26 Kasım 2015 Perşembe

12 EYLÜL ÖNCESİ KARABORSA BENZİN KITLIĞI 1



12 EYLÜL ÖNCESİ KARABORSA BENZİN KITLIĞI  1



1970'ler için bir Çerçeve Denemesi

ÖMER TURAN 

Alternatif tahayyüller, devingenlik, popülizm:  1970'ler için bir Çerçeve Denemesi 

127. Sayısında Toplum ve Bilim okurlarının karşısına 1970’ler Türkiyesi’ne odaklanan bir sayı ile çıkıyor. Söze neden böyle bir dosya konusunu seçtik, neden böyle bir araştırma gündemi öneriyoruz, ilgili literatürde nasıl bir boşluk olduğunu düşünüyoruz sorularıyla başlamak uygun olur. Modern Türkiye üzerine çalışmalar gelişmiş sayılabilecek bir literatür oluşturmakta. Farklı sosyal bilim disiplinlerinden beslenen bir literatür ile karşı karşıyayız. Fakat bu literatürün gelişmişlik düzeyine karşın, 20. yüzyıl Türkiyesi’nin farklı dönemlerini eşit ağırlıkla ele almadığını da vurgulamak gerek. Bu noktada üç on yıllık dönem, yani 1950’ler, 1960’lar ve 1970’ler özel olarak az çalışılmış, hakkında az kitap ve makale üretilmiş yıllar. Kaçınılmaz olarak çağdaş tarihe ilişkin hemen her tür dönemlendirmeyi 12 Eylül ekseninde yapıyoruz. 

12 Eylül öncesine dair on yıllık dönemler için literatür yeterince gelişmiş değil de 1980’ler için tatmin edici bir yekun oluşturuyor mu? Bu soruya da olumlu yanıt vermek zor. Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak ve Can Kozanoğlu’nun Cilâlı İmaj Devri’ni 1980’lere ilişkin iki kült kitap olarak analım ve soralım: Elimizde kaç tane 1980’ler monografisi var? Analiz düzeyi olarak gazetecilik çerçevesinin dışına çıkmış kaç kitaptan söz edebiliriz? Örneğin artık devrini tamamlamış Anavatan Partisi hakkında kaç monografi aklımıza geliyor? 

Literatürün az çalışılmış dönemlerini 1950’ler, 1960’lar ve 1970’ler üzerinden düşünmeye devam edecek olursak, bu üç dönem içinde de en az çalışılmış olanın 1970’ler olduğunu söylemek mümkün. Bu sayı için hazırladığımız çağrı metninde 1970’lerin en “ Karanlıkta ” kalmış dönem olduğunu, “ 12 Eylül Öncesi ” etiketiyle kodlanan dönemin çoğu zaman unutulması gereken bir “karanlık çağ” şeklinde anıldığını, hatta Türkiye tarihinin geneli için “yitik bir çağ” olarak düşünüldüğünü vurgulamıştık. Bu algının sosyal bilimler literatürüne de sirayet ettiği söylenebilir. 

Türkiye tarihi hakkındaki kimi klasikleşmiş kitaplarda dahi 1970’ler bir siyasi çözümsüzlük, bir koalisyon hükümetleri silsilesine indirgenmekte. Kimi Türkiye analizleri ise 12 Mart’tan doğrudan 12 Eylül’e atlayarak iki askerî müdahale arasını bir genel terör, kaos, karaborsa ve kriz dönemi olarak değerlendiriyor. Bu dosyayı tasarlarkenki hedefimiz iki ayaklıydı: Birincisi, çokça ele alınmış dönemlerin yanı sıra Türkiye’nin halen daha az el atılmış dönemleri olduğuna işaret etmek. İkincisi ise, bu az çalışılmış dönemlerin önemli bir örneği olan 1970’lere ilişkin az önce anılan perspektifin dışına çıkmanın olanaklarını araştırmak. Acaba 1970’leri toplumun siyasallaştığı, alternatif tahayyüllerin üretildiği ve yaygınlaştırıldığı, farklı mücadelelerle şekillenmiş devingen bir dönem olarak ele alabilir miyiz? 1970’leri bir terör, kaos ve hatta iç savaş ortamına indirgemediğimizde karşımıza neler çıkıyor? Çağrı metnindeki ifadeyle, 1970’lerin yoğun politik kutuplaşma ortamında, bir toplumsal erginleşme nin tohumlarını bulmak mümkün müdür? Hazırlamış olduğumuzdosyanın ana derdi bu ve benzeri sorular etrafında bir tartışmaya zemin oluşturmaktır. 

1970’lerin ve öncesindeki ve sonrasındaki diğer onar yıllık dönemlerin neden az çalışılmış olduğu sorusuna geri dönersek, Toplum ve Bilim’in 105. sayısında yer 
alan makalesinde Fethi Açıkel (2006), merkez-çevre paradigmasının bir dizi sınırlılığına işaret ederken, bu hâkim paradigmanın tek-parti dönemine aşırı odaklandığını ve tek-parti döneminden hareketle bir dizi genellemeye ulaştığını vurguluyordu. 

Açıkel’e göre merkez-çevre paradigması, 1930’lara ve 1950’lere karakter veren siyasal süreçlerin ve kurumların, neredeyse aşkın bir biçimde mevcudiyetini devam ettirdiğini ve siyasal sistem açısından Türk modernliğinin temel paradokslarının hâlâ sürdüğünü iddia ediyor, böylelikle de “analiz araçlarının” hâlâ geçerliliklerini koruduğunu vaz’ ediyor. Bu paradigmanın diğer yaklaşımlara alan bırakmaması sonucunda da karmaşık ve eklemlenmiş iktidar yapılanmaları, iç içe giren kurumlar / gelenekler ve ortaya çıkan türlü sosyal muhalefet biçimleri yeterince analiz edilmemiş oluyor. Aslında bu halen çoğu popüler siyaset yorumcusunun da sıklıkla düştüğü bir hata. Örneğin konu CHP olduğunda bu yorumcular sanki tek-parti döneminden 2000’lere değişmeden gelmiş bir CHP varmış gibi değerlendirmelerde bulunuyorlar. Bu türden değerlendirmelerde 1970’ler CHP’si, partinin 1970’ler boyunca benimsediği sol siyaset ve taban örgütlenmesi anılmaya değer bulunmuyor. 

CHP 1970’lere bir bölünme ile girmişti. Partinin önemli bir bölümü 15-16 Haziran Olaylarını tetikleyecek yasa tasarısında AP ile birlikte hareket etmişlerdi. Fakat 
12 Mart sonrasında partide yaşanan dönüşümle CHP “askerlerce desteklenen sağcı teknokratik hükümetlere karşı açık tavır aldı” (Keyder, 1992). 1970’ler boyunca kendi solunda yer alan legal/illegal örgütlerle ilişkilerini temkini elden bırakmadan önemseyen CHP, mitinglerinde onbinlerin “Kahrolsun Faşizm” ve “Bu Düzen Değişecek” sloganlarını attığı bir partiydi. Muhtemelen sıradan pek çok CHP’linin siyasi tahayyülünde “Toprak İşleyenin, Su Kullanandır” sloganı, önemli bir yere sahipti. 

Açıkel’in metodolojik uyarısını, belki de Suavi Aydın’ın (1998) “bir şeyin ‘tarihi’ olması, onun süreklilik arzetmesini gerektirmez” şerhi ile birlikte okumak lazım (ayrıca bkz. Aydın, 2006). Tam da CHP örneğinin gösterdiği üzere, tarihselliği, süreklilikleri ve kırılmaları daha yakından analiz edebilmek için literatürün eksik kalmış dönemlere doğru genişlemesi gerekmekte. 

Farklı dönemlerin neden az çalışılmış olduğu sorusu üzerine düşünürken, Açıkel’in uyarısını Joel Migdal’ın genel olarak modernleşme ve özel olarak Türkiye örneği üzerine saptamalarıyla da ilişkilendirebiliriz. Migdal’a (1998) göre her modernleşme projesi kurgu ve olgulardan müteşekkildir. Projenin iktidar boyutu kurgu kısmına denk düşer. Kimi zaman iktidarın sınırsız güç sahibi olduğu efsanesi de kurguya eşlik eder. Planlama fikri modernleşmenin kurgu boyutudur. Fakat planın gündelik hayatta nasıl deneyimlendiği, plan ile uygulama arasındaki farklar modernleşmenin olgu kısmına denk düşer. Migdal’ın ifadesi ile modernleşme projesinin tüm teknolojik ve estetik gücüne karşın, projenin tamamen gerçekleşmiş olduğunu düşünmek hatalıdır. “Modernleşme projesi ... çoğu kez zengin bir çeşitlilik gösteren yollardan protesto ve direnişe, yeniden düzenleme ve uyarlamaya yol açmıştır.” 

Bu bağlamda gereken, kurgu ile olguya, makro plan ile gündelik deneyimlere eşit önem atfeden bir metodolojik perspektif. Açıkel’in vurguladığı gibi, Türkiye 
üzerine çalışmalarda da tek-parti dönemine diğer dönemleri gölgede bırakacak kadar özel önem atfedilmesi analizlerin kurguya, yani Kemalist modernleşmeye 
odaklanması sonucuna yol açıyor. Modernitenin gündelik hayatta nasıl deneyim lendiği, nasıl bir olguya dönüştüğüne ilişkin detaylar, kurgunun detayları kadar öne çıkmıyor. 1970’leri (ya da farklı bir dönemi) çalışmanın sağlayacağı katkıyı güncel bir örnek üzerinden düşünecek olursak, Taksim Meydanı bir yanıyla Cumhuriyet’in modernleşme kurgusunun bir parçası. Atatürk Heykeli, Prost Planı’nın meydana atfettiği işlev, Millî Şef Dönemi’nin Gezi Parkı, yüksek modernitenin opera binası, hep bu kurgunun unsurları. Ayrıca kurgunun bir bölümünün 1931’de İstanbul Belediyesi tarafından el konulan Ermeni mezarlığının üzerinde inşa edilmesi, İttihatçılıktan Cumhuriyet’e uzanan sürekliliklere dair önemli bir nokta. Fakat Taksim Meydanı bu kurguya indirgenemeyecek kadar karmaşık, yaşayan, dönüşen ve ona atfedilen anlamlarla sürekli olarak yeniden şekillenen bir sosyal mekân. 1970’lerde meydandaki 1 Mayıs kutlamaları meydanın karmaşık olgusallığına dair birçok katmandan sadece biri. Tam da bu nedenle, ne kurguyu, ne de olguyu gözden kaçırmayan analizlere ihtiyaç var. 

1970’ler: Sınıf Perspektiflerinin belirginleşmesi 

1970’ler nasıl bir bağlamdı? Bu soruya yanıt verirken üzerinde durulması gereken ilk nokta 1970’lerin sınıf mücadelesinin keskinleştiği, hemen her kesiminin toplumun çelişkisiz organik bir bütün olmadığını idrak ettiği bir dönem olduğudur. Önceki dönemlerin de birikimleri sayesinde, 1970’lerin başından itibaren gerek işçi sınıfı, gerekse burjuvazi sınıf çıkarlarının daha çok farkında olmuşlar, sınıf çıkarlarını siyaset zemininde ifade ederek yeni politik güç odakları örgütlemişlerdir. Sınıf temelli çelişkilerin billurlaşması sürecinde bir tarafta 15-16 Haziran’ı, diğer taraftaysa TÜSİAD’ın (1971) ve Türk Hür Teşebbüs Konseyi’nin (1976) kuruluşları önemli dönüm noktaları. 

1967’de kurulan DİSK, Türk-İş’in uzlaşmacı sendikacılığından farklı bir çizgi izliyor, militan bir sendikal mücadele hattını sınıf çelişkisi üzerine inşa ediyordu. Bu aktif tarzla DİSK, KİT’lerden ziyade özel sektörde örgütlenerek ciddi bir büyüme yaşadı. Siyaset yapmaktan korkmayan, TİP’le olan bağlarıyla da doğrudan siyasetin içinde olan bir sendikacılık benimsemişti DİSK. Bu çerçevede konfederasyonun 2. Merkez Genel Kurulu’nda Türkiye’nin NATO’dan çıkması gereği kararı alındı. 

1970’e gelindiğinde Sendikalar Kanunu’nda yapılacak bir değişiklikle bir sendikanın Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için, o işkolunda toplam işçi sayısının en az üçte birini üye kaydetmiş olması şartı getirilmek istendi. Öneride ayrıca işçilerin sendika değiştirmesini zorlaştıracak düzenlemeler de öngörülüyor du. Değişiklik paketinin esas amacı DİSK’e bağlı sendikaların örgütlenme faaliyetlerini sınırlandırmaktı. 

Önerilerin mecliste yasalaşmasının ardından 15 Haziran 1970’te İstanbul’un farklı yerlerinde başlayan protestolara ilk gün yaklaşık 70.000 kişi katıldı. 
16 Haziran’daki yürüyüşlereyse yaklaşık 150.000 kişi katıldı. Türk-İş yönetiminin olayları “Ayaklanma” olarak karalamasına karşın, Türk-İş sendikalarının örgütlü oldukları fabrikalardan işçilerin de yürüyüşlere katıldıkları gözlendi (Özsever, 1998). 

Protestolar ancak sıkıyönetim ilan edilmesi ile durdurulabildi. 15-16 Haziran ile birlikte 1970’ler boyunca sendikal mücadelenin DİSK ekseninde şekilleneceği hepten belli olmuştu. Protestocu işçilerin İstanbul’un dört bir yanında yürüyüşe geçmeleriyle birlikte, 1960’ların ikinci yarısına damga vuran MDD-SD ve öncülük tartışmaları da anlamlarını yitirmiş oldu (Belge, 1992). Artık sosyalizm mücadelesi ni işçi sınıfından ve sendikalardan bağımsız düşünmek mümkün değildi. 15-16 Haziran ile birlikte “Ordu-Gençlik El Ele” sloganı ve aydın zümrenin kuracağı tepeden inmeci sosyalizm tahayyülleri arkaikleşmişti. 1970’ler boyunca DİSK, ücret sendikacılığı ile sosyalizm hedefini önceleyen radikal kopuş stratejilerini bağdaştırma zorluğu yaşadı. 

Aslında bu zorluk, siyasal partilerden meslek örgütlerine kadar hemen hemen tüm sol yapılar için geçerliydi. 

12 Mart 1971 askerî müdahalesinden hemen sonra dönemin müteşebbisleri TÜSİAD’ı kurdu. Ayşe Buğra’ya (1995: 202) göre çalkantılı siyasal ortamda iş dünyası ihtiyaç duyduğu istikrarın tesisi için hükümete güvenmiyordu ve bir dernek çatısı altında örgütlenmelerinin ana nedeni kısa dönemli iktisadi çıkarlarını korumaktan ziyade, özel sektörün meşru kabul edileceği bir toplumsal çerçeve oluşturma hedefiydi. 

Buğra (1995: 337) TÜSİAD’ın tam anlamıyla bir sınıf örgütü niteliği taşıdığını, çünkü işadamlarının kişisel çıkarları ile sınıf çıkarlarının çelişmesi durumlarında 
bazı üyelerle TÜSİAD arasında çatışma yaşandığını vurgulamakta. Galip Yalman da (2009: 306) 1970’lere gelindiğinde Türkiye’de burjuvazinin kendinde sınıf olmaktan çıkıp, çıkarlarının farkında olan, bunları dile getiren ve çıkarları üzerinden siyaset yapan bir “kendisi için sınıf”a dönüştüğünü vurguluyor. Burjuvazinin “kendisi için sınıf”a evrilmesinin bir tezahürü TÜSİAD’ın kurulmasıy sa, diğer bir tezahürü de 1976’da Türk Hür Teşebbüs Konseyi’nin kurulmasıydı. TÜSİAD’ın baştan itibaren bir ölçüde elitist bir görünümü vardı ve yer yer diğer iş çevrelerince sanayicilerin çıkarlarına öncelik vermekle eleştiriliyordu. Bu bağlamda Hür Teşebbüs Konseyi “hür teşebbüs kuruluşlarının yek vücud olarak seslerini çıkartmak” amacıyla kurulmuştu. 

Farklı müteşebbisler, TÜSİAD, TOBB, TİSK ve hatta esnaf, zanaatkâr ve tarım kesimi örgütleri (TESK, TZOB) aynı çatı altında bir araya geliyordu. Konseyde öngörülen birliktelik, iş çevrelerinden yükselen uzlaşmacı seslere karşı, sermaye sınıfının daha sert ve tavizsiz bir tonda birleşmesini hedeflemekteydi. 

Söz konusu dönemde bir yandan hizmet sektörleri gelişirken, bir yandan da ithal ikameci sanayileşme politikaları sayesinde sanayi tarıma göre çok daha hızla büyümüştür. Korkut Boratav (1995: 114) sendikal hareketin yükselişi ve grev hakkını da içeren çalışma mevzuatının da etkisiyle, 1963’ten yüksek enflasyon oranlarının gözlenmeye başlandığı 1977’ye kadar reel ücretlerin artış gösterdiğini vurguluyor. 

Bu eğilimin istisnaları 12 Mart’ı izleyen üç yıllık 1972-74 dönemi olmuştur. Reel ücretlerde 1963-1976 arasında yüzde 75’lik bir artış gerçekleşir. Boratav’ın ifadesiyle, 1970’lerin sonuna yaklaşıldığında, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ithal ikameci modelin hazmedebileceği ödün marjlarını aşan başarılar elde etmeye ve geleneksel dengeleri tehdit etmeye başlamış görünmektedir. Burada önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Sendikal mücadelede gözlenen radikalleşme 1977’ye kadar bir kriz ortamında şekillenmiyor. Başka bir ifadeyle gerek yerel ölçekte, gerekse makro ölçekte alternatif düzen arayışları ve sosyalist kopuş tahayyülleri önemli bir süre boyunca ücret iyileştirmeleriyle paralel ilerlemekte. Bu durum Ralph Miliband’ın bir tespitiyle örtüşür. Miliband’a (1964) göre işçi sınıfının sosyalizme kayması esas olarak kriz dönemlerinde değil, tersine görece refah dönemlerinde gerçekleşir. 

Miliband’ın ifadesiyle tarih işçi sınıfının iktisadi ve sosyal iyileştirme taleplerinin refah dönemlerinde azalmadığını göstermektedir. Tersine refah dönemlerinde 
bu talepler daha etkin biçimde dile getirilir. 1960’lardan itibaren genişleyen sendikal haklar, yükselen işçi sınıf hareketi ve sosyalist siyaset ile 1970’lerin önemli bir bölümünde gözlenen reel ücret artışları arasındaki ilişkiyi düşünürken Miliband’ın uyarısını da dikkate almak gerek. 


2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK,


..

22 Kasım 2015 Pazar

ORTA DOĞUDA KÜRT DEVLETİNE KARŞI NELER YAPILMALI 2



ORTA DOĞUDA KÜRT DEVLETİNE KARŞI NELER YAPILMALI  2







TÜRKİYE ve K. IRAK 

Türkiye’nin K. Irak’ın imarında oynadığı rol nedeniyle “sonradan pişman olması” ihtimali vardır. Türkiye ile K. Irak arasındaki ekonomik ilişkinin önemli oranda Kürtler tarafından yürütüldüğü söylenebilir. Bu ekonomik ilişkiler sınırın iki tarafı arasındaki entegrasyonu artırmaktadır. Türkiye’nin K. Irak’la gelişen ekonomik ilişkilerin sonucunda bu aktörün Ankara’ya karşı kalıcı ve kendini yeniden üreten bir bağımlılık ilişkisi içine girdiğini iddia etmek ise kolay değildir.  

  ''  _   Kürtler PKK’nın kendilerini götürmek istedikleri yerin farkındalar ve gerçekten oraya gitmek istiyorlar mı?  ''


Barzani giderek kendini Türkiye’ye bağımlı, muhtaç ya da borçlu hissediyor değildir. Mesela, bölgede Türk şirketlerinin üstlendiği büyük müteahhitlik projeleri tamamlandığında artık K. Iraklıların bu anlamda Türkiye’ye bağımlılığı ortadan kalkmaktadır. 

Hatta denebilir ki, bu projeleri yapan şirketler hizmetlerinin karşılığını alabilmek için K. Irak yönetiminin iyi niyetine ihtiyaç duymakta, Türkiye ile ilişkilerin iyi gitmesini istemekte ve bu nedenle K. Irak’ın Türkiye’de lobiciliğini üstlenmektedir. 

K. Irak elektrik, enerji kaynaklarının pazarlanması, dış dünyaya açılma ve tüketim maddeleri konusunda Türkiye’ye önemli derecede ihtiyaç duymasına rağmen, bu bağımlılık Ankara tarafından bir dış politika leverajı olarak kullanılmadığı için Kürt liderler de kendilerini bu bağımlılığı çok dikkate almak zorunda hissetmemişlerdir. Barzani ve Talabani, “Türkiye Kerkük’e karışırsa 
biz de Diyarbakır’a karışırız” diyerek Ankara’yı tehdit ettikleri halde ve “bir Kürt kedisini bile teslim etmeyiz” ve “bir daha Kürt, Kürt kanı akıtmayacak” diyerek PKK’ya göz yummaları ve belki de destek vermelerine rağmen Türkiye tarafından son dönemde bu aktörlere sürekli gül atılmıştır. Barzani Türkiye’den korkması gerektiği kadar korkmamaktadır. Çünkü ona bunun için yeterince neden ve kanıt gösterilememiştir. 

Son dönemde K. Iraklı Kürt liderler PKK’ya karşı hemen hiçbir adım atmadıkları halde Türkiye’den saygı ve müsamaha gördükleri ve destek alabildiklerini görünce Türkiye ile pazarlık yapmanın ve onu “ütmenin” kolay olduğu sonucuna varmıyorlar mıdır? Türkiye’nin Barzani ile geliştirdiği yakınlaşmanın terörle mücadele konusundaki getirileri eğer varsa bile bunun henüz çok belirgin olduğunu söylemek zordur. Bu ilişkinin Türk iç siyaseti ile ilgili boyutlarının daha güçlü ve AKP tarafından daha fazla önemsenir olduğunu söylemek pek haksızlık olmayabilir. 

Türkiye’nin K. Irak Kürt toplumu ve siyaseti üzerine organize edilmiş bilgi ve tahlil birikimi tehlikeli derecede sınırlıdır. Konuyla ilgili uzmanlığın kapalı kurumlarda diğerlerinden daha güçlü ve derin olduğunu umuyoruz. 
Barzani ve Talabani’nin toplum, siyaset ve ekonomi üzerindeki güçlerinin doğası ve kaynakları, dış politika ve güvenlik konularında karar alma mekanizmaları, 
bölgedeki muhalif grupların fikir ve kadroları, Kürt toplumunun günlük dertleri ve Kerkük, PKK, Türkiye ve İran ile düşünce ve duyguları gibi konular başta olmak üzere birçok konuda ciddi çalışmalar yapabilecek durumda olmak “günü geldiğinde” Türkiye’ye önemli avantajlar kazandırabilir. Iraklı Kürtlerle kafalarında, gündemlerinde ve sofralarında ne olduğunu bilmeden gireceğimiz  mücadeleyi kaybetmemiz ciddi bir ihtimaldir. 


K. Irak’ta Türkiye’nin güvenliğini ve siyasi çıkarlarını kucaklayan türden bir Kürt devletininortaya çıkması teknik olarak mümkün olabilir mi? PKK’ya izin vermeyen, Türkiye’nin iç işlerine karışmayan, Kerkük’ü içermeyen, Türkiye ile enerji başta olmak üzere her yönde işbirliği ve Türkiye lehine asimetrik bir bağımlılık ilişkisi içinde olan, Türkmenlere çoğunlukta oldukları bölgelerde müzakere edilmiş otonomi veren, irredantist yollara sapmayacağını ilan eden ve davranışlarıyla da bunu doğrulayan bir Kürt devleti Türkiye açısından kabul edilebilir midir?

Ama bu tür bir aranjman sağlanabilir mi? Sağlansa bile bunun kalıcılığından ve güvenilirliğinden emin olunabilir mi? 

K. Iraklı Kürtlerle böyle bir anlaşmaya “Teşne” olunduğu görüntüsü verilirse bölgedeki diğer ülkeler de K. Iraklı Kürtlerle “sona kalmadan” kendi pazarlıklarını yapma yoluna gitmek ister ve Kürt devleti karşıtı blok dağılmaz mı? Türkiye sahip olduğu avantajları kullanarak K. Iraklı Kürtlerden yukarıdaki paragraftaki taleplerini onların devlet kurmalarına razı olmadan da  elde edemez mi? 

 ''   _   ABD’nin Kürt meselesi hakkındaki telkinlerine belli bir ihtiyatla yaklaşmak için bu önerilerin kötü niyetliolduklarını düşünmekde şart değildir. ABD ve AB iyi niyetli olduğu halde de Türkiye’ye büyük zararlar verebilir. ''


K. Iraklı Kürtler Kerkük sorunu sürüncemede kalarak tam çözülmese, ya da, Kerkük’ün Kürtlerin idaresine bırakılmadıgı ama buranın doğal kaynaklarından uzun bir süre önemli bir pay almalarını içeren bir anlaşma ile beraber bağımsızlık ilan etseler bile, Türkiye hala burayaaskeri müdahale etmeyi düşünecek midir? 

Kaldı ki, bu tür senaryoları bırakın bugünkü ortamda AKP Hükümeti’nin K. Iraklı Kürtlerin sürpriz bir bağımsızlık kararına askeri güç kullanmayı içeren sert bir karşılık vermesini tahayyül etmek kolay değildir. 

Iraklı Kürtler için denize en yakın yol Suriye üzerinden geçendir. Ama muhtemelen onlaraABD’nin de yardımıyla “ikna edilmesi en kolay” komşu – özellikle AKP iktidardayken - Türkiye gibi görünmektedir. Kendilerine yönelik askeri tehdit olabilecek ülke yine Türkiye olabilir.

İran da istihbarat ve örtülü operasyonlar malum yetenekleri nedeniyle K. Iraklı Kürtleri tedirginetmektedir ama öte yandan da ABD ve İsrail’in gözü üzerinde olduğu ve bu ülkelerdeki bazı kesimler İran’ı vurmak için bahane ararken Tahran’ın Kürtlere karşı sınır aşan büyük çaplı bir askeri harekât düzenleyemeyeceğini  bilmektedirler. 

BATI ve KÜRT DEVLETİ 

ABD ve/veya İsrail bir Kürt devletini niye isteyebilir? 

a) Çıkarları bunu gerektirdiği için. 

b) Çıkarları bunu gerektirmese bile onlar öyle düşündükleri/sandıkları için. 

c) İstemeseler bile bölgede başka nedenlerle attıkları bazı adımlar bu tür bir sonuç doğurabilir. 

d) Bu ülkelerin içindebazı gruplar bu amacı kovalayabilirler ve ülkelerinin dış politikasını bu yönde şekillendirmeyemuvaffak olabilirler. 

e) Türkiye’yi bölmek bu ülkelerin çıkarlarına hizmet etmese bile Türkiye’yi “ kabahatleri ” yüzünden cezalandırma güdüsüyle bu yola meyledebilirler. 

Aslında böyle bir istek, plan ve çabaları yoksa bile öyle düşünülmesi başta Kürtlerin bir kısmı olmak üzere bu gelişmede çıkarı olan başka grupları cesaretlendirebilir: 

“ABD ve/veya İsrail’in rüzgarını da arkamıza aldık. Olacak bu iş.”  diyebilirler mi ?

AVRUPA 

Böyle bir başlık açmak Avrupalı ülkelerin bu konuda ortak veya ona yakın bir pozisyonları olduğunu varsaydığımız anlamında görülmemelidir. Örneğin, Yunanistan’ın bu konu ve ihtimale bakışı muhtemel diğer ülkelerden ciddi farklılıklar içermektedir. Batı?da, özellikle uzaktaki ve kendilerine zarar vermeyen teröristlere yönelik, “bu adamlar bir ‘dava’ için ölmeye ve öldürmeye 
bu kadar hazırlarsa herhalde ‘davaları’ haklı olmalı” diye özetlenebilecek kolaycı, “kestirme”ve belki de her zaman açıkça formüle edilmeyen bir anlayış vardır. Bu yaklaşım Avrupa’nın terörü algılamasının elbette tek kaynağı da değildir. Ama yine de Avrupalıların özellikle kendi kıtaları dışındaki bu tür gruplara yaklaşımında söz konusu yaklaşımın etkili olduğunu varsayabiliriz. 

PKK’nın Avrupa değerlerini ihlal eden aşırı milliyetçi ve şiddet kullanan bir örgüt olması yeterince dikkate alınmamakta ve kınanmamak tadır. Avrupa’nın bu çelişkisinin nedenleri arasında Türk tarihi ile ilgili önyarğılı okumalar ve bilinçaltındaki Osmanlı-Türk korkusu sayılabilir. Budurum Türkiye’de–tamamen de haksız olmayan bir şekilde - Avrupalıların kendisini bölmek istediği 
ya da en azından böyle bir gelişmeden rahatsız olmayacağı şeklinde yorumlanmaktadır. 

Belki bunlardan da önce altının çizilmesi gereken Türklerin Avrupalıların bilinçaltında işgal ettikleri olumsuz yer; büyük ve “acımasız” Türkiye’ye karşı küçük ve “mazlum” Kürtleri desteklemenin ya da en azından onlara sempati duymanın dayanılmaz çekiciliği; devletler bazında bu desteğin dış politika getirileri olabileceğine dair belki muğlak ama güçlü beklenti ve PKK’ya karşı tavır almanın kıtada huzuru bozabileceği endişesi gibi faktörler Avrupa’nın PKK’ya karşı gevşek ve müsamahakar tutumunu açıklamakta ama elbette mazur kılmamaktadır.

  ''  _   K. Irak Kürtlerinin Türkiye’ye bagımlılıkları Ankara tarafından bir dış politikaleverajı olarak kullanılamamıştır. ''


AB Türkiye’yi bilinçli bir şekilde Kürt devletine mi hazırlıyor? Avrupalıların “Türkiye küçülürse o zaman belki onu içimize alabiliriz” diye bir düşünceleri varsa bile bunu ne açıkça ne de ima yoluyla ifade etmiş değillerdir. Öte yandan bir Kürt devleti ortaya çıkacaksa bile bu sürecin kanlı ve “olaylı” olacak olması, Avrupa’ya enerji akışını menfi şekilde etkileyecek olması, çok sayıda mülteciyi Avrupa kapılarına itme ihtimali, Avrupa’nın bölgeye riskleri olan uzun süreli ve maliyetli barış oluşturma ve koruma misyonları gönderme ihtimalinin doğması gibi nedenlerden dolayı böyle bir gelişmenin AB’nin çıkarına olmayacağını düşünmek daha kolaydır. 

İSRAİL ve ABD 

Denebilir ki, ABD ve İsrail’in Kürt milliyetçiliği meselesine yönelik çıkarları arasındaki fark politikaları arasındaki farktan daha fazladır. İsrail’in “vaat edilmiş topraklar” peşinde koşan bir dış politikası ve stratejisi var mıdır? Bu sorunun cevabı “evet” ya da “hayır” olabilir ama bu araştırılması ve tabu olmaması gereken önemli bir konudur. İsrail’in bölgedeki ülkeleri atomize etme 
yönünde bir isteği ve belki de çabası olduğu yönünde genelde kabul gören bir anlayış vardır. 

Türkiye’nin İsrail’e karşı bırakın tehdit olmayı sorun dahi çıkarmadığı dönemlerde bile bu ülkenin hem K. Irak Kürtlerini hem de PKK’yı desteklediği düşünülmektedir. İsrail Türkiye’yi elinden kalıcı bir şekilde kaçırdığını düşünmeye başlarsa bir Kürt devleti için daha ciddi ve odaklanmış bir çaba içine girebilir. Bu nedenle, İsrail ile bozuşmanın Türkiye için varoluşsal bazı riskleri 
olabileceğini söylemek “İsrail muhipliği” olarak algılanmamalıdır. Tabii bu aşamada İsrail’in Türkiye’den ümidi kalıcı olarak ne zaman keseceği, istese bile bir Kürt devleti kurulmasını tek başına sağlayıp sağlayamayacağı gibi sorular akla gelmektedir. 

Türkiye AKP döneminde dış politikada İran ve Suriye ile yakınlaşır ve İsrail’den uzaklaşırken Kürt meselesini “kullanma sırası” da el değiştirmektedir. 
İsrail’in K. Irak Kürtleri ile ilişkisinin uzun tarihi bilinmekte ve PKK ile de bir bağlantısı olduğundan şüphelenilmektedir. 
Ancak bu ikincisi ile ilgili şüphelerle kanıtlar arasında bir uçurum olduğunu da kabul etmeliyiz. İsrail’in “dostları” dahil herkes aleyhinde “kartlar biriktirmeye” meraklı olduğu, bunu “radarlara yakalanmadan” yapmaya ehil olduğu ve aslında bu topraklarda gözü olduğu yönündeki varsayımlara dayalı bu şüphe Türklerde oldukça güçlüdür. 

Bu tür sorulara aşağıdaki türden neden, motivasyon ve açıklamalar sayılabilir. ABD, 


   ''   _ İsrail Türkiye’yi elinden kalıcı bir Şekilde kaçırdığını düşünmeye başlarsa.., Bir Kürt devleti için daha ciddi ve odaklanmış bir çaba içine girebilir. ''


• Bölge ülkelerini korkutmak ve onları diken üstünde tutmak için, 
• Kürt meselesini bölgedeki gelişmeleri etkileyen bir araç olarak kullanmak için, 
• Geçmişte birçok kez kullanıp sonra ortada bıraktığı Kürtlere “haklarını” geç de olsa teslim etmeyi bir tür ahlaki ve emperyal sorumluluk olarak gördükleri için, 
• Kendine bağımlı bir Kürt devletinin enerji, üs, istihbarat sağlayarak kendi işine yarayabileceğini ve böyle bağımlı bir devletle petrol anlaşmaları 
   yaparken daha rahat ve buyurgan olabileceğini hesaplayarak ( zannederek )
• İçgüdüsel olarak ve üzerinde yeterince düşünmeden, devletleri etnik ve mezhep açısından bölmeyi ve bu parçaları sürekli birbirleriyle kavgalı tutma güdüsüyle, 
• Bölme seçeneğini bugün için değilse bile bir ihtimal olarak saklı tutmak için, 
• Kendi çıkarlarından bağımsız olarak bunun İsrail için iyi olacağını hesaplayan Lobi’nin etkisiyle, Kürt devletinin kurulması yönünde adımlar atıyor olabilir. 

ABD’nin devlet politikası Kürt devleti kurmak değilse bile, bu politikayı etkileyen ve oluşturan bazı kesimlerin, hem bir Kürt devleti oluşmasının şartlarını oluşturma ve hem de başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri ile ilişkileri stratejik düzeyde korumanın mümkün ve arzulanır bir şey olduğuna inandıkları düşünülebilir. 

Irak’ın parçalanmasının İsrail ve ABD açısından sonuçları neler olabilir? Bu sonuçlar öngörülebilir mi? 

ABD ve / veya İsrail bu sonuçları ön görebileceklerini düşünürler mi? 

 Özellikle 2003–2007 arasında Irak’ta yaşananlar ABD’ye böyle büyük çaplı ve kompleks süreçleri öngörme ve yönetmenin zorluğu ve “ Jeopolitik mühendislik denemelerinin ” beklenmeyen ve istenmeyen sonuçlar meydana çıkarabileceğine dair dersler vermiş olmalıdır. 

Ayrıca yaradılış olarak muhafazakâr ve temkinli bir karaktere sahip Obama’nın Irak’ı bölme sürecinin ABD lehine yönetilebileceği konusunda çok şüpheci olacağını varsayabiliriz. 

Obama’nın önüne bu yönde görüş ve planlar geldiğinde / gelirse buna iltifat etmeyeceğini söyleyebiliriz. 

Ama elbette ABD dış politikasında Başkan’ın kontrolü ve hatta bilgisi dışında unsurlar olabileceği ihtimalini de kolaylıkla savuşturanlardan değiliz. Tekrar seçilmesi halinde 6 yıl daha Başkanlık yapacak olan Obama’nın kişisel 
olarak Kürt devletine ebelik yapmak gibi isteği ve hatta belki de lüksü olduğunu düşünmek zordur. 

Ama aynı Obama, aslında S. Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin içinde demokratikleşme yi Bush gibi büyük bir tantana ile desteklemekten kaçınsa da, 
Türkiye’de Kürt meselesi konusunda siyasal sürece müdahil olmakta bir sakınca görmeyebilmekte dir. Bunun nedenlerinden biri Türkiye’nin kendi iç işlerine müdahale edilmesine açık ve hatta istekli bir görüntü vermesi olabilir. 

ABD’ye, eğer bir Kürt devleti kurulursa bunun büyük ihtimalle sürekli komşularıyla ve kendi içinde çatışma yaşayan ve bu nedenle sahip olduğu enerji kaynaklarını uluslararası pazarlara taşımakta büyük zorluk çeken, otoritesini toprakları üzerinde tam kuramayan, uyuşturucu ve uluslararası terör örgütlerinin muhtemelen kendilerine liman bulabileceği bir “ Başarısız Devlet ” olacağı anlatılmalıdır. 

Eğer Kürtler bir şekilde “ Kirişi Kırabilirlerse ” geride kalan ŞiilerleSünnilerin de beraber yaşamayı başaramayacakları ve ortaya en azından bir süre için ve bir derece 

İran’ın kontrolüne girebilecek bir Şiistan ile başta Ürdün olmak üzere  birçok Arap devleti için istikrarsızlık  kaynağı olabilecek bir Sünnistan çıkacağı düşünülebilir. Bunlar ABD ve İsrail’in mutlu olacağı gelişmeler  değildir. 

Bunlara ek olarak bölünme sürecinin hızlı, kolay, kansızve düzenli olmayacağı ve Irak’ı oluşturan grupların birbirleriyle vealt grupların kendi içlerinde sonu gelmeyen Lübnan vari bir iç savaş senaryosu da yazılabilir. 

Batı Türkiye’yi “elinden kaçırdığını” düşünmeye başlarsa Kürt meselesinde Türkiye aleyhine pozisyonlar almak ve eyleme geçmek konusunda kendini daha rahat ve hatta istekli hissedebilir. 

Ancak buradaki soru ve sorun Türkiye kendisine büyük bir bağlılık ve “ Muhabbetle ” sarıldığında bile Batı’nın aslında bu tür bir yaklaşımı olup olmadığının açık olmamasıdır. 

Kürt devletinin kurulma ihtimali, kurulursa Türkiye’ye zarar verme şekli ve ABD’nin bu süreçteki niyet, plan, yetenek ve çabalarını abartmanın da zararları olabilir mi? 

Bu korkular bir şekilde Türkiye’ye zarar verecek gelişmelerin gerçekleşme ihtimalini arttırıyor olabilir mi? 

Acaba gereksizbazı evhamlara kapılarak bir Kürt devleti ihtimalini arttırıyor, bunu başkalarının “ Aklına getiriyor ”,  onlara bizi korkutma ve bize dolaylı ve muğlak bir şekilde de olsa şantaj yapma imkanıveriyor olabilir miyiz? Belki. Ama ABD Türkiye’ye zarar verecek gelişmeler için bir çaba içinde değilse bile bu tür şüpheleri savuşturma yönünde özel bir çaba da göstermiyor gibidir. 

Bu çaba eksikliği, niyetleri ile ilgili Türk kamuoyunun büyük bir kısmında olan kuşkuların boyutununfarkında olmadığı, durumun vahametini kavramadığı ya da belki de bunun problem olarak görmenin ötesinde kendine avantajlar sağladığına inandığı şeklinde yorumlanabilir. 

Washington ve Ankara’ nın Türkiye’deki “Kürt sorunu”na bakışları arasında stratejik, askeri ve insani düzeyde farklılıklar olduğu söylenebilir: 
Kendi federal bir ülke olan ABD “ Türkiye’ nin ille de üniter bir ülke olmaya devam etmesinde ısrarlı değildir.” 
Washington Ankara’ nın Kürt meselesi konusunda siyasi ve sosyal açılımlarda bulunmasından ziyadesiyle mutlu olacaktır.
ABD, PKK’yı Türkiye’deki Kürtlere bazı kültürel haklar, ayrıcalıklar ve otonomi verilmesini sağlamanın tek yolu olarak görüyor olabilir. Ama ABD bunları niye istesin? 
Washington’un bu ara çözümleri Türkiye’ nin çözülmesini ve sonunda Büyük Kürdistan’ ın kurulmasını sağlayacağı için arzuladığını düşünenler çoktur. 
Ama ABD Türkiye’deki Kürt sorununa “teknik” ve insani bir konu olarak bakarken de optimal çözümün bu olduğu sonucuna varmış olabilir. 

Ancak ABD’nin telkinlerine belli bir ihtiyatla yaklaşmak için bu önerilerin kötü niyetli olduklarını düşünmek de şart değildir. 

ABD ve AB’nin bu konuya yaklaşımları iyi niyetli olduğu halde de Türkiye’ye büyük zararlar verebilir. 


Sorunun uluslararasılaştırılması kaçınılmaz değildir ama ciddi bir ihtimal haline gelmektedirve Türkiye açısından ciddi riskler barındırmaktadır. 

Önümüzdeki dönemde PKK’nın ateşkes vesilah bırakma safhalarında konuyu bu düzleme getirmek isteyeceğini tahmin etmek zor değildir.

ABD bir Kürt devleti kurulmasını özel olarak istemiyor ve bunu çabalamıyorsa bile sanki enazından o ihtimali ortadan kaldırmak da istememekte ve 
“ Gerektiğinde elinin altında böyle bir seçenek  olmasını ” arzu etmektedir. 

Ayrıca ABD bölgeden çok uzakta olduğu için sonuçlarına ancak kısmen kendi katlanacağı için Türkiye’den farklı olarak hata yapma lüksüne sahiptir. 

Türkiye PKK’ya destek veren ve göz yuman aktörlere karşı kapsamlı, kararlı, sabırlı ve bedellerini de ödemeye hazır olduğunu gösterdiği bir cezalandırma politikası güdememiş tir. Türkiye’nin bölünmesi mümkün müdür? İsrail ve/veya ABD bunu ister mi? Bunun mümkün olduğunu düşünüyorlar mı?

      “ _ Artık işin işten geçtiği”, “ Cinin Şişeden çıktığı”, “Entelektüel ve siyasi barajların yıkıldıgı” ve “Bekçinin uyudugu, kandırıldıgı ya da satın alındıgı” yönünde giderek güçlenen bir kolektif algı oluşmaktadır.

Bunun için çaba harcıyorlar mı? Şimdi değilse bile “Gerekirse”  harcarlar mı? Nasıl? Böyle bir istek ve planları varsa bile onları vazgeçirmek mümkün olabilir mi? Buna karşılık şöyle diyenler çıkabilir: “Nereden çıkarıyorsunuz bunları?

Bunu niye istesinler? Adamların zaten yeterince derdi var. Bir de böyle bir şeyle niye uğraşsınlar? ABD Irak’ı bölen güç olarak görülmek istemeyecektir. Bir Kürt devleti ve onu ortaya çıkarmak İsrail ve/veya ABD için yarattığı imkânlar dan çok daha fazla zorluk ve sorun çıkarır. 

Hem böyle bir şey isteseler bile buna güçlerinin yeteceğini niye düşünüyoruz? 

“Türkiye’nin bütünlüğünü başka ülkelerin iyi niyetine, insafına ve akıllı olmasına bırakmak doğru olmaz. K. Irak’ta bir Kürt devleti kurulması ve ABD’nin bunu resmen tanıması, koruması ve desteklemesi durumunda Ankara’nın Washington ile ilişkisini toptan değiştireceğini ABD’ye hiçbir şüpheye yer kalmayacak netlikte anlatmak lazımdır. 


SONUÇ 

Bazıları artık bağımsızlığın PKK’nın söyleminden bile düştüğünü söyleyerek farazi olarak da  olsa “Kürt devleti” hakkında bu kadar konuşmanın ve kafa yormanın 
“ Modası geçmiş ”, gereksiz, anlamsız ve son tahlilde zararlı olduğunu iddia edebilir. Ama bölünme endişesini temelsiz  ve kendine güvensiz bir “ Paranoya ” diye niteleyen ve kolaylıkla karikatürize edenler aslında  Türkiye’yi önemli bir entelektüel savunma hattından mahrum bırakıyor olabilirler. 

Türkiye bir Kürt devletinin Kürtler dâhil herkes için büyük riskler, belirsizlikler ve zorluklar  ortaya çıkaracağı, maliyetinin getirisinden çok daha fazla olacağı, 
“ Nereden bakarsanız bakın buna değmeyeceği ” konusunda eğitici bir rol üstlenmelidir. 

AKP’nin Türk siyasi hayatını domine etmesi, başta TSK olmak üzere devletçi ve güvenlikçi kurumlar ve bakış açısının etkisinin azalması, Türk devletinin çözülmeye başladığı algısı, yavaşlasa ve heyecanını kaybetse bile yaşamaya devam eden AB süreci, ABD’nin K. Irak’taki varlığı ve bu sırada PKK’ya karşı gösterdiği son derece müsamahakâr tavır, son dönemde teknolojinin de yardımıyla Kürtler arasında sınır-aşan ilişkilerin artması ve PKK’nın “dayanıklılığı” gibi faktörler bazı Kürtlerin bağımsızlık veya ona yakın hedefler konusunda umutlarını korumalarını mümkün kılmıştır. “Kürt açılımı” da Türkiye’deki Kürtlerin beklentilerini, taleplerini ve bunları açıkça ifade etme isteklerini arttırmıştır. Bu sürecin muğlak, ucu açık ve vaatkar karakteri Kürtlerin ileride tatmin olmalarını da zorlaştırabilir. Mağduriyet psikolojisi, “ Neredeyse her şeye hakları olduğu ” duygusu, hakları talep ederken sorumluluktan kaçınma isteği Türkiye’deki Kürtlerin siyasi duygusal hayatında giderek daha da etkinleşmek tedir. 


Kürt elitleri ve PKK’nın taleplerinin ve nihai amaçlarının muğlaklığı, saydam olmayışı ve değişkenliği Kürt olmayanların konuya bakışını olumsuz yönde etkilemektedir. Referandum sonuçları Kürt meselesinin Türkiye’de evrilirken aldığı durumun bu konulara karşı hassas olduğu düşünülen milliyetçi muhafazakâr kesimler için bile artık/aslında o denli öncelikli olmayabileceğini 
düşündürtmektedir. Türkiye’de Kürtlerin çoğunlukta olmadığı bölgelerinde Türk-Kürt çatışması bir-iki korkutucu ama sınırlı olay dışında büyük ölçekli ve kontrol dışı şiddete dönüşmemiştir. Yabancı gözlemcilerin ve Kürtlerin bu durumun başka bir ülkede olsa farklı şekiller alabileceğini yeterince takdir etmedikleri söylenebilir. Bu durumun (şiddet içeren sivil etnik çatışmanın yokluğu) devam edeceğinden ise emin olunamaz. Türk-Kürt toplumsal ilişkilerinin yakınlarını kaybetmiş bir-iki akrabanın kızgınlıklarının kontrolden çıkmasının ya da yabancı unsurların kolaylıkla provoke edebileceği tezgâhların sonucunda kontrolsüz bir çatışma ve şiddet sarmalına girmeyeceğinden emin olabilir miyiz? Etnik gerilim ve çatışma, 

Türkiye’nin üniter yapısınınbozulması, Türkiye’nin fiili olarak ya da resmen bölünmesi, PKK’nın sadece kırsal bölgelerde, güvenlik güçlerine ve sınırlı eylemlerin ötesinde şehirlerde, sivillere karşı ve çok büyük çaplı terör eylemlerini tırmandırması, Kürtlerle Kürt olmayanlar arasında sosyal hayatın geneline yayılan bir husumet oluşması, Türkiye’nin K. Irak’ta uzun süreli, maliyetli, çok kayıp verdiği ve askeri olarak amaçlarına ulaşamadığı sınır ötesi bir harekâta girişmesi düşünülemez  ihtimaller değildir.3

  '' _  Sonucu başka şeylerin yanında  ama belkide en fazla tarafların ifade mücadelesi belirleyecektir ''  

Görülebilir bir gelecekte Kürt devletinin kurulması mümkündür ama kaçınılmaz değildir. Sonucu, başka şeylerin yanında ama belki de en fazla tarafların irade mücadelesi belirleyecektir. Türkiye belli aralıklarla bu devlete neden, nasıl ve ne kadar karşı olduğunu gözden geçirmeli ve bu “ Davaya ” olan imanını tazelemeli dir.

Ayrıca bu muhalefetin Kürt karşıtı bir şey olmadığını göstermek ve Türkiye’nin içindeki Kürt meselesinin daha da ağırlaşmasına neden de olmaması gerekir. 
Ayrıca Kürt devletinin kurulmasını engellemek de yeterli değildir. Bu zorlu amacın dışında ve ötesinde Türkiye’deki Kürtlerle Kürt olmayanların bir şekilde beraber yaşamayı öğrenmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde Kürtler dâhil Türkiye önümüzdeki on yılları da “diken üstünde”, insanlarını ve kaynaklarını bu soruna harcayarak ve “ Huzursuz ” bir şekilde geçirebilir. 

“Artık işin işten geçtiği”, “Cinin şişeden çıktığı”, “Entelektüel ve siyasi barajların yıkıldığı” ve  “Bekçinin uyuduğu, kandırıldığı ya da satın alındığı” yönünde giderek güçlenen bir kolektif algı oluşmaktadır. Türkiye’nin Kürt meselesi konusunda uzun süre koruduğu pozisyonları ve argümanları büyük bir hızla terk etmesi “domino dinamiklerini” harekete geçirebilir. Türkiye’nin çözüldüğü  yönünde bir algının oluşması Türkiye’nin hasımlarını cesaretlendirebilir, iştahını ve taleplerini artırabilir, aralarındaki işbirliğinin derecesini yükseltebilir. 

Kürt devleti sonuçta, Kürtler dâhil, kimse için iyi olmayacaksa bile bu öngörüyü şimdiden herkesin paylaşacağından emin olamayız. Bu yönde şüpheleri olan Kürtlerin bir kısmı bile yine de “bir denemek” istiyor olabilirler. Kürtleri bu sevdadan vazgeçirmek için güç, kararlılık, şefkat, kardeşlik ve terapi gibi “araçları” hem de “birbirinin ayağına dolandırmadan” kullanmak gerekecektir. 
Bu dönemde Türkiye’nin, diğer komşularla beraber K. Irak’la ilgili oluşan görüş birliğini eylem birliğine taşıması; bütün yükü tek başına çekmek yerine diğer başkentlerin de “ Taşın altına ellerini koymalarını ” sağlaması; ABD’nin ülkeye Kürtler lehine sınırları korumak için dönmesine mahal vermemesi ve K. Iraklı Kürtlere “dükkânın onların olmadığını” hissettirmesi 
gerekecektir. 21. YÜZYIL 

 3-  Bu ifade böyle bir harekatın ille de maliyetli ve başarısız olması gerektiği şeklinde algılanmamalıdır. 

[20] 21. YÜZYIL Ekim ’10 • Sayı: 22 


....

ORTA DOGUDA KÜRT DEVLETİNE KARŞI NELER YAPILMALI



ORTADOĞUDA KÜRT DEVLETİNE KARŞI NELER YAPILMALI


“Kürt Devleti” Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler (İHTİMALLER )


Şanlı Bahadır KOÇ

Bu yazıda K. Irak’ta ve/veya Türkiye’de Kürt devletinin kurulma ihtimal ve senaryolarını, bunların Türkiye’ye muhtemel etkilerini ve konu hakkında bölgesel ve uluslararası aktörlerin hesap ve politikalarını tahlil etmeye çalışacağız.1 

TÜRKİYE ve KÜRTLER 




Türkiye’de bugün Kürt meselesine biraz da kötümser gözlüklerle bakan biri kolaylıkla aşağıdaki türden kaygılara sahip olabilir: 

• K. Irak’ta bir Kürt devletinin altyapısı büyük ölçüde oluşmuştur; 
• Türkiye’de Kürtçülük ve Kürt milliyetçiliği çok önemli entelektüel, siyasi, hukuki ve (hatta coğrafi) kazanımlar elde etmiştir; 
• Türk Hükümeti’nin bu konulara yaklaşımı yeterince güçlü, kararlı, akıllı ve organize değildir; 
• Hem Irak hem de Türkiye’de Kürt ayrılıkçılığının önündeki en büyük güçlerden biri olan Türk Silahlı Kuvvetleri neredeyse hiçbir zaman olmadığı kadar moral, inisiyatif ve hatta belki de prestij kaybetmiştir; 
• Türkiye’de Kürtler ile Kürt olmayanlar arasındaki karşılıklı şüphe ve kızgınlık 1990’larda terörün bugünkünden çok daha şiddetli olduğu günlerdekinin bile ötesine geçmiştir; 
• Türkiye’de Kürt sorununun kontrol edilmez boyutlara ulaşması ve belki de ülkenin bölünmesinde çıkarı, planı ve gücü olduğundan şüphelenilen yabancı unsurların Türkiye’yi 
cezalandırma ve ona zarar verme isteklerinin artabileceği bir döneme girilmiştir; 

Bu kadar kötümser olmayan bir bakış açısı ile bakıldığında ise, 

• ABD’nin Irak’tan çekilme sürecine girmesiyle Irak’ta resmen bir Kürt devletinin kurulma ihtimalinin zayıfladığı, 

* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi Başkanı, ajp1914@yahoo.com 

Okuyucu yazıyı bitirdiğinde kafası başladığından da karışık olabilir. Bunun yazının bir kusuru olarak görülmemesini umuyoruz. Aslında muhtemelen makalede böyle başlığa sahip bir yazıyı okumaya karar veren türde insanların daha önce duymadıkları ve açıkça ya da belli belirsiz düşünmedikleri çok az şey vardır. 
Ama yine de okumaya devam edilmesinde fayda olabilir. Yazı meseleye olabildiğince cesur, makul ve pratik açılardan yaklaşmaya çalışacaktır.

Objektif olmak için de elden gelen yapılacaktır ama bu konuda kesin bir söz veremiyoruz. 
Ekim ’10 • Sayı: 22 21. YÜZYIL [7] 
Şanlı Bahadır Koç 



• Bölge ülkelerinde bu tür bir devleti engellemeye yönelik irade ve koordinasyon un nispeten arttığı, 
• PKK’nın bağımsızlık yönündeki talebini - ne kadar samimi ve kalıcı olduğu tartışmalı olsa da daha aşağılara çektiği, 
• Yaşanan her şeye rağmen Türklerle Kürtler arasında büyük çaplı şiddet içeren çatışmaların yaşanmadığı, 
• Kürtlerin önemli bir kısmının Türkiye’ye yönelik bağlılık, muhabbet, ihtiyaç ve katkısınınhala devam ettiği ve 
• Türkiye’deki Kürtlerin sürekli olarak, kahir ekseriyetle, baskı altında kalmadan kendi kararıyla ve güçlü bir şekilde bağımsızlık isteyeceğini düşünmenin kolay olmadığı söylenebilir. 

Türkiye’de başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere bürokrasinin siyaset üzerindeki gölgesi birçok açıdan sorunluydu. Ancak, öte yandan son dönemde bu kuruma yönelik yapılan entelektüel ve fiili taarruzun dışarıda destek bulmasının en önemli nedeni sivilleşmenin ve demokratikleşmenin ötesinde bu kurumun Türkiye ve Irak’ta Kürt meselesinin belli bir şekilde çözülmesinin önündeki en önemli engel olması ile ilgisi olabilir. Bir Kürt devletinin önündeki en büyük engel Türkiye’nin bunu engelleme yeteneği ve iradesidir. Bu kırılırsa/kırıldığında bu amaca ulaşmak mümkün olabilir. Bağımsızlık isteyen Kürtler ve bu amaca “ İnsani ” ya da stratejik amaçlarla kafa yoran diğerlerinin bu durumun farkında olmaları ve söz konusu engeli aşmak için planlar geliştiriyor olması ciddi bir ihtimaldir. 

Türkiye’nin geri kalanında üniter yapının değişmesine ve diğer daha sınırlı adem-i merkeziyetçi önerileri destekleyen veya bunu gerektiren talep, ihtiyaç ya da şartlar yoktur. Her şeye rağmen, Kürtlere “hak etmedikleri halde” kültürel veya siyasi otonomi vermek doğru olabilir mi? 

Bu Kürtlerin ne kadarının talebidir? PKK yanlısı partilerin bölgeden, Kürtlerin tamamından ve ülke genelinden aldığı oy (kabaca söylersek sırasıyla % 40–50, % 20–30, % 5–7) ülkenin siyasi yapısını değiştirmek için yeterli değildir. Peki ya Kürtleri başka gruplar da takip ederse? Bunun daha ileri taleplerin ilk adımı olmadığından nasıl emin olunabilir? Türkiye’nin “çözüldüğü” ve bütün “kutsal” pozisyonlarını birer birer ve hızla terk ettiği görüntüsü oluşursa bunun dışarıdaki bazı hasımlarımızı da cesaretlendirmek gibi sonuçları olabilir mi? 

Kürtler PKK’nın kendilerini götürmek istedikleri yerin farkındalar ve gerçekten oraya gitmek istiyorlar mı? Kürtlerin “kendi başlarına” ve/veya sancılı on yıllar alması muhtemel olan bir pan-Kürdist süreçten sonra bölgedeki diğer Kürtlerle birleşerek, hem şimdikinden hem de bir çözüme ulaştıktan sonra Türkiye’de yaşayabileceklerinden daha iyi bir hayatları olacağını düşünmek aşırı iyimserlik olur ve bunu denemekte ısrar etmeleri kendileri açısından akıllıca olmaz. 

Bağımsızlık, federasyon ve hatta otonominin Kürtler için hangi sorun ve maliyetleri getireceği bu grup tarafından yeterince anlaşılmıyor olabilir. Milliyetçiliğin, hele “Geç kalmış” ve henüz olgunlaşmamış ergin olmayan milliyetçiliğin genelde rasyonel ve pragmatik olmadığı üzerinde tanımlamakta dır. 

Kürt milliyetçiliğinin kimlik le ilğili talepleri ülkenin bütünlüğüyle ilgili makul endişeleri arttırmadan tatmin edilebilir mi? 

''   _ PKK ile K. Irak yönetimi arasındaki ilişki muğlak, çelişkili, kompleks ve değişkendir ve dışarıdan bakan gözlere kendini kolay ele vermeyen bir yapısı vardır. ''

Bazı Kürtler, ülkedeki diğer etnik grupların talep etmedi-gözlere kendiniği statü ve ayrıcalıkları talep ederek, ülkedeki herkesin parçası olmayı ve oluşturmayı kabul 
ettiği “Türk kimliğini” reddederek kendileri dışındakilerin tepkisini çekmektedir. Kürtlerin bu yaptığı “ Mızıkçılık ” ve hatta “Şımarıklık” olarak algılanmaktadır. 

Türkiye’nin bir parçası olmanın Kürtler için bir sorun ya da yük değil avantaj olduğu, “Türk olmayı” kabul etmenin belli bir etnik grubun hegemonyasını kabullenmek değil büyük bir şemsiyenin altında toplanmak olduğu anlatılamamış tır. Türkiye’nin ekonomik, siyasi, sosyal ve diplomatik alandaki ilerleme ve başarıları Güneydoğudakiler dahil Kürtlerin radikal siyasi taleplerini 
gözden geçirmelerini ve “en akıllıca” yolun bu başarıların bir parçası olmak olduğu düşünmelerini sağlayabilir mi? Yoksa milliyetçiliğin “başarı, refah ve rahatlık” değil de daha duygusal ve hatta mazoşist amaçlar peşinde koşan rasyonel olmayan bir yönü olduğunu mu düşünmeliyiz? 


Türkiye’deki Kürtlerin ülkedeki diğer etnik gruplara kıyasla farklı ve ayrıcalıklı bazı durumları vardır. Kürtler Anadolu’daki tarihlerinin Türklerden de, Türkiye’deki Türk milletini oluşturan ya da onun içinde yoğrulmuş diğer etnik gruplardan da eski olduğunu iddia etmektedirler. Kürtler ayrıca sayı olarak büyük bir gruptur. Yakın zamana kadar tek bir bölgede yoğun olarak 
yerleşmişler ve bugün de önemli bir kısmı ülkenin değişik bölgelerinde yaşıyorlarsa da Güneydoğu’da baskın durumdadırlar. Kürt yerel liderlerin Osmanlı döneminde de merkezi otoriteye karşı bugünkü Türkiye’nin diğer bölgelerine kıyasla fiili anlamda daha büyük bir otonomileri olmuştur. 

Bölge feodal yapıdan milli devletin bir unsuru olma sürecini uzun ve gecikmeli bir süreçte yaşamış, bu süreci tamamlayamadan terör batağına saplanmış ve bu arada ekonomik ve sosyal açıdan ülkenin geri kalanına kıyasla daha da geriye düşmüştür. Kürtler için sınırın hemen ötesinde K.Irak’ta en azından ilk başta bazı gözlere bir ölçüde çekici gelen bir deney yaşanmaktadır. 

Bütün bunlar Kürtleri Türkiye’deki birçok etnik gruptan farklı bir noktaya getirmektedir. 

Ancak yine de bu farklılık Kürtlerin istediği türden bir ayrıcalığı gerektirir ve haklı çıkarır mı? 

Türklerde, Doğu’daki Kürtlerle ilgili olarak, vergi vermekten kaçındıkları, başta elektrik olmak üzere hizmetlerden kaçak olarak yararlanma eğiliminde oldukları; batıdaki Kürtler hakkında ise, gasp başta olmak üzere suç oranının yüksek olduğu, mafyalaşma eğiliminin arttığı, uyuşturucu kullanımının arttığı, bu grubun uyuşturucu ticaretinden kazandığı gelirleri batıda yasal sektörlere yatırım yaparak kullandığı, devletten doğuda üretim ve istihdam yaratma karşılığı aldıkları teşvikleri batıya taşıdıkları türünden giderek daha geniş çevrelerce paylaşılan bir dizi algılama vardır. Biz bu algılamaların ne kadar gerçeği yansıttığını ölçecek durumda değiliz ama bu durumun Kürtlerle halkın diğer kesimleri arasındaki mesafe ve açıları olumsuz şekilde etkilediğini görmek zor değildir. 

PKK yanlısı partilerin Kürtlerin ekonomik ve sosyal sorunlarına ciddi derecede ilgisiz olmaları ve belediyelerde hizmet açısından gösterdikleri düşük performans bölgede Kürtlerin oylarının önemli bir kısmını almaya devam etmelerini engellememiştir. AKP’nin bu partilere ciddi bir rakip haline gelmeye başlaması sorunun çözümü ve bu partilerin “kendilerine çeki düzen vermeleri” açısından kısmen umut vericidir. Ama AKP’ye oy veren bölgede yaşayan Kürtlerin radikal taleplerde bulunup bulunmadıkları tam açık değildir. Bu kişilerin bir kısmı bağımsızlık da dahil amaç ve taleplere sahip oldukları halde, kısa vadede daha iyi hizmet almak istedikleri için, AKP’nin bu taleplerin karşılanması için daha akıllıca bir ara yol sunduğuna inandıklarından da din dahil başka faktörlerin etkisiyle AKP’ye yönelmiş olabilirler. 

Kürtlerin önemli bir kısmı PKK propagandasının da etkisiyle yoğun olarak yaşadıkları bölgenin bilerek ve planlı bir şekilde geri bırakıldığına inanmaktadır. 
Ama Türk bürokrasisi ve devletinin işleyişini biraz bilen biri bu iddianın doğru olamayacağını da bilir. 

''   _ PKK “ Adam öldüre öldüre” Siyasi bir Kürt kimliği yaratmayı başarabildiyse de bugün bile bağımsızlık isteyenlerin azınlıkta olduğu rahatlıkla iddia edilebilir.  ''


Bölgenin nispeten geri kalmışlığını açıklamak için merkezden bu tür bilinçli çabadan değil, coğrafi ve iklim şartlarının zorluğu, denize ve büyük pazarlara olan mesafe, daha geç tasfiye olan ve halen de etkisini tam yitirmemiş feodal yapı, devlet kurumlarının buraya girmekte ve etkili olmakta geç kalması, zorlanması ve belki en fazla bu noktada devletin beceri ve hayal gücü eksikliği göstermesi ile son dönemde de terörün özellikle Türk ekonomisinin dinamizm yaşadığı döneme denk gelerek bu gelişmenin bölgeye de yansımasını engelleme si gibi nedenler sayılabilir. 

Son yıllarda bölgeye yapılan kamu yatırımı ve harcamaları ve verilen teşviklerle buradan toplanan vergi ve bölgenin ülkenin geri kalanına yaptığı ekonomik ve sosyal katkı arasında ciddi bir uçurum olduğu söylenebilir. Güvenlik ortamı sağlanmadan özel sektörün bölgenin kaderini etkileyecek ölçekte yatırım yapmayacağı  görülmüştür.


Radikal Kürt milliyetçilerinin Kürtlere en büyük zararı veren grup olduğu düşüncesini tekrarlamak  muhtemeldir ki bazı kulaklara “eskimiş bir devlet propagandası” olarak gelecektir. Ama bu cümlenin ciddi oranda hakikat barındırdığı bize açık görünmektedir. Türkiye’deki Kürtlerin  kaderi sayıları az olmayan bir azınlığın zorlaması, yönlendirmesi ve kandırmacaları ile kendilerinden çalınmaktadır. Bunun farkında olan ve buna karşı mücadele etmek isteyenlerin sayısının  bunu açıkça ifade edebilenlerden çok daha fazla olduğunu düşünebiliriz. 


 ORTA DOGUDA KÜRT DEVLETİNE KARŞI NELER YAPILMALI 
''İLKER BAŞBUG NEDEN DÜŞÜNCELİ BAKIYOR ''

ABD işgalinden sonra K. Irak’ta bir Kürt devleti kurulup kurulmayacağını takip ederkenKürt meselesinin Türkiye’nin içinde nasıl önceden düşünülemez noktalara evrildiğini gözden kaçırmış olabiliriz. K. Irak’taki durumun Türkiye’nin içindeki bu gelişmede önemli bir payı olmuş  olabilir. Bu arada K. Irak’ın Türkiye Kürtleri için emsal ve feyiz kaynağı olması için ille de resmi bir Kürt devleti kurulmasının gerekmediği ortaya çıkmıştır. AKP ve Fethullah Cemaati  Türkiye’nin Kürt devletini engelleme iradesini zayıflatıyorlar mı? Başbakan Erdoğan Kürt devletini engelleme yönünde bir ihtiyaç, risk ve ivedilik hissediyor mu? Başbakan’ın bazı danışmanları  etnik kökenleri nedeniyle bu riski küçümsüyor olabilirler mi? Kürt devleti kurulmasını arzu edenler AKP iktidarı ve Cemaat’in artan ve derinleşen gücünü ve bu soruna yaklaşımlarını  kendileri için fırsat olarak görüyorlar mı? Bu iki aktör, Türk milliyetçiliğine ve askeri güç kul
lanımına mesafeleri; dış etkilere ve fikirlere belki sağlıksız derecede açık olmaları; içlerinde  önemli sayıda ve üst pozisyonlarda Kürt ve Kürtçü barındırmaları ve “eski” Türk devletinin yapısını, ideolojisini ve kurumlarını aşındırma ve hatta onu toptan değiştirme yönündeki istek, çaba  ve yetenekleri nedeniyle Kürt devleti isteyenleri umutlandırıyor olabilir. Bu iki aktörün belki 
de kısmen yukarıdaki nedenlerle tam tersine sorunun çözümü için bir fırsat sunduğunu düşünenler  de vardır. 

PKK 

İddia edilebilir ki, bundan 30 yıl önce Türkiye’deki Kürtlerin çok azında bağımsız bir devletisteği güçlü olarak vardı. PKK “adam öldüre öldüre” siyasi bir Kürt kimliği yaratmayı başarabildiyse de bugün bile bağımsızlık isteyenlerin azınlıkta olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Ama bu durum Kürt devletinin gerçekleşme ihtimalini tek başına ortadan kaldırmamaktadır.


''  _   K. Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti PKK için emsal, heyecan, koruma ve destek anlamına gelebilir. ''


Son on yılda Türkiye’de Kürtler lehine yapılan değişiklikler bu grup tarafından önemli ölçüde PKK’ya ve bir ölçüde AB’ye ciro edilmiştir. PKK’nın dayanıklılığı, her türlü ideolojik söylemine rağmen özellikle diplomatik anlamda esnekliği ve “ Çevikliği ”; tüm eksik, kusur, kabahat ve suçlarına rağmen Kürt halkının azımsanmayacak bir kısmının istekli veya zoraki desteğini sağlayabilmesi ABD tarafından not ediliyor olmalıdır. 


PKK’nın tutum, talep, tarz ve araçları zaman içinde şartlara göre değişmiştir. PKK ne istediğini biliyor ve her attığı adım o nihai hedefe dönük denebilir mi? 

PKK, eğer varsa, bu amacayönelik attığı adımlarda stratejik hatalar yaptı mı? PKK ne kadar yekpare, hiyerarşik ve bağımsız bir örgüttür? 

Yabancı aktörlerden, “Kürt kamuoyu”ndan, Türkiye dışı Kürt lider ve entelektüellerden ne kadar etkileniyor? PKK’nın Kürtler arasındaki desteğinin ve meşruiyetinin kaynakları ve derecesini tespit etmek kolay değildir. PKK liderleri şiddetle elde edilebileceklerin sınırına geldiklerini düşünüyorlar mı? Silahı, “daha onunla yapacak çok şey olduğunu düşündükleri” için mi, silahsız bir hayatı tahayyül edemediklerinden mi, kendilerini korumak için mi, yoksa “Abilerinin” de bunu istediklerinden daha emin olmadıkları için mi bırakmıyorlar? PKK kendini 
gelecekteki bir “Kürdistan”ın silahlı kuvvetleri olarak mı görüyor? 

PKK K. Irak’ta kurulacak Kürt devletinin Türkiye’ye kabul ettirilmesinin bir aracı olarakkullanılmak isteniyor olabilir. PKK terörü, K. Irak’ta kurulabilecek bir Kürt devletini Türkiye’nin 

1) Fiiliyatta kabullenmesi, 
2) Resmi olarak tanıması, 
3) Onunla işbirliği yapması, 
4) Onu koruma altına alması, 
5) Onunla federasyon kurması amacına hizmet edebilir. 

K. Irak’ta bir süresonra “saygınlık kalkanı” kazanmış bir Kürt devleti kurulursa PKK değişik isim ve şekillerdeKürtlerin bölgedeki “vurucu gücü” rolünü oynayabilir. Ama bu noktada ABD’nin dikkat etmesigereken bir denge vardır: PKK Türkiye’nin K. Irak’taki kurguyu bozmasının nedeni ve mazereti de olabilir. 


K. Irak’taki hakim elitler ile PKK arasında ideolojik ve sosyal farklar olmasının pratik sonuçları olacak mı? Kürt aktörler arasında var olan çelişkileri gün yüzüne çıkarmak ve bunlardan istifade etmek kolay olmayabilir. Kürtler bu farklılıkları ve çelişkileri belli bir düzeyin üzerine çıkarmamaya kararlı görünmektedir. “Kürtlerin birbirini keşfetmesi” ve “Kürt dayanışması” gibimotifler güçlenmekte dir. PKK ile K. Irak yönetimi arasındaki ilişki muğlak, çelişkili, kompleksve değişkendir ve dışarıdan bakan gözlere kendini kolay ele vermeyen bir yapısı vardır. Bu ilişkide, rekabet, şüphecilik, düşmanlık ve hatta çatışmanın yanında karşılıklı “göz yumma”, nihaiortak çıkar ve kader algısı, işbirliği, “Kürt kamuoyunun kabul etmeyeceği adımlardan sakınma”gibi boyutlar vardır. İki aktör de diğerinin bahçesinde bayrak göstermekte ama belli bir noktanın ötesinde diğerini zorlamaktan kaçınmaktadır. Ama zaman zaman pan-Kürdist pozlar takınsa da Barzani’nin şu anda elinde olan mutlağa yakın gücü ve petrolü 
Türkiye Kürtleri ve onlarınbağımsızlık isteyen kesiminin lideri PKK ile paylaşmak isteyeceğini düşünmek zordur. Barzani’nin bu yaklaşımının Türkiye’yi sınır 
ötesinde müdahale etmekten caydırmak ve “Kürt kamuoyunun  hassasiyetlerinin savunuculuğunu yapmakla” sınırlı olabileceğini düşünüyoruz. 

Her şeye rağmen bağımsız bir Kürt devletinin mevcudiyeti, Türkiye’deki ayrılıkçı hareketler için emsal yaratabilir, onlara heyecan verebilir ve bağımsızlık konusunda bir engellenemez lik duygusu oluşturabilir, güvenli geri bölgeleri korumalarını sağlayabilir ve lojistik desteğini abilir. 
Türkiye’nin K. Irak’a etkili istihbaratla beslenmiş, sürpriz unsurunu başarılı şekilde kullanan, büyük çaplı ve/veya sürekli ve etkili askeri operasyonlar düzenlemesi ve K. Irak’ı PKK için güvenli bir bölge olmaktan çıkarması gerekir. 


 ''  _   Komşu ülkelerin bir Kürt devletini engellemek için gösterecekleri çaba sınırlıdır.  ''    


PKK militanlarının önemli bir kısmının ve belki de çoğunun Türkiye’de olması bu üslerin örgüt için stratejik önemi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

PKK terörü ileride niye bırakacak olabilir: 

• Talepleri yerine geldiğinde, 
• Yoruldukları ve bıktıklarında, 
• Amaçlarına ulaşamayacaklarını düşündüklerinde, 
• Sınır ötesindeki güvenli üslerini, dış destekçilerini, mali kaynaklarını, temsil ettiklerini iddia ettikleri toplumun yardımı ve saygısını kaybettiklerinde, 
• Talepleri değilse bile başka kazanım ve “ödüllere” ulaştıklarında, 
• Bölündükleri, davanın değerine duydukları inançlarını yitirdikleri, “buna değmeyeceğini” düşündüklerinde, 
• Yok edildikleri ve özellikle lider kadrosu kendilerini sürekli tehdit altında hissettiğinde. 

2 Sınır ötesi operasyonların gerekliliği için bkz. Nihat Ali Özcan, “Operasyon Neden Gerekli?”, Yeni Şafak, 17 Ekim 2007. 


Değişik radikal amaçlar için Türkiye’de kan dökmeye ve ölmeye hazır Kürtler her zaman olacaktır. 
Bu nedenle Kürt militanları yakalamanın ya da öldürmenin bu mücadele açısından getirisi gerçekten sınırlıdır. 
Ama bu sınırlılık askeri operasyonların gereksiz ya da yararsız olduğu anlamına da gelmez. 
Türkiye’nin kontr-terör operasyonlarında ağırlığı örgütün liderlerini yok etmeye ve dolayısıyla kendilerini güvende hissetmelerini engellemeye vermelidir. 
Çünkü örgütün terörü bir araç olarak kullanmaktan vazgeçmesinin en önemli anahtarı muhtemelen bu liderlerin hesaplarını değiştirmekten geçmektedir. 
Bu kişiler kendilerini sürekli tehdit altında hissederlerse askeri araçlar dışındaki seçenekleri daha bir dikkatle ele alacaklardır.
PKK liderliği şiddeti ve hatta silahı bıraksa bile içinde buna karşı olan gruplar örgütten ayrılarak teröre devam edebilirler.
Örgüt danışıklı bir hareketle bilerek üyelerinin bir kısmını bu yola sevk edebilir.

''  _  PKK liderleri kendilerini sürekli tehdit altında hissederlerse askeri araçlar dışındaki seçenekleri daha bir dikkatle ele alacaklardır. ''

PKK ile ateş altında ve özellikle askeri anlamda inisiyatif örgütte olduğu zaman pazarlık etmek karşı tarafta şiddetin sonuç verdiği intibaını yaratabilir.
Türkiye PKK’ya karşı askeri olarak yapabileceği her şeyi yapmış değildir. PKK ile uygun kanallar vasıtası ile görüşülebilir ama bu PKK kamplarına etkili ve 
sürekli askeri operasyonların alternatifi değildir. İkisi aynı anda yürütülebilir. 

BARZANİ ve K. IRAK 


K. Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti, başka şeylerin yanında, emsal yaratarak, Türkiye’deki bazı Kürtlerde “onlar yapabiliyorsa biz de yapabiliriz” düşüncesini güçlendirerek Türkiye için sorun yaratabilir. Ayrıca bu devlet Türkiye’deki Kürtlerin hamiliğine soyunarak Türkiye’nin içişlerine müdahale etmeye kalkabilir. PKK’nın burada konuşlanmaya devam etmesi halinde Türkiye’nin bu bölgelere operasyon düzenlemesi ilave hukuki ve siyasi zorluklar çıkarabilir. Budevlet ayrıca Türkiye’ye yönelik yayın faaliyetleri ile Kürt halkına yönelik propaganda faaliyetlerinde bulunabilir. 

Bu devletin enerji nakil hatları nedeniyle Türkiye’ye belli bir bağımlılığı olacaksa da, 
a) bu karşılıklı bir bağımlılık olacağı için, 

b) zamanla alternatif hatlar mümkün olabileceği için, 

c) bu farazi Kürt devletinin dört komşusunun ortak bir cepheyi, araya giren güvensizlikler, ? sona kalmama? endişesi, değişen çıkar algılamaları ve hesapları gibi nedenlerle koruyamamaları mümkün olabilir. 

Özellikle Suriye’nin dış baskılar, ekonomik ihtiyaçlar ve beklentiler, “kendi içindeki Kürt sorununun kaşınmaması vaadi” gibi faktörlerle bu cepheyi terk etmesi mümkün olabilir. 

Diğer komşu ülkelerin bir Kürt devletini engellemek için gösterecekleri çaba ve yapacakları fedakârlık muhtemelen sınırlıdır. Türkiye’deki Kürtlerin sayısı ve meselenin burada vardığı boyut dikkate alındığında Iraklı Kürtler Türkiye’ye karşı da önemli kozlara sahip olduklarını düşünüyor olabilirler. 

K. Iraklı Kürtlerin inşa ettikleri şey gerçek bir devletten eksik olabilir ama aradaki mesafe giderek azalmaktadır ve bu grubun kendine güveni giderek artmaktadır. 

Ancak, ABD’nin Irak’tan SOFA (Status of Forces Agreement) uyarınca çekilmesi eğer anlaşma revize edilerek veya yeniden yazılarak kesintiye uğramaz ve ertelenmezse Iraklı Kürtleri onların da tahmin ettiği zor bir dönem bekleyebilir. 

ABD Irak’tan çekilirken Kürt devleti ihtimali azalıyor ya da erteleniyor ya da bitiyor mu? Kürtler eğer bu dönemde kazanımlarını korur ve sağlamlaştırabilirler se orta ve uzun vadede nihai bağımsızlık için fırsat kollama şansını koruyabilir ler. Kürtlerin ABD çekilmeden bir oldu-bitti ile kriz yaratarak Kerkük sorununu kendi lehlerine çözmeyi ve sonra da Washington’ubu “çözümün garantörü” yapmayı denemeleri ve hatta sürpriz bir şekilde bağımsızlık ilan etmeleri göz ardı edilemeyecek ama kendileri açısından da riskler barındıran ihtimallerdir. ABD’nin çekilmesinden sonra Kerkük, petrol, sınırlar ve merkez ile federal birimler arasındaki güç ve yetki dağılımı, Peşmerge ordusunun statüsü gibi konularda Kürtlerin pazarlık gücü azalabilir. 

ABD Irak’tan çekildikten sonra ülkeye tekrar bu sefer Kürtleri korumak için gelebilir mi? ABD’nin ülkedeki askerlerinin çok büyük bir bölümünü çektikten sonra da komşuları caydırmak için Irak’tasınırlı ve hatta sembolik büyüklükte de olsa bir güç bırakması ciddi bir ihtimaldir. 

2.Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK ( TIKLAYINIZ )


..