31 Temmuz 2016 Pazar

KİRLİ MENDİL...




KİRLİ MENDİL...



19 Ekim 2009 Pazartesi,


SERDAR ANT

Dışişleri Bakanlığı’ndan dün akşam yapılan açıklamada, ABD yönetiminin PKK’yı uyuşturucu kaçakçıları listesine dâhil ettiği duyuruldu. ABD Hazine Bakanlığı bünyesindeki Yabancı Varlıkların Kontrolü Ofisi tarafından yapılan duyuruya dikkat çekilen Bakanlık açıklamasında,“PKK’nın lider kadrosunda yer alan Murat Karayılan, Ali Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ın ‘Özel Olarak Belirlenmiş Uyuşturucu Kaçakçısı’ (Specially Designated Narcotics Trafficker) olarak ilan edildiği, söz konusu üç şahsın ABD’de bulunan malvarlıklarının dondurulmasına ve ABD vatandaşlarının bu şahıslarla ekonomik veya ticari nitelikli bir işlem yürütmesinin yasaklanmasına karar verildiği” belirtildi. (Hürriyet, 15.10.2009)

Oysa PKK liderlerinden Murat Karayılan, 7 Ekim 2006 tarihinde Newsweek dergisinde yayınlanan bir söyleşisinde (Michael Hastings, "Into the Blacksnake's Lair", Newsweek, 7.10.2006 ) ABD’ye çağrı yapıyordu:

"ABD'nin müttefiki olabiliriz, düşmanlarımız aynı… ABD bizi hep düşmanlarımızın gözüyle gördü. Oysa biz, dost olarak algılanmak istiyoruz. Aksine, Kürtler fazlasıyla ABD sempatizanıdır. Eğilimleri, Amerikancılık yönündedir."

Bilmem ki şimdi “eğilimleri Amerikancılık yönünde” olan “ABD sempatizanı” Karayılan’a ne demeli?

“Al da ABD’nin hayrını gör!”

İnsan, yapılan açıklamayı okuyunca ister istemez düşünüyor:

PKK, 1978’de kurulmuş bir örgüt… 1984’den beri kanlı terör eylemleriyle Türkiye’yi bölmeye çalışıyor; bu yolda asker, sivil, kadın, çoluk, çocuk demeden insanları öldürüyor, 25 yıldır Türkiye’nin bütünlüğüne, milletin birliğine karşı bir “kirli savaş” yürütüyor. Bütün bu süre boyunca PKK, terörist eylemlerini nasıl finanse etti peki? Terör örgütünün ABD’de bulunan mal varlıklarından ABD’nin yeni mi haberi oldu? Dünyada kuş uçsa bilen ABD’nin, PKK’nın uyuşturucu kaçakçılığı yaptığından haberi yok muydu sanki? Kuzey Irak’ta üslenmiş PKK teröristlerine koruma sağlayan, “bölgenin istikrarı bozulmasın” bahanesiyle Kuzey Irak’ı Türkiye’ye yasaklayan ABD değil miydi? ABD’nin PKK teröristlerine kimi dönemlerde lojistik destek ve istihbarat sağladığı gazete haberlerine bile konu oldu! Dağlıca ve Aktütün baskınlarında ABD’nin etkisi olduğu yönünde kuşkular kamuoyuna yansıdı!

Sonuçta, ABD yıllardan beri PKK terörizmine göz yumdu, korudu, kol kanat gerdi! Sözümona PKK’yı “terörist örgüt” olarak ilan etti, ama öte yandan terörle mücadelenin gereklerini umursamayan bir kollayıcılıkla davrandı. Kısacası, Türkiye’yi Ortadoğu’da kendi çıkarları koşutunda bir politika izlemeye ve işbirliğine zorlamak için PKK’yı bir baskı aracı, bir tür “sopa” olarak kullandı! 

En sonunda PKK ile işi biten, daha doğrusu Türkiye’nin yönetiminde olanları istediği kıvama sokan ABD, şimdi PKK’yı bir “kirli mendil” gibi kenara fırlatıyor!

Peki, “eğilimleri Amerikancılık yönünde” olan, “ABD sempatizanı” terör örgütü bu ilişkiden ne kazandı? ABD, Kürtlere “özgürlük” getirdi mi? ABD tarafından “dost olarak algılanmak isteyen” terör örgütü, bu amacına ulaştı mı?

PKK’nın bu süreç içinde tek “kazancı” olmuştur, tabii buna da “kazanç” denilebilirse…

Yüzlerce yıldır iç içe, kardeşçe yaşayan Türkleri ve Kürtleri düşman etmeye çalışmış, Türkiye’ye büyük maddi ve manevi zararlar vermiştir. Türkiye’nin Güneydoğusu PKK’nın kanlı terör eylemleri nedeniyle bir savaş alanı haline gelmiştir, yüzlerce yıldır barış içinde bir arada yaşayanlar, şimdi birbirlerine kuşku ile bakar olmuşlardır. PKK, emperyalizm tarafından Cumhuriyet vatandaşlarını “Kürtler” ve “Türkler” şeklinde bölüp çatıştırmak için kullanılmıştır. Şimdi de emperyalizmin çıkarları için yaptığı hizmetlerin ödülünü almaktadır: “Özel Olarak Belirlenmiş Uyuşturucu Kaçakçısı…”

Kimilerine paradoksal görünebilir belki, ama PKK’nın ve onun destekçisi olan Kürtlerin aslında tek dostu vardır: Türkiye!

PKK ve destekçileri için tek çıkış da bugüne kadar kendilerini kullananların maşası olmayı artık bırakıp, gerçekten onurlu ve eşit yurttaşlar olarak bir yaşam sürmek için kayıtsız koşulsuz Türk adaletine teslim olmaktır. Türk ile Kürdün çatışmasından, birbirini kırmasından emperyalizmden başka kimse yarar sağlamıyor. Bu yıkıcı savaş için hem devletin hem de PKK’nın harcadığı yüz milyarlarca dolar Türkiye için harcanmış olsaydı, Türkiye’nin bugün ne “Kürt sorunu” kalırdı ne geri kalmışlık sorunu…

PKK bugüne kadar adam öldürüp kan dökerek ne elde etti peki? Kürt kökenli vatandaşlarımızın yaşam standardı mı yükseldi, bölgede daha çok okul, hastane, fabrika mı var? PKK’nın uyuşturucu parası da emperyalist silah tekellerinin cebine gitti, Türk halkının vergileri de… Sonuç: sıfıra sıfır, elde var sıfır…

Zamanında Suriye’nin kanatları altına sığınan Öcalan’ın, Suriye’den çıkınca nasıl “sudan çıkmış balığa” döndüğü, Batılı devletler tarafından nasıl kullanıldığı ve sonunda Türkiye’ye nasıl teslim edildiği ortadadır. PKK yakında Kuzey Irak’tan çıkarılacak ve Öcalan’dan beter olacaktır. Onun için vakit daha da geç olmadan, emperyalist devletlerin maşalığına son vererek gelip teslim olmak, adil bir şekilde yargılanıp daha sonra da eşit yurttaşlar olarak hak edilen saygıyı görerek yaşamak bir “kirli mendil” muamelesi görmekten daha iyi değil mi?

Türkiye Cumhuriyeti hepimizindir! PKK ve destekçileri artık hata yaptıklarını kabul edip, kayıtsız koşulsuz silah bırakarak Türk adaletine teslim olurlarsa, emin olsunlar Türk’ün bağışlayıcılığı ve büyüklüğü onları bir kere daha kucaklayacaktır!



..


30 Temmuz 2016 Cumartesi

TÜRKİYE-AB MÜLTECİ ANLAŞMASI MERKEL’İ GÜÇLENDİRDİ

 
 
 
 
TÜRKİYE-AB MÜLTECİ ANLAŞMASI MERKEL’İ GÜÇLENDİRDİ
 
 
 
21.03.2016              
20.03.2016
AB Haber
 
Türkiye-AB arasındaki anlaşmanın en önemli isimlerinden Almanya Başbakanı Angela Merkel Gelinen noktanın, Yasa dışı göçle mücadele açısından büyük önem taşıdığını vurgulayarak, ‘Avrupa olarak bu zor sınavın üstesinden gelebileceğimizi  gösterdik ’ dedi
 
Berlin’deki hemen tüm siyasi yorumcular politikaları sınananın Avrupa Birliği’nden daha çok Merkel olduğu ve Alman siyasetçinin bir kez daha başarıya ulaştığı konusunda hemfikir. Gerçi çok sayıda köşe yazarı ve yorumcu, Ankara ile varılan anlaşmanın Türkiye’deki durumun giderek gerginleşmesi nedeniyle rizikoları olduğunu ve Türk hükümetinin mülteci krizindeki kilit konumunu ‘şantaj’ şeklinde kullanabileceğini öne sürüyor, ama aynı zamanda Merkel’in diğer AB liderlerini Ankara ile işbirliği konusunda ikna ederek, birliğin dağılmasını önlediği vurgulanıyor.
 
Merkel göreve geldiği 2005 yılından bu yana, 2008’de tüm dünyayı sarsan ekonomik kriz, ardından 2012’de Yunanistan’ı iflasın eşiğine getiren gelişmeler, 2013’de Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ile Ukrayna’da yaşanan savaş ve son olarak geçen yaz Macaristan sınırında bekleyen onbinlerce sığınmacıyı Almanya’ya davetiyle zor dönemlerin başarılı yöneticisi olarak öne çıktı. Amerika’nın önde gelen ekonomi dergisi Forbes tarafından hazırlanan ‘Dünyanın en güçlü kadınları’ listesinin birinci sırasını yıllardır kimseye kaptırmayan Merkel, sığınmacılar konusunda izlediği politikalar nedeniyle karşılaştığı tüm ulusal ve uluslararası baskılara rağmen yine planlarını yürürlüğe koydurabildi.
 
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin oluşturdukları Visegrad Grubu içinde yer alan Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan’ın Merkel’in izlediği sığınmacı politikaları karşısında yürüttükleri politikalara paralel, kendisine yönelik Birlik Partileri içindeki ciddi muhalefetle giriştiği mücadeleden kazanan taraf olarak çıktı.
 
Berlin’deki siyasi yorumculara göre, Alman başbakanının AB içinde kendisine açılan cepheleri dağıtmasında AB’nin tek koldan hareket etmemesi durumunda bunun özellikle Yunanistan’a ve Orta ve Doğu Avrupa’daki diğer birlik üyelerine olumsuz ekonomik yansımalarının olacağını belirtmesi ve adeta ‘göz korkutması’ oldu. Yunanistan üzerinden AB’ye ulaşanların Türkiye’ye iadesi Merkel’in AB’deki ortaklarını ikna etmesi için elindeki en önemli kart olarak tanımlanıyor. Bu bağlamda belki de en çok yankı bulan tavır değişikliği, yıllarca Türkiye’nin AB ile olan yakınlaşması sürecine en sert tavır koyan Merkel’in, bu kez Avrupa’daki sığınmacı krizinin Türkiye olmadan aşılamayacağını ifade etmesi oldu. Bundan daha bir kaç hafta önce sığınmacılar krizini Merkel’in siyasi geleceği için ‘hayati bir mesele’ olarak niteleyen ve istifa ihtimalini gündeme getiren siyasi yorumcular, sığınmacı anlaşması sonrasında ise Alman başbakanının pes etmeyerek, yine güçlü bir liderlik sergilediğini savunuyorlar.
 
Öte yandan Angela Merkel’in Avrupa’ya sığınmacı akınının Türkiye’nin yardımı ile aşılacağı inancının aksine, Alman halkı bu yaklaşımı gerçekçi bulmuyor. Alman televizyon kanalı ZDF tarafından yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre, halkın yüzde 79’u, sığınmacı krizinin Türkiye’nin desteği ile çözülebileceğine inanmıyor. Voa
 
 


19.03.2016

 Sputnik News
 
 
Almanya Başbakanı Angela Merkel, AB ve Türkiye'nin sığınmacı krizine çözüm için yakın işbirliği kararı almasından memnuniyet duyduğunu belirterek, Avrupa olarak bu zor sınavın da üstesinden gelinebileceğini gösterdiklerini söyledi.
Merkel, Brüksel'deki Türkiye-AB Zirvesi'nin ardından düzenlediği basın toplantısında, AB ile Türkiye arasında sağlanan anlaşmanın, yasa dışı göçle mücadele açısından büyük önem taşıdığını vurgulayarak şunları söyledi:
"Avrupa olarak bu zor sınavın da üstesinden gelebileceğimizi gösterdik. Bugünün sonucunu böyle özetleyebilirim. 28 üye ülkenin tamamı olarak, Türkiye ile de birlikte, geniş bir alana yayılan gerçek bir ortaklık ruhuyla, yükü paylaşma anlayışıyla bu sınavın da üstesinden gelebileceğimizi gösterdik."
Anlaşmanın sağlanması konusunda Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun gösterdiği çabalar için teşekkür eden Merkel, sürecin uygulanmasındaki zorlukların farkında olduğunu, Almanya'nın alınan kararların gerçekleştirilmesi noktasında üzerine düşeni yapacağını ifade etti.
'ANKARA VİZE İÇİN GEREKLİ KRİTERLERİ KARŞILAMALI'
Zirvede Türkiye'nin AB sürecinde yeni bir faslın açılmasıyla ilgili uzlaşma sağladıklarını aktaran Merkel, "17. başlık zaten açılmıştı, şimdi Hollanda'nın dönem başkanlığı sırasında, bütçe konulu 33'üncü başlık da açılacak. AB Komisyonu, yeni fasılların açılması için hazırlık çalışmalarını sürdürecek" dedi.
Anlaşmada Türk vatandaşları için en geç haziran ayından itibaren AB seyahatlerinde vize muafiyeti öngörüldüğünü anımsatan Merkel, bunun gerçekleşebilmesi için AB tarafından hazırlanan yol haritasının belli olduğuna, Ankara'nın gerekli tüm kriterleri karşılaması gerektiğine işaret etti. Merkel, "Türkiye, nisan ayı sonuna kadar koşulları karşılamak istiyor. Bundan sonra bir süreç başlayacak, AB Komisyonu bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini değerlendirecek" sözlerine yer verdi.
 
' 3 MİLYAR EUROLUK YARDIM HIZLANDIRILACAK '
 
Anlaşma kapsamında Türkiye'deki Suriyeli sığınmacıların durumunun iyileştirilmesi için ilk aşamada sağlanacak 3 milyar euroluk yardımın kullanımını hızlandırma kararı aldıklarını ifade eden Merkel, " İlk projeler belirlenmişti, gelecek hafta içinde sağlık, eğitim, altyapı, temel gıda maddeleri veya diğer temel gereksinimler gibi alanlarda projeler belirlenecek. 2018 sonuna kadar, ek 3 milyar euroluk kaynak sağlayacağız" diye konuştu.
 
 
 
 
 


 
..
 

NAZİLERİN YAHUDİ SOYKIRIMI PROVASI, KARA KITANIN KANLI BÖLGESİ: NAMİBYA



 
NAZİLERİN YAHUDİ SOYKIRIMI PROVASI, YÜZYILIN İLK SİSTEMATİK TOPLU KATLİAMI - KARA KITANIN KANLI BÖLGESİ:
NAMİBYA
 
 
Yazar : Hazel ÇAĞAN ELBİR
27.06.2016
 
 













Namibya   Nerede bulunmaktadır?
 
 
 
21 Mart 1990 yılından beri “Namibya” olarak adlandırılan bölge, Afrika’nın Güneybatı kıyısında yer almaktadır. Yüzölçümü 824.292 km2’dir.[1] Doğusunda Botsvana ve Zimbabve, kuzeyinde Angola ve Zambiya, güneyinde Güney Afrika Cumhuriyeti bulunan Namibya, nüfus yoğunluğu az bir ülkedir.[2] 20. yüzyılın başında Alman sömürgesi olan bölge, 1915 yılında Milletler Cemiyeti nezdinde Güney Afrika Cumhuriyeti tarafından yönetilmiştir. Ancak zaman içinde uluslararası hukukun kurallarının işlerliğini yitirdiği bölgeye yaklaşık on yıl süren uluslararası görüşmeler sonucunda, Angola iç savaşının son bulması sonucunda ve Namibya ve Güney Afrika'da sömürgeleşme karşıtı mücadeleler sonucunda 1988 yılında Birleşmiş Milletler denetiminde Namibya'nın bağımsızlığını armağan edecek olan seçimler yapılmıştır. Bu seçimler sonunda, 1989 yılında Güney Batı Afrika Halkları Örgütü - South West African People’s Organization (SWAPO)'daki silahlı ayaklanmalar bastırılmış, demokrasiye geçiş sürecinde sekiz siyasi parti ile bağımsızlık kazanılmıştır.[3]
Namibya yeraltı kaynakları açısından son derece zengin bir coğrafyadır. Dolayısıyla ülkenin ekonomisi de bu temele dayalıdır. Ülke ayrıca tarım, hayvancılık ve balıkçılık açısından da zengindir. Ülke gelirlerinin büyük bir bölümü Güney Afrika Cumhuriyeti şirketleri ve uluslararası şirketlere aktarılmıştır. Dışa bağımlı olan Namibya, işlenmiş ürünlerin hemen hemen hepsini ithal etmek durumundadır. Namibya’nın en önemli limanı Walvis Körfezidir.
Hollanda ve İngiltere, 1700’lerin sonu 1800’lerin başı gibi Walvis Körfezine el koymuşlardır. 1800’lerde coğrafya artık Alman ve İngiliz misyonerlerinin kol gezdiği bir bölgeye dönüşmüştür.[4] İngilizler’in 1878’de Walvis Körfezi’ni ilhak etmiş olmalarına rağmen, Namibya 1884’te Alman sömürgesi haline gelmiştir. Alman etkisinin her geçen gün arttığı bölgede Almanya sadece topraklar üzerinde değil, topraktan elde edilen mamüllerin üzerinde de hak iddia etmeye başlamıştır. Alman etkisinin hüküm sürmeye başladığı bölge, “Alman Güneybatı Afrikası” (Deutsch-Südwestafrika) olarak isimlendirilmiştir. Bu isim 1919 yılına kadar kullanılmıştır. Alman etkinliğinin yoğun olduğu dönem içinde 1904 ve 1907 yılları arası Herero ve Nama kabilelerinin maruz kaldıkları haksızlık ve zulüm zirveye çıkmıştır.
 
Güney Batı Afrika'nın Sömürgeleşme Süreci
Bugün Namibya olarak adlandırılan bölge, İngiliz sömürge yönetimi altındayken, Güney Batı Afrika 1882 yılında Adolf Lüderitz adlı bir tüccarın söz konusu bölgeye geldiği yıllarda Alman sömürgesine dönüşmeye başlamıştır.[5] Walvis Körfezi İngilizler ve Almanlar arasında yapılan anlaşma ile İngilizler’de kalmıştır.[6] 1882 ile 1890 yılları arasında daha deneyimli tüccarlar tarafından desteklenen diğer Alman tüccarların sayılarının arttığı bir yere dönüşmüştür. Bölgede daha önceden varlık gösteren İngiliz tüccarlar, Alman tüccarların girişimleri ile bölgeden uzaklaştırılmıştır. Bazı kaynaklarda her ne kadar gönülsüz bir şekilde sömürgeleştirme politikası izlediği belirtilse de, Bismarck, Afrika’nın bu bölgesini kana bulayacak ilk adımı atmıştır.[7]
Sömürgeciliğin resmi başlangıcı olarak kabul edilen Berlin Konferansı, 15 Kasım 1884 - 26 Şubat 1885 tarihleri arasında İngiltere, Fransa ve Almanya'nın Afrika üzerinde hak iddia ettikleri, Afrika'nın belirli bölgelerini kendi aralarında paylaştıkları ve anlaşmaya vardıkları bir kilometre taşı olarak kabul edilmektedir. Bu konferansla günümüz Namibya'sının -o zamanların Güneybatı Afrikası’nın- Almanya'nın sömürgesi olduğu resmen ilan edilmiştir.[8] Afrika ülkeleri bu konferansın sonucunda ortaya çıkmıştır. İngiltere; Nijerya, Botsvana, Basutoland, Güney Afrika ve Uganda'yı almıştır. Almanya ise Namibya, Tanzanya ve Kamerun'u almıştır.[9]
 
Kara Kıtanın En Kanlı Dönemi (1904-1907)
Alman sömürüsünün zulme dönüşmeye başladığı dönemde, 2 Ekim 1904 tarihinde General von Trotha Herero’ları hedef alan, yapacağı sistematik toplu katliamın en önemli belgesini kendi elleriyle yazmıştır. “Yok etme emri” anlamına gelen Vernichtungsbefehl’in tercümesi aşağıdadır:
“Ben, Alman birliklerinin büyük generali, bu mektubu Herero halkına gönderiyorum. Hererolar artık Alman tebası değillerdir. Onlar katil ve gaspçılar, yaralı askerlerimin kulaklarını, burunlarını ve bedenlerinin diğer kısımlarını kestiler. Şimdi ödlek bir şekilde, savaşmaktan kaçıyorlar. Halklara sesleniyorum; Her kim şeflerinden birini getirirse 1000 Mark alacak, her kim ki Samuel’in başını getirirse 5000 Mark alacak. Hererolar bu toprakları terk edecekler. Eğer terketmezlerse bunu “Groot Rohr” (toplar) vasıtasıyla yapacağım. Alman sınırları içindeki her Herero, silahlı ya da silahsız, sığırı olsun ya da olmasın, vurulacaktır. Bu saatten sonra kadın çocuk gözetmeksizin hepsini bu topraklardan süreceğim ve vurulmalarını emredeceğim. Hererolara söyleyeceklerim bunlardır.”[10]
Bu süre zarfında Hereroların sayısı 80.000’den 15.000’e; Namaların sayısı ise 20.000’den 9.000’e düşmüştür.
Alman-Herero Savaşı’ndan sonra, Namibya 1920'de Milletler Cemiyeti nezdinde Güney Afrika Cumhuriyeti’nin yönetimine verilmiştir. Daha sonraki dönemde bugünkü Namibya coğrafyası zaman içinde ırkçı ayrımcılık -apartheid- uyguladığı gerekçesiyle ve uluslararası toplumun baskısı ile karşılaşmıştır, ancak tüm bu baskılara rağmen Alman yönetimi 1915 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti yönetimine bırakmak durumunda kalmıştır.[11]
1904 ve 1908 yılları arasında yaşananlar, Rahip Michael Scott'ın 1947 yılında başkent Windhoek'e gelmesiyle bölgede ikamet Almanların ve sömürgeci yönetimin ticaret ve egemenlik bağlamında başat sorunu haline gelmiştir.[12] Michael Scott, ırkçılık karşıtı ve insan hakları aktivisti olarak bilinen bir rahiptir. Scott, Herero'ların ve Nama'ların yaşadıklarını ilk ağızdan duyma şansını elde etmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında, Yahudilerin maruz kaldığı soykırımın hemen ardından, Herero ve Nama'ların yaşadıklarını dinlemek, Nazi zihniyetinin atalarının Yahudi'lere yaptıklarının Afrika'da uygulandığına dikkat çekmek gerekmektedir.
1904'te "Yok Etme Emri" ile kadın, erkek, çocuk ayırt etmeksizin öldürüldü. Güney Afrika topraklarında çılgınca yağma, işkence ve katliamlar yapıldı. Kayıtlar aynı Polonyalıların yaşadıkları katliamları çağrıştırıyor, gaz odaları dışında kendi elleriyle öldürülen bebekler, kulübelerinde yakılarak öldürülen hasta ve yaşlı kadınlar... Yoksullaştırılmış ve yerlerinden edilmiş bir kabile... Çoğunluk Almanlar tarafından paramparça edilmiş ya da susuzluğa terkedilmiş...[13]
1950’li ve 1960’lı yıllarda milliyetçi direniş topluluklarının kurulmaya başladığı coğrafyada 1966 yılında SWAPO ve Güney Batı Afrika Milli Birliği - South West Africa National Union (SWANU) kurulmuştur.[14] SWAPO, siyasi bir parti olarak kurulmuş, fakat bölge bütünlüğünün sağlanmasını amaçlayan direnişçi bir gruba dönüşmüştür.[15] Özellikle Güney Afrika Cumhuriyeti’nin bölgede uyguladığı apartheid[16] politikalarının sonucu olarak ortaya çıkan SWAPO bu ırkçı politikalara karşı koymak için silahlı direniş başlatmıştır.
SWANU ise Namibya'nın 1959 yılında kurulmuş olan en köklü siyasi partisi olarak bilinmektedir. Herero halkının ileri gelenleri tarafından kurulmuş olan bu parti kurulduktan yaklaşık on yıl sonra Ovampo kökenli olan SWAPO adlı parti olarak çok daha güçlü bir şekilde öne çıkmıştır.[17] 1966 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndan çıkarılan bir kararla, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Güneybatı Afrika üzerindeki mandasına son verilmiştir ve bu topraklar 1968 yılından itibaren Namibya olarak anılmaya başlanmıştır. 1990 yılında bağımsızlığını kazanmasının ardından çok uzun bir dönem Namibya’daki Alman yönetiminin yaptığı sistematik toplu katliam gündeme gelmemiştir. Hatta bu mesele unutulmaya yüz tutmuştur.
 
Mavi Kitap
Mavi Kitap, ya da bir başka deyişle, "Güney Afrika Birliği - Güney Batı Afrika'da Yerliler ve Almanya'nın Muamelesi Üzerine Rapor (Union of South Africa - Report On The Natives Of South-West Africa And Their Treatment By Germany”),[18] Alman sömürge yönetiminin Herero'lara ve Nama'lara nasıl muamele ettikleri ile ilgili itiraflar içeren bir günlük olarak  1918 yılında Güney Afrika yönetimi tarafından basılmıştır. 1926'da, basılmasına vesile olan İrlandalı subay, Thomas O'Reilley'nin elinden çıkan kitabın bulunduğu yerler İngiliz ve Güney Afrika hükümetleri tarafından tespit edilip söz konusu kitap imha edilmiştir. Hepsinin yok edildiği zannedilirken, Afrika'nın Pretoria şehrinde bir kütüphane'de başka bir baskısı olduğu ortaya çıkmıştır. Böylece yüzyıla yakın bir süredir üzerine kalın bir perde çekilmek istenen yüzyılın ilk sistematik toplu katliamı açığa çıkmıştır. Böylece General Von Trotha'nın "Yok Etme Emri - Vernichtungsbefehl" ile yerlilerin bilinerek ve istenerek nasıl yok edilmesi amaçlandığının belgesi gün yüzüne çıkmıştır.[19] Güney Afrika Cumhuriyeti de apartheid politikası izlemekle kalmayıp, belgelerin yok edilmesine destek vermiştir.[20]
 
Almanya “Herero Soykırımı”[21] Yaptığını Kabul Etti Ama…
2004 yılında, Heidemarie Wieczorek-Zeul, Almanya'nın Sosyal Demokrat Partili bir bakan, “Herero Soykırımı”nın yüzüncü yılı olduğuna dikkat çekmek için Namibya'ya gelmiştir. Bu ziyaretinde Zeul, Almanya'nın bu konuda suçlu olduğuna işaret eden bir konuşma yapmıştır.[22] Alman Bakan, her ne kadar bu doğrultuda bir konuşma yapmış olsa da görüşlerinin hükümet politikalarını temsil etmediğini belirtmeyi de ihmâl etmemiştir. Alman Bakan Wieczorek-Zeul, 2004 yılında yüzüncü yıla atfen özrünü dile getirmişse de Almanya’dan bu konuya ilişkin resmi bir açıklama yapılmamıştır.
1904-1907 yılları arasında insanlık dışı muameleye maruz kalmış Herero'lar ve Nama'ların cesetleri ayrıca tıbbi deneylerde de kullanılmak üzere, Almanya'daki araştırma enstitülerine gönderilmiştir.[23] 'Mavi Kitap' ortaya çıktıktan sonra, Almanya tazminat ödemeyeceğini, ancak enstitülere gönderilen 300 Herero kafatasını geri göndereceğini açıklamıştır.[24] Almanya’nın tarihinin büyük sistematik toplu katliamlar ve soykırım ile anılması (özellikle de Holokost), katledilen Nama-Herero ve Yahudilerin cesetlerinin tıbbi araştırmalarda kullanılmak üzere enstitülere gönderilmesi, ‘medeniyetler beşiği’ Avrupa’nın merkezinde ‘doktor’ gibi gösterilen ölüm makinalarına 'incelettirilmek' üzere insan sağlamaları; zihinlerdeki vahşet tanımının sınırlarını zorlamaktadır. Buna karşılık Almanya’nın kendi işlediği suçlara ortak aramak ve kendi yaptığı katliamların tarihteki etkisini hafifletmek için Türkiye’yi 1915 olayları ile ilgili olarak suçlayan bir yasa geçirmesi, Almanya’nın geçmişte yaşananları unuttuğu anlamına gelmektedir. Papa’nın da 2015’te Vatikan’da bir ayin sırasında 1915 olaylarını kastederek yüzyılın ilk soykırımı olduğunu iddia etmesinden sonra, yine gündeme gelen 1904-1907 yıllarında gerçekleşen Nama–Herero sistematik toplu katliamları gelmiştir. Zira Nama ve Herero katliamları ile ilgili olarak ‘yok etme emri’ olduğu için, pek çok insan bu olayları soykırım olarak nitelendirmektedir. Papa’nın kendinden menkul soykırım tanımlamasında Namibya’nın geçmişinden hiç söz etmemesi tek yanlılığının ve haçlı zihniyetinin kanıtını oluşturmaktadır (zira bahsi geçen katliamlar bir Hristiyan ülke olan Almanya tarafından yapılmıştı). Bu bağlamda, sömürgecilik geçmişinin dini bağnazlık ve Hristiyanlaştırma misyonu ile iç içe geçmiş olması, Papa’nın bu soykırımlarda Hristiyanlığın rolünü unutturma ve göz ardı etme çabasını anlaşılır kılmaktadır.
 
 






[1] “About Namibia”, http://www.na.undp.org/content/namibia/en/home/countryinfo/ [Erişim tarihi: 30.11.2015]
[2] Grolier International Americana Encyclopedia, s. 197, 1993. s. 199.
[3] Seymour Martin Lipset, The Encyclopedia of Democracy Routledge: London, 1995, s. 868.
[4] Grolier International Americana Encyclopedia, 1993, s.197, 199.
[5] The Blue Book: Chapters 1&2. (Feature: Namibia Colonial Scam) [Erişim tarihi: 23.06.2017] http://www.thefreelibrary.com/The+Blue+Book%3A+Chapters+1+%26+2.+(Feature%3A+Namibia+Colonial+Scam).-a084558569  
[6] Edmund Jan Osmanczyk, Edited by Anthony Mango, Encyclopedia of the United Nations and International Agreements, Third Edition Vol. 3: N to S Routledge New York, 2003. s. 1505.
[7] Grolier International Americana Encyclopedia, 1993, s. 293.
[9] "20. Yüzyılın Başında Sömürgeleştirilmiş Afrika'da Toplu Katliam Politikaları: Namibya'daki Soykırım ve Çıkarılan Dersler", AVİM Yayınları, AVİM Konferans Kitabı No:10, Mayıs 2015, s. 10, http://www.avim.org.tr/uploads/toplanti_makaleleri/toplanti_16_tur.pdf
[10] Sefa M. Yürükel, Batı tarihinde insanlık suçları, Marmara Grubu Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı, 2004.
[11] Edmund Jan Osmanczyk, Edited by Anthony Mango, Encyclopedia of the United Nations and International Agreements, Third Edition Vol. 3: N to S Routledge New York, 2003. s. 1505.
[12] Gewald, Jan-Bart. "Genocide, War Crimes and the West", s. 67, https://openaccess.leidenuniv.nl/bitstream/handle/1887/4853/asc-1293873-001.pdf?sequence=1
[14] Gewald, Jan-Bart. "Genocide, War Crimes and the West", s. 69, https://openaccess.leidenuniv.nl/bitstream/handle/1887/4853/asc-1293873-001.pdf?sequence=1
[16] Beyaz olmayan Afrika halkının maruz kaldığı ırkçılık politikalarının genel adıdır, http://global.britannica.com/topic/apartheid
[18] "The Blue Book they didn't want us to read: How Britain, Germany and South Africa destroyed a damning book on German atrocities in Namibia" New African, January 2001, http://www.thefreelibrary.com/The+Blue+Book+they+didn't+want+us+to+read%3A+How+Britain,+Germany+and...-a081298638
[19] Bilener, Tolga. "'Mavi Kitap' ve Herero'lar" http://www.taraf.com.tr/mavi-kitap-ve-hererolar-2/
[20] Gewald, Jan-Bart. Herero Genocide in the Twentieth Century: Politics and Memory s. 289, https://openaccess.leidenuniv.nl/bitstream/handle/1887/4845/ASC-1293873-014.pdf?sequence=1
[21] Namibya’da dönemin Alman yönetiminin Herero ve Nama kabilelerine karşı yürüttüğü insanlık dışı politikalar ve bu kabilelere yönelik ‘yok etme emri’ bulunmasından dolayı, Namibya’da ve ayrıca Almanya’da pek çok insan bu olaylara soykırım yakıştırması yapmaktadır.
[22] "Germany refuses to acknowledge Herero massacres as genocide" http://www.dw.com/en/germany-refuses-to-acknowledge-herero-massacres-as-genocide/a-15830118

CEPHEDEN SÜRGÜNE: RUSYA’DAKİ OSMANLI SAVAŞ ESİRLERİ


 
CEPHEDEN SÜRGÜNE: RUSYA’DAKİ OSMANLI SAVAŞ ESİRLERİ,


 
 
CEPHEDEN SÜRGÜNE: RUSYA’DAKİ OSMANLI SAVAŞ ESİRLERİ

Nil Özben
 
 
1914-1922 yılları arasında Rusya’nın çeşitli bölgelerinde toplam sayısı 65 bini bulduğu düşünülen Osmanlı askeri esir düştü. Birinci Dünya Savaşı’nın esir askerleri, İkinci Dünya Savaşı’nın esir askerlerine kıyasla daha az incelenmiş bir konu. Osmanlı askerlerinin esaret hikayeleri ise literatürde oldukça küçük bir alan kapsıyor. Mevcut çalışmalar içinde daha ziyade Mısır’daki esir askerler üzerinde durulduğunu görüyoruz. Rusya’dakiler hakkında yapılan yerli çalışmalar son derece sınırlıyken yabancı çalışma neredeyse yok.
 
Öncelikle bir kavram olarak “savaş esiri”nin üzerinde duralım. Temel bir tanım vermek gerekirse, savaş esiri, savaşan devletin çatışma devam ederken düşman devlet tarafından gözetim ve denetim altına alınan, bu devlette “tutuklu” bulunan vatandaşlarına verilen isim. Bir kişinin savaş esiri olarak tutulmasının çeşitli sebepleri olabilir: Kişinin birliğine yeniden katılıp savaşa dönmesini engellemek, ele geçirilen kişileri bir güç ve zafer göstergesi olarak sergilemek, cezalandırmak, işgücünden faydalanmak, önemli istihbarat elde etmek gibi. Savaş esiri statüsü ve olayın hukuki boyutu üzerine birçok yazı kaleme alınmış, ama bunlardan 1913 tarihli “The Prisoner of War” başlıklı makale ironik niteliği bakımından ayrı bir yerde duruyor. Askerî başsavcı George B. Davis’in yazdığı makalede bir savaş esirinin hukuki tanımının ne olması gerektiğine ilişkin görüşler ifade ediliyor ve bu kişilerin ne gibi haklara sahip oldukları anlatılıyor. Davis, savaş esiri kavramına tarihsel bir çerçeve çiziyor; kadim zamanlarda böyle bir kavram olmadığından, insanların zaman geçtikçe savaşta ele geçirilen kişilerin bir değer ifade edebileceğini anladığından bahsediyor ve özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında artık yerleşmiş bir uygulama haline gelen savaşta esir almanın hukuksal tanımının yapılıp sınırlarının çizilmesine çalışıldığını ifade ediyor. Davis’in tanımına göre savaş esiri insanca muamele görmeye hakkı olan, silahları dışındaki özel eşyalarını kendisini esir alanlara teslim etmek zorunda olmayan, bu kişilere özel veya askerî bilgi verme zorunluluğu bulunmayan, rütbesine göre maddi yardım alması gereken bir kişidir. Davis’in bu satırları kaleme almasından bir sene sonra patlak veren savaşta bu düzenlemelere ne ölçüde uyulduğu elbette önemli bir soru.
 
Savaş esirinin teoride kim olduğunu, pratikte ise teorinin öngördüğü standarttan ciddi sapmalar bulunduğunu biliyoruz, çünkü elimizde, savaşan devletlerin askerlerinin kaleme aldığı birçok anı var. Buna rağmen I. Dünya Savaşı’ndaki esir askerler konusu, yazının başında da belirtildiği gibi akademik açıdan sıkça ele alınmış bir konu değil. Bunun neden böyle olduğu sorusunu soran tarihçi Peter Gatrell, iki muhtemel cevap sunuyor: Savaş esirlerinin çatışma devam ederken sürekli vurgulanan kahramanlığın, büyük başarıların bir “antitezi” olması ve bu kişilerin sosyo-tarihî skalada nereye yerleştirilmeleri gerektiğinin tam olarak bilinememesi. Esir askerlerin savaş devam ederken ülkenin kurtuluşunun ve orduların zaferinin ön planda olması nedeniyle tecrübe etmiş olabilecekleri ihmal durumunun, savaştan sonra da yakın zamana kadar neden devam ettiği sorusu karmaşık bir soru. Bu sorunun bir boyutu da savaş esirleri hakkındaki çalışmaların neden daha ziyade belirli ülkelerin askerleri üzerinde yoğunlaştığı meselesi.
 
Esir Türk askerleri hakkında çok fazla çalışma olmadığından bahsetmiştik. Rusya’daki savaş esirleri konusu ise belirli isimler tarafından ele alınmış. Bu esirlerin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Mevcut tahminlerin 40 bin ile 65 bin arasında değiştiği düşünüldüğünde bu belirsizlik daha da açık hale geliyor. Cemil Kutlu, neden kesin bir rakama ulaşılamadığını çeşitli nedenlerle açıklıyor: Osmanlı ordusunda tutulan çizelgelerin pek güvenilir olmaması, devletler arasında bu kayıtların sağlıklı bir kıyaslamasının yapılamaması, ele geçirilen kişilerin ne kadarının esir olarak alınıp ne kadarının öldürüldüğünün bilinememesi ve iletişim imkanlarının kısıtlılığı. Özellikle Galiçya ve Kafkasya cephelerinden getirilen Osmanlı askerlerinin Rusya’nın çeşitli bölgelerine gönderildiğini ve gördükleri muamelenin de son derece değişken olduğunu biliyoruz. Rusya’daki savaş esirleri konusundaki bilgilerimizin çoğunu hükümet tarafından Hilal-i Ahmer temsilcisi olarak bölgeye gönderilen ve 13 Ocak 1918’den 1 Şubat 1919’a kadar burada kalan Yusuf Akçura’nın hazırladığı son derece uzun ve geniş kapsamlı rapordan elde ediyoruz. Öncelikli olarak savaş esirlerinin kesin sayısının tespiti ile görevlendirilen, daha sonra kendisinden bu esirlerin sağlık durumlarını ve ihtiyaçlarını öğrenmesi talep edilen Akçura’nın Rusya’da geçirdiği zaman boyunca özveriyle çalıştığını, elinden geleni yapmak için büyük çaba sarf ettiğini anlıyoruz. Kendisinin titizlikle tuttuğu düzenli notlar, bugün bölgedeki durumu anlayabilmek için elimizdeki en önemli kaynak.
Rusya’daki Osmanlı esirleri üzerine önemli çalışmaları bulunan bir başka isim de Yücel Yanıkdağ. Yanıkdağ, çalışmalarında sürecin nasıl işlediğine dair önemli bilgiler veriyor. Toplanan askerlerin Rus subaylar tarafından sorgulandıktan sonra gönderilecekleri yerlere gitmek üzere en yakın tren istasyonuna yollandıklarını yazan Yanıkdağ, bu esnada askerlerin karşılaştıkları muamelenin çeşitli olduğunu ifade ediyor. Rus askerlerinin değişik kaynaklarda genellikle ılımlı olduğu ifade edilen tutumunun önemli bir sebebi, topraklarında bulunan çok sayıdaki Türk ve Müslüman halkın tepkisini çekmekten kaçınmaları olabilir. Nitekim bu kişilerin gördükleri askerlere ellerinden geldiğince yardım etmeye çalıştıkları da birçok yerde dile getirilmiş. Yalnızca askerlerin kalacakları yere gönderilmeleri sırasında değil, yerleşmelerinden sonra da yerel Türk ve Müslüman toplulukların esirlere yardım etmek için çeşitli girişimlerde bulunduklarını biliyoruz.
 
Yusuf Akçura, bu girişimlerin bir örneğini söyle aktarıyor: “Rusya’da sakin Müslümanlar, yani Şimal Türkleri, Osmanlı üserasına (esirlerine) her türlü ve birçok muavenette (yardımda) bulunmuşlardır. Daha Çar idaresi devam ederken bile bazı mahallelerde üseraya muavenet komiteleri teşkil ederek yakınlarındaki karargahlara bilhassa erzak vermek suretiyle muavenet ettikleri gibi, teşebbüs-i zatileriyle karargahlardan çıkıp memleketlerine avdet eden (dönen) müteşebbis ve cesur esirlerimize her türlü teshilatı (kolaylığı) izhar etmişler (göstermişler) ve nakdi ve fikri muavenetlerinden dolayı bazı Müslümanlar, Çar hükümeti tarafından mücazata (cezaya) bile duçar olmuşlardır.” Akçura’nın raporunda bu türden yardım faaliyetlerinde bulunan tam on altı farklı kuruluşun adı geçiyor. Akçura, bu yardım çalışmalarının bölgede Türkçe çıkan gazetelere verilen ilanlarla da duyurulduğunu ve desteklendiğini ayrıca not düşüyor.
Osmanlı savaş esirlerinin bu türden maddi ve manevi yardıma şiddetle ihtiyaç duydukları muhakkak. İki sıra tahta ranzadan oluşan kompartımanlarında balık istifi halinde kalacakları yere ulaşmayı başaran askerler -ki önemli bir kısmı yolda hastalıktan veya soğuktan ölmüştür- zorlu yolculuklarının sonunda kendilerini kirli, soğuk, ıslak, parazit ve bit dolu bir barakada buluyorlardı. Açlık ve hastalık olağan şeylerdi; askerlere savaş koşulları gerekçe gösterilerek gittikçe daha az yemek veriliyor, hijyenik koşulların eksikliği ve aşırı kalabalık başta tifüs, tifo ve kolera olmak üzere hastalıkların artmasına ve yayılmasına yol açıyordu. Yücel Yanıkdağ, konuyla ilgili kaleme aldığı bir makalede Türk askerlerinin etraflarını saran bitleri öldürmenin “yaratıcı yollarını” bulduklarını, bunun da onlar için bir nevi rahatlama aracı olarak görülebileceğini yazar. Bütün olumsuz koşullara rağmen, esirlerin hayatlarını olabilecek en olumlu şekilde idame ettirmeye çalıştıklarını biliyoruz. Esir kamplarındaki aktiviteler arasında futbol, resim ve müzik bulunuyordu. Askerlerin bu aktiviteleri yapma fırsatı bulmaları, Rus askerlerinin kendilerine olumlu şartlar sağlayamamasına rağmen en azından bir hareket alanı bıraktıklarının göstergesi olarak yorumlanabilir. Yanıkdağ, kamplardaki savaş esirlerinin çoğunun diğer ülke esirlerinden dil öğrendiklerini, bir el becerisi kazanmaya çabaladıklarını, kendi aralarında konserler ve tiyatro oyunları düzenlediklerini belirtiyor. Bu aktiviteler esirlerin hayatlarına bir nevi normallik getirirken muhtemelen benliklerini korumalarına da yardımcı oluyordu. Tabii savaş esirlerinden günlük olarak yerine getirmeleri beklenen fiziksel işler olduğunu da eklemek gerekir.
 
Savaş esirlerine kısıtlı da olsa bir özgürlük alanı tanındığının bir başka göstergesi de yerel halklarla etkileşim içinde olduklarını gösteren kayıtlar. Bu etkileşimlerde İslam’ın birleştirici ve kaynaştırıcı bir öge olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Yusuf Akçura, Ramazan ayında düzenlenen bir iftarı şöyle aktarıyor: “Moskova’da bulunan 53 esir Osmanlı neferine Hilal-i Ahmer murahhasının (görevlisinin) teşebbüs ve iştirakiyle yerli Müslümanlar bir iftar ziyafeti tertip eylediler. Ziyafet Moskova Türk-Tatar mektebinin büyük binasında verildi. Hamurlu et suyu, etli pilav, komposto, çay ve bol francaladan mürekkep bu iftardan esirlerimiz çok memnun kaldılar. Hele çay esnasında kendilerine tevzi edilen (dağıtılan) sigara ve kibritler memnuniyetlerini daha ziyade artırdı. Okur-yazarlarına Kuran, kitap ve risaleler de hediye edildi. İftardan sonra mektebin havalisinde ta sabaha kadar Anadolu şarkıları çağırıp Anadolu oyunları oynadılar.”
 
Yerel halkın desteğiyle zaman zaman moral bulsalar da savaş esirleri sonuçta tutsaktı. Osmanlı hükümeti, kendilerinden yardım bekleyen bu askerlere özellikle savaşın ilk zamanlarında yeterli ilgiyi göstermemekle, etkili müdahale teşebbüsünde bulunmamakla suçlanır; fakat hükümetin elinden geldiğince esir askerlerine yardım elini uzattığını söylemek gerekir. Osmanlı Devleti, bu girişimlerinde tarafsız kalan ve askerlerle ilgili arabuluculuk görevi üstlenen ülkeleri devreye sokmanın yanı sıra, kendisi de bölgeye çeşitli heyetler göndermiş, askerlerin iadesi veya takası için çeşitli anlaşmalar yapmaya çalışmıştır. Tarafsız devletler aracılığıyla savaş esirlerine ulaştırılmak istenen yardım ve özgürlüğün bir örneğini Nisan 2014’te İstanbul’da düzenlenen “Osmanlı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Var: Cihan Harbi’ne (1914-18) Yeniden Bakmak” konferansında bir konuşma yapan Tülin Uygur dile getirmişti. Savaş esirleri konusunu gündeme taşıyan İsveç’e 50 bin kron ödendiğinden ve bu meblağ karşılığında İsveç Kızılhaç’ının Rusya’daki kamplardan toplam 428 askeri ülkelerine geri getirdiğinden bahseden Uygur, izlenilen rota ve taşınan askerlerin ahvali hakkında bilgiler vermişti. Uygur’un konuşmasında tanıdık bir isim de geçiyordu: Yusuf Akçura. Uygur, Akçura’nın taşınmak üzere trenlere bindirilen askerlerin yanına gittiğini, onlara maddi yardım yapıp meyve ve sigara dağıttığını aktarmıştı.
 
Geride kalan esir askerler içinse 1917 Bolşevik İhtilali’nin önemli sonuçları oldu. Kamplar üzerindeki denetimin daha da azalması, yeni yönetimin esirlerin serbest olduğunu açıklaması üzerine askerlerin bir kısmı yakın kasaba ve şehirlerde iş bulmaya niyetlenirken bir kısmı da ülkenin içinde bulunduğu karışıklıktan dolayı kamplarda kalmayı tercih etti. Yerel halkın yardımlarını artık çok daha kolay bir şekilde yapabilmesi de birçok esir için umut oldu. Kendilerine sağlanan pasaportlar veya ulaştırılan maddi yardım sayesinde bir grup esir ülkelerine dönebildi. Yusuf Akçura’nın bu zaman dilimine denk düşen notlarına bakalım: “Kazan’da bulunan Osmanlı esirlerinin hemen hepsi Kazan’ın Müslüman mahallelerinde serbest yaşamakta idiler. Bunların zabit, sivil veya neferlerini ayırmak müşküldü. Bazı nefer veya çavuşlar zabit olduklarını iddia etmişler, bazı siviller kendilerini asker diye göstermişler, bazı askerler de bilakis sivil demeyi daha muvafık (uygun) bulmuşlardır. Bu karışık kümenin bir kısmı otellerde, bir kısmı evlerde, bir kısmı ise medreselerde yatıp kalkıyorlardı. (…) Birkaç çavuş ve nefer mahalle bekçisi yazılmışlar, birkaç zabit ve nefer de ‘Kızıl Hassa’ya, yani Bolşevik Ordusu’na kaydolmuşlardır. Bir miktarı Tatar köylerine dağılarak orada rençberliğe girmişler, ve hatta rivayete göre bazıları köylerde evlenerek adeta yerleşmişler ve mahalli Müslümanlar arasında eriyip gitmişlerdir.” Akçura’nın Bolşevik Ordusu’na katıldıklarından bahsettiği Türk askerlerinin sayısının oldukça az olduğu tahmin ediliyor. 1917 İhtilali’nden sonra Bolşeviklerin esir kamplarında propaganda faaliyetlerine giriştiği, kendilerine katılanlara para vadettikleri biliniyor olsa da akademisyenler, Türklerin buna pek fazla rağbet etmediğinde hemfikir. Bunun nedeni olarak da propagandanın temeli olan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırma ülküsünün Osmanlı askerine hitap etmediği, çünkü bu türden farklılıkların yaratması muhtemel sorunlara aşina olmadıkları gösteriliyor.
 
Bolşevik İhtilali ve savaşın bitişi, esir askerlerin tümünün özgürlüklerine kavuşmasını sağlayamadı. Bazılarının esareti 1922 yılına kadar devam etti. Omsk, Tomsk, Nargin Adası, İrkutsk Samara, Kazan, Moskova, Nijniy Novgorod, Harkov gibi çeşitli bölgelere gönderilen yaklaşık 65 bin savaş esirinden yalnızca 20-25 bin kadarı ülkesine dönebildi. Geri döndükleri ülkenin savaşa gitmek için terk ettikleri ülkeyi ne kadar andırdığı, geride bıraktıklarının ne kadarını sağlam bulabildikleri, bu geri dönüşün ardından nasıl bir yeniden uyum süreci tecrübe etmek zorunda kaldıkları ise yalnızca kendilerinin bilebilecekleri konular.
 
Kaynakça;
 
Akgün, S. K., ve Uluğtekin, M. Birinci Dünya Savaşı Sonunda İskandinavya’dan Sibirya’ya Hilâl-i Ahmer Hizmetinde Akçuraoğlu Yusuf. Ankara: Türkiye Kızılay Derneği Yayınları, 2009.
Aslan, B. “I. Dünya Savaşı Esnasında Nargin Adası’ndaki Türk Esirler.” A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 42 (2010): 283-305.
Davis, G. “The Prisoner of War.” The American Journal of International Law 7 (1913): 521-545.
Gatrell, P. W. “Prisoners of war on the Eastern front, 1914-1918.” Kritika: Explorations in Russian and Eurasian History 6 (2006): 557-566.
Köstüklü, N. “I. Dünya Savaşında Rusya’nın Ukrayna ve Diğer Bölgelerindeki Türk Savaş Esirlerine Dair Bazı Tespitler.” Uluslararası Türkiye-Ukrayna İlişkileri ve VII. Uluslararası Gagauz Kültürü Sempozyumu bildirisi, 2009.
Yanıkdağ, Y. “Ottoman Prisoners of War in Russia, 1914-22.” Journal of Contemporary History 34 (1999): 69-85.

http://www.cihanharbi.com/cepheden-surgune-rusyadaki-osmanli-savas-esirleri/



**



25 Temmuz 2016 Pazartesi

28 Şubat Askeri Darbesinin Bir Numarası


28 Şubat Askeri Darbesinin Bir Numarası 




















Adnan Tanrıverdi
Emekli Tuğgeneral
ASDER Onursan Bşk.
(18 Nisan 2012)

28 Şubat Askeri Darbesinin Bir Numarası

1984 Haziran'ında Kara Harp Akademisi Öğretim Üyeliği Görevinden, Genelkurmay Başkanlığı Özel Harp Dairesi Karargahına tayin oldum.
Yarbay Rütbesindeydim.

Birkaç ay geçmeden, PKK'nın Eruh ve Şemdinli baskınları yaşandı. 
Terörle mücadelenin içine girdik. 
Gecemizi gündüzümüze katarak bu beladan ülkemizi kurtarmanın gayreti içindeydik.
Zannederim 1984 yılının son ayları veya 1985 yılının ilk ayları idi.
Kara Kuvvetleri Karargahında görevli bir devre arkadaşım ziyaretime geldi.
Bana ?Yeni bir ihtilal komitesi kuruluyor. Seni de içinde görmek istiyorlar? dedi.
Şaşırıp kalmıştım.

Ciddiye almadım.

12 Eylül 1980 İhtilal İdaresinin, Devletin Yönetimini, Sivil Hükümete devretmesinin üzerinden henüz bir yıl geçtiğini, böyle bir oluşumu tasvip etmediğimi ve içinde bulunmak istemediğimi ifade ettim.
Arkadaşım, Kara Kuvvetleri Personel Başkanlığında görevliydi. Personel Başkanı da o zamanki rütbesi ile Tümgeneral İsmail Hakkı Karadayı idi. Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Haydar Saltuk, Genelkurmay başkanı da Org. Necdet Üruğ idi.

Bu gün geriye bakıp, taşlar yerine konulunca, 28 Şubat Cuntasının temelinin o günlerde atıldığı anlaşılıyor.
06 Kasım 1983 tarihinde Genel Seçimler olmuş, seçim öncesinde, Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'a kurdurulan Milliyetçi Demokrasi Partisinin (MDP) kazanması için; 07 Kasım 1982 tarihinde yapılan Anayasa Referandumu ile Cumhurbaşkanı seçilen, 1980 Darbesinin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, çok gayret sars etmiş; ancak 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) % 45'in üzerinde bir oyla 400 milletvekilliğinden 211'ini alarak, seçimin galibi olmuş ve hükümeti tek başına kurmuştu.
Muhtemelen, Merhum Özal'ın uygulamaya soktuğu politikalar ve liderlik yetenekleri fark edilince, ileride bu siyasi hareketin kontrolü için, 12 Eylül Darbe Liderlerinin kontrolünde bulunacak, Silahlı Kuvvetlerin içinde yeni bir cuntanın oluşturulmasına karar verilmiş olabilir.
Yeni oluşum için düğmeye, Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ mu? Yoksa bizzat Cumhurbaşkanı Kenan Evren mi bastı? 

Bunun kendilerinden ve mahiyetindekilerden başkası tarafından bilinmesi mümkün değildir.

Ama kesine yakın olan bir şey var ki, o da, bu Cuntanın içinde o zamanın Kara Kuvvetleri Personel Başkanı görevindeki Tümg. İsmail Hakkı Karadayı'nın olduğudur.
Zaten kendileri de; 2009 yılında basına yansıyan konuşmalarında ?kendisinin sicilinin bozuk olduğunu, 1960 ve 1980 darbelerinde aktif görev yaptığını, 1980 darbesinden bir yıl önce haberdar olan bir kaç kişiden biri olduğunu, kritik yerlere atamaları (o zaman, Tuğg. Rütbesinde ve Kara Kuvvetleri Tayin Daire Bşk.'ı idi.) kendisinin yaptığını? ifade ediyor.
1995 yılında tuğgeneral rütbesi ile İstanbul'da, Kartal'daki 2. Zh. Tugay Komutanı idim. Yılın başından itibaren, İslami inancını yaşamak isteyen Silahlı Kuvvetler personeli üzerinde yoğun bir baskı uygulanmaya başlanmıştı.
Şubat ayı içinde bir gün, Tugay Komutanları olarak, bağlı olduğumuz İzmit'te ki 15. Kolordu komutanlığında toplantıya çağırıldık. Kolordu Komutanımız, 1994 yılı Aralık Şurasında görüşüldüğünü değerlendirdiğim bazı konularda açıklamalar 
yaparak, her birimizin eline birer kağıt tutuşturdu. Bana verilen belgede başlık ve imza hanesi yoktu.Üzerinde ise; ?Aşağıda isimleri bulunan, birliğiniz mensubu subay ve astsubayların irticai faaliyetlerde bulunduğu tespit edilmiştir. Kendilerine bu faaliyetlerden vazgeçmeleri telkin edilecek. Tutumunda değişiklik olmayanlar hakkında, Silahlı Kuvvetlerden ilişik kesme işlemi yapılacak. Bu işlemleri yapmayan amirleri hakkında da işlem yapılacaktır.? 
mahiyetinde bir yazı ve altında da dört subay ile on dört astsubayın ismi bulunuyordu.İki buçuk yıldır bu tugayın komutanı idim. İsimleri belirtilen personel, birliğimizin en çalışkanları arasındaydı. 

Ama, inançları ile ilgili olarak, bu belgede yazılan özelliklerini bilmiyordum. Bu kişiler hakkında, üst makama bir bilgi gönderilmiş olsaydı, benim bilmem ve imzam ile gitmesi gerekirdi. Kolordu Komutanımızın da bilgisi bu belge vasıtasıyla olmuştu.
O zaman, bu personelin ismi ve inançları ile ilgili özellikleri, birliğimizin içinden birileri tarafından, komuta kanalları atlanarak, gönderilmişti.
Geriye bakıp o günleri düşündüğümüzde ve ?28 Şubat Darbesi? ve ?Batı Çalışma Grubu? ile ilgili olarak, E. Org. Çevik Bir'in, basına yansıyan ifadesinde; ?yaptıklarımızı, Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) emri ve Milli Güvenlik Siyaseti Belgesinin (MGSB) gerekleri olarak yaptık. Yapmasaydık, suçlu olurduk.? anlamına gelen sözleri değerlendirildiğinde, 28 Şubatın baş aktörünün tanınması için, ?Batı Çalışma Grubunun? kuruluş tarihi ile MGSB 'de irticanın iç tehdit olarak birinci sıraya konduğu tarih önem kazanmaktadır.
Önce MGSB'de irticanın öncelikli tehdit haline hangi tarihte geldiğini irdelemeye çalışalım. MGSB'nin hazırlanma sorumluluğu Bakanlar Kuruluna aittir. Bu belge genelde MGK Genel Sekreterliğince ve Genelkurmay Başkanlığı direktiflerine göre hazırlanıp, özellikle zayıf koalisyon hükümetlerine, bütün ayrıntıları gösterilmeden onaylatılan, ayrıca da darbelere gerekçe yapılan bir belge olduğu için, 1994:1995 tarihlerindeki Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanının kim olduğu önem kazanmaktadır.

30: 08. 1994: 30. 08. 1998 Tarihleri arasında Org. İsmail Hakkı Karadayı Genelkurmay Başkanı; 
20.11. 1991: 16.05.1993 tarihleri arasında Süleyman Demirel, 25.06.1993:06.03.1996 tarihleri arasında da Tansu Çiller Başbakan; 17.04. 1993 tarihinden önce Turgut Özal, 16.05. 1993 tarihinden sonra da Süleyman Demirel Cumhur Başkanı idi.

Normal şartlarda; Org. Doğan Güreş'in görev süresi bir yıl uzatılmasaydı, 30.08.1993 tarihinde emekli olacak, yerine de Org. Muhittin Fisünoğlu Genelkurmay Başkanı olacaktı. Anlaşılan, bu görev süresinin uzatılması ile, 1984 yılında belirttiğimiz cunta bağlantısı nedeniyle, Org. İsmail Hakkı Karadayı'nın önü, Süleyman Demirel tarafından açılmıştır.
Birliğimizdeki inançlı insanların listesi, 1994 Aralık Şurasına, Komuta kanalı dışında gönderildiğine göre, ?

Batı Çalışma Grubunun? bu tarihten önce işe başlamış, bu grubun teşkiline ihtiyaç gösteren MGSB'de ondan önceki bir tarihte, Süleyman Demirel'in Başbakan olduğu dönemde, zamanın Cumhurbaşkanından gizli olarak değiştirilerek irtica birinci tehdit olarak gösterilmiş olmalıdır. Zaten, Süleyman Demirel Başbakanlığı sırasında, mutad olan haftalık görüşmeler 
için Cumhur Başkanlığı köşküne gitmezdi. 

Sonuç; MGK Destekli 28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin ve bu darbeyi yapan Cuntanın perde arkasındaki gerçek Lideri 1984'lerde yeni Cuntayı oluşturan Lider değil ise, Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı dır, diyebiliriz. 

Yetkiyi sivillere devredecek darbecilerin, müteakip darbeye kadar, yeni bir cunta oluşturmaları ve bu cuntayı kontrollerinde tutmasının doğal bir korunma tedbiri olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.

Kanaatimce; 28 Şubat 1997 Askeri Darbesinin birinci dereceden sorumluları, o tarihteki MGK 'nun asker üyeleri olan Gnkur. Bşk. Org. İsmail Hakkı Karayı, KKK Org. Hikmet Köksal, Dz.KK Ora. Güven Erkaya, Hv.K.K. Org. Ahmet Çörekçi, 
J.Gn.K. Org. Teoman Koman, MGK Gn. Sek. Org. İlhan Kılıç ile Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; ikinci dereceden sorumluları, o tarihlerdeki Yüksek Askeri Şura'nın Asker üyeleri, üçüncü dereceden sorumluları da darbeye destek veren 
Yüksek Yargı, YÖK, Basın ve STK'lar dır.

Yargılamanın asıl sorumlulara ulaşması dileğimizdir. 

18 NİSAN 2012
Adnan Tanrıverdi
Emekli Tuğgeneral
ASDER Onursan Bşk.

http://www.adnantanriverdi.com/index.php/askeri-konular/milli-guvenlik-konulari/milli-guvenlik-siyaset-belgesi/315-28-subat-askeri-darbesinin-bir-numarasi-18-nisan-2012.html