7 Ekim 2017 Cumartesi

Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci., İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI BÖLÜM 1



   Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci.,                 İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI BÖLÜM 1




Türkiye-İsrail İlişkilerinin Evrim Süreci


























İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI   

İsrail devletinin kurulma sürecini Filistin sorununun temellerini teşkil eden, Birinci Dünya Savaşı’nda Batılı devletlerin Osmanlı Devletini parçalamak için yürüttükleri politikalara götürebiliriz. İngiltere ve Fransa 16 Mayıs 1916’da gizli Sykes-Picot Anlaşması imzalayarak Osmanlı devletinin Orta Doğu’daki topraklarını paylaşmışlardı. Bu anlaşmaya göre, Akka’dan itibaren, Beyrut da dahil olmak üzere, kuzeye doğru Suriye’nin tüm kıyı şeridi ile Adana ve Mersin (Suriye hinterlandı ve Musul vilayeti) Fransa’ya, Bağdat-Basra arasındaki Dicle-Fırat bölgesi (Filistin ve İran arasındaki bölge) de İngiltere’ye bırakılıyordu.  Anlaşmada Filistin’in hangi devletin egemenliğine verileceği konusu düzenlenmemişti. İngiltere, savaş sonrası düzende Filistin bölgesinin kendi etki alanına (sphere of influence) girmesi için yoğun bir faaliyet yürüttü. Bu dönemde İngiltere’nin bölgeyle ilgili politikası, İngiltere Siyonist Derneği Federasyonu Başkanı Lord Rothschild’in girişimlerinden etkilenmekteydi. Lord Rothschild’in 2 Kasım 1917’de kaleme aldığı ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un imzasıyla yayınlanan deklarasyon, gerek Filistin Sorununun gelişim süreci içerisinde gerekse de İsrail devletinin kurulması yönünde çok önemli bir yer işgal etti. Balfour Deklarasyonunda, “Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu amacın gerçekleşmesi için her türlü çabayı harcayacaktır” denilmekteydi. Her ne kadar deklarasyonda, Yahudiler için ulusal bir yurt kurulmasının, bu ülkede yaşayan ve Yahudi olmayan toplumların medeni ve dinsel haklarını hiçbir şekilde ihlal etmeyeceği ifade ediliyorsa da, Yahudilerin siyasal hakları ön plana çıkartılıyordu.   

Filistin üzerindeki belirsizlik, Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda aşılmaya çalışıldı. Sykes-Picot’yu değiştiren İngiltere ve Fransa; Suriye ve Lübnan’ın Fransız “mandası”na, Filistin, Ürdün (Mavera-i Ürdün) ve Irak’ın da İngiliz mandasına sokulmasını kabul ettiler. İngiltere’nin manda yönetimi altında Filistin’e göç eden Yahudilerin sayısında hızlı bir tırmanış görüldü. 1920-1922 döneminde bölgeye 25.000 Yahudi geldi.   İngiltere, 3 Haziran 1922’de Dünya Siyonist Örgütüne bir açıklama göndererek, Balfour Deklarasyonu’nun bir Yahudi Filistin yaratmayı amaçlamadığını, Yahudiler için sadece ulusal bir yurdun tesis edilmesinin söz konusun olduğunu, üstelik İngiliz hükümetinin belgedeki egemenliğini Yahudi örgütleriyle paylaşmak niyetinde olmadığı bildirdi. İngiltere’ye göre Filistin’de yaşayan herkes Filistin vatandaşıydı. 

   Yahudiler ise geniş Filistin nüfusu içerisinde ancak bir topluluk olarak nitelendirilebilirdi. Milletler Cemiyeti Konseyi de Filistin’in geleceğine yönelik 24 Temmuz 1922 tarihli kararında İngiltere hükümetinin yaklaşımını aynen benimsedi. İngiltere, Balfour Deklarasyonunun belirsiz ifadelerini açık hale getirmek ve kötüye kullanılmasını önlemek için yürüttüğü bu ve benzeri çabalara rağmen, bölgedeki gücünü ve etkinliğini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. İki savaş arası dönem, bir yandan Yahudilerin Filistin’de ulusal bir yurdun ötesinde, bir Yahudi devleti kurulması için yürüttüğü çabalara, diğer yandan da Arapların, Yahudilerin bu amaçlarını gerçekleştirmelerini engelleme girişimlerine sahne oldu. Filistin’deki Araplar ile Yahudilerin 1920, 1921 ve 1929’da üç kez çatışmaları, bu çatışmaların önlenmesinde İngiliz güçlerinin etkisiz kalışı ve Avrupa’da Yahudi karşıtlığının güçlenmesiyle de ilişkili bir biçimde, bölgeye göç eden Yahudilerin nüfus dengesini altüst etmesi, sorunu 1930’lardan itibaren içinden çıkılmaz hale getirdi. Böylelikle, siyasal alanda alınan kimi kararların, alınma sürecindeki kolaylık kadar basit çözülemeyeceği ve kontrol dışına (out of control) çıkabilecek sonuçlara gebe olabileceği görülmektedir.   

İngiltere zaman zaman askeri güç kullanarak, zaman zaman da soruna siyasi çözüm önerileri getiren “Beyaz Kitap”lar yayınlayarak, Filistin’de ortaya çıkan durumu ortadan kaldırmaya çalıştıysa da, bunlar ne Yahudi ne de Arap toplumunu ve siyasi liderlerini tatmin etti. Gerginlik ve çatışma ortamı İkinci dünya savaşı sırasında da sürdü. Savaş sonrasında, Milletler Cemiyeti döneminden Birleşmiş Milletlere miras kalan en önemli ve en karmaşık konulardan birisi olarak Filistin sorunu bu örgütün gündemini yoğun bir biçimde işgal etmeye başladı.   

  İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin sorununun çözüme ulaştırılması için İngiltere ve ABD’nin yürüttüğü çabalar sonuç vermeyince, İngiltere konuyu 2 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler gündemine getirdi. BM Genel Kurulu, 15 Mayıs 1947’de “Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komisyonu” adlı özel bir çalışma grubunun kurulup, rapor hazırlamasına karar verdi. B.M. Filistin Komisyonu, 16 Haziran-24 Temmuz tarihleri arasında bizatihi Filistin'de yaptığı incelemelerden sonra, Ağustos ayında raporunu yayınladı. Komisyon, 1 Eylül 1947’de BM Genel Sekreterine teslim ettiği raporda, oyçokluğuyla kabul edilen bir “Çoğunluk Planı” ve birkaç üye tarafından desteklenen bir de “Azınlık Planı” yer alıyordu. Oybirliğiyle benimsenen ilkelere göre, manda yönetimi derhal sona erdirilecek ve Filistin’in bağımsızlığı kabul edilecekti. “Çoğunluk Planı”na göre, bağımsız Filistin Devleti aralarında ekonomik birlik bulunan Arap ve Yahudi devletleri şeklinde ikiye bölünecek, Kudüs şehri ise uluslar arası denetim altında tutulacaktı. “Azınlık Planı”ndaysa, Filistin’in, başkenti Kudüs olan ve Arap ve Yahudi fenere bölümlerinden oluşan federal bir yapıya sahip olması öngörülüyordu.   

   Araplar, Filistin toprakları üzerinde ancak bağımsız bir Arap devletinin kurulmasından yana olduklarını dile getirerek, taksim fikrine baştan karşı çıktılar. Fakat ABD ve SSCB’nin 10 Kasım 1947’de Filistin’in taksim edilmesi yönündeki öneriye destek vermelerini açıklamalarından ve İngiltere’nin 13 Kasımda, Filistin’deki askerlerini kademeli olarak çekerek14 Mayıs 1948 günü manda yönetimini sona erdireceğini bildirmesinden sonra, 29 Kasımda BM Genel Kurulunda yapılan oylamada Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksim edilmesine karar verildi.   Türkiye, Filistin Sorununun BM’de görüşülme sürecinde, Truman Doktrinini ilanına kadar izlediği dış politikanın genel eğilimine uygun olarak, taksim fikrine karşı çıkan Arap ülkelerinin yanında yer aldı. Bağımsız bir Filistin Arap Devletinin kurulmasını destekledi. Taksim kararının oylanmasında Türkiye, aralarında 6 Arap ülkesinin de bulunduğu 12 ülkeyle birlikte ret oyu kulandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin bile taksimden yana oy kullandığı bir ortamda, Türkiye’nin Arap dünyasında verdiği destek, Araplar tarafından şükranla karşılandı. Batılı yayın organları Türkiye’nin bu desteğini “Müslüman Kardeşliği”nin bir yansıması olarak değerlendirdiler.   

BM Genel Kurulu’nun Filistin’in taksimi kararını almasından hemen sonra, Filistin’deki Arap ve Yahudi toplumları arasında çatışmalar çıktı.  Aralık 1947 – Nisan 1948 döneminde dört kez toplanan Arap Birliği, Filistin’in bölünmesine karşı çıkan ve kararın gerekirse silah kullanılarak önlenmesini öngören bir dizi karar aldı. Aynı dönemde, Filistin’de faaliyet gösteren Haganah, İrgun ve Stern adlı Yahudi terör örgütleri sivil Arap halkını hedef alan eylemlerini artırdı. Bu durum Arapların da Yahudi sivillere yönelik eylemler düzenlemelerine yol açtı. Filistin’deki çatışmalar ve karşılıklı terör eylemleri sonucunda Araplar, çoğunlukta oldukları birçok yerleşim birimini Yahudilere terk etmek zorunda kaldılar. 14 Mayıs 1948’de, İngiliz manda yönetiminin sona ermesinden birkaç saat önce Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Konseyi, Filistin’de bağımsız bir İsrail Devletinin kurulduğunu ilan etti. İsrail Devleti, bağımsızlığını ilan etmesinden çok kısa bir süre (11 dakika) sonra ABD tarafından tanındı. SSCB de 17 Mayısta yeni devleti tanıdığını açıkladı. Türkiye ise Filistin’de, bir Arap Devleti olmaksızın kurulan İsrail Devletini endişe ve temkinle karşıladı. Hükümet kamuoyuna yansıyan şekliyle iki temel nedenden ötürü İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkmaktaydı:    Birincisi, Filistin sorunu MC ve BM sistemleri içerisinde uzun yıllardır çözülmeye çalışılmış, fakat giderek içinden çıkılmaz bir hal almıştı. En karmaşık bir noktaya ulaştığı dönemde, Arapların tüm muhalefetine rağmen Yahudilerin bir devlet kurması, Filistin’de barışa ulaşılmasını daha da güçleştirecekti. BM görüşmeleri sırasında Araplardan desteğini esirgemeyen Türkiye, baştan beri karşı olduğu bir sonucun ortaya çıkmasını memnuniyetsizlikle karşılamaktaydı.   İkincisi, Türkiye, kendisine çok yakın bir coğrafi bölgede kurulan İsrail’in, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmaya başlayan iki bloktan hangisi içinde yer alacağı konusunda derin şüpheler taşıyordu.    

İsrail’in bağımsızlık kararının hemen ardından Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak orduları Filistin’e girdiler. Sayıca İsrail ordularından üstün olmalarına rağmen, tecrübesiz ve eşgüdümden yoksun Arap orduları önemli bir başarı sağlayamadılar. Savaş devam ederken BM Genel Kurulu, 12 Aralık 1948’de ABD, Fransa ve Türkiye temsilcilerinden oluşan Filistin Uzlaştırma Komisyonunun kurulmasına karar verdi. Komisyonun bu üç devletten oluşmasının arkasında, ABD’nin Yahudi yanlısı, Fransa’nın tarafsız, Türkiye’nin ise Arap yanlısı bir tutum içine girerek komisyon çalışmalarının dengeli olmasını sağlamaları hedeflenmişti. Fakat Arap yanlısı olmak bir yana, Arap devletlerinin karşı çıktığı bu komisyonun kuruluşunu destekleyen ve komisyon üyeliğini kabul eden Türkiye, İsrail’in bağımsızlığına ilişkin tutum değişikliğinin ilk işaretlerini veriyordu.   

Bu tutum değişikliğinin arkasında, Truman Doktrininin ilan edilmesi ve Marshall Planının yürürlüğe sokulmasından sonra Türk dış politikasının önceliklerinin değişmesi ve Batı’ya daha yakın bir çizgiye oturmasının payı büyüktü. Türkiye, Komisyon üyeliği süresince, özellikle Filistin’in taksimi görüşmeleri sırasında yoğunlaştırdığı Arap yanlısı politikadan uzaklaşarak, tarafları uzlaştırmayı amaçlayan, tarafsız bir yaklaşım içine girdi. Türkiye’nin Filistin Uzlaştırma Komisyonu üyeliği, Arap devletleriyle uzun yıllar sürecek diplomatik soğukluğun başlangıç noktasını oluşturdu. Türkiye, Filistin Uzlaştırma Komisyonundaki görevinin devam ettiği bir sırada, 28 Mart 1949’da İsrail’i resmen tanıyan ilk Müslüman ülke oldu. İsrail’in tanınması kararının alınmasında üç temel neden vardı:   

Birincisi, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında izlemeye başladığı Batı yanlısı dış politika, bu kararın alınmasını gerektirmekteydi. Kuruluş çalışmaları devam eden NATO’ya üye olmayı arzulayan Türkiye, dış politikasını muhtemel müttefikleriyle uyumlaştırmayı zorunlu görmekteydi.   

İkincisi, İsrail’in kuruluşundan sonra yaşanan gelişmeler bu devletin bölgede bir Sovyet uydusu olabileceği yönünde Türkiye’de dile getirilen endişelerin yersiz olduğunu gösterdi. İsrail, SSCB’nin gizli müttefiki olmadığını, ABD ile kurduğu ilişkiyle ortaya koydu.   

Üçüncüsü, Türkiye’de devletçi-seçkinci aydınlar, hükümetin Arap yanlısı politikasını giderek artan biçimde eleştiriler geliştirmekteydiler. Türk aydınlarına göre, İsrail’in, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki düşmanlarıyla çarpışarak kurulmuş olması, Orta Doğu diplomasisinde yüzyıllardır geçerli olan “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı çerçevesinde bu devletle sıcak ilişkiler kurulmasını gerektiriyordu.   

Türkiye’ni İsrail’i tanıma kararı almasından yaklaşık bir yıl sonra, 9 Mart 1950’de iki devlet arasında, elçiler düzeyinde diplomatik ilişkiler kuruldu. Buna paralel olarak iki ülke arasındaki ilişkiler de çeşitlenmeye başladı. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin gelişmesinin dört temel nedeninden bahsetmek mümkündür:   

Birincisi, iki ülke arasında bazı benzerliklerin bulunmasıydı. Her iki ülke de, Orta Doğu gibi dinsel unsurların ön planda tutulduğu bir bölgede laik devlet modelini benimseyerek kurulmuşlardı. Öte yandan, her iki ülke de Batı tipi gelişmeye yönelmişlerdi. Türkiye ve İsrail’de bir yandan siyasal alanda parlamenter demokrasi yerleştirilmeye çalıştırılırken, bir yandan da Batı tipi ekonomik kalkınma modellerinin uygulanmasına çalışılmaktaydı.   

İkincisi, İngiltere’nin Orta Doğu’daki konumunu devralan ABD’ni bu bölgeye hızlı bir giriş yaparak, özellikle İsrail’le sıcak ilişkiler kurmasının Türkiye’de yol açtığı etkiydi. Türk yöneticileri ABD ile ilişkileri geliştirme konusunda İsrail’le dirsek teması kurmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Nitekim Washington’daki karar vericiler üzerinde son derece etkili olan Yahudi lobisinin de desteğinin sağlanması gerektiğine inanmaları, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini şekillendiren unsurlardan birisi oldu.   

Üçüncüsü, Kore Savaşı’nda Arap devletlerinin sergilediği muhalif tutumun Türkiye’yi rahatsız etmesiydi.   

Dördüncüsü, İsrail’in de en az Türkiye kadar, ikili ilişkilerin geliştirilmesine önem vermesiydi. Nitekim bazı İsrailli devlet adamları Türkiye’nin, Arap devletleriyle İsrail arasındaki sorunların çözümünde yardımcı olabileceğini de düşünmekte İdiler.   1956 yılına gelindiğinde ortaya çıkan Süveyş Krizi sırasında Türkiye’nin İsrail’e yönelik tutumu sert olmuş, Türk elçisi geri çağrılmış ve diplomatik ilişkiler maslahatgüzar seviyesinde 1980’de ikinci kâtiplik düzeyine inene kadar seyretmiştir.   

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE İKİLİ İLİŞKİLER   

İsrail, Orta Doğu’da her zaman “radikal” diye nitelediği Arap rejimlerine karşı müttefikler bulma politikası izlemiş ve bu çerçeve içerisinde Türkiye ve İran ile yakın ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Bu ülkelerden İran 1979 Devriminden sonra İsrail’in en fazla tehdit algıladığı ülkelerin başında yer aldı. Türkiye ABD ile olan yakın ilişkileri ile İsrail için güvenilir bir ülke konumundaydı. Türkiye, Soğuk Savaş dönemi boyunca geleneksel dış politika olarak adlandırılan bir dış politika ile Orta Doğu’dan ve bölgenin sorunlarından mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişiminde 70’ler boyunca gözlenen soğukluk, 80’lerin büyük bölümünde de devam etti. Bu durumun başlıca iki nedeni vardı: İsrail’in bölgedeki tek taraflı eylemlerinin Ankara’da doğurduğu rahatsızlık ve Filistinlilerin 1987’de başlattığı İntifada hareketinin Türk kamuoyunda yakından takip edilmesi. Camp David anlaşmasından sonra Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların çözülme yoluna girildiğinin sanıldığı bir dönemde, İsrail’in giriştiği, bölgesel istikrarı tehdit edici eylemler tüm dünyada şaşkınlık yarattı. 1978’den itibaren Batı Şeria’da Yahudi yerleşim bölgeleri kurmaya başlayan İsrail, Temmuz 1980’de Doğu Kudüs’ü, Aralık 1981’de Golan Tepelerini ilhak etti. Bu arada İsrail’in başkenti Tel-Aviv’den Kudüs’e taşındı.    

Doğu Kudüs’ün ilhakı ve Kudüs’ün başkent ilan edilmesi BM Güvenlik Konseyinin 476 ve 478 sayılı kararlarıyla hükümsüz bir eylem olarak nitelendi. Türkiye ise kınamanın da ötesinde, ilişkilerdeki soğukluğu güçlendiren iki önemli hamleyle İsrail’e tepkisini gösterdi. 28 Ağustos 1980’de Kudüs başkonsolosluğunu kapattı ve 2 Aralık 1980’de Tel-Aviv’deki maslahatgüzarlığını ikinci kâtiplik düzeyine indirdi.   

SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE İLİŞKİLER   

1990’lı yıllarda dünya, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan laik ve demokratik sistemi benimsemiş Türkiye ile Yahudi devleti olan İsrail arasında iyi ilişkiler sürecine tanık olmuştur. Ortak çıkarlara sahip olma iki ülkeye işbirliği getirdi; askeri anlaşmalar, ortak tatbikatlar ve üst düzey yönetici ziyaretleri de bu ilişkiye destekledi. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin ilerlemesi ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni konjonktürün koşullarında, Körfez Savaşı ve Orta Doğu’da onu izleyen gelişmelerle ve Filistin sorununun çözümüne yönelik umut doğuran adımların atılmasıyla mümkün olmuştur.    

Türkiye’nin 1990’da Tel-Aviv’deki diplomatik temsilciliğini tekrar büyükelçilik düzeyine yükseltmesi, 1991’de Orta Doğu Barış Sürecinin en önemli kilometre taşlarından olan Madrid Konferansının ardından 31 Aralık 1991’de Ankara’daki Filistin ve İsrail temsilciliklerinin aynı anda büyükelçiliğe yükseltilmesi ve 1980’den beri kapalı olan Kudüs’teki Türk başkonsolosluğunun da 1992’de yeniden açılması ikili ilişkilerdeki gelişmeleri kanıtlar nitelikteki diplomatik adımlardır. İlişkilerdeki bu canlanmanın beş temel nedeni vardır:   

Birincisi, Filistinliler ve İsrail arasında temkinli bir havada da olsa başlatılmış bulunan diyalog süreci, adil ve kalıcı bir Orta Doğu barışı için ümitleri artırmıştı. Türkiye böyle bir ortamda, resmen tanıdığı her iki tarafla da ilişkilerini geliştirerek, ileride ortaya çıkabilecek yeni Orta Doğu coğrafyası için sağlam dostluklar kurmak istiyordu.   

İkincisi, Özal döneminde ABD ile ilişkilerin en üst düzeye çıkarılması için yürütülen girişimlere paralel olarak, İsrail’le dirsek teması sağlandı. Çünkü, Amerikan Kongresi üzerinde son derece etkili olan Ermeni ve Rum lobilerine karşı Yahudi lobisinin desteği isteniyordu.   

Üçüncüsü, PKK eylemlerinin Suriye, İran ve Irak tarafından desteklenmesi, Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunu ve İran rejiminin Türkiye’de neden olduğu rahatsızlık, Türkiye’yi bölgede işbirliği yapabileceği ülkeler aramaya yöneltti. Bu üç ülkeyle de benzer sorunları olan ve doğrudan bir sorunu olmayan İsrail’le yakınlaşma sürecine girildi.   

Dördüncüsü, Türkiye’de Refah Partisi’nin yükselişine paralel olarak Orta Doğu’daki İslam ülkeleriyle daha sıkı ekonomik ve siyasi ilişkiler kurulma fikrinin, antitez olarak, siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’den daha alt düzeyde olan İslam ülkeleriyle yakınlaşma çabalarının bu ülkeyi cumhuriyetin başından itibaren hedef seçilen Batılılaşma ve çağdaşlaşma hedefinden uzaklaşacağını savunan görüşleri tetiklemesi,   

Beşinci ve en önemlisi, kurmaya çalıştığı “Yeni Dünya Düzeni” için ABD’nin bölgede sağlam müttefiklere ihtiyacı vardı. Bu noktada ABD, uzun yıllardır üst düzeyde siyasi ve askeri ilişkiler yürüttüğü, Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin yoğunlaştırılmasını ve böylece, bölgede Batı yanlısı iki demokrasinin desteğinin sağlanması için her iki tarafı da teşvik edici girişimlerini artırdı. Öte yandan, Türkiye ve İsrail, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin kendilerine verdiği stratejik önemi yitirebilecekleri endişesini taşıyorlardı.   



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder