilcileri vardı.    

İsrail’in müdahale kararlılığı, 29 Mayıs 2010 günü bile İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, “İsrail’in egemenliğine karşı bir şiddet propagandası teşebbüsü” şeklindeki değerlendirmesiyle, bir kez daha anlaşıldı. 
İsrail radyosunun haberine göre Lieberman konuşmasını, “yardım konvoyu İsrail’e karşı bir şiddet propagandası ve İsrail topraklarında, hava veya deniz sahasında egemenliğinin herhangi bir şekilde tehdit edilmesine izin vermeyecek!” şeklinde sürdürmüştü.   
Buna karşılık “İnsani Yardım Konvoyu” ileri gelenleri de İsrail’in bu 50’ye yakın ülkeye ait olduğu ileri sürülen ve içlerinde milletvekillerinin de bulunduğu konvoyu, İsrail’in ikazlarına rağmen Gazze limanına götürmek niyetindeydi. Yani olay bir bakıma zıtlaşmaya dönüşmüştü. Konvoy yöneticileri her şeye rağmen İsrail’in sert askeri müdahaleler uygulayabileceğini tahmin etmiyor olmalıydı. Ya da tersine, müdahale gerçekleşirse, tüm dünya kamuoyunun dikkati Gazze Şeridi üzerine çekilebilecek, provokasyonla da olsa, amaca ulaşılacaktı… Gazze’de İsrail ablukası altında yaşayan Filistinlilere insani yardım ulaştırmayı amaçlayan gemilere İsrail askerlerinin müdahalesi sonucu 10’larca sivil kişinin yaşamını yitirmesi Türkiye-İsrail ilişkilerinde onarılması oldukça güç derin bir iz bırakacaktır. İsrail’in sivil birimlere yönelik silahlı müdahale politikasının izah edilebilir ne hukuki, ne siyasi ne de askeri yanı bulunmaktadır. Saldırı fiili uluslararası sularda gerçekleştirildiği gibi aynı zamanda askeri olmayan unsurlara karşı güç kullanılması söz konusudur. Askeri müdahale karırının siyasi iradenin onayıyla yapıldığı düşünüldüğünde İsrail’in hem Türkiye’ye hem de Filistin sorununda diyalog ve barıştan yana olan tüm bölgesel ve küresel aktörlere ciddi bir mesaj vermek istediğini anlaşılmaktadır. İsrail tarafı Filistin sorununda çözüm istemediğini ve çözüme doğru atılan her adımı düşmanca bir yaklaşım olarak gördüğünü açık bir şekilde son saldırısıyla ortaya koymuş olmaktadır.    

Gazze sorunu bilindiği üzere Filistin seçimlerinden Hamas’ın başarılı bir şekilde çıkmasından sonra başlamış ve Batılı ülkelerin de desteğiyle Hamas yalnızlaştırılmıştı. Hamas’a karşı uygulanan diplomatik, ekonomik ve siyasi yaptırımlar 2009 yılında İsrail’in askeri müdahalesine zemin hazırlamıştı. 2009 sonrası dönemde ise İsrail Gazze’yi uluslararsı alandan soyutlamış ve Gazze, Türkiye başta olmak üzere tüm uluslararası kamuoyunun girişimlerine karşı bir insanlık dramına sahne olmuştu. İşte bu insanlık dramına karşı çıkmak ve İsrail’in Gazze ablukasını dünyada teşir etmek isteyen bir grup sivil girişimcinin ilk önce karadan ardından da denizden Filistinlilere yardım ulaştırma politikası İsrail’in sert tepkisine yol açmış ve bu tepki bugün itibariyle 20’e yakın sivilin yaşamını yitirdiği bir insanlık dramına dönüşmüştür. İsrail her ne kadar askeri müdahaleyi meşru müdafaa kapsamında göstermeye çalışsa da olayın uluslararası sularda yaşanması, gemidekilerin sivil olması, gerçek mermilerin kullanılması, gemilere farklı şekilde müdahale etme imkânının bulunması ve eylemin salt insani bir soruna dikkat çekmek için yapılıyor olması gibi unsurlar birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in gerçekte askeri bir müdahale ve ölüm olaylarını hesaba kattığı öngörülmektedir.   

Müdahalenin üç farklı amaca hizmet etmek için yapıldığı değerlendirilmektedir;   

Birincisi, İsrail’in her türlü şartta kendi iradesi dışındaki hareketlere müsaade etmeyeceğine dair mesaj vermektir. İsrail bu gemilerin hareketi ile birlikte bir kriz grubu oluşturmuştur ve bu grup başlangıçta, müdahalenin yapılması sırasında uluslar arası medyayı da yanına alarak haklılığı kanıtlayacak bir şekilde yumuşak bir hareket tarzını uygulamayı gündeme getirmiştir. Ancak, sonra bu seçenek ortadan kalkarak, ölümle sonuçlanan bir askeri harekata dönmüştür. Bu İsrail’in bu konuda ne kadar sağduyudan yoksun olduğunun bir göstergesi olarak tarihte yerini alacaktır. İsrail uluslar arası hukuk kurallarını hiçe sayarak, cüretkar bir şekilde hareket ederek, kural tanımazlığını teyit etmiştir.    

İkincisi, İran’la yapılan takas anlaşması nedeniyle ABD ile ters bir konum içinde bulunan Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan istifade ederek, yaptığı sert müdahale ile bir ders vermek isteğinden kaynaklanmış olabilir. Düşünün ki bu gemiler Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelere ait olsa ve aynı amaçla hareket etseler, İsrail aynı davranışı gösterebilir mi idi? Bu pek olası görülmemektedir. Amaç Türkiye’ye mümkün olduğunca sert bir reaksiyon göstererek, sen burada yoksun mesajını vermek olarak algılanabilir. İsrail, önceden Türkiye’nin yalnız kalacağı hesaplarını yapmış olmalıdır ki bu şekilde bir harekete cüret edebilsin.   

Üçüncüsü, yapılan bu saldırının odağında yalnız Türkiye’nin olması ise, Batı’ya benim sizinle bir sorunum yok, hasmım Türkiye demek isteminden kaynaklandığı söylenebilir. Nitekim bu sertliğin yansımasının yurtiçinde halk tarafından Yahudi asıllılara karşı olacağı hesap etmiş olmalı ki, daha her hangi bir hadise yokken, Yahudi yurttaşlarımızı Türkiye’den çağırmayı düşünmekteyiz şeklinde mesnetsiz bir açıklama gelmesi, tırmanmanın nasıl yönetileceğine dair ipuçları vermektedir.    

İsrail Türkiye’ye Karşı Neden Bu Kadar Tepkili?   Anlaşıldığı kadarı ile İsrail Türkiye’nin Filistin meselesine taraf olmasından oldukça rahatsızdır ve bunu son derece sert bir şekilde göstermektedir. Bunun nedeni son derece basittir. Halen Arap Dünyası veya Arap Birliği- Organizasyon olarak var olsa dahi fiilen- diye bir şey yoktur. Filistin sorununda her Arap ülkesi kendi menfaatine göre tavır almaktadır. Mısır kendi iç sorunlarından dolayı Hamas’a karşı dururken, Suriye, İran destekler görülmektedir. 

Diğer Arap ülkeleri ise muhtelif tavırlar sergilemektedirler. İçlerinde bir birlik veya beraberlik yoktur. Bu karmaşık durum içinde Arapların el birliği ile tavır alarak, Filistin sorununa çözüm getirmesi veya çabalaması uzak bir ihtimal olarak görülmektedir. Burada bir tek ülkenin; Türkiye’nin liderliği tehlikelidir. Çünkü Türkiye tarafların her biri ile ilişki kurmuş ve etkin olmaya başlamıştır. Belirli bir vadede Türkiye’nin tarafları ortak bir noktada buluşturarak, uzlaşma sağlaması ihtimal dahilindedir. Bu gerçekleştiği takdirde İsrail’in karşısına uzlaşma sağlamış bir Arap Dünyası çıkabilir. Bu durumda ise, İsrail’in Filistin Devleti’nin kurulması sürecinde inisiyatifi elden kaçırmasına ve göze alamayacağı kadar büyük kayıplara neden olabilir. Bu sürecin bir an evvel engellenmesi İsrail açısından elzemdir. Dolayısıyla, Türkiye’nin her türlü enstrüman kullanılarak, sistem dışına çıkarılması İsrail’in bekası için temel oyunlardan biri olarak sahneye konmaktadır. Sanırım, biz bu filmi seyretmeye başladık.   

Gazze Savaşı sonrası daha da tırmanan Türkiye-İsrail ilişkilerinin son saldırının ardından daha da kötüleşeceğini öngörülmektedir. İsrail’in saldırgan bir yöntemi benimsemesinde son yıllarda uluslararası kamuoyunda Filistin sorununda yeni adımlar atması konusunda kendisine yapılan telkinlerin önemli bir rolü vardır. Türkiye’nin yanı sıra Obama yönetimi de Filistin konusunda, özellikle yeni yerleşim birimlerinin inşası konusundaki politikalarını açık bir şekilde ortaya koymuş ve İsrail’in Filistin topraklarında yayılmacı bir politika izleme girişimlerine karşı olduğunu göstermiştir. Türkiye ise hem yeni yerleşim birimlerinin inşası hem de İsrail’in Filistin başta olmak üzere Lübnan veya Suriye ile ilişkiler konusunda da adım atması ve Ortadoğu’daki istikrarsızlıkları azaltma konusunda İsrail’in yeni bir söylem içerisine girmesi konusunda daha açık bir politika izlemeye başlamıştır. Türkiye’nin Ortadoğu’daki sorunları barışçıl yöntemlerle çözme konusundaki girişimleri ise başta İsrail olmak üzere bölgedeki şiddet ve istikrarsızlıktan beslenen ve varlığını şiddet ortamına dayandıran güçlerin tepkisine yol açmaktadır. İsrail askeri müdahalesi her ne kadar sivil gemilere yapılmış gibi görünse de bu olayın Türkiye-İsrail arasındaki ilişkilerde telafisi oldukça zor yaralara yol açacağını belirtmek gerekir. Son yıllarda Türkiye-İsrail arasında yaşanan tüm sorunlardan farklı olarak İsrail tarafı artık Türkiye’nin içerisinde yer aldığı girişimlere diplomatik veya politik bir karşılık vermeyeceğini ve doğrudan askeri yöntemleri Türkiye’ye karşı da kullanacağını göstermiş olmaktadır.   Son saldırı olayı, ilk etapta diplomatik alanda Türkiye’nin İsrail’deki büyükelçisini geri çekmesine, askeri alanda ise İsrail ile olan ortak tatbikatların iptaline yol açmıştır. Ancak buna ek olarak, askeri müdahalenin Türkiye İsrail arasındaki krizi derinleştirmekten öteye ilişkileri halklar bazında koparmaya yol açacağını belirtmek gerekir. Halklar bazında kopan ilişkilerin siyasi düzeyde de büyük bir yankı bulacağını ifade etmek gerekir. Önümüzdeki günlerde Türkiye-İsrail ilişkilerinde daha önemli gelişmeler gündeme gelebilir.   Ülkelerin ve halkların tarihinde bazı olayların dönüm noktası olabildiği bilinmektedir. Nitekim sivil gemilere yönelik bu askeri müdahalenin de maalesef halklar üzerindeki tesiri oldukça büyük olacaktır. Dolayısıyla İsrail’in Ortadoğu’nun en önemli güçlerinden biri haline gelmeye başlayan Türkiye’yi kaybetmesinin getirdiği yalnızlaşmayı başka bir ilişkiyle telafi etmesi de oldukça güçtür.   İsrail’in beklentilerinin aksine saldırılar Türkiye’nin Filistin sorunu konusundaki barışçıl çözüm çabalarının önemini bir kez daha ortaya koymuştur. 

Türkiye bu aşamadan sonra Filistin sorunun nihai çözümü konusunda daha aktif bir rol de oynayabilir. Bugüne kadar Filistin sorununa dışarıdan müdahil olan Türkiye’nin son öldürme olaylarının ardından sorunun bir tarafı haline geldiği görülmektedir. BM Güvenlik Konseyi’nin Geçici Üyelerinden biri olan Türkiye’nin Filistin sorununu uluslararası alanda daha sık dile getirmesi İsrail üzerindeki barışçıl çözüm baskısını daha da artırması beklenmektedir. Bu durum İsrail’in daha da radikalleşmesini beraberinde getirebilir.   Sonuç olarak sivil gemilere yönelik askeri müdahale, Türkiye-İsrail arasındaki krizi derinleştirmekten öteye, ilişkilerde telafisi oldukça zor yeni bir sürecin başlamasına yol açmıştır. Bununla birlikte Türkiye’nin diplomasiye öncelik veren ve Filistin sorununda diplomatik çözümü savunan politikaları İsrail’in daha da radikalleşmesine yol açacaktır. Ancak, güç ve şiddete dayalı bir dış politika İsrail’in uluslararası kamuoyunda daha da yalnızlaşmasını beraberinde getirecektir.       

KAYNAKÇA   

1) ORAN, Baskın (2008), “Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”, İstanbul, İletişim Yayınları, Cilt.I: 1919-1980, s. 635-636-637-638-639-640-641-642 

2) ORAN, Baskın (2008), Çağrı ERHAN, Ömer KÜRKÇÜOĞLU “Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”, İstanbul, İletişim Yayınları, Cilt. II: 198-2001, s. 149 

3)İsrail'in Kuruluşu ve Arap İsrail Savaşı 1948-1949, http://e-tarih.org/soguksavas/?sayfa=834015.749304.2137233.0.0.php , tarih 13.06.10 

4) KASIM, Kamer, “Türkiye-İsrail İlişkileri: İki Bölgesel Gücün Stratejik Ortaklığı”, 21. Yüzyılın Eşiğinde Türk Dış Politikası, İstanbul: Alfa, 2001, pp. 553-569. 

5) Gregory A. Burris (2003), “Turkey-Israel: Speed Bumps”, Middle East Quarterly, s. 67-80 

6) Erdurmaz, Serdar, “Türkiye İsrail Savunma Sanayi İlişkileri”, http://www.turksam.com/tr/a2072.html, 14.06.2010 

7) Yavuz, Celalettin, “İsrail’in Gazze Konvoyu Saldırısı: Dünyayı Takmayan Bir Hukuk Anlayışı”, http://www.turksam.org/tr/a2059.html, “ 1 Haziran 2010 

8) Oğan, Sinan, “Gazze’ye Yardım Girişimi ve İsrail Saldırısının Soğukkanlı Analizi”, 1 Haziran 2010 

9) Erdurmaz, Serdar, “İsrail’in Yardım Gemilerine Sert Müdahalesinin Altındaki Gerçekler”, http://www.turksam.org/tr/a2056.html, 31 Mayıs 2010 

10) Ayhan, Veysel, “İsrail İnsani Yardım Ekibine Neden Askeri Saldırıda Bulundu?”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=822, 31 Mayıs 2010