26 Kasım 2015 Perşembe

12 EYLÜL ÖNCESİ KARABORSA BENZİN KITLIĞI 1



12 EYLÜL ÖNCESİ KARABORSA BENZİN KITLIĞI  1



1970'ler için bir Çerçeve Denemesi

ÖMER TURAN 

Alternatif tahayyüller, devingenlik, popülizm:  1970'ler için bir Çerçeve Denemesi 

127. Sayısında Toplum ve Bilim okurlarının karşısına 1970’ler Türkiyesi’ne odaklanan bir sayı ile çıkıyor. Söze neden böyle bir dosya konusunu seçtik, neden böyle bir araştırma gündemi öneriyoruz, ilgili literatürde nasıl bir boşluk olduğunu düşünüyoruz sorularıyla başlamak uygun olur. Modern Türkiye üzerine çalışmalar gelişmiş sayılabilecek bir literatür oluşturmakta. Farklı sosyal bilim disiplinlerinden beslenen bir literatür ile karşı karşıyayız. Fakat bu literatürün gelişmişlik düzeyine karşın, 20. yüzyıl Türkiyesi’nin farklı dönemlerini eşit ağırlıkla ele almadığını da vurgulamak gerek. Bu noktada üç on yıllık dönem, yani 1950’ler, 1960’lar ve 1970’ler özel olarak az çalışılmış, hakkında az kitap ve makale üretilmiş yıllar. Kaçınılmaz olarak çağdaş tarihe ilişkin hemen her tür dönemlendirmeyi 12 Eylül ekseninde yapıyoruz. 

12 Eylül öncesine dair on yıllık dönemler için literatür yeterince gelişmiş değil de 1980’ler için tatmin edici bir yekun oluşturuyor mu? Bu soruya da olumlu yanıt vermek zor. Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak ve Can Kozanoğlu’nun Cilâlı İmaj Devri’ni 1980’lere ilişkin iki kült kitap olarak analım ve soralım: Elimizde kaç tane 1980’ler monografisi var? Analiz düzeyi olarak gazetecilik çerçevesinin dışına çıkmış kaç kitaptan söz edebiliriz? Örneğin artık devrini tamamlamış Anavatan Partisi hakkında kaç monografi aklımıza geliyor? 

Literatürün az çalışılmış dönemlerini 1950’ler, 1960’lar ve 1970’ler üzerinden düşünmeye devam edecek olursak, bu üç dönem içinde de en az çalışılmış olanın 1970’ler olduğunu söylemek mümkün. Bu sayı için hazırladığımız çağrı metninde 1970’lerin en “ Karanlıkta ” kalmış dönem olduğunu, “ 12 Eylül Öncesi ” etiketiyle kodlanan dönemin çoğu zaman unutulması gereken bir “karanlık çağ” şeklinde anıldığını, hatta Türkiye tarihinin geneli için “yitik bir çağ” olarak düşünüldüğünü vurgulamıştık. Bu algının sosyal bilimler literatürüne de sirayet ettiği söylenebilir. 

Türkiye tarihi hakkındaki kimi klasikleşmiş kitaplarda dahi 1970’ler bir siyasi çözümsüzlük, bir koalisyon hükümetleri silsilesine indirgenmekte. Kimi Türkiye analizleri ise 12 Mart’tan doğrudan 12 Eylül’e atlayarak iki askerî müdahale arasını bir genel terör, kaos, karaborsa ve kriz dönemi olarak değerlendiriyor. Bu dosyayı tasarlarkenki hedefimiz iki ayaklıydı: Birincisi, çokça ele alınmış dönemlerin yanı sıra Türkiye’nin halen daha az el atılmış dönemleri olduğuna işaret etmek. İkincisi ise, bu az çalışılmış dönemlerin önemli bir örneği olan 1970’lere ilişkin az önce anılan perspektifin dışına çıkmanın olanaklarını araştırmak. Acaba 1970’leri toplumun siyasallaştığı, alternatif tahayyüllerin üretildiği ve yaygınlaştırıldığı, farklı mücadelelerle şekillenmiş devingen bir dönem olarak ele alabilir miyiz? 1970’leri bir terör, kaos ve hatta iç savaş ortamına indirgemediğimizde karşımıza neler çıkıyor? Çağrı metnindeki ifadeyle, 1970’lerin yoğun politik kutuplaşma ortamında, bir toplumsal erginleşme nin tohumlarını bulmak mümkün müdür? Hazırlamış olduğumuzdosyanın ana derdi bu ve benzeri sorular etrafında bir tartışmaya zemin oluşturmaktır. 

1970’lerin ve öncesindeki ve sonrasındaki diğer onar yıllık dönemlerin neden az çalışılmış olduğu sorusuna geri dönersek, Toplum ve Bilim’in 105. sayısında yer 
alan makalesinde Fethi Açıkel (2006), merkez-çevre paradigmasının bir dizi sınırlılığına işaret ederken, bu hâkim paradigmanın tek-parti dönemine aşırı odaklandığını ve tek-parti döneminden hareketle bir dizi genellemeye ulaştığını vurguluyordu. 

Açıkel’e göre merkez-çevre paradigması, 1930’lara ve 1950’lere karakter veren siyasal süreçlerin ve kurumların, neredeyse aşkın bir biçimde mevcudiyetini devam ettirdiğini ve siyasal sistem açısından Türk modernliğinin temel paradokslarının hâlâ sürdüğünü iddia ediyor, böylelikle de “analiz araçlarının” hâlâ geçerliliklerini koruduğunu vaz’ ediyor. Bu paradigmanın diğer yaklaşımlara alan bırakmaması sonucunda da karmaşık ve eklemlenmiş iktidar yapılanmaları, iç içe giren kurumlar / gelenekler ve ortaya çıkan türlü sosyal muhalefet biçimleri yeterince analiz edilmemiş oluyor. Aslında bu halen çoğu popüler siyaset yorumcusunun da sıklıkla düştüğü bir hata. Örneğin konu CHP olduğunda bu yorumcular sanki tek-parti döneminden 2000’lere değişmeden gelmiş bir CHP varmış gibi değerlendirmelerde bulunuyorlar. Bu türden değerlendirmelerde 1970’ler CHP’si, partinin 1970’ler boyunca benimsediği sol siyaset ve taban örgütlenmesi anılmaya değer bulunmuyor. 

CHP 1970’lere bir bölünme ile girmişti. Partinin önemli bir bölümü 15-16 Haziran Olaylarını tetikleyecek yasa tasarısında AP ile birlikte hareket etmişlerdi. Fakat 
12 Mart sonrasında partide yaşanan dönüşümle CHP “askerlerce desteklenen sağcı teknokratik hükümetlere karşı açık tavır aldı” (Keyder, 1992). 1970’ler boyunca kendi solunda yer alan legal/illegal örgütlerle ilişkilerini temkini elden bırakmadan önemseyen CHP, mitinglerinde onbinlerin “Kahrolsun Faşizm” ve “Bu Düzen Değişecek” sloganlarını attığı bir partiydi. Muhtemelen sıradan pek çok CHP’linin siyasi tahayyülünde “Toprak İşleyenin, Su Kullanandır” sloganı, önemli bir yere sahipti. 

Açıkel’in metodolojik uyarısını, belki de Suavi Aydın’ın (1998) “bir şeyin ‘tarihi’ olması, onun süreklilik arzetmesini gerektirmez” şerhi ile birlikte okumak lazım (ayrıca bkz. Aydın, 2006). Tam da CHP örneğinin gösterdiği üzere, tarihselliği, süreklilikleri ve kırılmaları daha yakından analiz edebilmek için literatürün eksik kalmış dönemlere doğru genişlemesi gerekmekte. 

Farklı dönemlerin neden az çalışılmış olduğu sorusu üzerine düşünürken, Açıkel’in uyarısını Joel Migdal’ın genel olarak modernleşme ve özel olarak Türkiye örneği üzerine saptamalarıyla da ilişkilendirebiliriz. Migdal’a (1998) göre her modernleşme projesi kurgu ve olgulardan müteşekkildir. Projenin iktidar boyutu kurgu kısmına denk düşer. Kimi zaman iktidarın sınırsız güç sahibi olduğu efsanesi de kurguya eşlik eder. Planlama fikri modernleşmenin kurgu boyutudur. Fakat planın gündelik hayatta nasıl deneyimlendiği, plan ile uygulama arasındaki farklar modernleşmenin olgu kısmına denk düşer. Migdal’ın ifadesi ile modernleşme projesinin tüm teknolojik ve estetik gücüne karşın, projenin tamamen gerçekleşmiş olduğunu düşünmek hatalıdır. “Modernleşme projesi ... çoğu kez zengin bir çeşitlilik gösteren yollardan protesto ve direnişe, yeniden düzenleme ve uyarlamaya yol açmıştır.” 

Bu bağlamda gereken, kurgu ile olguya, makro plan ile gündelik deneyimlere eşit önem atfeden bir metodolojik perspektif. Açıkel’in vurguladığı gibi, Türkiye 
üzerine çalışmalarda da tek-parti dönemine diğer dönemleri gölgede bırakacak kadar özel önem atfedilmesi analizlerin kurguya, yani Kemalist modernleşmeye 
odaklanması sonucuna yol açıyor. Modernitenin gündelik hayatta nasıl deneyim lendiği, nasıl bir olguya dönüştüğüne ilişkin detaylar, kurgunun detayları kadar öne çıkmıyor. 1970’leri (ya da farklı bir dönemi) çalışmanın sağlayacağı katkıyı güncel bir örnek üzerinden düşünecek olursak, Taksim Meydanı bir yanıyla Cumhuriyet’in modernleşme kurgusunun bir parçası. Atatürk Heykeli, Prost Planı’nın meydana atfettiği işlev, Millî Şef Dönemi’nin Gezi Parkı, yüksek modernitenin opera binası, hep bu kurgunun unsurları. Ayrıca kurgunun bir bölümünün 1931’de İstanbul Belediyesi tarafından el konulan Ermeni mezarlığının üzerinde inşa edilmesi, İttihatçılıktan Cumhuriyet’e uzanan sürekliliklere dair önemli bir nokta. Fakat Taksim Meydanı bu kurguya indirgenemeyecek kadar karmaşık, yaşayan, dönüşen ve ona atfedilen anlamlarla sürekli olarak yeniden şekillenen bir sosyal mekân. 1970’lerde meydandaki 1 Mayıs kutlamaları meydanın karmaşık olgusallığına dair birçok katmandan sadece biri. Tam da bu nedenle, ne kurguyu, ne de olguyu gözden kaçırmayan analizlere ihtiyaç var. 

1970’ler: Sınıf Perspektiflerinin belirginleşmesi 

1970’ler nasıl bir bağlamdı? Bu soruya yanıt verirken üzerinde durulması gereken ilk nokta 1970’lerin sınıf mücadelesinin keskinleştiği, hemen her kesiminin toplumun çelişkisiz organik bir bütün olmadığını idrak ettiği bir dönem olduğudur. Önceki dönemlerin de birikimleri sayesinde, 1970’lerin başından itibaren gerek işçi sınıfı, gerekse burjuvazi sınıf çıkarlarının daha çok farkında olmuşlar, sınıf çıkarlarını siyaset zemininde ifade ederek yeni politik güç odakları örgütlemişlerdir. Sınıf temelli çelişkilerin billurlaşması sürecinde bir tarafta 15-16 Haziran’ı, diğer taraftaysa TÜSİAD’ın (1971) ve Türk Hür Teşebbüs Konseyi’nin (1976) kuruluşları önemli dönüm noktaları. 

1967’de kurulan DİSK, Türk-İş’in uzlaşmacı sendikacılığından farklı bir çizgi izliyor, militan bir sendikal mücadele hattını sınıf çelişkisi üzerine inşa ediyordu. Bu aktif tarzla DİSK, KİT’lerden ziyade özel sektörde örgütlenerek ciddi bir büyüme yaşadı. Siyaset yapmaktan korkmayan, TİP’le olan bağlarıyla da doğrudan siyasetin içinde olan bir sendikacılık benimsemişti DİSK. Bu çerçevede konfederasyonun 2. Merkez Genel Kurulu’nda Türkiye’nin NATO’dan çıkması gereği kararı alındı. 

1970’e gelindiğinde Sendikalar Kanunu’nda yapılacak bir değişiklikle bir sendikanın Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için, o işkolunda toplam işçi sayısının en az üçte birini üye kaydetmiş olması şartı getirilmek istendi. Öneride ayrıca işçilerin sendika değiştirmesini zorlaştıracak düzenlemeler de öngörülüyor du. Değişiklik paketinin esas amacı DİSK’e bağlı sendikaların örgütlenme faaliyetlerini sınırlandırmaktı. 

Önerilerin mecliste yasalaşmasının ardından 15 Haziran 1970’te İstanbul’un farklı yerlerinde başlayan protestolara ilk gün yaklaşık 70.000 kişi katıldı. 
16 Haziran’daki yürüyüşlereyse yaklaşık 150.000 kişi katıldı. Türk-İş yönetiminin olayları “Ayaklanma” olarak karalamasına karşın, Türk-İş sendikalarının örgütlü oldukları fabrikalardan işçilerin de yürüyüşlere katıldıkları gözlendi (Özsever, 1998). 

Protestolar ancak sıkıyönetim ilan edilmesi ile durdurulabildi. 15-16 Haziran ile birlikte 1970’ler boyunca sendikal mücadelenin DİSK ekseninde şekilleneceği hepten belli olmuştu. Protestocu işçilerin İstanbul’un dört bir yanında yürüyüşe geçmeleriyle birlikte, 1960’ların ikinci yarısına damga vuran MDD-SD ve öncülük tartışmaları da anlamlarını yitirmiş oldu (Belge, 1992). Artık sosyalizm mücadelesi ni işçi sınıfından ve sendikalardan bağımsız düşünmek mümkün değildi. 15-16 Haziran ile birlikte “Ordu-Gençlik El Ele” sloganı ve aydın zümrenin kuracağı tepeden inmeci sosyalizm tahayyülleri arkaikleşmişti. 1970’ler boyunca DİSK, ücret sendikacılığı ile sosyalizm hedefini önceleyen radikal kopuş stratejilerini bağdaştırma zorluğu yaşadı. 

Aslında bu zorluk, siyasal partilerden meslek örgütlerine kadar hemen hemen tüm sol yapılar için geçerliydi. 

12 Mart 1971 askerî müdahalesinden hemen sonra dönemin müteşebbisleri TÜSİAD’ı kurdu. Ayşe Buğra’ya (1995: 202) göre çalkantılı siyasal ortamda iş dünyası ihtiyaç duyduğu istikrarın tesisi için hükümete güvenmiyordu ve bir dernek çatısı altında örgütlenmelerinin ana nedeni kısa dönemli iktisadi çıkarlarını korumaktan ziyade, özel sektörün meşru kabul edileceği bir toplumsal çerçeve oluşturma hedefiydi. 

Buğra (1995: 337) TÜSİAD’ın tam anlamıyla bir sınıf örgütü niteliği taşıdığını, çünkü işadamlarının kişisel çıkarları ile sınıf çıkarlarının çelişmesi durumlarında 
bazı üyelerle TÜSİAD arasında çatışma yaşandığını vurgulamakta. Galip Yalman da (2009: 306) 1970’lere gelindiğinde Türkiye’de burjuvazinin kendinde sınıf olmaktan çıkıp, çıkarlarının farkında olan, bunları dile getiren ve çıkarları üzerinden siyaset yapan bir “kendisi için sınıf”a dönüştüğünü vurguluyor. Burjuvazinin “kendisi için sınıf”a evrilmesinin bir tezahürü TÜSİAD’ın kurulmasıy sa, diğer bir tezahürü de 1976’da Türk Hür Teşebbüs Konseyi’nin kurulmasıydı. TÜSİAD’ın baştan itibaren bir ölçüde elitist bir görünümü vardı ve yer yer diğer iş çevrelerince sanayicilerin çıkarlarına öncelik vermekle eleştiriliyordu. Bu bağlamda Hür Teşebbüs Konseyi “hür teşebbüs kuruluşlarının yek vücud olarak seslerini çıkartmak” amacıyla kurulmuştu. 

Farklı müteşebbisler, TÜSİAD, TOBB, TİSK ve hatta esnaf, zanaatkâr ve tarım kesimi örgütleri (TESK, TZOB) aynı çatı altında bir araya geliyordu. Konseyde öngörülen birliktelik, iş çevrelerinden yükselen uzlaşmacı seslere karşı, sermaye sınıfının daha sert ve tavizsiz bir tonda birleşmesini hedeflemekteydi. 

Söz konusu dönemde bir yandan hizmet sektörleri gelişirken, bir yandan da ithal ikameci sanayileşme politikaları sayesinde sanayi tarıma göre çok daha hızla büyümüştür. Korkut Boratav (1995: 114) sendikal hareketin yükselişi ve grev hakkını da içeren çalışma mevzuatının da etkisiyle, 1963’ten yüksek enflasyon oranlarının gözlenmeye başlandığı 1977’ye kadar reel ücretlerin artış gösterdiğini vurguluyor. 

Bu eğilimin istisnaları 12 Mart’ı izleyen üç yıllık 1972-74 dönemi olmuştur. Reel ücretlerde 1963-1976 arasında yüzde 75’lik bir artış gerçekleşir. Boratav’ın ifadesiyle, 1970’lerin sonuna yaklaşıldığında, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ithal ikameci modelin hazmedebileceği ödün marjlarını aşan başarılar elde etmeye ve geleneksel dengeleri tehdit etmeye başlamış görünmektedir. Burada önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Sendikal mücadelede gözlenen radikalleşme 1977’ye kadar bir kriz ortamında şekillenmiyor. Başka bir ifadeyle gerek yerel ölçekte, gerekse makro ölçekte alternatif düzen arayışları ve sosyalist kopuş tahayyülleri önemli bir süre boyunca ücret iyileştirmeleriyle paralel ilerlemekte. Bu durum Ralph Miliband’ın bir tespitiyle örtüşür. Miliband’a (1964) göre işçi sınıfının sosyalizme kayması esas olarak kriz dönemlerinde değil, tersine görece refah dönemlerinde gerçekleşir. 

Miliband’ın ifadesiyle tarih işçi sınıfının iktisadi ve sosyal iyileştirme taleplerinin refah dönemlerinde azalmadığını göstermektedir. Tersine refah dönemlerinde 
bu talepler daha etkin biçimde dile getirilir. 1960’lardan itibaren genişleyen sendikal haklar, yükselen işçi sınıf hareketi ve sosyalist siyaset ile 1970’lerin önemli bir bölümünde gözlenen reel ücret artışları arasındaki ilişkiyi düşünürken Miliband’ın uyarısını da dikkate almak gerek. 


2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK,


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder