7 Ekim 2017 Cumartesi

Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci., İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI BÖLÜM 1



   Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci.,                 İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI BÖLÜM 1




Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci


























İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI   

İsrail devletinin kurulma sürecini Filistin sorununun temellerini teşkil eden, Birinci Dünya Savaşı’nda Batılı devletlerin Osmanlı Devletini parçalamak için yürüttükleri politikalara götürebiliriz. İngiltere ve Fransa 16 Mayıs 1916’da gizli Sykes-Picot Anlaşması imzalayarak Osmanlı devletinin Orta Doğu’daki topraklarını paylaşmışlardı. Bu anlaşmaya göre, Akka’dan itibaren, Beyrut da dahil olmak üzere, kuzeye doğru Suriye’nin tüm kıyı şeridi ile Adana ve Mersin (Suriye hinterlandı ve Musul vilayeti) Fransa’ya, Bağdat-Basra arasındaki Dicle-Fırat bölgesi (Filistin ve İran arasındaki bölge) de İngiltere’ye bırakılıyordu.  Anlaşmada Filistin’in hangi devletin egemenliğine verileceği konusu düzenlenmemişti. İngiltere, savaş sonrası düzende Filistin bölgesinin kendi etki alanına (sphere of influence) girmesi için yoğun bir faaliyet yürüttü. Bu dönemde İngiltere’nin bölgeyle ilgili politikası, İngiltere Siyonist Derneği Federasyonu Başkanı Lord Rothschild’in girişimlerinden etkilenmekteydi. Lord Rothschild’in 2 Kasım 1917’de kaleme aldığı ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un imzasıyla yayınlanan deklarasyon, gerek Filistin Sorununun gelişim süreci içerisinde gerekse de İsrail devletinin kurulması yönünde çok önemli bir yer işgal etti. Balfour Deklarasyonunda, “Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu amacın gerçekleşmesi için her türlü çabayı harcayacaktır” denilmekteydi. Her ne kadar deklarasyonda, Yahudiler için ulusal bir yurt kurulmasının, bu ülkede yaşayan ve Yahudi olmayan toplumların medeni ve dinsel haklarını hiçbir şekilde ihlal etmeyeceği ifade ediliyorsa da, Yahudilerin siyasal hakları ön plana çıkartılıyordu.   

Filistin üzerindeki belirsizlik, Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda aşılmaya çalışıldı. Sykes-Picot’yu değiştiren İngiltere ve Fransa; Suriye ve Lübnan’ın Fransız “mandası”na, Filistin, Ürdün (Mavera-i Ürdün) ve Irak’ın da İngiliz mandasına sokulmasını kabul ettiler. İngiltere’nin manda yönetimi altında Filistin’e göç eden Yahudilerin sayısında hızlı bir tırmanış görüldü. 1920-1922 döneminde bölgeye 25.000 Yahudi geldi.   İngiltere, 3 Haziran 1922’de Dünya Siyonist Örgütüne bir açıklama göndererek, Balfour Deklarasyonu’nun bir Yahudi Filistin yaratmayı amaçlamadığını, Yahudiler için sadece ulusal bir yurdun tesis edilmesinin söz konusun olduğunu, üstelik İngiliz hükümetinin belgedeki egemenliğini Yahudi örgütleriyle paylaşmak niyetinde olmadığı bildirdi. İngiltere’ye göre Filistin’de yaşayan herkes Filistin vatandaşıydı. 

   Yahudiler ise geniş Filistin nüfusu içerisinde ancak bir topluluk olarak nitelendirilebilirdi. Milletler Cemiyeti Konseyi de Filistin’in geleceğine yönelik 24 Temmuz 1922 tarihli kararında İngiltere hükümetinin yaklaşımını aynen benimsedi. İngiltere, Balfour Deklarasyonunun belirsiz ifadelerini açık hale getirmek ve kötüye kullanılmasını önlemek için yürüttüğü bu ve benzeri çabalara rağmen, bölgedeki gücünü ve etkinliğini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. İki savaş arası dönem, bir yandan Yahudilerin Filistin’de ulusal bir yurdun ötesinde, bir Yahudi devleti kurulması için yürüttüğü çabalara, diğer yandan da Arapların, Yahudilerin bu amaçlarını gerçekleştirmelerini engelleme girişimlerine sahne oldu. Filistin’deki Araplar ile Yahudilerin 1920, 1921 ve 1929’da üç kez çatışmaları, bu çatışmaların önlenmesinde İngiliz güçlerinin etkisiz kalışı ve Avrupa’da Yahudi karşıtlığının güçlenmesiyle de ilişkili bir biçimde, bölgeye göç eden Yahudilerin nüfus dengesini altüst etmesi, sorunu 1930’lardan itibaren içinden çıkılmaz hale getirdi. Böylelikle, siyasal alanda alınan kimi kararların, alınma sürecindeki kolaylık kadar basit çözülemeyeceği ve kontrol dışına (out of control) çıkabilecek sonuçlara gebe olabileceği görülmektedir.   

İngiltere zaman zaman askeri güç kullanarak, zaman zaman da soruna siyasi çözüm önerileri getiren “Beyaz Kitap”lar yayınlayarak, Filistin’de ortaya çıkan durumu ortadan kaldırmaya çalıştıysa da, bunlar ne Yahudi ne de Arap toplumunu ve siyasi liderlerini tatmin etti. Gerginlik ve çatışma ortamı İkinci dünya savaşı sırasında da sürdü. Savaş sonrasında, Milletler Cemiyeti döneminden Birleşmiş Milletlere miras kalan en önemli ve en karmaşık konulardan birisi olarak Filistin sorunu bu örgütün gündemini yoğun bir biçimde işgal etmeye başladı.   

  İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin sorununun çözüme ulaştırılması için İngiltere ve ABD’nin yürüttüğü çabalar sonuç vermeyince, İngiltere konuyu 2 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler gündemine getirdi. BM Genel Kurulu, 15 Mayıs 1947’de “Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komisyonu” adlı özel bir çalışma grubunun kurulup, rapor hazırlamasına karar verdi. B.M. Filistin Komisyonu, 16 Haziran-24 Temmuz tarihleri arasında bizatihi Filistin'de yaptığı incelemelerden sonra, Ağustos ayında raporunu yayınladı. Komisyon, 1 Eylül 1947’de BM Genel Sekreterine teslim ettiği raporda, oyçokluğuyla kabul edilen bir “Çoğunluk Planı” ve birkaç üye tarafından desteklenen bir de “Azınlık Planı” yer alıyordu. Oybirliğiyle benimsenen ilkelere göre, manda yönetimi derhal sona erdirilecek ve Filistin’in bağımsızlığı kabul edilecekti. “Çoğunluk Planı”na göre, bağımsız Filistin Devleti aralarında ekonomik birlik bulunan Arap ve Yahudi devletleri şeklinde ikiye bölünecek, Kudüs şehri ise uluslar arası denetim altında tutulacaktı. “Azınlık Planı”ndaysa, Filistin’in, başkenti Kudüs olan ve Arap ve Yahudi fenere bölümlerinden oluşan federal bir yapıya sahip olması öngörülüyordu.   

   Araplar, Filistin toprakları üzerinde ancak bağımsız bir Arap devletinin kurulmasından yana olduklarını dile getirerek, taksim fikrine baştan karşı çıktılar. Fakat ABD ve SSCB’nin 10 Kasım 1947’de Filistin’in taksim edilmesi yönündeki öneriye destek vermelerini açıklamalarından ve İngiltere’nin 13 Kasımda, Filistin’deki askerlerini kademeli olarak çekerek14 Mayıs 1948 günü manda yönetimini sona erdireceğini bildirmesinden sonra, 29 Kasımda BM Genel Kurulunda yapılan oylamada Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksim edilmesine karar verildi.   Türkiye, Filistin Sorununun BM’de görüşülme sürecinde, Truman Doktrinini ilanına kadar izlediği dış politikanın genel eğilimine uygun olarak, taksim fikrine karşı çıkan Arap ülkelerinin yanında yer aldı. Bağımsız bir Filistin Arap Devletinin kurulmasını destekledi. Taksim kararının oylanmasında Türkiye, aralarında 6 Arap ülkesinin de bulunduğu 12 ülkeyle birlikte ret oyu kulandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin bile taksimden yana oy kullandığı bir ortamda, Türkiye’nin Arap dünyasında verdiği destek, Araplar tarafından şükranla karşılandı. Batılı yayın organları Türkiye’nin bu desteğini “Müslüman Kardeşliği”nin bir yansıması olarak değerlendirdiler.   

BM Genel Kurulu’nun Filistin’in taksimi kararını almasından hemen sonra, Filistin’deki Arap ve Yahudi toplumları arasında çatışmalar çıktı.  Aralık 1947 – Nisan 1948 döneminde dört kez toplanan Arap Birliği, Filistin’in bölünmesine karşı çıkan ve kararın gerekirse silah kullanılarak önlenmesini öngören bir dizi karar aldı. Aynı dönemde, Filistin’de faaliyet gösteren Haganah, İrgun ve Stern adlı Yahudi terör örgütleri sivil Arap halkını hedef alan eylemlerini artırdı. Bu durum Arapların da Yahudi sivillere yönelik eylemler düzenlemelerine yol açtı. Filistin’deki çatışmalar ve karşılıklı terör eylemleri sonucunda Araplar, çoğunlukta oldukları birçok yerleşim birimini Yahudilere terk etmek zorunda kaldılar. 14 Mayıs 1948’de, İngiliz manda yönetiminin sona ermesinden birkaç saat önce Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Konseyi, Filistin’de bağımsız bir İsrail Devletinin kurulduğunu ilan etti. İsrail Devleti, bağımsızlığını ilan etmesinden çok kısa bir süre (11 dakika) sonra ABD tarafından tanındı. SSCB de 17 Mayısta yeni devleti tanıdığını açıkladı. Türkiye ise Filistin’de, bir Arap Devleti olmaksızın kurulan İsrail Devletini endişe ve temkinle karşıladı. Hükümet kamuoyuna yansıyan şekliyle iki temel nedenden ötürü İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkmaktaydı:    Birincisi, Filistin sorunu MC ve BM sistemleri içerisinde uzun yıllardır çözülmeye çalışılmış, fakat giderek içinden çıkılmaz bir hal almıştı. En karmaşık bir noktaya ulaştığı dönemde, Arapların tüm muhalefetine rağmen Yahudilerin bir devlet kurması, Filistin’de barışa ulaşılmasını daha da güçleştirecekti. BM görüşmeleri sırasında Araplardan desteğini esirgemeyen Türkiye, baştan beri karşı olduğu bir sonucun ortaya çıkmasını memnuniyetsizlikle karşılamaktaydı.   İkincisi, Türkiye, kendisine çok yakın bir coğrafi bölgede kurulan İsrail’in, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmaya başlayan iki bloktan hangisi içinde yer alacağı konusunda derin şüpheler taşıyordu.    

İsrail’in bağımsızlık kararının hemen ardından Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak orduları Filistin’e girdiler. Sayıca İsrail ordularından üstün olmalarına rağmen, tecrübesiz ve eşgüdümden yoksun Arap orduları önemli bir başarı sağlayamadılar. Savaş devam ederken BM Genel Kurulu, 12 Aralık 1948’de ABD, Fransa ve Türkiye temsilcilerinden oluşan Filistin Uzlaştırma Komisyonunun kurulmasına karar verdi. Komisyonun bu üç devletten oluşmasının arkasında, ABD’nin Yahudi yanlısı, Fransa’nın tarafsız, Türkiye’nin ise Arap yanlısı bir tutum içine girerek komisyon çalışmalarının dengeli olmasını sağlamaları hedeflenmişti. Fakat Arap yanlısı olmak bir yana, Arap devletlerinin karşı çıktığı bu komisyonun kuruluşunu destekleyen ve komisyon üyeliğini kabul eden Türkiye, İsrail’in bağımsızlığına ilişkin tutum değişikliğinin ilk işaretlerini veriyordu.   

Bu tutum değişikliğinin arkasında, Truman Doktrininin ilan edilmesi ve Marshall Planının yürürlüğe sokulmasından sonra Türk dış politikasının önceliklerinin değişmesi ve Batı’ya daha yakın bir çizgiye oturmasının payı büyüktü. Türkiye, Komisyon üyeliği süresince, özellikle Filistin’in taksimi görüşmeleri sırasında yoğunlaştırdığı Arap yanlısı politikadan uzaklaşarak, tarafları uzlaştırmayı amaçlayan, tarafsız bir yaklaşım içine girdi. Türkiye’nin Filistin Uzlaştırma Komisyonu üyeliği, Arap devletleriyle uzun yıllar sürecek diplomatik soğukluğun başlangıç noktasını oluşturdu. Türkiye, Filistin Uzlaştırma Komisyonundaki görevinin devam ettiği bir sırada, 28 Mart 1949’da İsrail’i resmen tanıyan ilk Müslüman ülke oldu. İsrail’in tanınması kararının alınmasında üç temel neden vardı:   

Birincisi, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında izlemeye başladığı Batı yanlısı dış politika, bu kararın alınmasını gerektirmekteydi. Kuruluş çalışmaları devam eden NATO’ya üye olmayı arzulayan Türkiye, dış politikasını muhtemel müttefikleriyle uyumlaştırmayı zorunlu görmekteydi.   

İkincisi, İsrail’in kuruluşundan sonra yaşanan gelişmeler bu devletin bölgede bir Sovyet uydusu olabileceği yönünde Türkiye’de dile getirilen endişelerin yersiz olduğunu gösterdi. İsrail, SSCB’nin gizli müttefiki olmadığını, ABD ile kurduğu ilişkiyle ortaya koydu.   

Üçüncüsü, Türkiye’de devletçi-seçkinci aydınlar, hükümetin Arap yanlısı politikasını giderek artan biçimde eleştiriler geliştirmekteydiler. Türk aydınlarına göre, İsrail’in, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki düşmanlarıyla çarpışarak kurulmuş olması, Orta Doğu diplomasisinde yüzyıllardır geçerli olan “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı çerçevesinde bu devletle sıcak ilişkiler kurulmasını gerektiriyordu.   

Türkiye’ni İsrail’i tanıma kararı almasından yaklaşık bir yıl sonra, 9 Mart 1950’de iki devlet arasında, elçiler düzeyinde diplomatik ilişkiler kuruldu. Buna paralel olarak iki ülke arasındaki ilişkiler de çeşitlenmeye başladı. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin gelişmesinin dört temel nedeninden bahsetmek mümkündür:   

Birincisi, iki ülke arasında bazı benzerliklerin bulunmasıydı. Her iki ülke de, Orta Doğu gibi dinsel unsurların ön planda tutulduğu bir bölgede laik devlet modelini benimseyerek kurulmuşlardı. Öte yandan, her iki ülke de Batı tipi gelişmeye yönelmişlerdi. Türkiye ve İsrail’de bir yandan siyasal alanda parlamenter demokrasi yerleştirilmeye çalıştırılırken, bir yandan da Batı tipi ekonomik kalkınma modellerinin uygulanmasına çalışılmaktaydı.   

İkincisi, İngiltere’nin Orta Doğu’daki konumunu devralan ABD’ni bu bölgeye hızlı bir giriş yaparak, özellikle İsrail’le sıcak ilişkiler kurmasının Türkiye’de yol açtığı etkiydi. Türk yöneticileri ABD ile ilişkileri geliştirme konusunda İsrail’le dirsek teması kurmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Nitekim Washington’daki karar vericiler üzerinde son derece etkili olan Yahudi lobisinin de desteğinin sağlanması gerektiğine inanmaları, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini şekillendiren unsurlardan birisi oldu.   

Üçüncüsü, Kore Savaşı’nda Arap devletlerinin sergilediği muhalif tutumun Türkiye’yi rahatsız etmesiydi.   

Dördüncüsü, İsrail’in de en az Türkiye kadar, ikili ilişkilerin geliştirilmesine önem vermesiydi. Nitekim bazı İsrailli devlet adamları Türkiye’nin, Arap devletleriyle İsrail arasındaki sorunların çözümünde yardımcı olabileceğini de düşünmekte İdiler.   1956 yılına gelindiğinde ortaya çıkan Süveyş Krizi sırasında Türkiye’nin İsrail’e yönelik tutumu sert olmuş, Türk elçisi geri çağrılmış ve diplomatik ilişkiler maslahatgüzar seviyesinde 1980’de ikinci kâtiplik düzeyine inene kadar seyretmiştir.   

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE İKİLİ İLİŞKİLER   

İsrail, Orta Doğu’da her zaman “radikal” diye nitelediği Arap rejimlerine karşı müttefikler bulma politikası izlemiş ve bu çerçeve içerisinde Türkiye ve İran ile yakın ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Bu ülkelerden İran 1979 Devriminden sonra İsrail’in en fazla tehdit algıladığı ülkelerin başında yer aldı. Türkiye ABD ile olan yakın ilişkileri ile İsrail için güvenilir bir ülke konumundaydı. Türkiye, Soğuk Savaş dönemi boyunca geleneksel dış politika olarak adlandırılan bir dış politika ile Orta Doğu’dan ve bölgenin sorunlarından mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişiminde 70’ler boyunca gözlenen soğukluk, 80’lerin büyük bölümünde de devam etti. Bu durumun başlıca iki nedeni vardı: İsrail’in bölgedeki tek taraflı eylemlerinin Ankara’da doğurduğu rahatsızlık ve Filistinlilerin 1987’de başlattığı İntifada hareketinin Türk kamuoyunda yakından takip edilmesi. Camp David anlaşmasından sonra Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların çözülme yoluna girildiğinin sanıldığı bir dönemde, İsrail’in giriştiği, bölgesel istikrarı tehdit edici eylemler tüm dünyada şaşkınlık yarattı. 1978’den itibaren Batı Şeria’da Yahudi yerleşim bölgeleri kurmaya başlayan İsrail, Temmuz 1980’de Doğu Kudüs’ü, Aralık 1981’de Golan Tepelerini ilhak etti. Bu arada İsrail’in başkenti Tel-Aviv’den Kudüs’e taşındı.    

Doğu Kudüs’ün ilhakı ve Kudüs’ün başkent ilan edilmesi BM Güvenlik Konseyinin 476 ve 478 sayılı kararlarıyla hükümsüz bir eylem olarak nitelendi. Türkiye ise kınamanın da ötesinde, ilişkilerdeki soğukluğu güçlendiren iki önemli hamleyle İsrail’e tepkisini gösterdi. 28 Ağustos 1980’de Kudüs başkonsolosluğunu kapattı ve 2 Aralık 1980’de Tel-Aviv’deki maslahatgüzarlığını ikinci kâtiplik düzeyine indirdi.   

SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE İLİŞKİLER   

1990’lı yıllarda dünya, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan laik ve demokratik sistemi benimsemiş Türkiye ile Yahudi devleti olan İsrail arasında iyi ilişkiler sürecine tanık olmuştur. Ortak çıkarlara sahip olma iki ülkeye işbirliği getirdi; askeri anlaşmalar, ortak tatbikatlar ve üst düzey yönetici ziyaretleri de bu ilişkiye destekledi. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin ilerlemesi ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni konjonktürün koşullarında, Körfez Savaşı ve Orta Doğu’da onu izleyen gelişmelerle ve Filistin sorununun çözümüne yönelik umut doğuran adımların atılmasıyla mümkün olmuştur.    

Türkiye’nin 1990’da Tel-Aviv’deki diplomatik temsilciliğini tekrar büyükelçilik düzeyine yükseltmesi, 1991’de Orta Doğu Barış Sürecinin en önemli kilometre taşlarından olan Madrid Konferansının ardından 31 Aralık 1991’de Ankara’daki Filistin ve İsrail temsilciliklerinin aynı anda büyükelçiliğe yükseltilmesi ve 1980’den beri kapalı olan Kudüs’teki Türk başkonsolosluğunun da 1992’de yeniden açılması ikili ilişkilerdeki gelişmeleri kanıtlar nitelikteki diplomatik adımlardır. İlişkilerdeki bu canlanmanın beş temel nedeni vardır:   

Birincisi, Filistinliler ve İsrail arasında temkinli bir havada da olsa başlatılmış bulunan diyalog süreci, adil ve kalıcı bir Orta Doğu barışı için ümitleri artırmıştı. Türkiye böyle bir ortamda, resmen tanıdığı her iki tarafla da ilişkilerini geliştirerek, ileride ortaya çıkabilecek yeni Orta Doğu coğrafyası için sağlam dostluklar kurmak istiyordu.   

İkincisi, Özal döneminde ABD ile ilişkilerin en üst düzeye çıkarılması için yürütülen girişimlere paralel olarak, İsrail’le dirsek teması sağlandı. Çünkü, Amerikan Kongresi üzerinde son derece etkili olan Ermeni ve Rum lobilerine karşı Yahudi lobisinin desteği isteniyordu.   

Üçüncüsü, PKK eylemlerinin Suriye, İran ve Irak tarafından desteklenmesi, Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunu ve İran rejiminin Türkiye’de neden olduğu rahatsızlık, Türkiye’yi bölgede işbirliği yapabileceği ülkeler aramaya yöneltti. Bu üç ülkeyle de benzer sorunları olan ve doğrudan bir sorunu olmayan İsrail’le yakınlaşma sürecine girildi.   

Dördüncüsü, Türkiye’de Refah Partisi’nin yükselişine paralel olarak Orta Doğu’daki İslam ülkeleriyle daha sıkı ekonomik ve siyasi ilişkiler kurulma fikrinin, antitez olarak, siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’den daha alt düzeyde olan İslam ülkeleriyle yakınlaşma çabalarının bu ülkeyi cumhuriyetin başından itibaren hedef seçilen Batılılaşma ve çağdaşlaşma hedefinden uzaklaşacağını savunan görüşleri tetiklemesi,   

Beşinci ve en önemlisi, kurmaya çalıştığı “Yeni Dünya Düzeni” için ABD’nin bölgede sağlam müttefiklere ihtiyacı vardı. Bu noktada ABD, uzun yıllardır üst düzeyde siyasi ve askeri ilişkiler yürüttüğü, Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin yoğunlaştırılmasını ve böylece, bölgede Batı yanlısı iki demokrasinin desteğinin sağlanması için her iki tarafı da teşvik edici girişimlerini artırdı. Öte yandan, Türkiye ve İsrail, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin kendilerine verdiği stratejik önemi yitirebilecekleri endişesini taşıyorlardı.   



***

Büyük Kürdistan, Erişilebilir Bir Hedef Mi, Yoksa Bir Ütopya mı?


  Büyük Kürdistan, Erişilebilir Bir Hedef Mi, Yoksa Bir Ütopya mı? 




Soner Polat
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                     
Milli Güvenlik ve Dış Politika 
Araştırmaları Merkezi
05 Aralık 2014 Cuma

Batı ve bölgedeki temsilcisi İsrail uzun zamandan bu yana Ortadoğu’da bağımsız bir Kürt devleti kurmak için çaba sarf ediyor. Batı’nın hedefi,Kürdistan’ı Kuzey 
Irak’ta Barzani ailesi üzerinden hayata geçirmek. Barzani ailesinin İsrail ile olan özel ve gizli ilişkileri zaman zaman basın yayın organlarına da yansıyor. 
Kuzey Irak, ABD’nin Irak’a müdahale etmesinden bu yana, özellikle ekonomik yatırımların cazibe merkezi oldu. Ekonomik bir alt yapı tesis edilmeden 
devletleşme sürecinin tamamlanamayacağı biliniyor. Maalesef Türkiye ve içimizdeki gayrı milli sermaye, birkaç dolar için ülkemize pahalı bir bedel 
ödetecek bu sürece belki de en büyük desteği verdi. Bu süreç Barzani için söylenen, “Türkiye seninle gurur duyuyor!” çığlıkları ile zirve noktasına 
ulaştı.

Kuzey Irak’ta Barzani’nin Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDP) önündeki en büyük engel Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) idi. KYB, daha şehirli ve eğitimli bir tabana dayanıyordu. Asıl rekabet ekonomik kaynakların paylaşımında yaşanıyordu. Stratejik bir vizyona sahip (!) Türkiye, daha AKP 
iktidara gelmeden bu iki hizbi barıştırmak için çaba sarf ediyordu. Emperyalizmin kızarttığı ekmeğe yağ sürdüğümüzün farkında bile değildik. Ama 
yine de yapısal nedenlerle bu iki parti istenildiği gibi bir araya getirilemedi.

ABD’nin Irak’ı işgali emperyalizm açısından bu sorunun çözümü için altın bir fırsat doğurdu. Celal Talabani Irak Cumhurbaşkanı seçtirilerek Kuzey Irak’tan 
uzaklaştırıldı. Böylece Kürtler üzerinde Talabani’nin etkisi giderek azalırken, Barzani rakipsiz kaldı. Kuzey Irak yerel yönetiminde ağırlık bariz şekilde 
Barzani ailesinin eline geçti.

Çekirdek devlet Kuzey Irak’ta kurulacak ve zaman içinde Doğu, Batı ve Kuzeye doğru genişletilecekti. Bu maksatla terör faaliyetleri bir vasıta olarak 
kullanılacak, Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürtler kendi devletlerine karşı kışkırtılacaktı. İran ve Suriye’de terör eylemlerini bir türlü istedikleri 
boyutlara getirememişlerdi. Çünkü biz ne kadar antidemokratik olarak suçlasak da İran ve Suriye’de milli politikaları uygulayan yönetimler teröre göz 
açtırmıyordu. ABD ve AB’nin güdümüne giren Türkiye ise bölücü eylemlere izin vermeyi demokrasi sanan bir çizgiye getirilmişti. Ama kötü siyasetin bütün 
açıklarını TSK kapatıyor, inisiyatifi terör örgütüne bırakmıyordu.

Emperyalizm bu durum çerçevesinde yeni bir oyun kurguladı. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Kuzey Irak’ta PKK ve türevi olan terör örgütlerine yaşam alanı 
sağlayacak bir güvenli bölge yarattı. Böylece PKK Türkiye’nin, PJAK İran’ın, PYD ise Suriye’nin doğrudan baskısından kurtulacak ve geniş lojistik olanaklara 
kavuşacaktı. Ayrıca Batı bu terör örgütlerine doğrudan silah ve malzemeyi örtülü yöntemlerle verebileceği bir coğrafi alana da kavuşacaktı.

Barzani gönülsüz de olsa, emperyalizmin talebi doğrultusunda terör örgütlerinin Kuzey Irak’a yerleşmesini kabul etmek zorunda kaldı. Çünkü Kürtleri yönetme 
konusunda özellikle PKK’nın ihtirasını, teorik derinliğini ve silahlı mücadele tecrübesini biliyordu. Ama Batı da Büyük Kürdistan’ı kurmak için Türkiye, İran 
ve Suriye’nin terörle terbiye edilmesi gerektiğine inanıyordu. Ayrıca Barzani’yi PKK ile PKK’yı da Barzani ile denetim altında tutmak Batı’nın oyun kurgusundaki 
planlarından birisiydi. PKK Kuzey Irak’ı karıştırabilir, Barzani ise PKK’nın ikmal yollarını tıkayabilirdi.Böylece iki unsur, karşılıklı bağımlı hale getirildi. Batı’nın diğer bir hedefi ise Türkiye, İran ve Suriye’de terörü siyasallaştıracak yolların açık kalmasını sağlamaktı.

İran kuru gürültüye pabuç bırakmadı. PKK’nın İran kolu olan PJAK’a(Kürdistan Özgür Yaşam Partisi-PartiyaJiyana Azad a Kürdistane) nefes aldırmadı; Kandil 
dâhil her yerde, kayıplar vermesine rağmen PJAK’a ağır bir darbeindirdi. 

2010’dan itibaren PJAK İran’da eylem yapma yeteneğini kaybetti. Ayrıca 
bölücülüğe karşı ceza yasalarını ağırlaştırdı ve art arda idamlarla siyasi Kürkçülüğün önünü kesti. İran bu sorunda, topraklarının hedef aldığını gördü ve 
bir devlet gibi davrandı.

Suriye, PKK’nın Suriye kolu olan PYD’yi (Demokratik Birlik Partisi- Partiya Yekitiya Demokrat) denetim altında tutmak için çeşitli devlet uygulamaları 
yaptı. Kendisi için önemli bir tehdit haline gelmesine izin vermedi. Ancak Suriye’deki iç savaşın başlamasından sonra Özgür Suriye Ordusu, IŞİD, El Nusra ve türevi terör örgütleri ile savaşında kuvvetlerini bölmemek için Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerden çekilerek, buranın denetimini PYD’ye devretti. 

Buna karşılık PYD, Suriye rejimini desteklediğini açıkladı.

Türkiye ise ABD müdahalesi sonrasında, maalesef ne İran’ın ne de Suriye’nin gösterdiği dirayeti sergileyebildi. Sıfır noktasına gelen PKK terörünün Kuzey 
Irak’ta palazlanmasına ve topraklarına saldırmasına engel olamadığı gibi, terörün ve bölücü Kürtçülüğün siyasallaşmasının önünü açtı. AKP iktidar olduğunda analar ağlamıyordu. Uyguladığı yanlış politikalarla anaların 
ağlamasına neden olan AKP, “Analar ağlamasın!” diyerek PKK’nın doludizgin at koşturduğu açılım sürecini başlattı. Ergenekon, Balyoz ve TSK’yı hedef alan 
diğer isimli davalarla TSK önce pasifleştirildi, daha sonra devre dışına çıkarıldı. Terörle mücadelede yetki vali vesavcılara devredildi. Böylece 
Güneydoğu’da denetim altın tepsi ile Batı ve PKK’ya sunulmuş oldu.

Batı ve İsrail bu noktaya getirdiği Kürt hareketini, “İnsanlık için insanlık düşmanı IŞİD’e karşı savaşıyorlar!” söylemi ile dünya kamuoyunun gündemine soktu. Bu ise Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşmasından önceki süreci, Lord Byron’ları hatırlattı. Batı basın yayın organları, Selahaddin Eyyubi’nin (1137-1193) torunları (!) olan Kürtlerin, kafa kesen, kadınları taşlayan zalim cihadistlere karşı verdiği şanlı (!) mücadeleyi tefrikalarla yayımlamaya başladı. Kürtlerin insanlık idealleri (!) için savaştığı dile getirildi. Aslında Kürtlerin de Sünni inancına sahip olduğu, ama onların sağduyulu (!) ve fanatizmden uzak (!) oldukları pompalandı!

Batı, 1820’li yıllarda Yunanistan’ın kuruluş sürecinde Lord Byron (1788-1824) gibi şairleri ile oluşturduğu özgürlük (!) rüzgârlarını şimdi de sözde Kürdistan 
üzerinde estiriyor. Batı başkentleri Kürtlere her türlü modern harp teçhizatı verilmesi konusunda aynı görüşleri paylaşıyor. Hatta birbirleriyle yarış içinde 
olduklarını söylemek, sanırım gerçeği yansıtıyor! Batı istihbarat örgütleri bu konuda harıl harıl çalışıyorlar… Daha sonra sıranın IŞİD’e karşı Kürt zaferini 
(!) ödüllendirmeye geleceğini söylemek herhalde fazla yanıltıcı olmaz! Kürtlerin bağımsızlık dışında başka bir mükâfata razı olacaklarını düşünmek safdillik 
olur.

Batı başkentlerinden hem peşmergeye hem de Kürt teröristlere silah ve cephane yağmaya başladı. Özel eğitim programları tezgâhlandı. Ama yine de farklı Kürt 
grupları arasındaki görüş ayrılıkları giderilememişti. Daha doğru bir ifade, Batı ve İsrail’in istediği gibi, tüm Kürtler kayıtsız koşulsuz Barzani’yi destekleyecek bir noktaya getirilememişti.

“Arap Pınarı (Kobani) düşüyor!” denilerek yukarıda sıraladığım Kürt gruplar, neredeyse zorla emperyalizm tarafından Kuzey Irak’ta bir araya getirildi ve 
baskı ve şantaj ile Barzani’ye biat etmeleri ve Kobani’de ortak mücadele etmeleri dayatıldı. Yapılan siyasi ve dolaylı ekonomik baskılarla Türkiye’nin topraklarını silahlı peşmergenin Kobani geçişine açması sağlandı. Böyle bir faaliyet içeride ve dışarıda Türkiye için büyük bir itibar kaybına neden olurken, bölücü Kürtler için muazzam bir propaganda fırsatı doğurdu. Bu şekilde IŞİD’e karşı kazanılacak bir zaferin aslan payının Kürtlere bırakılacağı koşullar  yaratılmış oldu. Böylece Kürt birliği yolunda bir dönemeç daha geçilmiş oldu.

Batı ve İsrail’in büyük Kürdistan yolunda kullandığı en büyük araçlardan birisi de Sünni mezhepçiliği öne çıkaran bölge ülkelerini ustaca istismar etmeleri 
oldu. Irak’ta ABD’nin yarattığı sözde demokrasi düzeni en çok nüfusa sahip Şiileri iktidara taşımıştı. Irak kendi haline bırakıldığı takdirde, Şiilerin 
devlet aygıtını da kullanarak giderek güçlenmeleri en yüksek olasılıktı. Böyle bir durumda Şiiler, öncelikle açıkça ayrılıkçı bir yola giren Kürtleri hizaya 
getirmeye çalışacak ve belki de bu maksatla Sünnilerle birlikte hareket edeceklerdi.

Nehrin bu istikamete akmasını engellemek isteyen emperyalizm, IŞİD’i palazlandırarak Şiilerin üstüne saldı. Irak Merkezi Hükümeti’nin IŞİD tehdidini 
ortadan kaldıramaması, Batı’nın istemediği Başbakan Nuri Maliki’nin istifasına yol açtı ve yerine yine bir Şii olan, ancak Batı’nın taleplerine sıcak bakan 
Haydar El Abadi geçti. Batı’nın hedefi Kürtler için planlanan toprakları garantiye almak, daha sonra Sünniler için mümkün olan en yüksek orandaki alanda 
ayrı bir devletin oluşacağı koşulları yaratmaktı. Böylece, asıl tehdit gördükleri Şiilerin Irak’ın bütününde söz sahibi olmalarını engellemiş olacaklardı.

Batı, Suudi Arabistan, Türkiye, Mısır ve Katar’ı Sünni ekseninde birleştirerek bölgeye yönelik kirli ve sinsi plânlarında kullanmak istedi. Ancak Mısır, 
Mursi’nin devrilmesinden sonra bu oyunu sezerek daha dengeli bir politika izlemeye başladı. Suudi Arabistan ve Katar bile ulusal çıkarları doğrultusunda 
gerektiğinde bölgeye yönelik politikalarını revize etti.

Bu konuda Türkiye zaten stratejik bir hata yapmıştı. Bütün politikasını Barzani’yi desteklemek ve Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ı devirmek üzerine 
kurmuştu. Irak Merkezi Yönetimi ve Beşar Esat, muhtemelen Şii/Nusayri yönleri ile hedef alınmıştı. İzlenen politika katı bir Sünni mezhepçilik esasına 
dayandırılmış, Türkiye’nin hayati stratejik çıkarları göz ardı edilmişti. Bu politikada bölgedeki jeopolitik gerçeklerin kırıntıları bile yoktu. Türkiye 
tarihinde hiç bu kadar dış politika fukarası olmamıştı.

Emperyalizm, Türkiye’nin bu stratejik sığlığını istismar etmek için derhal harekete geçti. Batı, bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyordu. 
Türkiye’nin bölge politikaları ise emperyalizmin değirmenine su taşıyordu. Ankara, bir şeyler döndüğünü anlasa da yapmış olduğu stratejik hataları taktik 
manevralarla kapatamazdı. ABD, AKP gönülsüz olsa da bilinen zorlama mekanizmaları ile peşmergeyi Türk topraklarından geçirerek IŞİD’in üstüne sürdü. 

Türk Ordusu, hiç beklenmedik şekilde tarihi bir değişim ve dönüşüm olarak nitelendirebilecek bir girişim başlattı.  Kuzey Irak’ta peşmergeyi artık Türk 
Ordusu eğitiyordu!Bu gelişme TSK açısından olağanüstü bir kırılmaydı. Ayrıca, Kuzey Irak yerel makamları Türkiye’den silah yardımı aldıklarını her vesile ile 
gazete sayfalarına taşıyorlardı. Bu ise Türkiye’de devlet çapında stratejik denge (check and balance) mekanizmalarının felç olduğunu gösteriyordu.

Türkiye bölgedeki küçücük devletlerin bile sergilemeyi başardığı dış politika esnekliğini bir türlü gösteremiyordu. ABD bile gelişmelere göre bölge 
politikalarını yeniden düzenliyor ama Türkiye düştüğü bataklıktan bir türlü çıkamıyordu. ABD, Rusya ve İran’ın cepheden, Çin ve diğer bağımsız ülkelerin 
cephe gerisinden desteklediği Suriye rejimi ile ilgili sert politikasını yumuşat mıştı. Ama Türkiye, ne getirip ne götüreceğini kavrayamadan bu yöndeki katı politikasını inatla sürdürüyordu. Ayrıca, bir taraftan PKK ve PYD’ye karşı çıkarken, diğer taraftan Barzani’ye tam destek veriyordu. Bu üç kesimin 
Kobani’de omuz omuza çarpıştığını göremiyor, böyle bir politikanın hayattan ve gerçeklerden kopmak olduğunu bir türlü anlayamıyordu.

Güney sınırlarımızın hemen ötesinde emperyalizm harita çizme çalışmalarına çoktan başlamıştı. Kürt bölgesini Irak ve Suriye toprakları üzerinden Akdeniz’e 
bağlama çabaları ilk bakışta görülüyordu. Üstelik bu konuda Batı ve İsrail’deki en üst makamlar arka arkaya açıklamalar yapmaya başlamıştı. Şu an denetimden 
çıkmış gibi gösterilen Sünni kesim, IŞİD’in terbiye edilmesiyle kendilerine gösterilen Irak ve Suriye’deki topraklarda devlet ya da devletçikler 
kurabilirdi. Böyle bir girişim, Şii ağırlıklı Irak ve Suriye merkezi yönetimlerini zayıflatacağından emperyalizmin işine de gelecekti.

Türkiye, ABD ve İsrail’in açık birer deklarasyon ile ilan ettikleri sinsi plânı bozacak manevraları kolaylıkla yapabilirdi. Ortaya çıkan yeni gelişmelerin 
ülkenin güvenliği için büyük bir tehdit olduğu tespit edilerek Suriye yönetimi ile buzlar eritilip, ortak stratejiler geliştirilebilirdi. Böylece ÖSO/IŞİD/El 
Nusra kısa zamanda etkisini kaybeder ve Kürtlerin Akdeniz’e ulaşmasını engelleyecek bir tıkaç oluşturulurdu. Barzani yerine Irak Merkezi Yönetimi 
desteklenir, bu suretle hem Kürtlerin hem de IŞİD’in manevra alanı daraltılabilirdi.

Bu esnek politika, Batı, ABD ve İsrail ile hiçbir şekilde mevcut ilişkileri bozmadan ve uluslararası hukuk sınırları içinde kalınarak gerçekleştirilebilirdi. 
Türkiye’nin ABD, NATO, AB, İsrail ile ümitsiz bir aşka dönüşen ilişkilerini bozmadan da yapabilecekleri vardır. 
Çünkü her devletin birinci ödevi, her şeyden önce varlığını, birlik ve bütünlüğünü devam ettirmektir. Bu yönde bir endişe ortaya çıktı mı, dostlardan bu hassasiyetlere saygı göstermeleri beklenir. Aksi bir durumda ise doğru olan adımlar atılır.

Darwin’in[1], “doğal seçim ya da elemeyi (natural selection)” esas alan Evrim Teorisi, devletler için de geçerlidir. Buna göre, en güçlü değil, çevre koşulları na en çok uyum sağlayabilen hayatta kalır ve geleceğe uzanır. Çok güçlü bir devlet, gücünün ötesinde hedefler belirlerse ya da gücünün farkında olmazsa ya da tuzağa düşürülürse, yani ortam koşullarına uygun davranmazsa yıkılır.

Türkiye askeri hiçbir eylemin içine girmeden, sadece Suriye sınırını Suriye muhaliflerine, terörist ve cihadistlere kapatabilir; Barzani’nin tüm ikiyüzlü 
askeri taleplerini şiddetle reddedebilir, ülkemizde şov yapan peşmergenin sınırlarımızdan geçmesine izin vermeyebilirdi. Kürt petrolünü uluslararası 
hukukun açık bir ihlali olan dünya pazarlarına ulaştırma faaliyetlerine son verebilirdi. Askeri bir yardım, eğer gereksiyorsa sadece Irak Merkezi 
Hükümeti’nin meşru güvenlik güçlerine yapılırdı. Böylece Batı ve İsrail politikaları ile Rusya, İran ve arkalarındaki ülkelerin politikaları arasında bir denge oluşturulabilirdi. Bu da Türkiye’ye manevra kolaylığı ve dış politika esnekliği sağlar ve ülkemizin uluslararası arenada aşağıdaki şekilde suçlanmasının önüne geçilmiş olunurdu.

Rusya’da günlük olarak İngilizce yayımlanan “The Moscow Times” adlı gazeteye göre Putin, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Suriye’nin iç meselelerine daha fazla 
karışmaması için uyarmış, aksi halde bölgeyi ateşe açacak yıkıcı bir savaşı tetikleyeceğini” ifade etmişti. Putin ayrıca, “Türkiye’den topraklarını cihadist 
teröristlere kapamasını” talep etmişti.

Putin’in Soçi’de ITAR-TASS haber ajansına verdiği dikkat çekici demeçler de bir o kadar düşündürücüydü:

“Türkiye küresel terörizm için uluslararası bir merkez (international hub) oldu. Türkiye’deki rejim uluslararası güvenlik için ciddi bir tehdittir ve bölgesel 
istikrarı tehlikeye düşürmektedir. Rusya, Erdoğan’ın Ortadoğu’daki intihar macerasını engellemek için her türlü tedbiri alacaktır. Türkiye ve Katar’ın 
istihbarat örgütleri, Irak ve Suriye’de on binlerce günahsız sivil insanın canına mal olan bir mezhep savaşını kışkırttı. Eğer Türkiye sadece Beşar Esat’ı 
devirmek için müdahale ederse, Arap müttefikimize füze, silah ve cephane sevkiyatımızı daha da artıracağız.”

Görüldüğü gibi Büyük Kürdistan için çekirdek devlet olacak Barzani denetimindeki Kuzey Irak Yerel Yönetimi’nin bağımsızlığı için koşullar belirli bir noktaya getirildi. Ancak bu devleti koruyacak PKK ve PYD’de de dâhil Kürt silahlı güçlerinin kuru gürültü olduğu da anlaşıldı. ABD hava gücü olmasaydı, İŞID 
çoktan Erbil ve Süleymaniye’yi ele geçirmiş olacaktı.

Emperyalizm şunu çok iyi anladı. Sünni ve Şii işbirliği sağlanabilirse, bağımsız bir Kürt devleti asla kurulamazdı. Bu nedenle özellikle Kürt bölgelere yakın 
alanlardaki Sünni- Şii çatışması körüklendi. Sünni ve Şiiler birbirleri üzerine enerjilerini boşaltırken, Kürtler askeri olarak güçlendirilecekti. Bu kritik 
dönemde Kürtler güçlü bir bölge ülkesi tarafından korumaya alınmalıydı! Bu konuda, Batı ile bilinen bağları ve coğrafi nedenlerle Türkiye’den daha iyi bir 
ülke bulunamazdı! Batı Türkiye’de 60 yıldır hazırlamış olduğu bütün çevreleri bu alana kanalize etti. Algı operasyonları ile gerçekler Türk halkından gizlendi ve 
TSK’nın peşmergeyi eğittiği bir gerçeklik ile karşı karşıya kaldık.

Emperyalizm, askeri olarak emniyette gördüğü ve güvenliğinden emin olduğu anda Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletini ilan ettirecek. Bu devletin Suriye 
topraklarına doğru genişlemesini engelleyecek herhangi bir güç şu anda ortada gözükmüyor. Uluslararası koalisyonlar da kurularak IŞİD ile mücadele görüntüsü altında Kürtler için güvenli alanların tesis edilmesi çalışmaları çoktan başlatıldı.

Büyük Kürdistan için dört parçalı pastanın bir araya getirilmesi için geride sadece Türkiye ve İran kalıyor. İran’da şu aşamada emperyalizmin ilerleme sağlaması mucizelere bağlı. Çünkü zaman zaman yanlışlar yapsa da İran mükemmel bir dış politika geleneğine sahip. Aynı zamanda jeopolitiğin dilini bildiğinden,          emperyalizme karşı stratejik hamleleri yerinde ve zamanında yapıyor.İlave olarak arka planda RF ve Şangay İşbirliği Örgütü’nün desteğini aldığından kademeli ve derinliğine direnme mevzileri oluşturuyor. Batı, kısa ve orta dönemde İran’ın içine sızamaz!

İmparatorluklar kurma geleneğine sahip Türkiye şu anda tam bir akıl tutulması yaşıyor. İçeride inanılması bile mümkün olmayan devlet çapında hatalar yaparken, dışarıda kendisini hapsedecek zindanın tuğlalarını bizatihi kendisi örüyor. Bir yandan içeride de facto bir Kürt devletinin oluşmasına iktidarı ile muhalefeti ile katkı sağlıyor,diğer yandan dışarıda kan ve ölüm kokan emperyalist politikaların taşeronu oluyor. Adeta Büyük Kürdistan’ı yeşertecek çimenleri suluyor.

Ancak yine de Türklerin genlerinde var olan devleti koruma ve yaşatma yeteneğinin bir anda kaybolduğunu söyleyemeyiz. Gelişmelerin Türk milletinin 
büyük bir çoğunluğu için endişe kaynağı olduğunu görülüyor. Ancak henüz bu endişeler sağlam esaslara dayanan elle tutulabilir gerçekçi politikalara 
dönüştürülemedi. Önümüzdeki dönemin bu konudaki yoğun tartışmalara gebe olduğunu şimdiden ilan edebiliriz. Önümüzde sancılı bir dönem bizi bekliyor!

Eğer, nehir mevcut yatağında debisi değişmeden olduğu gibi akmaya devam ederse, Kuzey Irak’ta, Suriye’deki Kürt bölgesi ile bütünleşik olarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulması yüksek bir olasılıktır. Böyle bir gelişme Türkiye’nin güneydoğusunu ateş çemberine döndürür. Batı ve güdümündeki dünya Türkiye’nin karşısına dikilerek, Kürdistan’a bir parça kazandırmak için bütün gücüyle yüklenir.Rusya ve İran,ÇHC de dâhil arkalarındaki ülkelerin desteğini alsalar bile, bu yöndeki bir gelişmeyi, ancak Türkiye’nin katkısı ile engelleyebilir.

Büyük Kürdistan’ın hem anahtarı hem de kilidi Türkiye’dir. Türkiye, hiçbir mantık ve esasa dayanmayan mevcut iç ve dış politikalarını sürdürdüğü takdirde, 
kendi topraklarını da tehlikeye atarak Büyük Kürdistan’ın önünü açar. Aynı zamanda kendi sınırları içinde yüzyıllarca sürecek etnik bir dinamitin fitilini 
bizzat kendisi ateşlemiş olur.

Bölgede İsrail ile bütünleşen Batı, Türkiye’nin etrafındaki çemberi giderek daraltmaktadır. Türkiye Batı yanlısı politikalarla bu çemberi kıramaz. Türkiye, 
başkaları için değil kendi birlik ve bütünlüğü ve yaşamsal çıkarları için bölge ülkeleri ile dayanışma içine girmeli ve ortak stratejiler geliştirmelidir. Bu 
politikalar, bölge dışı devletlerin katkı ve desteğiyle küresel bir etki yaratabilecek dinamikleri bünyesinde barındırmalıdır.

Bu çerçevede, öncelikle, Suriye’deki Beşar Esat yönetimine karşı yürütülen düşmanca eylemlere derhal son verilmelidir. İkinci olarak, Türkiye’ye hiçbir 
yararı olmayan Sünni mezhepçi politikalar terkedilmelidir. Üçüncü olarak, Irak Merkezi Yönetimi, Irak’taki tek meşru hükümet olarak kabul edilmeli ve Türk 
düşmanlığı tescillenen Barzani’nin sinsi ve gizli emellerine alet olunmamalıdır. Bu amaca hizmet etmek üzere Kuzey Irak’ın ekonomik olarak kalkınmasını 
sağlayacak her türlü girişimden uzak durulmalıdır.

Dördüncü olarak, bölgenin diğer büyük ve önemli devleti olan İran’la bu yönde işbirliği arayışı içine girilmelidir. İran ve Türkiye anlaştığı anda,  İran coğrafyası nın da yardımı ile Kandil’de kıstırılacak PKK kısa zamanda komuta kontrol ve lojistik imkânlarını kaybeder!  Kürt coğrafyası nefes bile alamayacağı çaresiz bir iç hat konumuna düşürülür.

Beşinci olarak, Irak ve Suriye’deki Sünni grupları, emperyalizmin maşaları olan Suudi Arabistan, Katar, Ürdün gibi devletlerin kışkırtmalarından ve IŞİD, El 
Nusra gibi cihadist oluşumların ideolojik çizgisinden uzak tutmak için çalışmalar yapılmalıdır. Sünni kesimin Irak ve Suriye yönetimlerinde adil bir şekilde temsil edilmelerini ve böylece ülkelerine sadık kalmalarını sağlayacak çareler aranmalıdır.

Tüm bu faaliyetlerde RF ve ÇHC başta olmak üzere Batı yörüngesi dışındaki devletlerin desteği sağlanmalıdır. Böylece bölge politikalarını küresel denklemin bir parçası haline getirmekve Batı inisiyatifini küresel düzeyde dengelemek imkânı doğacaktır.

Türkiye, bölge ülkeleri ile birlikte, bölge dışı ülkelerin de katkısıyla bu adımları atabilirse, Batı bütün gücünü kullansa bile, bırakınız Büyük Kürdistan’ı, Küçük Kürdistan yolunda bile bir karış mesafe alamaz! Sıra emperyalizme yardım ve yataklık yaparak iki milyon insanın ölümüne neden olanlara fatura çıkarmaya gelir!


[1]Charles Darwin (1809-1882), 1859 yılında yayımladığı, “Türlerin Kökeni (Origin of Species)” adlı eseri ile organik evrim teorisini ortaya koyan ünlü 
İngiliz doğa bilimcisi


***

İstiklal Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy,


İstiklal Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy,

'' Elimden gelse, bütün dünya okullarının programlarına; 'İNSANIN İNSANI SÖMÜRMEMESİ' adlı bir ders koyardım.''

MEHMET AKİF ERSOY (İstanbul, 1873 – İstanbul, 27 Aralık 1936 – İstiklal Marşı şairimiz)

” SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, 
SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR! ” 

Mehmet Akif Ersoy
Arnavutluk’un İpek kasabasından gelmiş, Fatih dersiâmlarından (Osmanlılarda medreselerde talebeye ders veren müderrislerin ünvanı) Tahir Efendi ile aslen Buharalı olup Tokat’a yerleşmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerife Hanım’ın oğludur.

Fatih Sarıgüzel’de Sarı Nasuh Sokağı’ndaki annesine ait evde doğmuştu. Dört yaşındayken Fatih Muvakkithanesi yanındaki mahalle mektebine başlayan Akif, daha sonra Emin Buhari iptidai mektebinden mezun oldu. Fatih Merkez Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra Mülkiye İdaresi’ne girdi. 

Bu okulun üç yıllık ilk dönemini bitirip yüksek kısmının ilk sınıfındayken babasının ölümü ve aynı yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması 
(1888) üzerine okuması zorlaştı. Ailenin yükünü azaltmak ve da kısa yoldan meslek sahibi olmak amacıyla o yıl açılan Mülkiye Baytat Mektebi’ne 
yatılı olarak girdi. Bu okuldan birincilikle mezun oldu (1893). Aynı yıl Ziraat Nezareti Umur-ı Baytariye ve Islah-ı Hayvanat umum müfettiş muavinliği ile memurluk hayatına başladı. Başta Edirne ve Adana olmak üzere Anadolu, Rumeli ve Arabistan’ın çeşitli yerlerinde bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı.

Akif’in halkını, özellikle köylüleri yakından tanıması bu görevleri sırasında olmuştur. Aynı görevle İstanbul’da bulunduğu yıllarda Halkalı Ziraat Mektebi’nde (1906) ve Çiftçilik Makinist Mektebi’nde (1907) kitabet-i resmiye (Resmi yazışma üslûbu), 2. Meşrutiyet’ten sonra da Darülfünun Edebiyat Şubesi’nde Osmanlı edebiyatı okuttu (1908-1913).

Aynı yıllarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Şehzadebaşı’ndaki İlmiye Mahfeli’nde (Mahfel: Dernek) Arap edebiyatı dersleri, Fatih, Beyazıt, 
Süleymaniye camileri kürsülerinde de çeşitli konularda vaazlar verdi. 1913’te Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin’le beraber, halkı edebiyat yoluyla uyandırmak ve aydınlatmak için kurulmuş olan Müdafaa-i Milliye Heyeti Neşriyat Şubesi’nde çalıştı. Aynı yılın sonunda baytarlık mesleğinden ve diğer resmi görevlerinden istifa etti.

Bu arada 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra, Ağustos sonlarına doğru Eşref Edip tarafından çıkarılmaya başlanan Sırat-ı Müstakim (daha sonra Sebiliürreşat) 
dergisinde şiirlerini ve makalelerini yayımladı.

1914 başlarında Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır ve Medine’ye iki aylık bir seyahat yaptı. Üst üste gelen Balkan Savaşı faciaları, yaklaşmakta olan yeni 
bir savaşın belirtileri, devletin kendi bünyesindeki karışıklıklar, onu memleket hizmetinde daha etkin görevlere zorluyordu. Harbiye Nezareti tarafından önemli 
ve gizli çalışmalar yapmak üzere kurulmuş bir istihbarat örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın verdiği ir görevle 1. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılı sonunda 
Berlin’e gitti. Üç ay kadar süren bu gezi sırasında savaşta esir düşmüş olan Müslüman askerlerin kamplarını ziyaret etti ve onlara hitaben konuşmalar yaptı. 
Daha sonra yine aynı örgütün verdiği başka bir görevle, Şerif Hüseyin’in isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını sağlamak amacıyla Arabistan ’a gitti (Mayıs-Ekim 1915). Safahat’ın beşinci kitabı olan Hatıralar’ın büyük bir kısmını oluşturan “El-Uksur”da, “Berlin Hatıraları” ve “Necid Çöllerden Medine”ye başlıklı uzun manzumeler bu gezinin ürünüdür.

Mehmet Akif, 1918’de Şeyhülislamlığa bağlı dini-akademik bir kuruluş olan Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye‘nin başkatipliğine atandı. Daha sonra bu görev 
üzerinde kalmak suretiyle kuruluşun asil üyesi oldu (1920).

Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması, ağır mütareke şartları, yurdun işgali Akif’i Anadolu’da başlamış olan Milli Mücadele’ye 
katılmaya zorladı. 1920 Şubatı’nda Balıkesir’e geçti. Kuva-yı Milliyeciler’le temasta bulundu. Zağanos Paşa Camii’nde memleketin kurtuluşu ile ilgili vaazlar verdi. Bütün bu davranışlarından dolayı İstanbul’a döndüğünde Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye üyeliğinden ve başkatipliğinden azledildi. Bu tarihten 
sonra milli kurtuluş hareketine fiilen katıldı.

İstanbul’da kaldıkça yalnız vaazla ve yazıyla bu işin halledilemeyeceğine inanarak Nisan 1920’de Anadolu’ya geçti, Birinci Meclis’te Burdur Milletvekili 
olarak görev yaptı. Zaman zaman Burdur, Kastamonu, Eskişehir, Sandıklı, Dinar, Antalya, Afyon, Konya gibi çeşitli şehirlere giderek mücadeleyi teşvik eden 
vaazlarını sürdürdü.

19 Ekim’de Kastamonu’daki Nasrullah Camii’nde Sevr Antlaşması’nı kabul etmeyerek Batı sömürgecilerinin karşısında iman ve silahla dikilmeyi telkin eden ünlü vaazını verdi. Bu vaaz o sırada Ankara’ya nakledilmiş olan Sebilürreşat dergisinde yayınlanarak ülkenin her tarafına yayıldı, ayrıca broşür haline 
getirilerek askerlere dağıtıldı. 1920’nin son aylarında Maarif Vekaleti’nin açtığı “Milli Marş Güftesi” yarışmasında istenilen düzeyde şiir bulunamaması, 
özellikle Akif’in yarışmaya katılmasının istenmesi üzerine uzatılan süre içinde Mehmet Akif, zaten üzerinde çalışmakta olduğu İstiklal Marşı‘nı tamamlayarak 
yarışmaya dahil oldu. Meclis’in 12 Mart 1921 tarihli oturumunda şiir, ‘ULUSAL MARŞ GÜFTESİ’ olarak kabul edildi.

İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ

” ALLAH BU MİLLETE BİR DAHA İSTİKLAL MARŞI YAZDIRTMASIN.”

Milli Mücadele yıllarında Erkân-ı Harbiye Riyâseti Maarif Vekaleti’ne baş vurarak “bu savaşta savaşın anlamını ve heyecanını halka anlatacak ve bunu öteki 
ulusa yansıtacak, onların marşlarına denk bir ulusal marşa da” gereksinim olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Milli Eğitim Vekaleti bütün kuruluşlara birer 
genelge gönderdi ve gazetelere ilan vererek bir yarışma düzenledi:

Birinci seçilenin sözlerine 500 lira ve bestesine 500 lira olmak üzere toplam 1000 liralık bir ikramiye koydu. Yarışmaya 700’den fazla şiir katıldı. Mehmet 
Akif, kimi rivayetlere göre İstiklal Marşı’nı o sırada yazmıştı, kimi rivayetlere göre ise daha yazmamıştı, ancak böylesine kutsal bir görevin para 
karşılığında yapılmasına gönlü razı olmadığından katılmamıştı. Oysa şairin o sıralarda da parası yoktu ve soğuk kış günlerinde önemli toplantılara kendisi 
gibi baytar olan kader arkadaşı Prof. Şefik Kolaylı’nın paltosu ile katılıyordu.

Sonunda, Mehmet Akif’i para vermeyeceklerini söyleyerek razı ettiler. Yine kimi rivayetlere göre bu sırada yazdığı, kimi rivayetlere göre daha önce yazdığı 
halde sakladığı bugün okuduğumuz marşın şiirini gün yüzüne çıkardı.

On kıtalık İstiklal Marşı Bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlık ettiği Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart 1921 günkü oturumunda resmen kabul edildi.

12 Mart 1921 günü yapılan celsede ise meclise Hamdullah Suphi başkanlık ediyordu ve gür sesiyle İstiklal Marşını iki kez ayakta okudu ve her kıtası okunduğunda tekrar tekrar ayakta alkışlandı. Marşın en heyecanlı mısraları olan son iki mısraı okunurken; ön sırada oturan Mustafa Kemal Paşa da ayakta Hamdullah Suphi’ye eşlik ediyordu.

“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet  Hakkıdır Hakk‟a tapan milletimin istiklal” 

Mehmet Akif daha sonra İstiklal Marşı için ödül olarak konulan paranın Hilâl-i Ahmer’e bağlı bir derneğe verilmesi için talimat verecektir…

Birinci Büyük Millet Meclisi’nde muhalefet grubu içinde yer alan Mehmet Akif, Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra toplanan İkinci Meclis’te yer 
almadı. Esasen yeni rejim onun ideal edindiği İslam birliği yanlısı olmadığı gibi, laik devlet hukukunu kurmak ve ona dayanan ilkelerle hareket etmek 
düşüncesindeydi.

Akif bu karamsarlıkla Ekim 1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti. Kışı orada geçirdi. Bunu izleyen birkaç yıl kışları Mısır’da, yazları 
İstanbul’da kaldıktan sonra Ekim 1925’ten itibaren sürekli Mısır’da kaldı. Kahire Üniversitesi’nde Türk edebiyatı dersleri verdi. 1935’te dinlenmek için 
gittiği Lübnan’dan sıtmaya yakalanmış olarak döndü. Hastalığı siroza çevirip gittikçe ağırlaşınca Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. Bir süre Sait Halim 
Paşa’nın Alemdağı’ndaki çiftliğinde, sonra Nişantaşı Sağlık Yurdu’nda tedavi gördü. Son günlerini geçirdiği Beyoğlu’ndaki Mısırlı Apartmanı’nda 27 Aralık 
1936’da vefat etti. Cenazesi büyük bir törenle Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verildi.

” İz bırakanlarla senin aranda basit bir fark var sadece… Onlar ömür boyu gayret ediyorlar; Sen ömür boyu hayret ediyorsun.” M. Akif Ersoy

AİLE HAYATI ve ANILARI

Akif’in ailesi sade ve orta halli ama bir inanç ikliminin bütün olgunluğu ve güzelliği ile yaşadığı bir aile idi.

Akif Babasını;

“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak.” diye tasvir eder.

Annesini ise şöyle anlatır:

“Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı.”

Akif, İstanbul’un bu en Türk, en yerli ve en yoksul mahallelerinden birin de doğdu ve yaşadı. Hayatı burada keşfetti, toplumsal dokuyu burada ve onun bir 
parçası olarak tanıdı. Kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır:

“Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz 

 Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!

 Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler…

 Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.

 Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?

 Ne var gidip Yakacık’larda demgüzâr olacak

 Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;

 Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!”

Akif bu mahallede bu inanç ve gelenek ikliminin ortasında mahalle hayatını bütün renk ve çizgileriyle yaşadı.
Babası O’nu sekiz yaşından itibaren Fatih camiine götürdü. Bunu bir şiirinde şöyle anlatır:

“Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: ‘Bu gece, Sizinle camîe gitsek çocuklar erkence. Giderseniz gelin amma namazda uslu durun; Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!’
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi Namaza durdu mu, naliyle koyverir peşimi Dalar giderdi, ben atık kalınca âzade Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde.” (Safahat, 6–7)

Fatih Merkez Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra, Emine Şerife Hanım, Hocazade’sinin (Annesi Âkif’e Hocazadem diye hitabederdi) sarıklı olmasını, medresede tahsiline devam etmesini ister. Babası Tahir Efendi ise medresede okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürer, yeni açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini ister. Akif’in anne ve babası arasındaki bu görüş ayrılığı dönemin toplumsal tercihlerindeki farklılaşmayı da ortaya koyuyordu. 

Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle yaşadığı Fatih’te, evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek isteyen anne; diğer yanda değişen 
dünyanın gereklerini farkeden kendisi de bir inanç ve ilim adamı olan baba…

Sonunda Tahir Efendi’nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek tercihini oğluna bırakır.

Akif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye’yi tercih eder ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır. Kayıt tamamlandıktan sonra kâtip kayıt harcı ister, 
Tahir efendi, Âkif’i bir köşeye çeker, kesesini çıkarır ama istenen miktarda para yoktur. Tahir efendi rehin bırakmak üzere gümüş saatini çıkarınca kâtip 
almaz ve kayıt harcını ertesi gün getirebileceklerini söyler.

Babasının vefatı ve evlerinin yanması nedeniyle, mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçer. Bir Türk Hekimi olan, Türkiye’ye mikrop bilimini getiren ve Pasteur’un 
öğrencisi olan Rifat Hüsamettin hocadan Pasteur sevgisini alır.

Mithat Cemal, Akif’in Pasteur’ün fotoğrafına bakıp hayranlıkla “Bu ne ilâhi yüzdür” dediğini, fotoğrafı öptüğünü ve ardından “Mu’tekid de’’ (İnançlı) 
eklediğini kaydeder.

Akif bu dönemde Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş öğreniyor, Çatalca köylerinde yağlı güreş tutuyor, taş yarıştırıyor, yüzüyor ve çok sevdiği mektebin “Doru” 
isimli atına biniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyordu.

Şiire ilgisi de bu yıllarda ve okulun son iki senesinde başlar. Bunlar dönemin yaygın kanaatlerinin izlerini yansıtır ve divan şiirlerine nazireler 
şeklindedir.

Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te İlk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’’da yayınlanır. Bu arada çocuk yaşlarda başladığı Kur’an’ı 
Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını yoğunlaştırır ve Hafız olur.

1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlenir.

Akif’in bu yıllarda da Maarif mecmuasında, Resimli Gazete’de şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca’dan yaptığı çevrilerini yayınlamaya devam eder.

İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğine girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd-ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat edeceğim” 
şeklindeki yeminin “kayıtsız şartsız itaat” şekline itiraz eder ve sadece “iyi ve doğru olanlarına” şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söyler. 
Ve cemiyetin yemini Akif’le değişir.

Akif’in karekterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür.

Meşrutiyetin ilanından sonraki düşünce akımları arasında bulunan İslamcılığın önde gelen temsilcisi olarak ilkeli, dürüst, karakteri, hayatı ve düşünceleri 
arasındaki uyum gibi özellikleriyle son dönemin düşünce adamları ve şairleri arasında önemli bir yeri vardır.

Objektif olma adına şu bilgiyi de verelim. (M. Akif’in iyi niyetini sorgulamıyoruz, bu noktaya dikkat.)

Mehmet Akif, 1. Dünya Savaşı yıllarında (diğer pek çokları gibi) Osmanlı’nın kurtuluş umudunu Almanların yanında olmakta görüyor ve Almanlara şöyle 
sesleniyordu:

”Değilmi ki anasın sen, değilmi ki Almansın
 O halde fikr ile vicdana sahip bir insansın.
 O halde Asyalıdır, ırkı başkadır…hemcinsin olan anaları incitecek
 Yabancı tavrı yakışmaz senin erdemine…
 Gel, katılıver şunların felaketine
 Bilir misin ki senin Doğu’ya yönelen bakışın
 İlk kez doğan güneşidir zavallıların…”

(Açıklamalı Mehmet Akif Külliyatı, Haz. İsmail Hakkı Şengüler, Hak y. 7. bs.  2000, cilt 3. sf: 120)

Almanya Birinci Dünya Savaşı’nda yenilene dek yazdıklarıyla Alman Mandası Altında Uygarlaşacak Mutlu Osmanlı-İslam Birliği düşüncesinin önemli 
savunucularından olan Mehmet Akif, Almanya’nın Osmanlı’ya, Doğuya, Ortadoğu’ya tam anlamıyla yayılmacı, sömürgeci gözle bakışını, ”zavallı Doğu’nun ilk kez doğan güneşi” olarak niteliyordu… 

Eserleri:

Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 8 kitaptan oluşmuştur. Şair, 
İstiklâl Marşı’nı Safahat’a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar:

“Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm”.

Kitap: Safahat (1911) – 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.

Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912) – Süleymaniye Camisi’ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim’in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.

Kitap: Hakkın Sesleri (1913) – Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir. Ateizme, ırkçılığa, umutsuzluğa çatılmaktadır.

Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914) – Fatih Camisi’ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder. Tembellik, irtica (gericilik), 
batı taklitçiliği eleştirilir.

Kitap: Hatıralar (1917) – Âkif’in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah’a yakarışını içerir.

Kitap: Asım (1924) – Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, 
batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder.

Kitap: Gölgeler (1933) – 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Her biri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır.

Kitap: Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) – 6 Safahatını bir araya getirir. 1943’teki toplu basımının sonuna Akif’in hayattayken basılmamış şiirlerini 
içeren Damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından bir araya getirilmiş 16 manzumeden ibaret Son Safahat başlıklı bölüm eklenmiştir.

Kaynakçalar:

-Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı Mart 2010, C.1, S. 409, 410      http://yazarlikyazilimi.meb.gov.tr/Materyal/adiyaman/grup4/mehmetakifersoy/index.html

-Açıklamalı Mehmet Akif Külliyatı, Haz. İsmail Hakkı Şengüler, Hak y. 7. bs. 2000, cilt 3. sf: 120

-Türkiye’nin Siyasi İntiharı-Yeni Osmanlı Tuzağı/ C. Özakıncı
  

***