İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ekim 2017 Cumartesi

Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci., İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI BÖLÜM 2



   Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci.,  İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI   BÖLÜM 2



Bunun yanında Türkiye ile yapılacak stratejik işbirliği Suriye ve Irak gibi İsrail’in tehdit algıladığı ülkelere gözdağı verecek ve İsrail’i Orta Doğu’daki yalnızlığından kurtaracaktı. Türkiye açısından ise terörizmle mücadele, silahlı kuvvetlerin modernizasyonu, teknoloji transferi ve ABD’deki Yahudi lobisinin desteğinin sürmesi gibi konularda İsrail ile olan işbirliğinin yararları vardı.   Türkiye ile İsrail arasında Soğuk Savaş dönemi sonunda gelişen işbirliği 1996 askeri anlaşmasına ve bunu takip eden stratejik ortaklığa kadar uzandı. Türkiye ile İsrail arasındaki stratejik ortaklıkta terörizmle mücadele temel vurgu noktalarından birisiydi. Ortadoğu’da özellikle ABD tarafından serseri devletler (rogue states) olarak nitelendirilen ülkeler ile sorunları bulunan Türkiye ve İsrail’in bu ülkelerden ortak tehdit algılaması işbirliğini hızlandırdı.   

İki ülke üst düzey yetkilileri arasında temas trafiği 1993 yılından itibaren yoğunlaştı. 1993 yılının önemi bu yılın 13 Eylülünde Oslo barış sürecini teyit eden anlaşmanın imzalanmış olmasıdır. Bu Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini geliştirme konusunda daha rahat hareket etmesini sağladı. Kasım 1993’te Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin İsrail’i ziyaret eden ilk Türk Dışişleri Bakanı oldu. 1994 yılında İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann Türkiye’yi ziyaret etti. Aynı yıl İsrail Savunma Bakanının ziyaretinde F-4 ve F-5 uçaklarının modernizasyonunun İsrail tarafından yapılması gündeme geldi. Başbakan Tansu Çiller Kasım 1994’te İsrail’i ziyaret etti. 1995 yılında 54 adet F-4 uçak modernizasyonunun İsrail’in IAI (Israeli Aircraft Industry) kuruluşuna yaptırılması için Anlaşma imzalandı. Bu anlaşma ile iki ülkenin uçakları birbirlerinin ülkelerinde eğitim amaçlı uçuşlar yapabileceklerdi. Anlaşma ayrıca iki ülke arasında askeri bilgi, tecrübe ve personel değişimine olanak sağlamaktaydı. ABD’deki silahların kontrolü ve insan hakları lobisi tarafından Türkiye’ye silah satışının önlenmesine çalışılması İsrail’i silah alımında Türkiye’nin gündemine taşıdı. Türk Silahlı Kuvvetlerin 150 milyar dolarlık modernizasyon programı çerçevesinde ihtiyacı olan silahların alımı ve mevcutlarının modernize edilmesinde İsrail değerli bir kaynak olarak görüldü. 900 milyon dolarlık F-4 ve F-5’lerin modernizasyonu yanında İsrail’den 200 adet Popeye 1 füzesinin alımı ve Popeye 2 füzelerinin ortak üretimi gündeme geldi.   İlişkilerdeki canlanma iki temel alanda yoğunlaştı: Askeri ve ekonomik işbirliği. Bu çerçevede iki ülke arasında 23 Şubat 1996’da Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşması, 23 Aralık 1996’da da Serbest Ticaret Anlaşması imzalandı.   Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Anlaşmasına dayanarak, Türkiye ile İsrail 2000 yılına kadar askeri alanda 11 ayrı anlaşma imzaladı. İlişkiler 2 Şubat 1997 tarihinde Ankara’nın Sincan ilçesinde yapılan “Kudüs Günü” münasebeti ile ortaya konmaya çalışılan tabloya silahlı kuvvetlerin tank ve zırhlı personel taşıyıcıları göndererek “balans ayarı” yapması ile daha da güçlü bir formasyona girmiştir. Şubat ayı sonunda Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı İsrail’e ilk üst düzey ziyareti gerçekleştirmiştir. Karadayı iki ülke arasındaki geçmişteki iyi ilişkileri övmüş ve ilerleme kaydetmenin en iyi yolunun yüz yüze görüşmeler olduğunu ifade etmiştir. Müteakiben 8-9 Nisan’da İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Ankara’yı ziyaret etmiş ve bunu Türk Savunma Bakanı Turan Tayan’ın ve arkasından 4-6 Mayıs tarihleri arasında Genkur. İkinci Başkanı Çevik Bir’in ziyareti takip etmiştir. Bu ziyaretler Ekim ayında İsrail genel Kurmay Başkanı Amnon Lipkin-Shahak’ın ziyareti ile tamamlanmıştır. Bu ziyaretlerde önemli ölçüde üst rütbeli refakatçi katılımı her iki tarafın birbirleri ile tanışma imkanını yaratmıştır. Sonuçta, kamuoyuna açıklanmamış olsa da, yapılan her iki anlaşma ile resmi olarak aşağıda belirtilen beş konuda işbirliği içinde bulunulması karar altına alınmıştır.    Silahların Modernizasyonu (upgrade): Savunma sanayi kapsamında en büyük meblağlı anlaşma 632,5 milyon dolar değerinde 54 F-4E Fantom uçaklarının modernizasyonu konusunda yapılmıştır. Fantom 2000 adı verilen modern uçaklarda; ateş gücü, manevra kabiliyeti, daha iyi görüş ve elektronik yetenek kazandırılması öngörülmekteydi. İsrail bu anlaşmayı perçinlemek için, neredeyse anlaşma değerinin tamamına yakın kredi sağlamıştır. 48 F5 uçağının 75 milyon dolar değerindeki modernizasyonunun İsrail-Singapur konsorsiyumu ile yapılması konusu, bir diğer anlaşma olarak yerini almıştır. 50 milyon dolar değerindeki M-60 tanklarının modernizasyonu ele alınan önemli konulardan diğerini teşkil etmekteydi.   Silah Sistem Alımları: Popeye I füzeleri gibi bazı silah sistemleri Fantomların modernizasyonu kapsamında ayrı olarak satın alınmıştır. Ayrıca Türkiye, 500 km menzilli Arrow füze savunma sitemleri, Falkon uçak erken ikaz sistemleri, konvansiyonel ve plastik mayın dedektörleri, Suriye, Irak sınırında sızmaları önleyecek kara radar sistemleri, insansız hava araçları, deniz devriye uçağı ve 800 milyon dolar değerinde AWACS erken ikaz uçakları alımı konusunda talepte bulunmuştur. İsrail 5 milyar dolar değerinde 1000 adet Merkava Mark III ana muharebe tankı satmak istemiştir.    Müşterek Üretim: Her iki ülke 500 milyon dolarlık paket halinde Popeye I ve Popeye II havadan havaya füzelerinin müşterek üretimi ve Deliah uzun menzilli füze üretim projesi üzerinde çalışmak üzere 150 milyon dolar yatırım konusunda anlaşmışlardır.   Eğitimler: Türk F-16 pilotlarının uçaklardaki elektronik harp sistemlerini kullanmaları konusunda eğitimlerinin İsrail’de yapılması karşılığında, İsrail pilotlarının Anadolu’nun dağlık arazisinde (Anadolu Kartalı Tatbikatı) uzun menzilli uçuş eğitimi yapmaları hususunda anlaşma sağlanmıştır. Yılda sekiz kez yapılacak uygulama ile İsrail, İran gibi dağlık bir arazide uçuş yeteneği kazanacaktır. Bunun yanı sıra her iki ülke Haziran 1997’de ilki yapılan, Akdeniz’de müşterek deniz ve hava arama ve kurtarma tatbikatları yapacaklardı. Bu tatbikatları Suriye yakınında yapılması ve daha sonra Kasım 1997’de ABD katılımı ile yenilenmesi Suriye’ye verilen bir mesaj niteliğindeydi.    İstihbarat Paylaşımı: Her iki ülke birbirlerine tehdit teşkil eden ülke ile ilgili bilgilerin paylaşılması konusunda anlaşmaya varmışlardır. İsrail’in Türkiye’de pilot eğitim faaliyetleri İran, Irak ve Suriye ile ilgili bilgi toplamasına yardımda bulunmuştur. Ayrıca, İsrail PKK ile ilgili bir kısım bilgileri Suriye’deki MiG-29 savaş uçakları hakkında Türkiye’ye istihbari bilgileri sağladığı ifade edilmektedir.    Tatbikatlar: 1996 Nisan  ve Ağustosunda Türk ve İsrail savaş uçakları havada ortak ikmal tatbikatları yaptılar. 1998 başında ise Akdeniz’de “Güvenilir Denizkızı” ( Reliable Mermaid ) adı verilen bir arama ve kurtarma tatbikatı ABD savaş gemilerinin de katılımıyla Akdeniz’in uluslar arası sularında gerçekleştirildi.   Her iki ülke tarafından işbirliği ve ilişkilerin sivil ve diplomatik alanda alçak profilde, fakat askeri alanda 2009 sonuna kadar gittikçe yükselen ve fakat, belirli bir gizlilik veya örtülü bir şekilde yürütülmesine özen gösterilmiştir.   1990’ların ikinci yarısından itibaren ekonomik ve ticari ilişkilerde de büyük bir ilerleme kaydedildi. Bunun en önemli nedeni, 1996’da imzalanan ve 1Mayıs 1997’de yürürlüğe giren Serbest Ticaret Anlaşmasıydı (STA). Bu anlaşma, iki ülke arasındaki yakınlaşmaya paralel olarak imzalanmış olmakla birlikte, yapılmasının asıl nedeni, Türkiye’nin 6 Mart 1995’te Avrupa Birliği ile imzaladığı “Gümrük Birliği” adıyla anılan Ortaklık Konseyi kararıydı. Çünkü bu karar Türkiye’ye, AB’nin STA imzaladığı ülkelerle STA’lar imzalama yükümlülüğü getirmişti. Türkiye ile İsrail arasında imzalanan STA ile karşılıklı gümrüklerin ilk etapta yüzde 12, 1998’de yüzde 40 oranında indirilmesi ve 2000 yılında da sıfırlanması öngörülmekteydi. STA’ya paralel olarak, iki ülke arasında Ticari, Ekonomik, Sınai, Teknik İşbirliği Anlaşması, Yatırımların Karşılıklı Teşviki Anlaşması, Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması imzalanarak, ekonomik ilişkilerin altyapısı oluşturuldu.    

STA’nın Türkiye’ye sağladığı en büyük getiri, uygulanmakta olan kotalar nedeniyle ABD’ye ihraç edilemeyen tekstil ürünlerinin İsrail üzerinden satılması olmuştur. Bu çerçevede, İsrail’e sokulan Türk ürünleri, bu ülkede yüzde 35’lik bir katma değer eklenmesinden sonra, ABD’ye İsrail malı gibi sokulmaktadır. STA’dan sonra ticaret hacminin hızla büyüdüğü, sayıların yardımıyla daha iyi görülebilir. 1989’da sadece 91.000.000 dolar düzeyinde olan Türkiye-İsrail dış ticaret hacmi, 1996’da 446.000.000 dolara ulaşmış, anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra 1997’de 625.000.000 dolara, 1998’de de 800.000.000 milyon dolara yükselmiştir. 1999 yılı itibariyle dış ticaret hacmi 880.000.000 dolara yükselmiştir. Bu miktarın 580.000.000 dolarlık bölümünü Türkiye’nin İsrail’e ihracı, 300.000.000 dolarlık bölümünü de Türkiye’nin İsrail’den ithalatı oluşturmaktadır. Türkiye’nin İsrail’e sattığı temel ihraç ürünleri; demir-çelik, bakır ve bakır eşya, örme eşya, çimento ve sentetik ürünlerdir. Türkiye’nin İsrail’den ithalatı arasında ise kimyasallar, plastik mamüller, pamuklu ürünler, elektrikli makine ve cihazlar ile sebze tohumları başta gelmektedir.   Öte yandan 1996 sonrasında, iki ülke arasında eğitim, kültür ve turizm arasındaki işbirliği de yükselme eğilimine girdi. 1996-1999 döneminde bu konulara ilişkin 20’ye yakın anlaşma imzalandı. Türkiye ve İsrail üniversiteleri karşılıklı olarak öğrencilere burslar verirken, özellikle İsrail’den Türkiye’ye turizm amaçlı gelenlerin sayısında artış gözlendi. Fakat, 1998’de alınan bir kararla Türkiye’deki kumarhanelerin kapatılması, İsrail’den gelen turistlerin sayısının 300.000 civarından, 1999’da 50.000 civarına düşmesine yol açtı.   Türkiye-İsrail işbirliğine yönelik en büyük tepki bölgedeki İslam ülkelerinden geldi. Türkiye’nin, söz konusu işbirliğinin bölge ülkelerini hedef alan bir pakt olmadığı yönündeki açıklamalarına rağmen, bu tepki gerilemedi. 1996’dan itibaren tüm Arap Birliği zirve toplantılarında Mısır ve Suriye’nin öncülüğünde, Arap dünyasının Türkiye-İsrail yakınlaşmasından duyduğu endişe dile getirildi.   

2000’Lİ YILLARDA İLİŞKİLER 

11 Eylül 2001 tarihindeki saldırıların ardından oluşmakta olan ve kuvvet yönelimli politikalara yaygınlık kazandıran yeni konjonktürde belli ölçülerde ortak çıkarlara sahip olan Türkiye ile İsrail, çeşitlik konularda zıt taraflarda yer alabilmiştir. 2003 Eylül’ünde ABD’nin Saddam Hüseyin’i bertaraf etmek için harekete geçtiği sıralarda Türkiye ile İsrail savaş üzerine tartışmalarda karşıt taraflarda yer almıştır. Türkiye’nin düşüncesi savaş karşıtlığı şeklinde olmuş, Ankara’nın yeni İslam yönelimli hükümeti Türkiye topraklarına ABD birliklerinin girmesine izin vermemiştir. Buna karşıt, İsrail Saddam Hüseyin’in kuvvet yoluyla düşürülmesini sonuna kadar desteklemiş ve İsrail hükümeti savaş süresi boyunca Washington’la yakın bağlar kurmuştur.    Süregelen çıkarlar iki ülke arasındaki ilişkilerde olumlu hava oluştursa da, iki ülkenin çıkarları özdeş değildir, bazı konularda farklılaşan çıkarlara sahiptirler. Türkiye ile İsrail, demokratik sisteme sahiptir, bölgenin istikrara kavuşması konusunda ortak çıkarlara sahiptirler ve Batı’ya yönelimli rejimlerdir. Aynı zamanda söz konusu ülkeler Orta Doğu’nun ekonomik anlamda en üretken, askeri anlamda da en güçlü ülkeleridir. İki ülke arasındaki ekonomik, politik ve stratejik uyumluluk öngörülemeyen bölgede onları doğal ortak kılmaktadır.   

İlişkilerdeki potansiyel güçsüzlük noktaları şu şekildedir: Türkiye’deki siyasal İslam, Türk kamuoyunun Filistinlilere olan sempatisi, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan ilişkileri, Kürt mevzusunda potansiyel anlaşmazlıklar ve İsrail kamuoyunun Ermeni Soykırımı iddialarını bir gerçeklik olarak kabul etme isteğidir.   Türkiye ile İsrail arasındaki işbirliğinin en üst düzeye çıktığı savunma sanayi alanında Türkiye, ABD ile ilişkilerini İsrail’le işbirliğinden daha önce tuttuğu nu vurgularcasına ihale konusunda ABD lehine karar almıştır. İsrail bu durum karşısındaki tepkisini 2000’in sonbahar aylarında, Ermeni soykırımı iddialarının ABD Kongresinin gündemine alınması sırasında gösterdi.   İşgal altındaki topraklarda başlayan 2. İntifada (El-Aksa İntifadası) sırasında Ankara’nın takındığı sert tutum da stratejik işbirliğinde durgunluk dönemine girildiğini kanıtlar niteliktedir.   Türkiye ile İsrail arasındaki günümüz ilişkilerine bakacak olursak, ikili ilişkilerin gerginlik üzerine sürdüğünü söyleyebiliriz. Gazze Şeridi’ne insani yardım malzemesi taşıyan konvoya 31 Mayıs 2010 sabahı baskın tarzında yapılan silahlı harekât sonunda ölüm ve yaralanmalar meydana geldi. Uzun bir süre bunların sayıları ve kimlikleri, bizzat baş sorumlu İsrail tarafından açıklanmadı. Bir Sivil Toplum Kuruluşu (STK) statüsünde olan İnsani Yardım Vakfı (İHH) isimli bir yardım derneğin organize ettiği “Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım Kampanyası” İsrail’in saldırısına maruz kalmıştır.   

Gazze Konvoyu’na İsrail’in müdahalesi beklenmekteydi. Zira günlerdir İsrail “Bu gemileri doğrudan Gazze’ye göndermem. Karasularına yaklaşıldığında gemileri ikazla Ashdod limanına yönlendiririm. Dinlemezlerse güç kullanırım! Limana çekilen gemilerde silah, silah yapımında kullanılan malzeme, mühimmat ve el-Kaide, ya da HAMAS yanlısı kişiler var mı, ona bakarım. Denetimimden sonra da istediğim malzeme ve kişileri kendi imkanlarımla Gazze Şeridi’ne götürür, yardımın doğrudan HAMAS’ın eline geçmemesi için, Gazze Şeridi’ndeki dağıtımda da denetimimi sürdürürüm!” demişti.    Anılan konvoyun yöneticileri de, “Asla Gazze limanına yönelik rotamızdan şaşmayacağız!” diyordu. Başını Türk insani yardım heyetinin çektiği konvoyda aslında Alman’dan İngiliz’e, Yunan’dan İspanyol’a kadar 30 civarında ülkenin vatandaşı, çeşitli ülkelerden milletvekili, gazeteci ve insan hakları temsilcileri vardı.    

İsrail’in müdahale kararlılığı, 29 Mayıs 2010 günü bile İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, “İsrail’in egemenliğine karşı bir şiddet propagandası teşebbüsü” şeklindeki değerlendirmesiyle, bir kez daha anlaşıldı. 
İsrail radyosunun haberine göre Lieberman konuşmasını, “yardım konvoyu İsrail’e karşı bir şiddet propagandası ve İsrail topraklarında, hava veya deniz sahasında egemenliğinin herhangi bir şekilde tehdit edilmesine izin vermeyecek!” şeklinde sürdürmüştü.   
Buna karşılık “İnsani Yardım Konvoyu” ileri gelenleri de İsrail’in bu 50’ye yakın ülkeye ait olduğu ileri sürülen ve içlerinde milletvekillerinin de bulunduğu konvoyu, İsrail’in ikazlarına rağmen Gazze limanına götürmek niyetindeydi. Yani olay bir bakıma zıtlaşmaya dönüşmüştü. Konvoy yöneticileri her şeye rağmen İsrail’in sert askeri müdahaleler uygulayabileceğini tahmin etmiyor olmalıydı. Ya da tersine, müdahale gerçekleşirse, tüm dünya kamuoyunun dikkati Gazze Şeridi üzerine çekilebilecek, provokasyonla da olsa, amaca ulaşılacaktı… Gazze’de İsrail ablukası altında yaşayan Filistinlilere insani yardım ulaştırmayı amaçlayan gemilere İsrail askerlerinin müdahalesi sonucu 10’larca sivil kişinin yaşamını yitirmesi Türkiye-İsrail ilişkilerinde onarılması oldukça güç derin bir iz bırakacaktır. İsrail’in sivil birimlere yönelik silahlı müdahale politikasının izah edilebilir ne hukuki, ne siyasi ne de askeri yanı bulunmaktadır. Saldırı fiili uluslararası sularda gerçekleştirildiği gibi aynı zamanda askeri olmayan unsurlara karşı güç kullanılması söz konusudur. Askeri müdahale karırının siyasi iradenin onayıyla yapıldığı düşünüldüğünde İsrail’in hem Türkiye’ye hem de Filistin sorununda diyalog ve barıştan yana olan tüm bölgesel ve küresel aktörlere ciddi bir mesaj vermek istediğini anlaşılmaktadır. İsrail tarafı Filistin sorununda çözüm istemediğini ve çözüme doğru atılan her adımı düşmanca bir yaklaşım olarak gördüğünü açık bir şekilde son saldırısıyla ortaya koymuş olmaktadır.    

Gazze sorunu bilindiği üzere Filistin seçimlerinden Hamas’ın başarılı bir şekilde çıkmasından sonra başlamış ve Batılı ülkelerin de desteğiyle Hamas yalnızlaştırılmıştı. Hamas’a karşı uygulanan diplomatik, ekonomik ve siyasi yaptırımlar 2009 yılında İsrail’in askeri müdahalesine zemin hazırlamıştı. 2009 sonrası dönemde ise İsrail Gazze’yi uluslararsı alandan soyutlamış ve Gazze, Türkiye başta olmak üzere tüm uluslararası kamuoyunun girişimlerine karşı bir insanlık dramına sahne olmuştu. İşte bu insanlık dramına karşı çıkmak ve İsrail’in Gazze ablukasını dünyada teşir etmek isteyen bir grup sivil girişimcinin ilk önce karadan ardından da denizden Filistinlilere yardım ulaştırma politikası İsrail’in sert tepkisine yol açmış ve bu tepki bugün itibariyle 20’e yakın sivilin yaşamını yitirdiği bir insanlık dramına dönüşmüştür. İsrail her ne kadar askeri müdahaleyi meşru müdafaa kapsamında göstermeye çalışsa da olayın uluslararası sularda yaşanması, gemidekilerin sivil olması, gerçek mermilerin kullanılması, gemilere farklı şekilde müdahale etme imkânının bulunması ve eylemin salt insani bir soruna dikkat çekmek için yapılıyor olması gibi unsurlar birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in gerçekte askeri bir müdahale ve ölüm olaylarını hesaba kattığı öngörülmektedir.   

Müdahalenin üç farklı amaca hizmet etmek için yapıldığı değerlendirilmektedir;   

Birincisi, İsrail’in her türlü şartta kendi iradesi dışındaki hareketlere müsaade etmeyeceğine dair mesaj vermektir. İsrail bu gemilerin hareketi ile birlikte bir kriz grubu oluşturmuştur ve bu grup başlangıçta, müdahalenin yapılması sırasında uluslar arası medyayı da yanına alarak haklılığı kanıtlayacak bir şekilde yumuşak bir hareket tarzını uygulamayı gündeme getirmiştir. Ancak, sonra bu seçenek ortadan kalkarak, ölümle sonuçlanan bir askeri harekata dönmüştür. Bu İsrail’in bu konuda ne kadar sağduyudan yoksun olduğunun bir göstergesi olarak tarihte yerini alacaktır. İsrail uluslar arası hukuk kurallarını hiçe sayarak, cüretkar bir şekilde hareket ederek, kural tanımazlığını teyit etmiştir.    

İkincisi, İran’la yapılan takas anlaşması nedeniyle ABD ile ters bir konum içinde bulunan Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan istifade ederek, yaptığı sert müdahale ile bir ders vermek isteğinden kaynaklanmış olabilir. Düşünün ki bu gemiler Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelere ait olsa ve aynı amaçla hareket etseler, İsrail aynı davranışı gösterebilir mi idi? Bu pek olası görülmemektedir. Amaç Türkiye’ye mümkün olduğunca sert bir reaksiyon göstererek, sen burada yoksun mesajını vermek olarak algılanabilir. İsrail, önceden Türkiye’nin yalnız kalacağı hesaplarını yapmış olmalıdır ki bu şekilde bir harekete cüret edebilsin.   

Üçüncüsü, yapılan bu saldırının odağında yalnız Türkiye’nin olması ise, Batı’ya benim sizinle bir sorunum yok, hasmım Türkiye demek isteminden kaynaklandığı söylenebilir. Nitekim bu sertliğin yansımasının yurtiçinde halk tarafından Yahudi asıllılara karşı olacağı hesap etmiş olmalı ki, daha her hangi bir hadise yokken, Yahudi yurttaşlarımızı Türkiye’den çağırmayı düşünmekteyiz şeklinde mesnetsiz bir açıklama gelmesi, tırmanmanın nasıl yönetileceğine dair ipuçları vermektedir.    

İsrail Türkiye’ye Karşı Neden Bu Kadar Tepkili?   Anlaşıldığı kadarı ile İsrail Türkiye’nin Filistin meselesine taraf olmasından oldukça rahatsızdır ve bunu son derece sert bir şekilde göstermektedir. Bunun nedeni son derece basittir. Halen Arap Dünyası veya Arap Birliği- Organizasyon olarak var olsa dahi fiilen- diye bir şey yoktur. Filistin sorununda her Arap ülkesi kendi menfaatine göre tavır almaktadır. Mısır kendi iç sorunlarından dolayı Hamas’a karşı dururken, Suriye, İran destekler görülmektedir. 

Diğer Arap ülkeleri ise muhtelif tavırlar sergilemektedirler. İçlerinde bir birlik veya beraberlik yoktur. Bu karmaşık durum içinde Arapların el birliği ile tavır alarak, Filistin sorununa çözüm getirmesi veya çabalaması uzak bir ihtimal olarak görülmektedir. Burada bir tek ülkenin; Türkiye’nin liderliği tehlikelidir. Çünkü Türkiye tarafların her biri ile ilişki kurmuş ve etkin olmaya başlamıştır. Belirli bir vadede Türkiye’nin tarafları ortak bir noktada buluşturarak, uzlaşma sağlaması ihtimal dahilindedir. Bu gerçekleştiği takdirde İsrail’in karşısına uzlaşma sağlamış bir Arap Dünyası çıkabilir. Bu durumda ise, İsrail’in Filistin Devleti’nin kurulması sürecinde inisiyatifi elden kaçırmasına ve göze alamayacağı kadar büyük kayıplara neden olabilir. Bu sürecin bir an evvel engellenmesi İsrail açısından elzemdir. Dolayısıyla, Türkiye’nin her türlü enstrüman kullanılarak, sistem dışına çıkarılması İsrail’in bekası için temel oyunlardan biri olarak sahneye konmaktadır. Sanırım, biz bu filmi seyretmeye başladık.   

Gazze Savaşı sonrası daha da tırmanan Türkiye-İsrail ilişkilerinin son saldırının ardından daha da kötüleşeceğini öngörülmektedir. İsrail’in saldırgan bir yöntemi benimsemesinde son yıllarda uluslararası kamuoyunda Filistin sorununda yeni adımlar atması konusunda kendisine yapılan telkinlerin önemli bir rolü vardır. Türkiye’nin yanı sıra Obama yönetimi de Filistin konusunda, özellikle yeni yerleşim birimlerinin inşası konusundaki politikalarını açık bir şekilde ortaya koymuş ve İsrail’in Filistin topraklarında yayılmacı bir politika izleme girişimlerine karşı olduğunu göstermiştir. Türkiye ise hem yeni yerleşim birimlerinin inşası hem de İsrail’in Filistin başta olmak üzere Lübnan veya Suriye ile ilişkiler konusunda da adım atması ve Ortadoğu’daki istikrarsızlıkları azaltma konusunda İsrail’in yeni bir söylem içerisine girmesi konusunda daha açık bir politika izlemeye başlamıştır. Türkiye’nin Ortadoğu’daki sorunları barışçıl yöntemlerle çözme konusundaki girişimleri ise başta İsrail olmak üzere bölgedeki şiddet ve istikrarsızlıktan beslenen ve varlığını şiddet ortamına dayandıran güçlerin tepkisine yol açmaktadır. İsrail askeri müdahalesi her ne kadar sivil gemilere yapılmış gibi görünse de bu olayın Türkiye-İsrail arasındaki ilişkilerde telafisi oldukça zor yaralara yol açacağını belirtmek gerekir. Son yıllarda Türkiye-İsrail arasında yaşanan tüm sorunlardan farklı olarak İsrail tarafı artık Türkiye’nin içerisinde yer aldığı girişimlere diplomatik veya politik bir karşılık vermeyeceğini ve doğrudan askeri yöntemleri Türkiye’ye karşı da kullanacağını göstermiş olmaktadır.   Son saldırı olayı, ilk etapta diplomatik alanda Türkiye’nin İsrail’deki büyükelçisini geri çekmesine, askeri alanda ise İsrail ile olan ortak tatbikatların iptaline yol açmıştır. Ancak buna ek olarak, askeri müdahalenin Türkiye İsrail arasındaki krizi derinleştirmekten öteye ilişkileri halklar bazında koparmaya yol açacağını belirtmek gerekir. Halklar bazında kopan ilişkilerin siyasi düzeyde de büyük bir yankı bulacağını ifade etmek gerekir. Önümüzdeki günlerde Türkiye-İsrail ilişkilerinde daha önemli gelişmeler gündeme gelebilir.   Ülkelerin ve halkların tarihinde bazı olayların dönüm noktası olabildiği bilinmektedir. Nitekim sivil gemilere yönelik bu askeri müdahalenin de maalesef halklar üzerindeki tesiri oldukça büyük olacaktır. Dolayısıyla İsrail’in Ortadoğu’nun en önemli güçlerinden biri haline gelmeye başlayan Türkiye’yi kaybetmesinin getirdiği yalnızlaşmayı başka bir ilişkiyle telafi etmesi de oldukça güçtür.   İsrail’in beklentilerinin aksine saldırılar Türkiye’nin Filistin sorunu konusundaki barışçıl çözüm çabalarının önemini bir kez daha ortaya koymuştur. 

Türkiye bu aşamadan sonra Filistin sorunun nihai çözümü konusunda daha aktif bir rol de oynayabilir. Bugüne kadar Filistin sorununa dışarıdan müdahil olan Türkiye’nin son öldürme olaylarının ardından sorunun bir tarafı haline geldiği görülmektedir. BM Güvenlik Konseyi’nin Geçici Üyelerinden biri olan Türkiye’nin Filistin sorununu uluslararası alanda daha sık dile getirmesi İsrail üzerindeki barışçıl çözüm baskısını daha da artırması beklenmektedir. Bu durum İsrail’in daha da radikalleşmesini beraberinde getirebilir.   Sonuç olarak sivil gemilere yönelik askeri müdahale, Türkiye-İsrail arasındaki krizi derinleştirmekten öteye, ilişkilerde telafisi oldukça zor yeni bir sürecin başlamasına yol açmıştır. Bununla birlikte Türkiye’nin diplomasiye öncelik veren ve Filistin sorununda diplomatik çözümü savunan politikaları İsrail’in daha da radikalleşmesine yol açacaktır. Ancak, güç ve şiddete dayalı bir dış politika İsrail’in uluslararası kamuoyunda daha da yalnızlaşmasını beraberinde getirecektir.       

KAYNAKÇA   

1) ORAN, Baskın (2008), “Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”, İstanbul, İletişim Yayınları, Cilt.I: 1919-1980, s. 635-636-637-638-639-640-641-642 

2) ORAN, Baskın (2008), Çağrı ERHAN, Ömer KÜRKÇÜOĞLU “Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”, İstanbul, İletişim Yayınları, Cilt. II: 198-2001, s. 149 

3)İsrail'in Kuruluşu ve Arap İsrail Savaşı 1948-1949, http://e-tarih.org/soguksavas/?sayfa=834015.749304.2137233.0.0.php , tarih 13.06.10 

4) KASIM, Kamer, “Türkiye-İsrail İlişkileri: İki Bölgesel Gücün Stratejik Ortaklığı”, 21. Yüzyılın Eşiğinde Türk Dış Politikası, İstanbul: Alfa, 2001, pp. 553-569. 

5) Gregory A. Burris (2003), “Turkey-Israel: Speed Bumps”, Middle East Quarterly, s. 67-80 

6) Erdurmaz, Serdar, “Türkiye İsrail Savunma Sanayi İlişkileri”, http://www.turksam.com/tr/a2072.html, 14.06.2010 

7) Yavuz, Celalettin, “İsrail’in Gazze Konvoyu Saldırısı: Dünyayı Takmayan Bir Hukuk Anlayışı”, http://www.turksam.org/tr/a2059.html, “ 1 Haziran 2010 

8) Oğan, Sinan, “Gazze’ye Yardım Girişimi ve İsrail Saldırısının Soğukkanlı Analizi”, 1 Haziran 2010 

9) Erdurmaz, Serdar, “İsrail’in Yardım Gemilerine Sert Müdahalesinin Altındaki Gerçekler”, http://www.turksam.org/tr/a2056.html, 31 Mayıs 2010 

10) Ayhan, Veysel, “İsrail İnsani Yardım Ekibine Neden Askeri Saldırıda Bulundu?”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=822, 31 Mayıs 2010






Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci., İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI BÖLÜM 1



   Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci.,                 İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI BÖLÜM 1




Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci


























İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI   

İsrail devletinin kurulma sürecini Filistin sorununun temellerini teşkil eden, Birinci Dünya Savaşı’nda Batılı devletlerin Osmanlı Devletini parçalamak için yürüttükleri politikalara götürebiliriz. İngiltere ve Fransa 16 Mayıs 1916’da gizli Sykes-Picot Anlaşması imzalayarak Osmanlı devletinin Orta Doğu’daki topraklarını paylaşmışlardı. Bu anlaşmaya göre, Akka’dan itibaren, Beyrut da dahil olmak üzere, kuzeye doğru Suriye’nin tüm kıyı şeridi ile Adana ve Mersin (Suriye hinterlandı ve Musul vilayeti) Fransa’ya, Bağdat-Basra arasındaki Dicle-Fırat bölgesi (Filistin ve İran arasındaki bölge) de İngiltere’ye bırakılıyordu.  Anlaşmada Filistin’in hangi devletin egemenliğine verileceği konusu düzenlenmemişti. İngiltere, savaş sonrası düzende Filistin bölgesinin kendi etki alanına (sphere of influence) girmesi için yoğun bir faaliyet yürüttü. Bu dönemde İngiltere’nin bölgeyle ilgili politikası, İngiltere Siyonist Derneği Federasyonu Başkanı Lord Rothschild’in girişimlerinden etkilenmekteydi. Lord Rothschild’in 2 Kasım 1917’de kaleme aldığı ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un imzasıyla yayınlanan deklarasyon, gerek Filistin Sorununun gelişim süreci içerisinde gerekse de İsrail devletinin kurulması yönünde çok önemli bir yer işgal etti. Balfour Deklarasyonunda, “Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu amacın gerçekleşmesi için her türlü çabayı harcayacaktır” denilmekteydi. Her ne kadar deklarasyonda, Yahudiler için ulusal bir yurt kurulmasının, bu ülkede yaşayan ve Yahudi olmayan toplumların medeni ve dinsel haklarını hiçbir şekilde ihlal etmeyeceği ifade ediliyorsa da, Yahudilerin siyasal hakları ön plana çıkartılıyordu.   

Filistin üzerindeki belirsizlik, Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda aşılmaya çalışıldı. Sykes-Picot’yu değiştiren İngiltere ve Fransa; Suriye ve Lübnan’ın Fransız “mandası”na, Filistin, Ürdün (Mavera-i Ürdün) ve Irak’ın da İngiliz mandasına sokulmasını kabul ettiler. İngiltere’nin manda yönetimi altında Filistin’e göç eden Yahudilerin sayısında hızlı bir tırmanış görüldü. 1920-1922 döneminde bölgeye 25.000 Yahudi geldi.   İngiltere, 3 Haziran 1922’de Dünya Siyonist Örgütüne bir açıklama göndererek, Balfour Deklarasyonu’nun bir Yahudi Filistin yaratmayı amaçlamadığını, Yahudiler için sadece ulusal bir yurdun tesis edilmesinin söz konusun olduğunu, üstelik İngiliz hükümetinin belgedeki egemenliğini Yahudi örgütleriyle paylaşmak niyetinde olmadığı bildirdi. İngiltere’ye göre Filistin’de yaşayan herkes Filistin vatandaşıydı. 

   Yahudiler ise geniş Filistin nüfusu içerisinde ancak bir topluluk olarak nitelendirilebilirdi. Milletler Cemiyeti Konseyi de Filistin’in geleceğine yönelik 24 Temmuz 1922 tarihli kararında İngiltere hükümetinin yaklaşımını aynen benimsedi. İngiltere, Balfour Deklarasyonunun belirsiz ifadelerini açık hale getirmek ve kötüye kullanılmasını önlemek için yürüttüğü bu ve benzeri çabalara rağmen, bölgedeki gücünü ve etkinliğini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. İki savaş arası dönem, bir yandan Yahudilerin Filistin’de ulusal bir yurdun ötesinde, bir Yahudi devleti kurulması için yürüttüğü çabalara, diğer yandan da Arapların, Yahudilerin bu amaçlarını gerçekleştirmelerini engelleme girişimlerine sahne oldu. Filistin’deki Araplar ile Yahudilerin 1920, 1921 ve 1929’da üç kez çatışmaları, bu çatışmaların önlenmesinde İngiliz güçlerinin etkisiz kalışı ve Avrupa’da Yahudi karşıtlığının güçlenmesiyle de ilişkili bir biçimde, bölgeye göç eden Yahudilerin nüfus dengesini altüst etmesi, sorunu 1930’lardan itibaren içinden çıkılmaz hale getirdi. Böylelikle, siyasal alanda alınan kimi kararların, alınma sürecindeki kolaylık kadar basit çözülemeyeceği ve kontrol dışına (out of control) çıkabilecek sonuçlara gebe olabileceği görülmektedir.   

İngiltere zaman zaman askeri güç kullanarak, zaman zaman da soruna siyasi çözüm önerileri getiren “Beyaz Kitap”lar yayınlayarak, Filistin’de ortaya çıkan durumu ortadan kaldırmaya çalıştıysa da, bunlar ne Yahudi ne de Arap toplumunu ve siyasi liderlerini tatmin etti. Gerginlik ve çatışma ortamı İkinci dünya savaşı sırasında da sürdü. Savaş sonrasında, Milletler Cemiyeti döneminden Birleşmiş Milletlere miras kalan en önemli ve en karmaşık konulardan birisi olarak Filistin sorunu bu örgütün gündemini yoğun bir biçimde işgal etmeye başladı.   

  İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin sorununun çözüme ulaştırılması için İngiltere ve ABD’nin yürüttüğü çabalar sonuç vermeyince, İngiltere konuyu 2 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler gündemine getirdi. BM Genel Kurulu, 15 Mayıs 1947’de “Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komisyonu” adlı özel bir çalışma grubunun kurulup, rapor hazırlamasına karar verdi. B.M. Filistin Komisyonu, 16 Haziran-24 Temmuz tarihleri arasında bizatihi Filistin'de yaptığı incelemelerden sonra, Ağustos ayında raporunu yayınladı. Komisyon, 1 Eylül 1947’de BM Genel Sekreterine teslim ettiği raporda, oyçokluğuyla kabul edilen bir “Çoğunluk Planı” ve birkaç üye tarafından desteklenen bir de “Azınlık Planı” yer alıyordu. Oybirliğiyle benimsenen ilkelere göre, manda yönetimi derhal sona erdirilecek ve Filistin’in bağımsızlığı kabul edilecekti. “Çoğunluk Planı”na göre, bağımsız Filistin Devleti aralarında ekonomik birlik bulunan Arap ve Yahudi devletleri şeklinde ikiye bölünecek, Kudüs şehri ise uluslar arası denetim altında tutulacaktı. “Azınlık Planı”ndaysa, Filistin’in, başkenti Kudüs olan ve Arap ve Yahudi fenere bölümlerinden oluşan federal bir yapıya sahip olması öngörülüyordu.   

   Araplar, Filistin toprakları üzerinde ancak bağımsız bir Arap devletinin kurulmasından yana olduklarını dile getirerek, taksim fikrine baştan karşı çıktılar. Fakat ABD ve SSCB’nin 10 Kasım 1947’de Filistin’in taksim edilmesi yönündeki öneriye destek vermelerini açıklamalarından ve İngiltere’nin 13 Kasımda, Filistin’deki askerlerini kademeli olarak çekerek14 Mayıs 1948 günü manda yönetimini sona erdireceğini bildirmesinden sonra, 29 Kasımda BM Genel Kurulunda yapılan oylamada Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksim edilmesine karar verildi.   Türkiye, Filistin Sorununun BM’de görüşülme sürecinde, Truman Doktrinini ilanına kadar izlediği dış politikanın genel eğilimine uygun olarak, taksim fikrine karşı çıkan Arap ülkelerinin yanında yer aldı. Bağımsız bir Filistin Arap Devletinin kurulmasını destekledi. Taksim kararının oylanmasında Türkiye, aralarında 6 Arap ülkesinin de bulunduğu 12 ülkeyle birlikte ret oyu kulandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin bile taksimden yana oy kullandığı bir ortamda, Türkiye’nin Arap dünyasında verdiği destek, Araplar tarafından şükranla karşılandı. Batılı yayın organları Türkiye’nin bu desteğini “Müslüman Kardeşliği”nin bir yansıması olarak değerlendirdiler.   

BM Genel Kurulu’nun Filistin’in taksimi kararını almasından hemen sonra, Filistin’deki Arap ve Yahudi toplumları arasında çatışmalar çıktı.  Aralık 1947 – Nisan 1948 döneminde dört kez toplanan Arap Birliği, Filistin’in bölünmesine karşı çıkan ve kararın gerekirse silah kullanılarak önlenmesini öngören bir dizi karar aldı. Aynı dönemde, Filistin’de faaliyet gösteren Haganah, İrgun ve Stern adlı Yahudi terör örgütleri sivil Arap halkını hedef alan eylemlerini artırdı. Bu durum Arapların da Yahudi sivillere yönelik eylemler düzenlemelerine yol açtı. Filistin’deki çatışmalar ve karşılıklı terör eylemleri sonucunda Araplar, çoğunlukta oldukları birçok yerleşim birimini Yahudilere terk etmek zorunda kaldılar. 14 Mayıs 1948’de, İngiliz manda yönetiminin sona ermesinden birkaç saat önce Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Konseyi, Filistin’de bağımsız bir İsrail Devletinin kurulduğunu ilan etti. İsrail Devleti, bağımsızlığını ilan etmesinden çok kısa bir süre (11 dakika) sonra ABD tarafından tanındı. SSCB de 17 Mayısta yeni devleti tanıdığını açıkladı. Türkiye ise Filistin’de, bir Arap Devleti olmaksızın kurulan İsrail Devletini endişe ve temkinle karşıladı. Hükümet kamuoyuna yansıyan şekliyle iki temel nedenden ötürü İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkmaktaydı:    Birincisi, Filistin sorunu MC ve BM sistemleri içerisinde uzun yıllardır çözülmeye çalışılmış, fakat giderek içinden çıkılmaz bir hal almıştı. En karmaşık bir noktaya ulaştığı dönemde, Arapların tüm muhalefetine rağmen Yahudilerin bir devlet kurması, Filistin’de barışa ulaşılmasını daha da güçleştirecekti. BM görüşmeleri sırasında Araplardan desteğini esirgemeyen Türkiye, baştan beri karşı olduğu bir sonucun ortaya çıkmasını memnuniyetsizlikle karşılamaktaydı.   İkincisi, Türkiye, kendisine çok yakın bir coğrafi bölgede kurulan İsrail’in, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmaya başlayan iki bloktan hangisi içinde yer alacağı konusunda derin şüpheler taşıyordu.    

İsrail’in bağımsızlık kararının hemen ardından Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak orduları Filistin’e girdiler. Sayıca İsrail ordularından üstün olmalarına rağmen, tecrübesiz ve eşgüdümden yoksun Arap orduları önemli bir başarı sağlayamadılar. Savaş devam ederken BM Genel Kurulu, 12 Aralık 1948’de ABD, Fransa ve Türkiye temsilcilerinden oluşan Filistin Uzlaştırma Komisyonunun kurulmasına karar verdi. Komisyonun bu üç devletten oluşmasının arkasında, ABD’nin Yahudi yanlısı, Fransa’nın tarafsız, Türkiye’nin ise Arap yanlısı bir tutum içine girerek komisyon çalışmalarının dengeli olmasını sağlamaları hedeflenmişti. Fakat Arap yanlısı olmak bir yana, Arap devletlerinin karşı çıktığı bu komisyonun kuruluşunu destekleyen ve komisyon üyeliğini kabul eden Türkiye, İsrail’in bağımsızlığına ilişkin tutum değişikliğinin ilk işaretlerini veriyordu.   

Bu tutum değişikliğinin arkasında, Truman Doktrininin ilan edilmesi ve Marshall Planının yürürlüğe sokulmasından sonra Türk dış politikasının önceliklerinin değişmesi ve Batı’ya daha yakın bir çizgiye oturmasının payı büyüktü. Türkiye, Komisyon üyeliği süresince, özellikle Filistin’in taksimi görüşmeleri sırasında yoğunlaştırdığı Arap yanlısı politikadan uzaklaşarak, tarafları uzlaştırmayı amaçlayan, tarafsız bir yaklaşım içine girdi. Türkiye’nin Filistin Uzlaştırma Komisyonu üyeliği, Arap devletleriyle uzun yıllar sürecek diplomatik soğukluğun başlangıç noktasını oluşturdu. Türkiye, Filistin Uzlaştırma Komisyonundaki görevinin devam ettiği bir sırada, 28 Mart 1949’da İsrail’i resmen tanıyan ilk Müslüman ülke oldu. İsrail’in tanınması kararının alınmasında üç temel neden vardı:   

Birincisi, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında izlemeye başladığı Batı yanlısı dış politika, bu kararın alınmasını gerektirmekteydi. Kuruluş çalışmaları devam eden NATO’ya üye olmayı arzulayan Türkiye, dış politikasını muhtemel müttefikleriyle uyumlaştırmayı zorunlu görmekteydi.   

İkincisi, İsrail’in kuruluşundan sonra yaşanan gelişmeler bu devletin bölgede bir Sovyet uydusu olabileceği yönünde Türkiye’de dile getirilen endişelerin yersiz olduğunu gösterdi. İsrail, SSCB’nin gizli müttefiki olmadığını, ABD ile kurduğu ilişkiyle ortaya koydu.   

Üçüncüsü, Türkiye’de devletçi-seçkinci aydınlar, hükümetin Arap yanlısı politikasını giderek artan biçimde eleştiriler geliştirmekteydiler. Türk aydınlarına göre, İsrail’in, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki düşmanlarıyla çarpışarak kurulmuş olması, Orta Doğu diplomasisinde yüzyıllardır geçerli olan “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı çerçevesinde bu devletle sıcak ilişkiler kurulmasını gerektiriyordu.   

Türkiye’ni İsrail’i tanıma kararı almasından yaklaşık bir yıl sonra, 9 Mart 1950’de iki devlet arasında, elçiler düzeyinde diplomatik ilişkiler kuruldu. Buna paralel olarak iki ülke arasındaki ilişkiler de çeşitlenmeye başladı. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin gelişmesinin dört temel nedeninden bahsetmek mümkündür:   

Birincisi, iki ülke arasında bazı benzerliklerin bulunmasıydı. Her iki ülke de, Orta Doğu gibi dinsel unsurların ön planda tutulduğu bir bölgede laik devlet modelini benimseyerek kurulmuşlardı. Öte yandan, her iki ülke de Batı tipi gelişmeye yönelmişlerdi. Türkiye ve İsrail’de bir yandan siyasal alanda parlamenter demokrasi yerleştirilmeye çalıştırılırken, bir yandan da Batı tipi ekonomik kalkınma modellerinin uygulanmasına çalışılmaktaydı.   

İkincisi, İngiltere’nin Orta Doğu’daki konumunu devralan ABD’ni bu bölgeye hızlı bir giriş yaparak, özellikle İsrail’le sıcak ilişkiler kurmasının Türkiye’de yol açtığı etkiydi. Türk yöneticileri ABD ile ilişkileri geliştirme konusunda İsrail’le dirsek teması kurmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Nitekim Washington’daki karar vericiler üzerinde son derece etkili olan Yahudi lobisinin de desteğinin sağlanması gerektiğine inanmaları, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini şekillendiren unsurlardan birisi oldu.   

Üçüncüsü, Kore Savaşı’nda Arap devletlerinin sergilediği muhalif tutumun Türkiye’yi rahatsız etmesiydi.   

Dördüncüsü, İsrail’in de en az Türkiye kadar, ikili ilişkilerin geliştirilmesine önem vermesiydi. Nitekim bazı İsrailli devlet adamları Türkiye’nin, Arap devletleriyle İsrail arasındaki sorunların çözümünde yardımcı olabileceğini de düşünmekte İdiler.   1956 yılına gelindiğinde ortaya çıkan Süveyş Krizi sırasında Türkiye’nin İsrail’e yönelik tutumu sert olmuş, Türk elçisi geri çağrılmış ve diplomatik ilişkiler maslahatgüzar seviyesinde 1980’de ikinci kâtiplik düzeyine inene kadar seyretmiştir.   

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE İKİLİ İLİŞKİLER   

İsrail, Orta Doğu’da her zaman “radikal” diye nitelediği Arap rejimlerine karşı müttefikler bulma politikası izlemiş ve bu çerçeve içerisinde Türkiye ve İran ile yakın ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Bu ülkelerden İran 1979 Devriminden sonra İsrail’in en fazla tehdit algıladığı ülkelerin başında yer aldı. Türkiye ABD ile olan yakın ilişkileri ile İsrail için güvenilir bir ülke konumundaydı. Türkiye, Soğuk Savaş dönemi boyunca geleneksel dış politika olarak adlandırılan bir dış politika ile Orta Doğu’dan ve bölgenin sorunlarından mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişiminde 70’ler boyunca gözlenen soğukluk, 80’lerin büyük bölümünde de devam etti. Bu durumun başlıca iki nedeni vardı: İsrail’in bölgedeki tek taraflı eylemlerinin Ankara’da doğurduğu rahatsızlık ve Filistinlilerin 1987’de başlattığı İntifada hareketinin Türk kamuoyunda yakından takip edilmesi. Camp David anlaşmasından sonra Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların çözülme yoluna girildiğinin sanıldığı bir dönemde, İsrail’in giriştiği, bölgesel istikrarı tehdit edici eylemler tüm dünyada şaşkınlık yarattı. 1978’den itibaren Batı Şeria’da Yahudi yerleşim bölgeleri kurmaya başlayan İsrail, Temmuz 1980’de Doğu Kudüs’ü, Aralık 1981’de Golan Tepelerini ilhak etti. Bu arada İsrail’in başkenti Tel-Aviv’den Kudüs’e taşındı.    

Doğu Kudüs’ün ilhakı ve Kudüs’ün başkent ilan edilmesi BM Güvenlik Konseyinin 476 ve 478 sayılı kararlarıyla hükümsüz bir eylem olarak nitelendi. Türkiye ise kınamanın da ötesinde, ilişkilerdeki soğukluğu güçlendiren iki önemli hamleyle İsrail’e tepkisini gösterdi. 28 Ağustos 1980’de Kudüs başkonsolosluğunu kapattı ve 2 Aralık 1980’de Tel-Aviv’deki maslahatgüzarlığını ikinci kâtiplik düzeyine indirdi.   

SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE İLİŞKİLER   

1990’lı yıllarda dünya, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan laik ve demokratik sistemi benimsemiş Türkiye ile Yahudi devleti olan İsrail arasında iyi ilişkiler sürecine tanık olmuştur. Ortak çıkarlara sahip olma iki ülkeye işbirliği getirdi; askeri anlaşmalar, ortak tatbikatlar ve üst düzey yönetici ziyaretleri de bu ilişkiye destekledi. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin ilerlemesi ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni konjonktürün koşullarında, Körfez Savaşı ve Orta Doğu’da onu izleyen gelişmelerle ve Filistin sorununun çözümüne yönelik umut doğuran adımların atılmasıyla mümkün olmuştur.    

Türkiye’nin 1990’da Tel-Aviv’deki diplomatik temsilciliğini tekrar büyükelçilik düzeyine yükseltmesi, 1991’de Orta Doğu Barış Sürecinin en önemli kilometre taşlarından olan Madrid Konferansının ardından 31 Aralık 1991’de Ankara’daki Filistin ve İsrail temsilciliklerinin aynı anda büyükelçiliğe yükseltilmesi ve 1980’den beri kapalı olan Kudüs’teki Türk başkonsolosluğunun da 1992’de yeniden açılması ikili ilişkilerdeki gelişmeleri kanıtlar nitelikteki diplomatik adımlardır. İlişkilerdeki bu canlanmanın beş temel nedeni vardır:   

Birincisi, Filistinliler ve İsrail arasında temkinli bir havada da olsa başlatılmış bulunan diyalog süreci, adil ve kalıcı bir Orta Doğu barışı için ümitleri artırmıştı. Türkiye böyle bir ortamda, resmen tanıdığı her iki tarafla da ilişkilerini geliştirerek, ileride ortaya çıkabilecek yeni Orta Doğu coğrafyası için sağlam dostluklar kurmak istiyordu.   

İkincisi, Özal döneminde ABD ile ilişkilerin en üst düzeye çıkarılması için yürütülen girişimlere paralel olarak, İsrail’le dirsek teması sağlandı. Çünkü, Amerikan Kongresi üzerinde son derece etkili olan Ermeni ve Rum lobilerine karşı Yahudi lobisinin desteği isteniyordu.   

Üçüncüsü, PKK eylemlerinin Suriye, İran ve Irak tarafından desteklenmesi, Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunu ve İran rejiminin Türkiye’de neden olduğu rahatsızlık, Türkiye’yi bölgede işbirliği yapabileceği ülkeler aramaya yöneltti. Bu üç ülkeyle de benzer sorunları olan ve doğrudan bir sorunu olmayan İsrail’le yakınlaşma sürecine girildi.   

Dördüncüsü, Türkiye’de Refah Partisi’nin yükselişine paralel olarak Orta Doğu’daki İslam ülkeleriyle daha sıkı ekonomik ve siyasi ilişkiler kurulma fikrinin, antitez olarak, siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’den daha alt düzeyde olan İslam ülkeleriyle yakınlaşma çabalarının bu ülkeyi cumhuriyetin başından itibaren hedef seçilen Batılılaşma ve çağdaşlaşma hedefinden uzaklaşacağını savunan görüşleri tetiklemesi,   

Beşinci ve en önemlisi, kurmaya çalıştığı “Yeni Dünya Düzeni” için ABD’nin bölgede sağlam müttefiklere ihtiyacı vardı. Bu noktada ABD, uzun yıllardır üst düzeyde siyasi ve askeri ilişkiler yürüttüğü, Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin yoğunlaştırılmasını ve böylece, bölgede Batı yanlısı iki demokrasinin desteğinin sağlanması için her iki tarafı da teşvik edici girişimlerini artırdı. Öte yandan, Türkiye ve İsrail, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin kendilerine verdiği stratejik önemi yitirebilecekleri endişesini taşıyorlardı.   



***