22 Mart 2015 Pazar

CUMHURBAŞKANLARIDA YARGILANIR ( SİYASİ PARTİLER DEVLETİN ÜSTÜNDE DEĞİLDİR.,)


CUMHURBAŞKANLARIDA YARGILANIR ( SİYASİ PARTİLER DEVLETİN ÜSTÜNDE DEĞİLDİR.,)




Siyasi partiler devletin üstünde değildir
Gökçe FIRAT: Parti kapatmalarının ortadan kaldırılması projesi bugün Cumhurbaşkanı tarafından da gündeme getirildi. Ne diyorsunuz?
Yekta Güngör ÖZDEN: Ben siyasal partilerin kapatılma davalarının sanıyorum onüçünde imzası bulunan bir Anayasa Mahkemesi üyesiyim. Verdiğim kararların hiçbirinden pişmanlık duymadım.
Bizim amacımız ve görevimiz; yurttaş olarak özen ve duyarlılık içerisinde ülkemizin değerlerini korumak, Anayasa Mahkemesi üyesi olarak da devletin niteliklerini giderek güçlendirmek ve bu bağlamda karşılaşacağımız güçlükleri aşmak, kötülükleri engellemektir. Ancak siyasi partiler o kadar kendilerini düşünüyor, partizanlıklarını o kadar ileri götürüyorlar ki onlar için Anayasa kuralları, devletin niteliklerinin korunması, sürekliliği pek önemli değil. Onlar partilerini devletin üzerinde gördükleri için ne yaparlarsa yapsınlar “partiler kapatılmasın” istiyorlar.
Dikkat ederseniz, her seçimden sonra Meclis Anayasa Komisyonu’nu toplayarak, önergeler getirerek, giderek parti kapatılmasını olanaksız duruma düşürdüler. Şimdi AKP’nin Meclis’e verdiğini duyduğum önerisi bu amacı taşıyor.
En kabasını söylüyorum: Anayasa’nın 1., 2. ve 3. maddelerinin değiştirilmesi bile önerilemez. Bu önermeme sınırı Anayasa’nın 4. maddesinden gelir. Kimi açıkgözler “4. maddeyi kaldırırız, bunun değiştirilmeyeceğine dair bir kural yok, onu kaldırınca ilk üç maddeyi de değiştirebiliriz” diyorlar. Hâlbuki bir deponun bekçisini ortadan kaldırarak o depoyu soyabilirsiniz. Fakat depoyu soymak ne kadar suçsa, ondan daha büyük suç da bekçiyi öldürmektir. Onun için 4. maddenin de ilk üç maddeden ayrı bir yanı yoktur.
Bunun gibi ilk üç maddedeki durumlara aykırı davranacaklar, örneğin Kürt ırkçılarının gündeme getirdiği sorunlar, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bundan önceki İçişleri Bakanı’nın “Anayasa’yı tanımıyorum” demesi gibi eylemlerin hepsi partisel düzlemde işlendiğinde yaptırımsız kalacak, devlet siyasetçilerin ayakları altında ezilecektir. Siyasi parti kapatma davalarında Anayasa ile oynamanın ülkenin geleceği bakımından yararlı olmayıp tehlikeli olduğu görüşündeyim.
AKP’nin kapatılması gerekir
Gökçe FIRAT: Şu anda Anayasa Mahkemesi Başkanı olsaydınız, bir hukukçu olarak AKP ya da HDP gibi partilerin eylemleri dolayısıyla kapatılması gerektiğini düşünür müydünüz?
Yekta Güngör ÖZDEN: Gerekir. Bir kere Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuksal varlığının yapıtaşı Anayasa’dır. Biliyorsunuz anayasalar ulusal hukukun kaynaklarıdır. Bu Anayasa da Türkiye Cumhuriyeti’nin ne tür bir devlet olduğu, nerelere bakacağı, 5. maddede olduğu gibi devletin temel amacının ve görevlerinin ne olduğu yazılıdır. Bunlara aykırılıkları eylem olarak saptanmış ise o zaman partinin kapatılması gerekir.
AKP lâiklik karşıtlığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nin Hazine yardımından yoksun kıldığını söylediğim kararından sonra düzeldi mi? Hayır. Aynı tutumu sürdürüyorlar. Hepsi birer suçtur. Anayasa’nın gereği olarak içtikleri antlar var. Bunlar kişisel olarak değerlendirilse de AKP’nin işlem ve eylemleri bu kişilerin imzalarıyla yürütülüyor, sözleriyle açıklanıyor. Parti işlemi, kararı durumunda olursa kapatma nedeni olur.
Örneğin Suriye’ye giden tırlar meselesi var. Daha başka, sayılacak birçok eylemleri var. Bunları bir araya getirip tartarsak bir değişmezlik görmüyorum. Sorunuzun yanıtını şöyle vermek isterim: Anayasa Mahkemesi’nin hakkında verdiği kararla AKP, bir oyla kapatılmaktan kurtulup Hazine yardımından yoksun kalmıştır, ortam nasılsa, bugün de tutumun aynı olduğu koşullar varsa kapatılır diyorum. Onlar özür dilemiş, kendilerini düzletmiş, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra kendisine gelmiş değiller. Tersine büsbütün kapatmayı önleyip gemi azıya almayı düşünüyorlar.


Başyazarımız Gökçe Fırat, Yekta Güngör Özden ile

Özden’in Ankara’daki evinde görüştü.


HDP’nin kovuşturulması gerekir
Gökçe FIRAT: Meselâ HDP’li milletvekilleri çok açık bir şekilde “Bizim başkanımız Abdullah Öcalan’dır, hepimiz de PKK’lıyız” şeklindeki açıklamaları yapıyorlar. Bunlar için bir yaptırım olması gerekmez mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Gerekir. TBMM üyeliği sıfatını üzerinde taşırken Türkiye’nin varlığına karşı çıkan, Türk insanını, askerini, bebek, kadın, yaşlı ayırmadan 30 binlere varan rakamlarda katleden bir insanın peşinden koşanlar; kendi Silahlı Kuvvetleri’ne, insanına, devletine karşı demektir. Bu suçları işleyenlerle aynı düzeye düşmektirler. Hepsinin durumu bana göre birer kovuşturmayı gerektiren eylemdir. Parti olarak, karar ve eylem biçimini almışsa dâva nedeni olur.
Gökçe FIRAT: Bir de şöyle bir örnek var: Anayasamıza göre belli isimleri alan partiler kurulamaz ve kapatılır. Ama Türkiye Komünist Partisi için Anayasa Mahkemesi kapatmaya gerek görmedi. Şu anda başkan olsaydınız, bu kanunu nasıl yorumlardınız?
Yekta Güngör ÖZDEN: Türkiye Komünist Partisi’nin kapatılması için başvuru yapılmadan evvel “Neden başvuru yapılmadı?” diye soran bir vatandaşım. Komünizmin bilimsel bağlamdaki niteliğiyle daha evvel “Rusya’dan altın gelse kabul etmeyiz” diyen anlayışın olduğu yıllardaki durumuyla bugünkü durumu arasında fark olabilir. Anayasa Mahkemesi’nde kaç oyla kapatılmasının reddedildiğini hatırlamıyorum. Benim düşüncem; “komünist partisi”ne ilişkin siyasi partiler yasasındaki kurulmazlık açıklığı durdukça hiç kuşkusuz buna uyulması gerektiğidir. Yasaya uymak hâkimlerin görevidir. Anayasa Mahkemesi onu ihmal edecek durumda değildir. Yürürlükteyse uymak zorundadır. 2820 no.lu Siyasî Partiler Yasası’nın ilgili 96. maddesinin son fıkrası değişmedi. Demek ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın görüşü değişik.
Türkiye’de “Kürdistan” yoktur ve olamaz
Gökçe FIRAT: Aynı şekilde “Kürdistan” ismine de izin verdiler. Bu isimle de bir parti kuruldu…
Yekta Güngör ÖZDEN: Bana göre o da yanlış. Türkiye’de “Kürdistan” yoktur ve olamaz.
Gökçe FIRAT: Peki Anadolu Partisi? Bu isim de bir bölgeyi temsil ediyor olabilir mi? Yarın bir “Akdeniz Partisi, Karadeniz ya da Trakya Partisi” gibi partiler kurulursa bunun bir anayasal yaptırımı olabilir mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Hayır. Nedeni de şudur: onlar bu ülkenin isimlerini taşımış olurlar. Bu isimleri taşımaları suç olmaz ama bu isimleri kötüye kullanma eylemleri ortaya çıkarsa o zaman kapatılması düşünülür. Fakat Anadolu Partisi ismi dolayısıyla kapatılması gerekmez. Anadolu, yurdumuzdur.
Parti kapatma konusunda en önemli sorun “Başka adla yenisinin aynı doğrultuda kurulması”dır. Bunu engelleyecek etkin önlemler alınabilir, etkin yaptırımlar getirilebilir. Yoksa oldubittiye bakılıp kapatma yönteminden vazgeçilemez.




Anayasayı tümden değiştirmek açık darbe olur
Gökçe FIRAT: AKP ve Cumhurbaşkanı şu anda bu Anayasa’yı toptan kaldırmak için açık çağrılar yapıyor. Başkanlık sistemine geçelim diyor. 367 hattâ 400 vekili bulurlarsa Anayasa’yı toptan kaldırabilirler mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: 400 milletvekili garanti altına alınmaya çalışılıyor. Anayasa’yı toptan ortadan kaldırmanın hukuksal bir dayanağı yoktur. Anayasa’yı toptan kaldıracak bir karara imza atanların hepsi Anayasa suçlusu durumuna düşer. Anayasa’nın 4. maddesinde yazıyor. 1.,2. ve 3. maddelerin bırakın kaldırılmasını, değiştirilmesinin bile önerilemeyeceği belirtiliyor. Bunları kaldıramazlar ki toptan kaldırabilsinler.
Gökçe FIRAT: Peki, bir oldubitti yaparlarsa?
Yekta Güngör ÖZDEN: O bir ihtilâl, bir darbe olur. Yapanlar da tam anlamıyla Anayasa suçlusu olurlar. Önlenir mi, kim ya da kimler önler, kestirilemez.
Gökçe FIRAT: Böyle bir darbeyi yargılayacak bir kurum var mı?
Yekta Güngör ÖZDEN: O gün belli olur. Bugünden bir şey söylemek güçtür. Ama görevinin bilincinde olanlar, görevi namus bilerek yapan insanlar bunu elbette olumlu veya olumsuz yanlarıyla değerlendireceklerdir. Ancak böyle bir insan kalmamışsa da hiç söyleyecek bir şey yok.


Başkanlık Türkiye’ye demokrasi değil dikta getirir,





Bülent Ecevit’in muhalefetine rağmen AYM’ye seçildim
CHP’nin Başhukuk Danışmanlığını, avukatlığını yaptım ama kimi CHP’lilerden kurtulmak için Anayasa Mahkemesi yolunu seçtim. Zannettiler ki biz Anayasa Mahkemesi’nde partizanlık yapacağız. 15 yıl avukatlık yapmış, baro başkanı olmuş bir insan oraya geldiği zaman partizanlık yaparsa o insan değildir. Ben onu yapmadım. 5 yıl süreyle, üyesi olduğumuz partilerin malî denetim oturumlarına çıkmıyorduk. Ama Meclis’ten gelen yasalar bir partinin yasası olmadığı için onların denetimine katılıyorduk. Böyle bir incelemede dinlenen bir CHP’li bakana açıklaması için 13 soru yönelttim. Şimdi hiç kimse “Yekta Bey CHP lehine şu oyu kullandı ya da şu partiye karşı şunu yaptı” diyemiyor.
Çok fazla hukuk fakültesi açıldı. Sanırım 110’u geçti. Ne kadar çok hukuk fakültesi açılırsa, o kadar çok kötü hukukçu yetişiyor. Avukatlıktan yargıçlığa geçiş sınavlarında hile yapıldığını duymuşsunuzdur. İktidar, zamanında kendisine hizmet etmiş adamları taltif etmek için oraya getiriyor.
Ben Anayasa Mahkemesi üyeliğine başvurunca CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, karşıma başka aday çıkarmıştı. Bana Anayasa Mahkemesi’ne gitmemem için haber gönderdi. Rahmetli Mustafa Üstündağ telefon açarak “Genel Başkan adaylığınızı geri çekmenizi istiyor” dedi. “Ben çocuk değilim. Genel Başkan’ın oluru ya da müsaadesiyle adaylığımı koymuş da değilim. Kaybederim ama geri çekmem” dedim. Askeri Yargıtay’dan gelen bir üye rahmetli oldu. Zamanın Cumhurbaşkanı Vekili Sırrı Atalay onu Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçti, böylece de benim önüm açıldı ve seçime girdim. Önce Adalet ve Anayasa Karma Komisyonu’nun üçe indirdiği adaylar arasına girdim, sonra da Senato Genel Kurulu beni asıl üye olarak seçti.

Gökçe FIRAT: Peki, bu Anayasa’da kısmî tadilât yaparak, Meclis’i koruyarak bir başkanlık sistemi monte edilirse Anayasa’ya aykırı olur mu olmaz mı?
Yekta Güngör ÖZDEN: Anayasa’nın bugünkü kuralları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Meclis’in ve Cumhurbaşkanı’nın konumlarına ilişkin kuruluşundan bugüne kadar gelen yapısı göz önüne alınırsa başkanlık sisteminin Türkiye için yararlı bir sistem olmadığı görülür.
Kuvvetler ayrılığındaki en sert ilişkiyi ortaya koyan sistemde Cumhurbaşkanı olarak halkın tek veya çift dereceli olarak seçtiği insanın yasama organının, yargının karşısında kendisine özellikle yürütmede tanınan aşırı yetkilerle her zaman demokrasi dışına taşabileceği bir konum var. Bunu iyice araştırmak, incelemek gerekir. Başkanlık sistemi özde Anayasa’yla bağdaşmaz. Bizim durumumuz ona elverişli değil. Biçimsel olarak da tartışılır.
Öncelikle Türkiye’de başkanlık sisteminin ne olduğunu anlamak için bakalım. Bugün Anayasa’daki geniş yetkilerine karşın başkanlığı isteyen Recep Tayyip Erdoğan’ın, başımıza ağır bir baskı sistemi getireceğinden ben kuşku duymuyorum.
Anayasa Mahkemesi’nin tüm üyelerini seçilen adaylar arasından 1982 Anayasası’na göre atıyor. 1961 Anayasası’na göre bir üyelik için kurumlar doğrudan doğruya seçim yapıyordu. 1982’de üç aday gösterilip içinden birini Cumhurbaşkanı’nın seçmesi getirildi. Ne anlar Cumhurbaşkanı Yargıtay, HSYK, Danıştay üyesinden? Kimin ne olduğunu nereden bilerek seçiyor? Bunun kötü yönlerini düşünmek lâzım. Hep kendisine partililerinin, yakınlarının, getirdikleri ya da kendi tanıdıklarını seçiyorlar. Bir tür atama. Yandaşlar yeğleniyor.
Bugünkü haliyle bile sakıncalı olan sistemi yeterli bulmayıp daha fazla yetkiyle donanmayı istiyorsa bu Türkiye’nin değil, bu ulusun başına ağır bir çorap olur. Başkanlık sistemi bu anlayıştaki insanların elinde Türkiye’yi aydınlığa değil, kopkoyu karanlığa götürür. Erkler ayrılığı bugünkü tutumla anlamını yitirir, diktaya yönelme olur.
Anayasa’ya uyup uymadığına gelelim. Bugün İstanbul ve Ankara’daki çeşitli üniversitelerinin profesörlerinden oluşan bir heyet Anayasa ile bağdaşmazlığıyla ilgili bir açıklama yaparak bildiri imzalamışlar. Henüz okumadım, ona bakarak bir değerlendirme yararlı olur.
Fakat benim de az önce söylemeye çalıştığım gibi Cumhuriyet’in TBMM’yi yasama organı olarak başa alıp, Cumhurbaşkanı’nı yürütmenin başı saydığı bir sistemle başkanlık sisteminin pek uyuştuğu kanısında değilim. Dünya örneklerine, başta ABD’ne, Güney Amerika, Afrika ve Ortadoğu uygulamalarına bakmak gerekir.
Günümüz cumhurbaşkanı Yüce Divan’a gönderilebilir
Gökçe FIRAT: Fiilen başkanlık sistemine geçtik sayılmaz mı? Cumhurbaşkanı şu anda hem Başbakan hem Cumhurbaşkanı… Şu anda bu neden engellenemiyor? Bir Cumhurbaşkanı çıkıp açıkça iktidar partisi için oy isteyebiliyor. Hâlbuki Cumhurbaşkanı’nın tanımı ve yetkileri belli… Buna engel olabilecek hiçbir kurumsal düzenleme, hiçbir madde yok mu?
Yekta Güngör ÖZDEN: Var. İnsanların özelde verdikleri sözleri tutmaları kişilik meselesidir. Sözüne güvenilmeyen bir insanın toplum içerisindeki değersizliği çok açıktır. Kaldı ki siz bir de bunun üzerinden ant içen bir insanı düşünün. Anayasa gereği olarak içtiği anda uymuyor.
Günümüz Cumhurbaşkanı’nın, böyle söz ediyorum, çünkü bugün var yarın olmayabilir, Anayasa gereği içtiği anda aykırılıkları her gün birbirine ekleniyor. Çok ağır biçimde sürüyor. Bu aykırılıkların bana göre sorumluluğu Yüce Divan’a göndermeye yeterlidir.
Ama onu da Anayasa’nın 105. maddesine göre TBMM üye sayısının üçte birinin önerisi, dörtte üçünün de kabulü olması sağlar. Bu da tıpkı siyasi partilerin kapatılmasının güçleştirildiği gibi güçleştirilmiştir. Bunları da ona güvenerek yapıyorlar.
Neden Yüce Divan? Onu da açıkça söyleyeyim. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan da önce TBMM’nin açılışında kabûl edilen 2 no’lu yasa İhanet-i Vataniye (Vatana İhanet) yasasıdır. Turgut Özal’ın zamanında Terörle Mücadele Yasası’nın anımsayabildiğim kadarıyla geçici 2. maddesiyle Vatana İhanet Yasası’nı yürürlükten kaldırdılar.
Şimdi “vatana ihanet”in sözü ediliyor ama ne olduğu gerçekte belli değil. TBMM’ye üçte bir imzayla verilecek vatana ihanet suçlamasına ilişkin önerinin tartışılmasında bunlar ortaya çıkacak. TBMM dörtte üç oyla da bu eylemlerin, Anayasa’ya, anda aykırı tutum ve davranışların, vatana ihanet sayılmasına karar verirse sonuç Yüce Divan olur. Yüce Divan, Cumhurbaşkanı’nın eylemlerinin vatana ihanet olup olmadığını takdir edecektir. Ortada vatana ihaneti öngören bir yasa olmadığı için takdir Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan sıfatıyla çalışmasına kalıyor.
Bana göre anda aykırılık vatana ihanet sayılabilir. Bu kadar açık konuşuyorum. Bir Cumhurbaşkanı’nın vatana ihanet etmesi için mutlaka casusluk mu yapması gerek? Bir Cumhurbaşkanı’nın vatana ihanet sayılabilecek tutumlardan kaçınacak özeni, duyarlılığı, dikkati olması gerekir. Cumhurbaşkanı bunlar olmadan hareket ederse, istediğini yaparsa, istediğine bağırır, istediğine küfrederse bu Cumhurbaşkanı’nın Cumhurbaşkanlığı tartışılmaktan öte geçersiz duruma düşer. Sorumsuz görevli, tümüyle sorumsuz Cumhurbaşkanı olamaz. Ancak iktidarlar Anayasa, hukuk dinlemiyor, hiçbir şeye aldırış etmiyorlar.



Cumhurbaşkanının yetkileri budanmalı
Gökçe FIRAT: Bir de şimdi Kabataş olayıyla ilgili bir tartışma dönüyor. Cumhurbaşkanı diyor ki “Kabataş’ta bir kamera kaydı yoksa bile türbanlı insanlara baskı oldu.” Gezi dönemini dikkate alırsak bu bir iç savaşı kışkırtmaktır. Yandaş gazeteciler, olmadığı kanıtlandığı halde, bunu hâlâ devam ettiriyorlar. “Kamera kaydına da gerek yok, bizce bu olmuştur” diyorlar. Bununla ilgili yapılabilecek hukukî mücadele sizce nedir?
Yekta Güngör ÖZDEN: Öncelikle suçlanan insanların bunu yapanlar hakkında tazminat davaları açmaları gerekir. Bir kere Cumhurbaşkanı yalan söylemez. Önemli olan bu. Cumhurbaşkanı işine geldiği gibi konuşuyor. Bir konunun gerçek olup olmadığını ayırmadan her şeyin kendisinin gösterdiği gibi kavranmasını, anlaşılmasını ve uygulanmasını istiyor. Bunun diktadan ne farkı var?
Gökçe FIRAT: Anayasa tartışmaları içinde hâlâ 12 Eylül Anayasası’nın savunulduğunu söyleyenler de var. Siz Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış bir kişi olarak Türkiye’nin daha modern, özgürlükçü ve demokratik bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz?
Yekta Güngör ÖZDEN: Bugünün koşullarındaki Anayasa’ya uyulsa, bağlı kalınsa Türkiye birçok ülkenin yaşadığından daha iyi bir demokrasiyi yaşar.
Bugünkü Anayasa’da Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin budanmasından yanayım, bu bir…
Milli Güvenlik Kurulu ile ilgili maddesinin düzeltilmesinden yanayım.
Yargı bağımsızlığına ilişkin maddelerinin daha pekiştirilmesinden yanayım.
Kuvvetler ayrılığına ilişkin sınırların kesin belirlemesini öncelikli koşul sayıyorum.
Bunlar düzeltilebilir ama ana noktalarda bugün bunların istediği Anayasa’yla yaşattıkları durum; bu Anayasa’nın bile gerisindedir.
“Türk” demiyor, “Türk milleti” demiyor ama başkanlık sistemine gelince “Türkiye tipi” diyor.
Dünyanın üç güzel anayasasından biri 1961 Anayasası’ydı. Ama bunlar Demokrat Parti’nin yaptıklarını unutturup, kendileri de aynı yolda oldukları için, 1961 Anayasası’na çatarak bunu “darbe ürünü” olarak niteliyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde bize 27 Mayıs’ın kazandırdığını kazandıran bir hareket olmamıştır. Bunu ağır bir darbe olarak nitelemek tümüyle yanlıştır.
1982 Anayasası’nınsa 116 maddesi değişti. Değişmeyen ne kaldı ki? Neden bununla idare edilmiyor? Çünkü başkanlık sistemini akıllarına takmışlar. AKP’nin getireceği düzenin akıllarına koymuşlar. “Türkiye tipi başkanlık sistemi” deniyor. Klasik başkanlık sistemine de râzı değil. Bu nedenle “Türkiye tipi” diyor.
“Türk” demiyor, “Türk milleti” demiyor ama başkanlık sistemine gelince “Türkiye tipi” diyor. Atatürk’ü galiba bir kez söyledi.
Gökçe FIRAT: Yani ABD’deki ya da Fransa’daki gibi kuvvetler ayrılığına dayalı bir şey de istemiyor…
Yekta Güngör ÖZDEN: Tabiî… ABD’de geleneksel bir yapı var. Bir, orada bir siyaset terbiyesi var; iki, hukuka saygı var; üç, insanların birbirine güveni var; dört, toplumsal düzeyin ileride oluşu var. Onlar o hâle gelmişler ki kural olmadan bile kendilerini bu değerlere bağlı sayıyorlar.
Örneğin Madison Davası’na kadar Amerika’da Federal Yüksek Mahkeme’nin yasaların Anayasa’ya uygunluğunun denetimini yapması yoktu. Bugün bile ABD’de yürürlükte olan Federal Anayasa’ya ve bu Federal Yüksek Mahkeme’nin kuruluşunu düzenleyen yasaya göre de bu denetim yetkisi yazılı değildir. Ama o davada, bizim burada benim başkanlığım döneminde verdiğimiz “yürürlüğü durdurma” kararı gibi, Federal Mahkeme “Ben yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetlerim” dedi ve o gün bu gündür ABD’de bu denetim var.
Hiç kimsenin aklına da Anayasa’da bu denetleme yetkisinin olmadığı, konulması gerektiği veya denetleme yapılamayacağını söylemek gelmiyor. Bizde ise hâlâ yürürlüğün durdurulmasına karşı çıkıyorlar ama işlerine gelince de bütün partiler yürürlüğün durdurulması için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyorlar.
Gökçe FIRAT: Geçtiğimiz ay Teksas’ta bir yargıç Obama’nın bir kanununu iptal etti…
Yekta Güngör ÖZDEN: Onlarda bizdekinden farklı olarak her mahkeme yasaların Anayasa’ya uygunluğunun dâvacısı ve yetkilisi olabiliyor.



İç Güvenlik Yasası tehlikelerle dolu
Gökçe FIRAT: Bir de “İç Güvenlik Paketi” denilen yeni bir olayımız var. Bundan sonra artık sıkıyönetim düzeni gibi bir uygulamaya geçiyoruz. Buna ne diyorsunuz?
Yekta Güngör ÖZDEN: Burada bağımsız yargı anlayışına ters düşen bir sistem getiriliyor. Bağımsız yargıya gelerek onun değerlendirmesiyle yürütülecek işlemler valilerin takdirine bırakılıyor. Valilerin de yönetimin emrinde çalışan insanlar olduğu açıktır. Hele bugünkü Türkiye’deki uygulamanın yarattığı durum gözetilirse her vatandaşı bir tehlike bekliyor. Herkes, her gün, yönetimin ağır yaptırımlar altında kıskaç içinde yaşayacaktır. Tabiî bunu yaşamak sayarsanız…
Bu nedenle İç Güvenlik Yasası, hukukî boşluklarla, bozukluklarla örülü, tehlikelerle dolu olan bir yasadır. Türkiye’ye aydınlık değil karanlık getirecektir. AKP iktidarı, kendi yasama çoğunluğuna güvenerek, kendine yönelik demokratik eylemlerden kurtulmak için ya da ileride yapacaklarının karşısına geçilmemesi için korkutma, sindirme, yıldırma yöntemleri aramaktadır.
Gökçe FIRAT: Meselâ bugün çıkan maddeye göre de jandarma artık İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Bu polise ve jandarmaya hükümetin kolluk kuvveti olarak halkı bastırma görevi verecekler gibi bir izlenim yaratıyor…
Yekta Güngör ÖZDEN: Polis yetmiyor mu? Sadece Cumhurbaşkanı Köşkü’nü 1500 polis koruyor. Her yerde polis; gençleri, öğretmenleri, işçileri memurları dövüyor. Her tarafta orantısız güç alıp yürüdü. Bu kadar insanı, polislerin öldürdüğüne ilişkin davalar görülüyor. Bu yetmeyip bir de jandarma mı katılmak istenmektedir. Niyet jandarma bölgelerindeki yurttaşları yıldırmak, sindirmek, askerin disiplin ve etkisini azaltmak olacaktır.
Gökçe FIRAT: Veya Ankara’da, İstanbul’da bazı jandarma bölgelerinde bu olabilir mi? Gezi olayları sırasında jandarmayı takviye kuvvet olarak getirmişlerdi. AKP çok açık bir şekilde darbeye hazırlanıyor diyebilir miyiz?
Yekta Güngör ÖZDEN: AKP’nin devlete darbeleri birbirini izliyor. Bu yeni değil. AKP’nin hukuka, Anayasa’ya, insan haklarına aykırı her türlü işlemi devlete darbedir.
Darbe mutlaka silâhla ve adam öldürerek olmaz ki. Ama bu olaylar devletin her tarafına açılan yaralardır. Bu yaralar toplumu da etkilediği zaman Türkiye Türkiye olmaktan çıkar.
AYM’nin bugüne kadarki kararlarının çoğunu beğenmedim
Gökçe FIRAT: İç Güvenlik Paketi karşı oy verecek yeterli sayıda muhalefet milletvekili olmadığı için yasalaşacak. CHP, yasa çıkar çıkmaz hemen Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini söylüyor. Sizce Anayasa Mahkemesi’nden nasıl bir karar çıkar? Bu yasa Anayasa’ya uygun mudur?
Yekta Güngör ÖZDEN: Hiçbir tahminde bulunamam. Fakat Anayasa’ya uygun değildir. İç Güvenlik Yasasının boşluklarla, sakıncalarla dolu olduğunu söylediğim zaman bunu anayasal ve hukuksal yönden söylüyorum. Türkiye’nin Anayasa’nın 90. maddesine göre gözetmesi gereken uluslararası bağlantılara da aykırı olduğunu söylüyorum.
Anayasa Mahkemesi’nde ismen tanıdığım, konuşmuş, el sıkışmış olduğum iki üç üye var. Diğerlerini tanımıyorum. Bugün on altı üye var ve on yedincisi de gelecek. Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar verdiği çoğunluk kararlarının kimilerini beğenmediğim için olumlu ya da olumsuz bir şey söyleyecek durumda değilim. Aslında bir kestirimde bulunmak da Mahkemeler yönünden uygun değildir, bugünkü yapısı da buna elvermemektedir.
Gökçe FIRAT: Yakın zamanda Sulh Ceza Hâkimliklerinin Anayasa’ya aykırılığı ile ilgili CHP’nin yaptığı başvuruya Anayasa’ya uygun olduğu yönünde bir karar alarak cevap verdiler. Sizce uyar mı?
Yekta Güngör ÖZDEN: Bana göre de pek uygun değil. Bugüne kadar Ceza Yöntem Yasası’nda izlenen, savcıların takipsizlik kararlarının en yakın Ağır Ceza Mahkemesine itiraz yoluyla götürülmesi, aşağıdaki Sulh Ceza’nın kararının Asliye Ceza’ya, Asliye Ceza’nın kararının Ağır Ceza’ya götürülmesi gibi olanaklar gözetildiğinde bu Sulh Ceza Hâkimlikleri’nin yetkilerini aşırı buluyorum. Bunlara karşı itiraz yolunun kapatılmasını da hukuka uygun bulmuyorum.
Cumhurbaşkanı hangi bilgisiyle AYM üyesi seçiyor?
Gökçe FIRAT: Çok net bir şekilde ülkede demokrasiyi ortadan kaldıran kararlar alınıyor ama hukukçular bunları hukuka uygun buluyorlar. Bu hukukçular nasıl ortaya çıktı?
Yekta Güngör ÖZDEN: Gazetelerden öğrendiğime göre Sulh Ceza Hâkimlerinin bir kaçını değiştirmişler. Nedeni de iktidarın beklediği kararları vermemeleri. Yargıyla iktidarın dama taşı gibi oynadığı açık. İstedikleri dosyalardan el çektiriyorlar. 17- 25 Aralık savcılarının hakkında açılan davalar, yargı kararları veren hâkimler için açılan davalar, HSYK’nın haklarında işlem izni verdiği isimler var…
O kurulun nasıl seçildiği çok iyi biliniyor. O kurula seçilen insanların vereceği kararların böyle olacağını da tabiî karşılamak lâzım. Haklı bulmak değil. Onların vereceği kararın böyle olacağını bilmek gerek. Anayasa Mahkemesi üyelerinin nasıl seçildiğini de biliyorsunuz.
Cumhurbaşkanı hangi yeteneğiyle, bilgisiyle onları seçiyor? Ancak kendisine empoze edilenleri seçiyor. Buna ilişkin Özal zamanından beri nice örnekler de verebilirim. Onlar da böyle kararlar verirler. Bu kaçınılmaz bir şey. Onun için hukuku özümsemiş insanların varlığı gerekir. Yalnızca genel seçimlerde oyunuzu namusluca kullanmayacaksınız. Bulunduğunuz her yerde öyle kullanacaksınız. İktidar yandaşlığı, kişisel endişeler, partizan anlayışlar, başka düşünceler egemen olmamalı. Yargıç dediğin adam vicdanını yastık yapar yatar.
Şimdi “seçilmişler-atanmışlar” diye bir ayrımı ortaya getiriyorlar. Hangi seçilmiş lâyıkıyla atanmış bir adamdan daha üstün nitelikleri taşır? Bir milletvekilinin deneyimi bir doktor, bir yargıç ya da bir mühendis kadar var mıdır? O zaman atanmış olan valileri de adam yerine koymayın… 60 milletvekili seçilen ilin bir tane valisi var. Abuk sabuk konuşmalarla siyasal ortamı her zaman karartıyorlar.
Cemaat’in tüm hukuk sistemini ele geçirdiğini söyleyemem
Gökçe FIRAT: 17-25 Aralık soruşturmalarının savcıları görevden alındı. Soruşturulmaları için de izin çıktı. Prosedür ne olacak? Bunlar kim yargılayacak?
Yekta Güngör ÖZDEN: Suçlarının durumuna göre Ağır Ceza Mahkemeleri’ne ya da kıdem durumlarına göre Yargıtay’da yargılanacaklar.
Gökçe FIRAT: Bu süreç sonunda bu savcıların hapse atılmaları mümkün müdür?
Yekta Güngör ÖZDEN: Suçlu görülürlerse hapse girerler, görülmezlerse aklanırlar. Bundan önce de Deniz Feneri davasının savcılarına karşı dava açılmıştı ve onlar Yargıtay’da beraat etmişlerdi. Ceza davasının sonucu beraat ya da mahkûmiyettir.
Yargılama sonucunda delillerin değerlendirilmesiyle varılacak sonuç önemlidir. Şu kuşkunun da içindeyim ki Yargıtay’da yapılan son atamalarla, dairelerdeki görev değişiklikleriyle hiç ummadığımız insanların Yargıtay’dan ayrılarak AKP’den aday olmaları da insanın midesini bulandırıyor.
Gökçe FIRAT: AKP ve Tayyip Erdoğan, yargının zaten Cemaat tarafından ele geçirildiğini ve bunları temizlemekle hukuksuz bir iş yapmadıklarını söylüyorlar. Siz çok uzun yıllar hukuk camiasının içerisinde kaldınız. Sizce Cemaat’in örgütlenmesi tüm hukuk sistemini ele geçirecek kadar var mıydı?
Yekta Güngör ÖZDEN: Yoktu sanıyorum. Kanı için yeterli bilgim yok.
Gökçe FIRAT: Yargıtay’da ya da Danıştay’da çoğunluk oldukları doğru mudur?
Yekta Güngör ÖZDEN: Onu söyleyememem. Onlardan olan üyeler hakkında dedikodular çıkmıştır. Benim Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğum sırada bana kadar yansıyan ve benim de o kanıya düştüğüm raportörler olmuştur. Anayasa Mahkemesi’ne Turgut Özal zamanında getirilen üyeler arasında bu eğilimde bulunanlar olmuştur. Bu eğilim olanlar ya da onlardan yana tavır takınanlar olmuştur. Herkes de bunları bilir. Ama bunların çoğunluğu ele geçirdikleri kanısında asla değilim.
Bunlar hiçbir eylemi zamanın yönetiminin oluru, desteği olmadan gerçekleştirmiş değiller. Bu mümkün değil. Bu bakımından bu suçları birlikte işlediler. Ama 17-25 Aralık olaylarında başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bazı AKP’lilerin durumları daha vahim olduğu için, bu vahameti önlemek için bunu “darbe” olarak nitelediler. Kendilerini kurtarmak için de birlikte işledikleri suçların tümünü Cemaat’in sırtına yüklemeye çalışıyorlar. Benim inancım bu.
Burada bir açıkgözlük daha yapıyorlar. “Cemaatçi” diye kendilerinden yana olmayan herkesi öyle olsun olmasın suçlayıp, yerlerine kendi adamlarını dolduruyorlar.
Cemaatçilere karşı AKP’nin yanında olmak mârifet değil
Gökçe FIRAT: Bazı muhalif, solcu, Atatürkçü bilinen kesimler Cemaat’e karşı Tayyip Erdoğan’ın yanında yer aldılar. Pek çok Ergenekon mağduru hükûmete bu konuda destek veriyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yekta Güngör ÖZDEN: İkisine birden karşı çıkılmalı. Hepsini Recep Tayyip Erdoğan savunmamış mıydı? Ben bu davaların “savcısıyım” dememiş miydi? Ona da mı bunları Fethullah kulağını bükerek söyletmişti?
O bakımdan ben o yönelişin yanlış olduğu kanısındayım. Bu tedavinin yanlış yapılması gibi bir durumdur. Cemaatçilere karşı AKP’nin yanında olmak da mârifet değil. AKP, Cemaatçilere yönelik hareketleri sadece bunları ortadan kaldırmak için değil kendi adamlarını yerleştirmeye yönelik de yapıyorlar. Cemaatçileri suçlarken kendilerine ilişkin yandaşlıkları örtmeye çalışıyorlar.
Gökçe FIRAT: Bir hâkim ya da savcı; Cemaatçi, MHP’li, CHP’li, AKP’li olabilir mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Olamaz. Hâkimin seçimden seçime düşüncesine uygun oy vermek dışında bir siyasal ilişkisi, yanlılığı olamaz.
Gökçe FIRAT: Siz de CHP’li kökenden gelmiş birisisiniz ama bu siyasi kimliğinizi hiçbir zaman kararlarınıza yansıtmadınız…
Yekta Güngör ÖZDEN: Siyaset mezhep değil ki… İnsanlar dinini bile değiştiriyor. Ben CHP’de avukat olarak hizmet ettim. Onun için de CHP’nin koyu üyeleri gibi düşünmem doğru değildi. 1951’de CHP’ye üye oldum. 1953’te de CHP Gençlik Kolları’nın 15 kurucusundan biri oldum. Bir hâkimin de seçimde oy vereceğine göre bir partiye karşı ya da yana görüşü olabilir ama bu, oydan ileri geçmez.
Ben CHP’liydim ama siyaseti sayarım sevmem. Ne milletvekili ne senatör olmak istedim. Hukuk yolunda giderken partinin içinde daha samimi çalışabilmek için de üyelikle beraber hukuk danışmanlığını yürüttüm, avukatlık yaptım, o kadar.
Avukatken olabilir ama yargıç olduktan sonra herhangi bir parti etiketi taşımanız, üyesi gibi davranmanız, yandaşı olmanız ya da kayırmanız söz konusu olamaz. O zaman bu hâkimlik olmaz…
Gökçe FIRAT: 17-25 Aralık soruşturmalarını yapan savcılar farz edelim ki Cemaatçiler. Bu işlenen suçlara dair dosyalara girmiş kanıtları ortadan kaldırır mı?
Yekta Güngör ÖZDEN: Hayır…
Her şey ortada… Tapeler ortada…
Gökçe FIRAT: Ama Meclis’te ve savcılıkta kanıtların yok edilmesine yönelik bir karar alındı.
Yekta Güngör ÖZDEN: Ceza Yargılama Yasası’nın ilgili maddesini yanlış anlıyorlar. Yasada bir sonuç elde edilemezse, soruşturma-kovuşturma kapanırsa ortadan kaldırılmasını söylüyor. Ama burada soruşturmaların bir kısmı başka yerlerde devam ediyor, ortadan kaldırılan belgelerle ilgili kişiler başka yerlerde yargılanıyor. Adaletli bir sonuca varmak için kanıtları korumak süresi bana göre hâlen devam ediyor.
Bir savcı, “Cemaatçi olduğu” söylense bile yaptığı işlerde bunun doğru olduğunu ortaya koyan bir kanıt yoksa bir şey yapamazsınız. Eğer Cemaatçiliği varsa onu ayrıca takibat konusu yaparsınız, ispat edebiliyorsanız. Ama “Ben Cemaatçi zannediyorum, o hareketi Cemaatçiliğe benziyor” diye bunun yaptığı işlemi geçersiz sayamazsınız.
Gökçe FIRAT: Ama bu iktidar öyle saydı. Bu iktidar değişti diyelim. Bir sene sonra aynı soruşturma kaldığı yerden devam edebilir mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Eder. Neden etmesin? Konuyla ilgili bir yakınma olabilir. Bir kanıt ortaya çıkar, bunların bir yolu doğabilir. Kesinleşmiş karar başka bir şeydir. Fakat onları geçersiz kalacak yeni bir delilin varlığı yeni bir soruşturmayı gerekli kılar.
Gökçe FIRAT: Yani aslında bu 17-25 Aralık için “Kurtardık” diye sevinmelerini gerektirecek bir durum yok…
Yekta Güngör ÖZDEN: Şimdilik sevinebilirler, ama şimdilik…
Her şey ortada… Tapeler ortada… Siz onları imha ettiniz diye kimsenin elinde tape kalmadı mı? Bu açıklık karşısında “bu tapelerin imha edilmesi yanlış” denecektir. O zaman birileri görevini yapmamış olacak ve yapmadığı için de yeni bir soruşturma yapılacaktır.
Gökçe FIRAT: Diyelim ki tüm kanıtlar yok edildi ama tapelerin bir kopyası birilerinin bilgisayarında var. Bir gün bu nüshalar da kanıt yerine geçer mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Geçer. “Mahkeme kararı olmadan, hukuksuz elde edilmiş” deseler de olur. Mesela iki kişi bir şeyi çalıyor diyelim. Fakat onların olay anındaki eylemlerinin kaydını aldınız. Mahkeme kararı var mıydı o kayıt alınırken?
Mahkeme kararı olmayan kamera kaydı da delildir
Gökçe FIRAT: Ortada bir saptırma mı var? Belli dinlemeler, belli durumlarda mahkeme kararı olmadan da kanıt yerine geçebilir mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Her olayın kendi özelliği vardır. Hukuk yoluyla elde etme olanağı bulunanları hukuksuz elde ederseniz o zaman geçersiz sayılır. Ama bu olayın farklı bir özelliği var. Diyelim ki zina oluyor ve kamera var. Adam bunun mahkeme kararı olmadan çekmiş. Ne olacak bu durumda?
Gökçe FIRAT: Bildiğimiz kadarıyla Yargıtay’ın da bu yönde kararları var… Yasadışı olduğu söylenen bazı dinlemeleri de kanıt olarak kabul ettiler…
Yekta Güngör ÖZDEN: Her şeyin yasayla olma olanağı yok. Her şeyi yasadan bekleyemezsiniz. Yolda trafik kazası oluyor. Onun kaydı nasıl alınıyor? Bankaların kameraları var. Bunlar oraya mahkeme kararıyla mı konulmuş? Hayır… Bir binanın kapısından girerken kamera görüntü alıyor. Ama mahkeme kararı da yok. Bir olay olsa, diyelim biri girip içeridekilere küfür etse, bu ses kaydedilmiş olsa “bu mahkeme kararı ile olmadı” diye geçersiz mi sayılacak?
Gökçe FIRAT: Bu işlemleri yapan polislerin hemen hepsi tutuklandı ve şu an içerideler. Onların durumu için ne diyorsunuz?
Yekta Güngör ÖZDEN: Burada iki ayrı nokta var. Bir; olay polislerin görevi kapsamında mıdır değil midir? Görevini aşarak bir iş yapmışsa yargılanır. İki; görevini yaparken kendisinin uygun bulmadığı bir emri, kanunsuz bir emri almışsa ona karşı çıktığını ispat etmesi gerekir. Buna rağmen emir verilmişse ve uygulamışsa ondan sorumlu olmaz. Polisin durumu öbür memurlardan farklıdır.
Fidan’ın MİT’in başına dönmesi doğru değil
Gökçe FIRAT: Bir başka hukuki olay da Adana’da durdurulan MİT tırları ile ilgili. Şimdi o konuyla ilgili savcıya da soruşturma izni verildi. Sizce bir savcının MİT’in tırlarını durdurabilme yetkisi var mı?
Yekta Güngör ÖZDEN: Var tabiî. Bir savcı suç konusu olduğunu düşündüğü her şeyi durdurabilir. MİT’in bir özelliği, bağışıklığı yok ki… Kanunlarda var mı böyle bir şey? MİT Müsteşarı’nın da yargı dokunulmazlığı yoktur. Tayyip Erdoğan, kendi kara kutusu diye Meclis’ten geçirdi.
Gökçe FIRAT: Hakan Fidan istifa etti, AKP’den aday oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanı bunu uygun görmüyorum dedi. O da istifasını geri çekti ve bugün tekrar MİT’in başına atandı. Bir siyasi partiye bu kadar net angaje birisi MİT gibi bir kurumun başına getirilebilir mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Bu kadar siyasi partiye angaje birisi devlet görevine zor gelir. Seçimlerde aday olup kazanamayanlar memuriyete geri dönüyor denilebilir. Rektörler, üniversite öğretim üyeleri için geçerli olan bu durumu, burada aynen geçerliymiş gibi algılamak doğru değil. MİT’in özelliği, görevinin konuları dikkate alındığında siyasal yandaşlığı adaylığa varacak kadar kanıtlamış birisinin yeniden göreve dönmesini ben asla doğru bulmuyorum.
Gökçe FIRAT: Hakan Fidan askeriyede onbaşı görevindeyken istifa edip aday olsaydı geri dönemeyecekti. Silahlı kuvvetler için bu kural var. Peki MİT için?
Yekta Güngör ÖZDEN: MİT Yasasını incelemedim. Her şeyin kurala bağlı olması da devlet yöneticisini haklı göstermez. Devlet yöneticisi kural olmadığı zaman bile kural varmış gibi konuyu her yönüyle düşünmek zorundadır. Kaldıki MİT Yasası’nın da elverişli olmadığı savı var.
Uşak durumuna düşen yandaş medya
Gökçe FIRAT: Bir gazeteci bir tweet attı diye gözaltına alınıyor. Başka bir gazeteci başka bir şeyden dolayı hapse giriyor. Belki de 12 Eylül’den sonra en fazla gazetecinin içeriye atıldığı bir dönem geçiriyoruz. Siz 80 yaşınızı geçtiniz. Tek parti dâhil tüm dönemleri yaşadınız. Bu kadarını gördünüz mü?
Yekta Güngör ÖZDEN: Bu kadarını görmedim. 1956-57’de Osman Bölükbaşı’nın 146 avukatından biriydim. Falih Rıfkı’nın çete davasını izledim. Ankara’da çıkan Ulus gazetesinin kapanıncaya kadar yıllarca avukatlığını yaptım. Barış gazetesinin ve Gazeteciler Cemiyeti’nin avukatlığını yaptım. Bunları kaynakları göstermek için söylüyorum. Böyle bir duruma rastlamadım. Bu devirde basın üzerinde ağır bir baskı var. Ne kadar üzücü ki uydu ve uşak durumuna düşen yandaş medya da var.
CHP, İş Bankası’ndan para almıyor
Gökçe FIRAT: Son olarak da CHP’nin kapatılması gibi bir durum gündemde. Bildiğiniz gibi böyle bir durum bir tek DP’nin 27 Mayıs öncesi dönemimde gündeme gelmişti. Bunun tekrardan gündeme gelmesi aslında iktidarın kafasındaki Türkiye’yi yansıtmıyor mu sizce?
Yekta Güngör ÖZDEN: Ben o iddianın sağlığından kuşkuluyum biraz. Yalnız CHP’yle yetinmediler, MHP’nin de kapatılmasını ortaya attılar. Böyle bir şeyin olabileceğini sanmıyorum.
Rahmetli Ülkü Adatepe’nin de tanıdığıyım. Bunun onların çocuklarının “İş Bankası’ndan kendilerine gelen parayı azımsamaları dolayısıyla açtıkları dava” yüzünden gündeme geldiğini söyleyenler de var. Bir partiyi böyle kapatmak çok zor. CHP’nin kapatılması için Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinde öngörülen durumların ortaya çıkıp, kanıtlanması lâzım ki bu da kolay bir iş değil. Bir yasayla kapatamazlar. Ancak bir davayla olabilir. Türkiye’nin ortamı da bunu kabûl etmez. Hele MHP’yi de işe dâhil ederlerse büsbütün zor olur.
Yalnız bir anımı anlatayım. Bülent Ecevit’in Genel Başkanlığı zamanında ben de CHP’nin Başhukuk Danışmanıyken Bülent Bey çağırdı ve “Biz Atatürk’ün vasiyetnamesinin iyi uygulanmadığı kanısını taşıyoruz, parayı bizim almamız gerekir” dedi. Ben de “Bu nereden çıktı?” dedim. O da anlattı ve “Bunu dâva edin” dedi. Ben de aynı zamanda “Dil Kurumu’nun üyesi olduğumu, bu nedenle dâvaya giremeyeceğimi” söyledim. Mazhar Leventoğlu isimli bir başka avukat arkadaş bunu izledi. Bir şey çıkmadı.
CHP’nin, Atatürk’ün vasiyetnamesine göre bir kuruş para alma hakkı yok ve almıyor da. Bugünkü CHP’nin beğenmediğim tutumları olmasına karşın doğruyu söyleyeyim ki aldığını zannetmiyorum ve alamaz da. İş Bankası da veremez. Ancak dağıtımında görevlidir. Bülent Ecevit o zaman İş Bankası’nın Dil Kurumu’na ve Tarih Kurumu’na para vermemesi, bu paranın CHP’ye gelmesi gibi bir çabanın içerisindeydi. Olmadı. Mahkemede de kazanamadılar. Şimdi de bunların öyle suçlanarak, bu yoldan kapatılmasının ihtimali çok zayıftır.
Gökçe FIRAT: Fakat şimdi İş Bankası’na da Bank Asya’ya yapıldığı gibi el konulması da gündemde…
Yekta Güngör ÖZDEN: İş Bankası çok titiz bir kurumdur. Bunu yapmaları da çok da kolay değildir.
Direnme hakkına başvurmak dışında yol kalmaz
Gökçe FIRAT: Hukuken bu ülkede yapılabilecek bir şey kaldı mı sizce? Bu ülkede her kurum ele geçirildi, hukuk siyasallaştırıldı. Vatandaş ne yapacak? Hakkını nasıl arayacak?
Yekta Güngör ÖZDEN: Vatandaşa direnme hakkına başvurmak dışında bir çâre kalmayacak böyle giderse. Mahkemelerden, yüksek yargıdan umudunuzu kesmişseniz yapacak ne kalır? Hakkınızı almanız için görevli kurumlardan bir ilgi görmüyorsanız, onlar görevini tam yapmıyorsa ne olacak? O zaman vatandaşın direnme hakkı gündeme gelir.
1961 Anayasası’nda bu vardı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde vardır. Ayrıca hukukun dünyada kabûl edilmiş genel açılımı içinde var.
Türkiye’de aymaz, kendisinden geçmiş, yozlaşmış, soysuzlaşmış, namus bilincini yitirmiş insan dışında da çok kimse olduğuna inanıyorum. Hiç ummadığımız yerde insanlığının ve görevinin gerektirdiği dürüstlüğü, direnci, cesareti gösterecek adamların bulunduğu kanısındayım.
Hakları ve özgürlükleri kötüye kullanmaktan, kötü örnek olmaktan herkes kaçınmalıdır. Özellikle siyaset adamları güven sarsmamalıdır. Siyaset bir oyun değildir, geçim kaynağı olarak da algılanmamalıdır. Ahlâksız siyaset olmaz.

http://www.turksolu.com.tr/484/gokcefirat484.html


..

Nereye Gidiyoruz?


Nereye Gidiyoruz?





Yekta Güngör Özden


21.02.2005/Sayı:76

Medyanın büyük kesiminin yaşamsal konuları, öncelikli sorunları iterek iktidar şakşakçılığına soyunduğu günümüzde gerçekleri halka anlatmakta güçlük çekilmesi doğaldır. Özellikle devlet basın yayın organlarıyla devletin elkoydukları Başbakanın özel propaganda aygıtı gibi çalışmaktadır. İnançları okşayıp kaşıyarak ilgi toplayacaklarını, yandaş kazanacaklarını sanarak hurafe içerikli izlence düzenleyenler giderek artmaktadır. Konuşmalar, sorular, aile ziyaretleri, kahve sohbetleri gibi lâübaliliğe kaçan dille konuşmalar, dinsel sorular, açılımlar, “Merhaba”yla başlayan açılışlar, selâmlamalar, iyice ölçüsü kaçan cinsellikler… Eğitim, sanat, bilim, hukuk, demokrasi, ulusal değerler, hak ve özgürlükler düşünülmüyor. Ülkesini dışarıda gammazlamakla, gerçek dışı rakamlar vererek suçlamakla ün yapan yazarı düşünce özgürlüğü kalkanıyla koruyanlar durumun nereye gittiğinin, nelere dayandığının ayırdında değildir. Saçmalıklar, ahmaklıklar, aptallıklar, düşüncesizlikler de kapsamına alınarak düşünce karalanmaktadır.

İktidar başının Davos'taki demeçlerinden birinin tuhaflığı sırıtınca hemen dönüş çabalarına girişildi. Anlam değiştirme girişimleriyle kandırma başarılı olamadı. Samsun'da Atatürk'ün portresinin üzerlerine düşmesi, olayları inanç bağlamında değerlendirenler için anlamlı bir uyarı olmalıdır. AKP iktidarının hukukla arasının iyi olmadığı emekli Yargıtay Başkanı'nın lâiklikle ilgili anlamlı ve güzel sözlerini “Çirkin”likle nitelemekle başlamıştı. Yargıyı etkilemekten ötede ele geçirmek çabaları sonraki suçlamalar, hukukdışı dinlemelerle sürüp kimi seçimlerle vurgulandı. Şimdilerde aylıklarla emeklilik yaşı kimi görüşmelerin, belki kimi pazarlıklar konusu olarak gündemde tutulmaktadır. İnanç ağırlığıyla kadrolaşmanın sakıncaları her gün yeni bir belirti vermektedir.

Yargıya kadar uzanan siyasallaşmanın ülkeyi nerelere götüreceğini kestirmek de güçtür. Bir şey yapması, karışması, elatması değil, yalnız bakması beklenenlerin suskunluğu, tepkisizliği, toplumsal umursamazlık, hepsinin başında yaşam koşullarındaki güçlüklerin içine düşürdüğü durgunluk siyasal aykırılıkları tırmandırmaktadır. Kendi adamlarını yerleştirmenin getirdiği ilk sonuçlar yoğun yolsuzluk olaylarıdır. Dokunulmazlık dosyaları bekletildikçe soruşturma ve kovuşturmaların yararı umulduğu kadar olmayacaktır. İktidar içindeki anlaşmazlıklar, Bakanların ayrılması da sorunu çözmeyecektir. İlkesiz siyasal partiler, partiiçi demokrasi yoksunluğu, lider sultası ve delege egemenliği sürdükçe bunalımların sona ermesi beklenemez.

İktidar

AKP iktidarı da öncekiler gibi hukuktan hoşlanmıyor. Hukuk tanımazlıkta şampiyonluğa oynuyor. Kimi Yüce Divan çalışmalarını başlatması, kimi yolsuzluk soruşturmaları yalnızca bir görünümdür. Süslü sözlerle kamuoyunun önüne çıkmak amacı saklamaya yetmiyor. İktidarı oluşturan, particileri biraraya getiren ilkeler, ulusal değerler, çözüm izlenceleri değil, dinciliktir. Birbirini köktendinci davranışlarıyla ismen tanıyanlar, hiç karşılaşmamış, başka yörelerde oturuyor olsalar da şeriatçı birliktelikleriyle biraraya gelerek iktidara yürümüşler, dini sömürüp siyasallaştırarak yetkiyi ele geçirmeye çalışmışlardır.

Verecekleri başka bir şey olmadığından kadınlarımızın temiz duygularla kullandıkları alışılmış, geleneksel başörtüsüne sığınıp türban adını kullanıp sıkmabaşı dayatma çabalarından asla geri kalmamaktadırlar. AİHM kararlarının dayandığı Anayasa Mahkemesi kararları, Danıştay kararı, Avrupa ülkelerinin çıkardığı yasalar, ödünsüz uygulamaları ortadayken sıkmabaşta ısrar etmek amaç bozukluğunun kanıtıdır. Eğitim-öğretim ortamının barışçı, çağdaş, demokrat, bilimsel özelliği de bunların yüzünden bozulmuştur. Af yasalarıyla diploma dünyanın başka ülkesinde görülemez. Sıkmabaşla inaçlı-inançsız, lâik-müslüman türü sakıncalı ayrımlara girerek kavgalara, ölümlere neden olanlar şimdi de yükseköğretim kurumlarını yeniden karıştırmaya kalkışmışlardır. Kafasının dışını olmadık nedenler, amaçlı ve yanlı yorumlar, yanlış düşüncelerle, şeriat simgesi durumuna getirdikleri bezlerle örtenler kafalarının içini çağdaşlığa, demokrasiye, bilime, gerçeklere açık tutamazlar. Şeriatçı olmayana düşman gözüyle bakanlar aynı dinden, aynı mezhepten yurttaşlarını yakarak öldürenlerin hiçbiri kıydıkları insanların binde biri kadar topluma yararlı bir iş yapmamıştır. İran'a özenenlerden Türkiye'ye hiçbir olumlu katkı beklenemez. Gerçek din bilginlerini değil bağnazları, dini siyasallaştıranları, “ılımlı İslâm” diye dini özünden saptıranları, sulandıranları dinlerler, içtenlikli ve yapıcı açılımlara, çağdaş yorumlara karşıdırlar. Lâikliği anlamadan kötülerler, lâikliğe aykırı ve karşı ne varsa, onu benimserler. Hukuka, anayasaya, gerçeğe, ahlâka aykırı olmasının önemi yoktur. Yeter ki lâikliğe ters düşsün, ne olursa olsun. Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun yanılgılarla, yanışlarla dolu, amaçlı yazıldığı belirgin kararını kimi köktendinci iktidar güçlülerinin nasıl benimsedikleri ortada. Nasıl sarılıp övdüler. Yaşa göre din olamayacağından, yarın “Üniversitelerde sıkmabaş (türban diyorlar) var da liselerde neden olmasın?” diyerek ortaöğretime, ilköğretime sıkmabaş getirmeye kalkacaklardır. Akılları, fikirleri seçmeni kandırarak neye yarıyorsa devleti sıkmabaş yapmaktır. AB ve ABD kullanacakları, çıkarlarına araç kılacakları iktidarları kendilerine kolaylık sağladıkça serbest bırakırlar, hattâ desteklerler. Demokrat yada lâik niteliklerini gözetmez, bu durumlarla ilgilenmezler. Günümüz iktidarı bundan yola çıkarak bildiğini okumaktadır. Avrupa Konseyi’nin nüfus kaydında din açıklığı olmaması ve din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması önerilerine bu nedenle karşı çıkmaktadırlar. Lâikliğe dinsizlik demeyi yargı uygun bulursa lâiklik karşıtlarının nelere başvuracağını düşünmek bile acıdır.

Seçmenlerin dörtte birinin katılmadığı, katılanların üçte birinin oylarıyla yasama organının üçte ikisinin ele geçirdiği bir düzende gerçek demokrasinin kırıntılarıyla yetinmekte güçtür.

Kara sevdaları

Sıkmabaşla toplumun canını sıktıkları yetmiyormuş gibi bir de Abdülhamit hayranlığı sergilenmeye başlandı. Kimi yazarların kitapları, kimi tez adlı aklama-savunma çalışmaları, kimi köktendinci yaklaşımlar az gelmiş olacak ki yasama organında Abdülhamit övülüyor. Zamanında en büyük toprak yitirilen, iç karmaşanın çok boyutlu kargaşa durumuna geldiği, meşrutiyeti kaldıran, uzun yıllar baskıyla imparatorluğu yöneten padişah kimi kişisel özellikleriyle övülüyor. Yönetimiyle tarihin karanlıklarına gömülen Abdülhamit'i lâik cumhuriyetin milletvekili çekinmeden övebiliyor, partisinden de ses çıkmıyorsa çok düşünmek gerekir. Bu durum tarih bilgisinden yoksunluk ölçüsünde cumhuriyet ve lâiklik karşıtlığıyla köktendincinliğe bağlanabilir. Mithat Paşa'nın Taif zindanında nasıl öldürüldüğü unutulmuştur. Cumhuriyeti kurup gerçek din ve vicdan özgürlüğünü getirenlere inanç sömürücüler karşıtlıklarını dolaylı biçimde her durumda gösterebiliyor. Öğrenci affı adıyla öğretim ve eğitime yeni bir darbe gerçekleştirilirken daha neler söyleyip yazılacaktır.

Salt siyasal amaçla çıkarılan, sayısız sakıncaları bulunan öğrenci affı eğitimde olduğu ölçüde siyasette de yozlaşmanın ürünüdür. Temsil ettikleri - yönettikleri kurumları babalarının malı sayan sözde demokratlar baş sallayıp bel büktükçe, doğruları, gerekenleri söylemeyip uyarmadıkça daha nelerle karşılaşılacaktır. Yeni 15 üniversite açılması hazırlıkları da böyledir. Öğretim elemanı, araç-gereç sağlanmadan, zorunlu koşullar yerine getirilmeden üniversite açmak ülke yararının değil siyasetçilerin oy beklentisi için bir girişimdir. Kadrolaşma gelecekte daha artacak, üniversite kavramı daha bozulacaktır. AKP iktidarının bu gidişle bozmayacağı bir şey kalmayacaktır.

İslâmî sermaye için hazırlandığı duyulan “Sukuk icara” adlı faizsiz bono yöntemi ekonomi alanında dinselleşme çabasıdır. %56 artışla 34,4 milyar doları bulan dışticaret açığı ilgililerin umrunda değildir. Yukarıda değinildiği gibi tüm ağırlıklarını kadınlarımızın özgürlüğünü kısıtlayan, saygınlığını azaltan, değerlerini düşüren sıkmabaşa vermişler, siyasal simge durumuna getirdikleri ayırıcı bezlerle doğal başörtülerini kötülemişlerdir.

Sokaklara, caddelere, parklara gerici adlar verilmesi de başka bir sorundur. Dil kirlenmesiyle birlikte geriye dönüş görüntüleri üzüntü vermektedir. Toplumda bu konulara yeterince duyarlık gösterilmemesi de ayrı bir sorundur. Toprak satışını bile olağan gösterip savunan, sakıncalı görmeyen kuruluş ve kişiler çıkabilmektedir. Toplumsal yapıdaki bozukluklar eğitim kargaşasıyla artmaktadır. Nankörlük, vefasızlık, değerbilmezlik, saygısızlık, ihanet, yolsuzluk, soygun, rüşvet, kayırma, tembellik, saldırı, gasp, kapkaç, goygoyculuk, şeriatçılık, mezhepçilik, bölücülük, bölgecilik, hırsızlık, ahlâksızlık, yaralama ve öldürme olayları her gün gazetelerin sayfalarını kaplamaktadır.

İktidarın AB ve ABD önünde eğilmesi sonucu, yabancı Bakanların ziyaretlerinde aldırmadan dile getirdikleri dayatmalarla açıklık kazandığı gibi, Kerkük gitmiştir. Kıbrıs gitmektedir. Kıbrıs seçimleriyle yaşanacak değişikliğin de yandaşları olacağını bekleyen iktidar “Kıbrıs halkı da böyle istiyor” diyerek Kıbrıs'ı da verecektir. Bunları Gap bölgesi izleyecektir. Kürt devleti ve ermeni istekleri ısıtılmaktadır. Barzani-Talabani tehditleri “Diyarbakır'ı kürt, Hatay arap” söylemleriyle sertleşmektedir. Türkiye'nin AB üyeliği için referanduma gidilmesi de Avrupa'nın isteksizliğinin sonucudur. PKK'yı gözardı edip Türkiye'yi ırkçılık ve ayrımcılıkla suçlayan Avrupa Konseyi Raporu da yeni bir çirkinliktir. Yahudi düşmanlığı gerçekdışı savlardan biridir. Söyleyecek söz bulamayanlar söylenmeyecekleri söylerler. Bahaneler bitmez. PKK, ABD'nin emrinde olmasa bile etkisinde olmasa ABD, PKK için nasıl söz verebilir. Bu örgütü ABD Türkiye'ye karşı baskı aracı olarak kollamaktadır.

Yargıtay kararı

Ceza Genel Kurulu'nun geçerli ve ama az sayıda ile yaptığı toplantı sonunda aldığı, ters bir raslantıyla lâiklik ilkesinin Anayasa'ya girişinin 68. yıldönümünde açıklanan kararı haklı tepkilere neden oldu. Hukuksal yönden bir çok eleştiriyi gerektiren kararın ilgili yasa kuralı değişikliği nedeniyle bozma olduğu belirtilip gerekçe bu yargıyla sınırlı açıklanacakken, lâikliğin değeri, karşıt olaylar gözardı edilip, gerçekleri aykırı biçimde değerlendirmeler ve kişisel yorumlarla bağlanması hukuk tarihine geçecek bir yanlılık ve yanlışlık olmuştur. Amacı aşan gerekçe ayrıntıları lâik cumhuriyete yönelik tehlikelere olur veren bir anlayışı yansıtmaktadır. Hukuk devletinde en sağlıklı güvence bilinen yargıya güvensizliği çağrıştıran, saygınlığa gölge düşürecek durumlardan kaçınmak büyük önem taşımaktadır. Türk Ceza Yasası'nın Özal zamanında kaldırılan 163. maddesiyle başlayan tutarsızlık çağdaş demokrasinin en büyük değeri, kaynağı, hattâ dayanağı olan lâiklik konusunda bugünkü olumsuz boyutlara gelmiştir. Anayasa'nın başta 2. ve 4. maddeleri, özellikle 174. maddesi olmak üzere yeni Türk Ceza Yasası'nda bile korunup özenle uyulacağı öngörülen lâiklik konusunda kararı yazanların hangi eğilimlere kapıldıkları zamanla anlaşılacak, hangi etkiler, güdüler ya da amaçla bu yola girdikleri saptanacaktır. Düşünce özgürlüğünün de kaynağı olan lâikliğin Türkiye için özgünlüğünü bilincine iyi yerleştirmeyenler, tarihsel ve hukuksal gerçekleri iyi değerlendiremeyenler çelişkiden kurtulamaz. Düşünce özgürlüğünün yadsınamaz değeri lâikliğe kıyılarak savunulmaz. Nice konu ve sorun bağlamında düşünce özgürlüğü savunulabilir. En kolay savunulacak özgürlük de düşünce özgürlüğüdür. Ama hiç birine kıydırılamayacak ilke de lâikliktir. Niteliğine saldırı cumhuriyete saldırıdır.

Lâik cumhuriyetin, bağımsız yargı gücünün oluşumunda büyük ve unutulmaz katkıları olan Devrim Tarihi Profesörü ve Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un kendini bilen gerçek Türk hukukçularının gönlündeki benzersiz yeri hiçbir biçimde gölgelenemez. Onun çizdiği yolda onu aşmaya çalışarak ülkeye yararlı olmak çabası hukukçulara onur verir. Mahmut Esat Bozkurt başarılarıyla, Türk Devrimi'ne hukuk alanındaki katkılarıyla büyüklüğü tartışılmaz bir kişiliktir. Anlaşılması güç gereksiz sözlerle küçültmeye, unutturmaya çalışmak en ağır yanılgı ve sakıncalı yöneliştir. Yalnız Medeni Yasa, gerekçesiyle ayrıca değerlidir. Hukukumuzda bir anıttır. Kim ne zarar görmüş, neyi sınırlamış bağlamıştır ki ne zaman belli bir dönemle anılmıştır ki bitmiş, tamamlanmış olsun. Devrimciliği, devingenliği, bağımsızlığı, yüceliği, bilimselliği anımsatan kişi hukukumuza her zaman ışık tutacaktır. Onu unutan hukukçu olamaz. Yurtseverlerin yüreğindeki yeri ölümsüzdür.

Atatürkçü düşünce

Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı kotaran müdafaa-i hukuk ruhu kuva-yı milliye ateşi, Türk Mucizesi olarak adlandırılan eşsiz zaferin özgün gücüdür. Düşünsel kaynağı da Türk Devrimi'nin açılımı olan Atatürk ilkeleridir. Mustafa Kemal Atatürk'ün yaşama geçirdiği ulusallaşmış evrensel değerler dizini olarak varlık nedenimiz ve yaşam felsefemiz ilkeleri korumak, güçlendirmek ve yaymak amacıyla kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği'nin başlıca ideolojisi(ülküsü) Atatürkçülüktür. Atatürkçü düşüncenin kurumu olarak Atatürkçe çalışmayı, Atatürkçe yaşamayı benimsetmeye çalışarak aykırılıkları, çelişkilere, bozuklukları giderecek, önleyecek ve ulusal nabzı tutarak yarınlara daha esenlikli çıkmamıza çalışacaktır. Çabalarını eğitim-öğretim, sanat spor alanlarında etkin biçimde yürüterek, gençlerimize destek vererek iyi örnekler sunarak Tüzüğündeki amacını gerçekleştirecektir. Bir büyük aile olması gereken Dernekte son on yılda yaşanan olumsuzluklar, kişisel nedenlerle gündeme getirilen sorunlar, izlenen aykırılıklar ve ayrılıklar, Derneğin adına ve onuruna yaraşmayan çirkinlikleri, taşkınlıkları, üzücü durumları gerici medyaya malzeme yapmıştır. Bencillikten, kimi aşağılık duygularından kurtulamayan, yenileşme ve gençleşmeye karşı çıkan, herşeyin her zaman kendisinde olmasını isteyen doyumsuzluklarla özürlü kişilerin sorumlulukları ağırdır.

Kapatma dâvaları düşürülmüş, subay, öğretmen, yargıç ve savcıların kurumlarından izin almadan üyelikleri kararları çıkartılmış, yönetimin kapıları açılmış, kız öğrenci yurdu işletilmeye başlanmış, yayın organı düzenli çıkan, öğrencilere burs veren, üç il şubesinin taşınmazı satın alınan, etkinliği, saygınlığı ve gücü kamuoyunca paylaşılan Dernek çalışmalarını ilgili konularda sürdürmüş, 2000 ve 2002 yılı Genel Kurullarında oybirliğiyle, alkışlanarak aklanan yönetim para birikimi de sağlamıştır.

Tüzük değişikliği bahane edilerek düzenlenen olağanüstü genel kurul her zaman olduğu gibi seçimlerle başlayıp bitirilmiştir. Kuruluş çalışmalarında bulunduğum, 1996 yılında Yılın Atatürkçüsü ödülü aldığım, 1998'de giderek artan ısrarlarla Genel Başkanlığı'nı yaptığım Derneğin kişisel çatışmaların ortamı yapılması, karşıtlıkların ölçü tanımaz duruma gelmesi, amaç doğrultusunda önemli hiçbir adımın atılmaması büyük üzüntü nedeni olmaktadır. Yönetime gelmek isteyen yanlardan olmadığı, bir beklentim ve özlemim bulunmadığı için, ayrıca yapılanlara katılmak olanağı bulamadığım için son bir olağan genel kurulla iki olağanüstü genel kurula katılmadım. Böyle giderse hiç katılmayı düşünmüyorum. Toplantılar seçim velvelesiyle başlayıp seçim gürültüsüyle geçiyor.

Atatürkçülükle ilgili konularda sorunların tartışılması, çözüm üretilmesi, düşünce açıklanması, ilke saptanması, karar alınması diye bir yararlı çalışmaya rastlanmıyor. Ayda 1 milyon TL.(1YTL.) ödentiyi vermekten kaçınan, Atatürkçülüğü biçimsel üye yazılıp rozet takmak sayan insanlarla bir yere varılamaz. Topluma açılan, gençleri köktendincilikten şeriat ve tarikattan kurtaran, kötülüklerden ve sakıncalardan alıkoyan Atatürk'ü tanıtan, Atatürkçülüğe kazandıran, genel gidişlerdeki aykırılıkları belirterek ulusal ilgiyi Atatürk ilkeleri doğrultusunda toplayıp yönlendiren bir çalışma görülmüyor. Sözle, gösterişle Atatürkçülük olmuyor. Derneğe siyasetçi girer ama siyaset giremez ilkesinin giderek gözardı edildiği izleniyor. Yakınmalar artıyor. Her siyasal partinin kendi tüzüğü ve programı için doğal sayılan çabalarının üstünde ve önünde hepsinin benimsemesi gereken Atatürk ilkeleri var. Dernek partilerin arkasında değil, partiler derneğin arkasında olacaktır. Kemalist iktidar diyerek Atatürkçülük sözcüğünden kaçınanlar, en Kemalist partinin kurulmasını isteyip karar almalarına karşın gelişmesini engellemişlerdir. Atatürkçü düşünce karşıtlığıyla savaşım, yandaşlığına katkı düşünülmüyor, seçilmek, etiket ve rozet düşkünlüğü sırıtıyor. Yurttaşları Atatürk çizgisinde birleştirmek, barışçı ve uygar çabalar, insancıl ilişkilerle kaynaştırmak şöyle dursun dernek içinde yöneticilere, üyelere karşı düşmanca sayılacak sözler, söylemler, davranışlar görülüyor. Üyeler, delegeler çoğunlukla unvan ve ad gözeterek oy kullanıyor. Çalışma gücü, olanakları ilgi dışında kalıyor. Makamla makamlanan, halk çocuğu, halk adamı olmakta uzak kimselere yer açmak toplumumuzun sağlıksız bir yaklaşımı. Bir kişiye, bir kuruluşa, medyaya kendini beğendirmek için sürekli övünen kimi ilişkilerle kuruluşuna gölge düşüren kişilere toplum nedense gereken tepkiyi göstermiyor. Atatürkçü Düşünce Derneği çekişmeleri bırakıp çalışsaydı günümüz iktidarı bile oluşmazdı.

İlgilenmedim. Destek isteklerini kendime yaraşır biçimde geri çevirdim. Kaldıki artık etkili olacağım kimseler de kalmadı. Görüşümü soranlara “Rozetçi, lâfçı, yalancı, iftiracı, komplo teoricisi, kurgucu, kendini beğenmiş, insana yukardan bakan, tembel, karışık, bulanık ilişkileri olan, özveriden kaçınan, nabza göre şerbet veren, herkese mavi boncuk dağıtarak kendi boşluğunu saklayan, derneği başka kişi ve kuruluşların etkisine, egemenliğine, elatmasına açan, bağımlı ve güdümlü duruma getiren kavgacı, geçimsiz, eyyamcı, gezi düşkünü, ahlâk zayıflığı olan kimseler çıkarsa bunlara yer vermeyin,” demekle yetindim. Seçim oyunlarının, hilelerin konuşulup tartışıldığı bir genel kurul onur kırıcıdır. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Dâvalarla, suçlamalarla iyice zıtlaşan bir yapı yararlı olamaz. Klik, kulis, kavga, gürültü, şamata ADD'ne asla yakışmaz. Disiplin cezası alan, kurumlara çöreklenip kalanlar yönetime seçilirse o kurum çalışamaz. Saygı ve güvenle kucaklanan gerçek Atatürkçüler öne çıkmalıdır. Benim kişisel bir istemim olmadığından yansızlıkla bu görüşlerimi sunuyorum. Derneğin nasıl kurtulacağı görüşülmelidir. Önceki Genel Başkanlar, Yardımcıları, Genel Yazmanlar, kurucular toplantıya çağırılıp barış ortamı sağlanmalı, bu toplantıda belirlenecek tek listeyle yapı yenilenerek herkes kolları sıvamalıdır. Ben, sorulursa dışardan görüşlerimi sunarım. Demokratik geleneklere gözleri kapalı, disiplinsiz bir dernek boşuna çabalıyor demektir. Tüzük değişikliği kişisel nedenlerle değil, toplumsal gerçeklerle ve kurulmasal gereklerle yapılmalıdır. Şube sayısıyla genel merkez genel kurulunun delege sayısı azaltılarak, yaralı konuşmalar, eleştiriler, kararlar ve görüşlerin açıklandığı, düzeyi her kez biraz daha artan, katılanlara kıvanç, izleyenlere ve ulusa umut veren, güç veren bir aşamaya gelinmelidir. Asıl kazanım budur. Değişik zayıflıklar, düşkünlükler içinde olanlar, kendine yer arayan, başka hiçbir yetenek ve niteliği olmadığı için dernekle ilgili ünvanlarla dolaşanlar olursa uzaklaştırılmalı, bir daha göreve getirilmemelidir. Ülkemiz ve ulusumuz için değeri ve önemi çok büyük olan, çok iyi duygu ve düşüncelerle kurulup yaşatılmış olan dernek için özetle yazıp değinme vicdani bir görev olarak algılanmalıdır. Başka hiçbir nedeni yoktur. Gelişigüzellikler, oldubittiler, hukukdışılıklar, oyunlar, ele geçirme ve dışlama gibi tutumların ilerde ortaya çıkacak sayısız sakıncalarını düşünerek bu tür durumlardan kaçınmak gerekir. Kuruluşlar kimsenin malı değildir, er-geç gerçek ve hak belirlenir, olanlar kuruluşa olur. Liste seçim, sayım oyunları şaibe getirir ve bunun karası ilgililerin yaşam boyunca değil sonrasında bile kendilerini küçültür. Çıkarı için kurallarla, kurumlarla oynamak kimse yarar getirmez.

Çalkantı

Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun kararına karşı iktidara yakın görüş açıklayan anamuhalefet partisi sözcüleri bir yana hukukçu değilken hukuk metnini eleştirmeye kalkışarak bilgiçlik taslayan sözde demokratlar insanı güldürüyor. Bu ortamda ayrılma ya da karşıya geçmeden sonra yeni parti olasılıkları tartışılıyor. Halkımız siyasi partilerin hiç birine güvenmiyor. Gerçekten güvenilecek o kadar az yer kaldıki. Bir kez de başkanlığını yaptığım Yüce Divan yeniden çalışmaya başladı. Dokunulmazlık dosyaları dururken gösteri biçiminde kararlarla çıkışlar yapılıyor. Kimi haklı itirazların kabûl edildiği oturumlar doyurucu kararlarla sonuçlanırsa hukuka güven yönünden iyi örnekler sağlanmış olur. İran-Suriye ortaklığı ise ABD'nin baskıları, İran'ın atom bombasına yakında sahip olacağı söylentileri gözardı edilecek konular değil. İlâhiyat öğrenimli polislerde ayrı bir konu. Emniyet Genel Müdürlüğü Genelkurmay'a benzer bir konuma getirilmezse güvenlik ve adalet sorunları daha çok tartışılır. Genelkurmay Mahkemesi'nde anlatılanlarda ilgiyle dinlenmekte ve izlenmektedir. Yapı işleri konusunda her kesimde kuşku uyandıran olayların geçtiği anlaşılmaktadır. Adaletin yargısıyla gerçekler belirlenecektir umudu endişeleri azaltmaktadır.

Nüfustaki din belirlemesi konusunda Anayasa Mahkemesi'nin iki kez bir oyla istemi reddettiğini anımsıyorum. İkisinde de iptalden yana oy kullanmıştım. Ceza mahkemelerinde tanıklara dini sorulması da benim zamanımda Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilmiştir. Yıllar sonra da olsa doğrulanmanın, haklı çıkmanın payına düşenini tatmak kıvanç veriyor.

İçte ve dışta önemli olayların geçtiği günlerin içindeyiz. Hepimiz iyi-kötü nereye gittiğimizi biliyoruz ama ülkemiz nereye gidiyor ya da nereye götürülüyor. Göreceğiz.


http://www.turksolu.com.tr/76/ozden76.htm

..

Devrimli Yıllar


Devrimli Yıllar






Yekta Güngör Özden

07.03.2005/Sayı:77

Mart ayının baharın muştusu olması değişik ve şaşırtıcı hava koşulları karşısında giderek geçerliğini yitirirken iç ve dış siyasal oluşumlarda da kimi değişiklikler söz konusu olmaktadır. Talabani’yle görüşen Türk kurulunun Türkmenleri de içermesi koşuluyla federatif bir yapıya yeşil ışık yakmasına karşın kürt ırkına dayanan bir devlet kurulmasını savaş nedeni sayacağı uyarısı yatıştırıcı sunumlar kapsamında duyurulmaktadır. Talabani’nin “Şiilerin İran’ı varsa bizim de Türkiyemiz var” sözleri gerçekse yeni bir oyun karşısında olunduğundan kuşku duyulmamalıdır. Önceki küstahlıklarının gereken yanıtları aldığına inanmak isteriz. Şiilerin gücü yüzünden lâikliğin Irak için bir düş olduğu söylentileri ABD vizeli, AB destekli sözde demokrasinin ne olacağını şimdiden ortaya koymaktadır. Ilımlı islâm pompalamasıyla Büyük Orta Doğu Projesi içinde Türkiye’yi bile değiştirmek isteyen emperyalist güçlerin Irak’a aldırış etmeyeceği kesindir. Onlar için, kullanılmaya elverişli bir Irak’tan başka amaç yoktur. Hâlâ dinsel yapılanmalar içinde bocalayan Orta Doğu ülkeleri çağdaşlığın hayalini bile kuramamaktadır. Irak’ta 30 Ocak seçimleride en fazla oy alan Şiilerin oluşturduğu Birleşik Irak İttifakı’nın Başbakan adayı İbrahim El Caferi ülkesinin en etkili Şii lideri Büyük Ayetullah Ali El Sistani’nin desteğine gereksinim duymuş ve bunu almıştır. Son günlerde yine bir Türk sürücü öldürülmüştür. Direnişçilerin yabancı güçlere karşı saldırıları sürmektedir.

İsrail-Filistin el sıkışmasıyla gündeme gelen ateşkes ve Batı Şeria’da güvenliğin Filistinlilere bırakılması yeni intihar saldırısıyla askıya alınmıştır.

KKTC’deki seçimlere umudunu bağlayan Türkiye iktidarı 2005 Ekim’inden önce Kıbrıs sorunu çözmek için Kıbrıslı Türklerin istencini gerekçe gösterecek, “Onlar isteyince biz ne yapalım?” türü bir söylemle çoktan vazgeçtikleri Kıbrıs’ı Yunanlılara bırakacaktır. Rumların BM gözetiminde görüşmelere hazır olduklarını bildirmeleri son lokmayı yutma öncesinin rahatlığına bağlanmalıdır. Türkleri, Türkiye’yi, kendi devletini sevmeyen bir Başbakan rumlar ve Yunanlılar için şanstır. Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlayacaklardır. Şubat sonunda Strazburg’da toplanan Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu’nda Fransız parlamenter Jacques Toubort’un sözde ermeni soykırımını gündeme getirerek Türkiye’nin Sevr Antlaşması’nı kabûl etmesini önermesinin Avrupalıların saçmalıklarının ölçüsüzlüğünün yeni bir kanıtı olduğu bilinmelidir. Mustafa Kemal ve arkadaşları’nın tarihin çöplüğüne attığı Sevr’i kendileri için geçerli saymak aymazlığı onların ayıbıdır. Sert tepkilerle karşılaşan bu ve benzer konularda iktidarın yavaşlığı dikkat çekmektedir.

Neyse ki

Dışarda bu aykırılıklar, bu olumsuzluklar birbirine eklenerek sürerken 25 Şubat günü Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin “Tarihte Türklere Yapılan Katliamlar” konulu etkinliği sözde ermeni soykırımın söz konusu olmadığını, olamayacağını inandırıcı anlatımlarla vurguladı. Avrupa’nın önümüze çıkardığı koşullara gereken tepkinin siyasal iktidarlar tarafından gösterilmemesiyle tırmanan ve saldırıya dönüşen baskıların biri de Türkiye Cumhuriyeti’ni asla ilgilendirmeyen, gerçekle de ilgisi olmayan sözde ermeni soykırımıdır. Kendi yaptıklarını unutturmaya çalışan Avrupa, destekçisi ABD, ermenileri kullanarak Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışmaktadır. Susturucu yanıtların verilmemesinde hepimiz kusurluyuz. İktidarı zorlayacak halk gücü, toplum tepkisi sağlanamıyor. Dinliyor izliyor, susuyoruz. Ermeniler suçlarını saklamak için her yola başvuruyorlar.

İçimizden ermenilerin, kürtçülerin yaptıklarından pişmanlık duyup yinelenmeyeceğine ilişkin sözvermelerini bile beklemeden, Azerbaycan işgalini kaldıracakları belirtisi olmadan sınır kapısının açılmasını, kürt devleti kurulmasının desteklenmesini önerenler çıkmaktadır. Tarih bilgisi, cumhuriyet bilinci, siyasal deneyimi olmayan, ulusal güvenlik konularında duyarlıktan yoksun kimselerin kimleri koruyup kimlere yarandıkları, neler karşılığında bu girişimlerinde bulundukları araştırılıp gerçek durum saptanmadıkça söylentiler yayılacaktır.Tarihi sorgulamaya kalkışan, kendi aşağılık amaçlarına tarihi araç yapmaya kalkışanlar unuttukları gerçeklere yenik düşerler.

Başkent Üniversitesi’nin beğeniyle izlenen, yinelenmesi istenen etkinliği kutlamaya değer bir düzenlemedir. Toplumun bilgilendirilmesi sağduyunun oluşumu yönünden büyük önem taşımaktadır. Medyanın halkımıza duyurmadığı, bilgi vermediği, sonuçlarını iletmediği etkinlikler yalnız bu değil. Gittikçe çirkinleşen izlencelerle düzeylerini açıkladıklarını anladıkları güne kadar kimbilir daha neler gizlenecek, unutturulacaktır.

Sözde Demokratlar

Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni demokrasinin bir öğreti, bir disiplin, bir ölçüler düzeni olduğunu yinelemekte yarar var. Azlığın haklarının çoğunlukça güvenceye bağlandığı, tepkilerin özgürce açıklandığı, uyarı ve önerilerin olur alınmadan yapıldığı, iktidarların gerçekten denetlenip halka hesap verdiği, hukuksallığı tartışmasız düzenlere demokrasi denir. Yerini korumak, daha iyi yerler, düzeyler, konumlar ve çıkarlar için, beklentilerine kavuşmak için, kendisine verilen sözlere kanıp sorun çıkarmamak için susmak, gerekli tepkiyi göstermemek, uyarıdan kaçınmak demokratlık değil, miskinliktir. Hukuk dışı olaylara kalkışmadan, demokratik yöntemlerle iktidarın sakatlıklarını önleyip engellemek görevli-görevsiz her yurttaşın en doğal hakkıdır. Kimi öznel düşüncelerle destekçi durumuna düşmek bağışlanacak bir tutum değildir. Belli süreler için bulundukları yerlerde “Hınk deyici”likle zaman geçirmek, yetkilerine dayanıp istediği gibi davranmak, siyasal güçlerle uyumu birincil görev sayarak bunu ödünlerle, uyduluk sayılacak eğilmeler ve edilmelerle yürütmek beceri olamaz.

Ülkemizde neler oluyor yetkili ve ilgililerden ses çıkmıyor. 3 Mart 1924’de kabûl edilen ve şimdiki Anayasa’nın “Devrim Yasaları” başlıklı 174. maddesiyle de güvenceye alınan yasalara aykırı davranışlar çekinilmeden sürdürülüyor. Kimi demokratik kitle örgütleri aynı salonlarda, aynı kişileri konuşturarak aynı konulara işlemekte, yinelemeler hiçbir sonuç vermemektedir. Geniş kitlelere, ilçelere, mahallelere, köylere giderek anlatmak yerine, kendi aralarında konuşma biçiminde başlayıp bitirdikleri etkinlikler sonunda ödentisini veren, bağış yapan, kuruluşuyla daha yakından ilgilenen üye çıkmamaktadır. Atatürk karşıtlığından Atatürk yandaşlığına kimse kazanılmamaktadır. Konuşmaları dinleyip etkilenerek yanılgıdan, yanlıştan dönen, örneğin sıkmabaşı çıkaran, kötü sakalını kesen, konuşmasını giysisini, yaşam düzenini değiştirene rastlanmamaktadır. Konuşanları alkışlamakla, kutlamakla yetinen dinleyiciler arasından yeni etkinliklere, çabalara destek veren, kuruluşa, yöneticilerine katılarak gücü artıran olmamaktadır. Kuruluşlar aykırılıkları giderecek, yararlıları çağıracak yöntemler saptamaz, çekici düşünceler üretemezse, yalnız seçim oyunları, çocukça kavgalar yalanlar, iftiralarla zaman doldurursa kötülükler daha da artar. Aşağılık duygusuyla saldırıp kendilerinden söz ettirmek isteyen etiketçiler kendi bataklıklarında yiterler.

Bakınız

Olaylar karşıdevrim gelişmeleri biçiminde. TBMM Başkanı olumsuzlukları örter biçimde imam hatipleri övüyor. Başbakan karikatürleri dâva ediyor. İçinde hakaret sözcükleri bulunan cevap ve düzeltmelerin yayımlanmasını uygun bulan mahkemeler olabiliyor. Lâikliğe saldırının suç olamayacağını, Mahmut Esat Bozkurt döneminin bittiğini söyleyen yüksek yargıç kendisini Başkanının desteklediğini açıklıyor. Bir yazar ulus devlete çattıktan sonra “..Torunlarımızın torunları sabah kahvaltısını İstanbul’da yapacak, öğle yemeğini Sidney’de, akşam yemeğini Kanarya Adalarında yiyecekler..” diyerek koşulsuz AB övgüleri sıralayabiliyor, yüzünü karartmadan. Adalet Bakanı 23 bin kişinin dinlendiği bir milletvekilinin sorusuna yanıt olarak açıklıyor. Almanya’da islâm örgütlerinin okullarda din dersi verilmesine ışık yakılırken Türkiye’mizde SHÇEK yurtlarında açılmaya başlayan mescitlerde çalışma saatleri dışında imamların çocuklarla dinsel söyleşilerde bulunduğu yazılıyor. Hırsızlık, kapkaç, gasp, yaralama, öldürme, intihar, iflâs, trafik kazaları artıyor, azalmıyor. Hükûmet Mart başında güvenlik konusunda özel bir toplantı yapılacağını bildirmiş.

Bu arada, Şubat sonunda toplanan yılın ilk Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonunda Kıbrıs ve Irak konusunda yatıştırıcı izlenimi veren, ilkelerden dönüldüğü kuşkusu duyuran bildiri yayımlandı. Mısır’ın El Ahram gazetesinde Abdulhalim Gasali imzasıyla yayımlanan yazıda Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün “AB’ne katılım çabaları çerçevesinde son iki yılda tanık olduğu dev reformları desteklediği, lâiklik başta olmak üzere cumhuriyetin değişmez temellerine dokunulmadıkça ordunun siyasetten uzak durmasına inandığı, Millî Güvenlik Kurulu değişikliklerinin ve kimi kısıtlamaların bunlardan olduğu..” yazıldı. İlginç bir yaklaşım, üzerinde durulacak bir değerlendirme. Silâhlı Kuvvetlerin siyasallaşması elbet sakıncalıdır. Ama..

Bir yıldız daha kaydı. Önceki Dışişleri Bakanlarından, emekli Büyükelçi Coşkun Kırca da aramızdan ayrıldı, sonsuza göçtü. Kimi zaman ters, sert, hırçın, atak ve kimilerince huysuz sanılan Kırca, gerçek bir Atatürkçü ve ulusalcı idi. 1990’da 9 Eylül Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Seyfullah Edis’in yönettiği panelde Nazlı Ilıcak, Kırca ve ben sözde türban sıkma başı tartışmıştık. Başkanlığım sırasında kimi önerilerle geldiğinde yine tartışmıştık. İnatçı yanı da vardı ama güçlü bir düşün adamı idi. Tanrı ışıklar içinde yatırsın. İnsanlar yitirilince değil, yaşarken değeri bilinmeli. Şimdi yazılıp söylenenler ona ulaşmıyor. Örnek duyarlılığı ile her zaman anılacaktır.

Bir tüm olan Türk Devrimi’nin kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’le arkadaşlarını, uygulayıcılarını, devrim yasalarını önerenleri içtenlikle anıyor, saygın anıları önünde eğiliyor, lâikliğin değerini bilmemiz gereğini bir kez daha yineliyorum. Lâiklik asla din düşmanlığı değil, dinden bağımsızlıktır. Dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Lâikliğe karşı olanlar insanlığa karşıdır.

http://www.turksolu.com.tr/77/ozden77.htm

..

21 Mart 2015 Cumartesi

KAARI Bile Hesapladı, '' Arkadaş Mağdur, İpini Kıvırıver’ dedi





KAARI  Bile Hesapladı, '' Arkadaş Mağdur, İpini Kıvırıver’ dedi




Şükrü KÜÇÜKŞAHİN

11 Şubat 2006













AKP Grup Başkanvekili Sadullah Ergin’in ihaleyi kime vereceği konusunda yazılı not ilettiği eski Hatay Doğumevi Müdürü Yaşar Artar, "AKP ilçe binasında görüştük. ’Teşkilattan bazı arkadaşlar işsiz ve mağdur, ipini kıvırıverelim’ dedi. İpini kıvırmak, yöresel dilde yardımcı olmak anlamına geliyor" dedi. Artar, Ergin’in ihaledeki kár marjını bile hesapladığını öne sürdü. 

AKP Grup Başkanvekili ve Hatay Milletvekili Sadullah Ergin’in el yazısı ile ihaleleri kime vereceğini söylediği eski Hatay Doğumevi eski Müdürü Yaşar Artar, Hürriyet’in sorularını yanıtlarken, çarpıcı açıklamalarda bulundu. "Sadullah Ergin, beni AKP Merkez İlçe binasına çağırarak görüştü. Teşkilattan bazı arkadaşlarının işsiz ve mağdur olduğunu belirterek, ’bunların ipini kıvırıverelim’ dedi. Bu yöresel dilde iplerini gevşetmek, yardımcı olmak anlamına geliyor" diyen Artar’ın açıklamaları şöyle: 

İHALE VERMEMİ İSTEDİ:Ben 1986 yılından beri Van’ın Çataki İlçesi Halk Eğitim Müdürlüğü’nden beri çoğu Doğu’da olmak üzere hep yönetici olarak görev yaptım. AKP iktidar olduktan sonra 2003’te Samandağ Devlet Hastanesi’ne müdür olarak atandım. Sadullah Bey, bu görevim sırasında da bana bazı ihaleleri yaptırmak istedi. Reddetmem üzerine ilk gerginlikler başladı. Ama benim ailem yaklaşık 5 bin seçmene hükmettiği için arasını da hep sıcak tutmak istedi. 

ORTA YOLU BUL: 

Ben ihale verilmesini kabul etmediğim halde, her seferinde, ’Orta yolu bul, anlaş’ tavsiyesinde bulundu. Mesela, İl Genel Meclisi üyesi Mustafa A. için, ’Kolaylık göster, ipini kıvırıver’ dedi. İpini kıvırıver, bizim yörede ipini gevşet, işini rahatlat anlamında kullanılır. 

KÁR MARJINI DA HESAPLADI:Bu görüşme, kendisinin telefonla çağırması üzerine, AKP Hatay Merkez ilçe binasında yapıldı. Ergin’in iddia ettiği gibi Ankara’da değil. Benden yapılması gereken işlerin listesini istedi. Ben de yazıp götürdüm. Karşılarına isimler yazdı. Yazdığı isimlerin partili, mağdur ve işsiz olduğunu söyledi. O belgedeki 40-50 milyar ibaresini de jeneratör ihalesinin yaklaşık 100 milyar liraya çıkacağı düşüncesiyle oluşacak kár olarak tahmin etti. 

DİĞER BÜROKRATLARA DA: 

Sadullah Bey, bu belgenin bir müsvedde olduğunu söylüyor; ama doğru değil. Ben bu yönteme karşı çıktığım halde, listeyi bana verdi. Müsvedde ise kendisinde kalması gerekmez miydi? Bu müsvedde değil talimattır. Kendisi atadığı diğer bürokratlara da bunu yapıyor. 

İLLA İHALE OLSUN İSTEDİ:Oysa ben daha önce de bu hastanede 100 milyar liralık bakım, onarım, tadilat işi yaptım. Hepsini de sivil toplum örgütleri ve belediyelerin desteği ile yaptım. Tek lira harcamadığımı herkes biliyor. Ben bu işleri de aynı yöntemle yaptırabileceğimi söyledim, buna karşı çıkıp, ihale açılmasında ısrar etti. ’İşleri yapalım ve bunlara verelim’ dedi. Sonuçta eski müdür de tam bu sırada mahkeme kararı ile geri döndü ve beni alıp, onu getirdiler. Sonra bir şekilde bu ihaleler yapıldı. 

Amca torunu komisyon başkanıydı

ESKİ Hatay Doğumevi Müdürü Yaşar Artar, Hassa’ya sürülmesi olayını da şöyle anlattı: "Hastanenin başhekim yardımcısı ve tüm alımlardan sorumlu olan Sadullah Bey’in amca oğlu Ali Demirli’nin bazı yapmak istediği işlere de karşı çıktım. Sanırım benimle ilgili süreci bu da hızlandırdı. Beni Hassa ilçesine sürdüler, orası hastane bile değil, sağlık ocağı. Bu bir cezalandırmaydı. Bütün bunlar olurken, benim ailemin hükmettiği seçmen kitlesi 5 bin kişiye ulaştığı için durumu da idare etmeye çalıştı. Bu nedenle de benim hakkımda, tacizci, iddiasında bulunan Sadullah Bey, geçen ağustos ayında, AKP il yöneticileri ile birlikte köyüm Maraşboğazı’na geldi. Geleneklerimiz gereği, ailem kendisine kuzu kesti. Evimde yemek yedi, kurşunları sıktık. Kendisini affettirmeye çalıştı."

Taciz iddiası üzücüydü, aklandım

ESKİ Hatay Doğumevi eski Müdürü Yaşar Artar, "Taciz iddiası çok acı ve üzücü. Bu konuda yapılan soruşturmada, hiçbir kusurum olmadığı görüldü ve ceza kesilmedi. Çünkü, benim adıma olan ama bir akrabamın kullandığı bir telefonla geçilen mesajlar var. Bu mesajlar benim değil. Bu kanıtlandı. Sağlık Bakanlığı’nın bu yöndeki kararına rağmen beni böyle karalaması, ahlaken çok yaralayıcı" dedi.

Ergin: Ivır zıvır işler için bazı isimler karalanmıştı

AKP Parti Grup Başkanvekili Sadullah Ergin, kendisiyle ilgili iddialar üzerine düzenlediği basın toplantısında şunları söylemişti: "Artar’ın kendi rızası dışında üç personel hareketi vardır. Bunun ikisi idare mahkemesi kararıyla, üçüncüsü de Hatay Valiliği’nin gayri ahlaki ilişkiler nedeniyle yaptırdığı soruşturma sonucu olmuştur. Yazıda yer alan rumuz isimlerin, hastaneden iş almadı. Bu, müsvedde olmayı geçmeyen bir belgedir. Bu yazı, ilgili müdür tarafından Ankara’ya geldiğinde önüme konulmuş. Yazıda belirtilen isimler için ’benden bu işi yapmak için yardım istiyorlar’ denmiş. Onun belirttiği isimleri not almışım. Ivır zıvır işler için bir takım isimler karalanmıştır. O da kendisinden iş talep edenlerin isimleridir.

Eraslan, TBMM’ye başvurdu:Dokunulmazlığımı kaldırın
AKP Grup Başkanvekili Sadullah Ergin’in, ihaleye fesat karıştırmakla suçladığı DYP Hatay Milletvekili Mehmet Eraslan, dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM Başkanlığı’na başvurdu. Eraslan, hakkında ihaleye fesat karıştırmaktan dolayı dava açıldığı iddiasını gündeme getiren Ergin’e yanıt verdi. Eraslan, şu görüşleri dile getirdi: "Ergin, kamu görevlisine, ihale işlerinin kimlere verileceğini kendi el yazısı ile talimatlandırdığı belgeyi kabul etmekle benim haklılığımı ortaya koymuştur. " 


http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/3918164.asp






AK PARTİ GRUP BAŞKANVEKİLİ ERGİN, DYP'Lİ ERASLAN'IN İDDİALARINI YANITLADI







AK Parti Grup Başkanvekili Sadullah Ergin, kendisiyle ilgili iddiaların gerçek dışı olduğunu belirtti.
09 Şubat 2006 Perşembe



Parlamento'da basın toplantısı düzenleyen AK Parti Grup Başkanvekili Sadullah Ergin, DYP Hatay Milletvekili Mehmet Easlan'ın, Antakya Doğumevi Hastanesi'ndeki işlerin kime verileceği konusunda ''el yazısıyla'' talimat verdiği iddialarını yanıtladı.

İddiaların tamamının gerçek dışı olduğunu ve kendisinin ''hedef alındığını'' belirten Ergin, diğer Hatay milletvekillerinin bu konuda bilgisi olmadığını söyledi. İddiaların temelinde; Hatay'da hastane müdürü olan Yaşar Artar'ın, ''kendisinden talep edilen işleri ilgililere vermediği için'' küçük illere tayin edildiğinin yattığını anlatan Ergin, ''Artar'ın kendi rızası dışında üç personel hareketi vardır. Bunun ikisi idare mahkemesi kararıyla, üçüncüsü de Hatay Valiliği'nin gayrı ahlaki ilişkiler nedeniyle yaptırdığı soruşturma sonucu olmuştur'' dedi.

Yazıda yer alan rumuz isimlerin, hastaneden iş almadığını ifade eden Ergin, söz konusu işlerin su tesisat tamiri, çatı onarımı, plastik kapı yapılması gibi küçük tamirat işleri olduğunu kaydetti.

''Devlet kurumlarıyla hiçbir alışverişim olmadığı gibi, şu ana kadar hiçbir ticari faaliyetim de olmamıştır'' diyen Ergin, iddiayı ve iddia sahibini ''gayrı ciddi'' olarak tanımladı. Ergin, ''Bu şekilde mesnetsiz, dayanaksız, paçavraya dayalı isnatlarla çamur üzerinde siyaset yapma girişimi, benim siyaset anlayışıma da tarzıma da uymamaktadır. Bu konularda bir daha, bu zavallı iddiaları ve sahiplerini muhatap almayacağım'' dedi.

BELGE KİME AİT 

Ergin, Eraslan'ın düzenlediği basın toplantısında gösterdiği yazının kendisine ait olup olmadığı sorusuna, bir belge göstererek şu yanıtı verdi:

''Belge olarak ortaya konulan şu; mühür ve imza Noterden...Bu, müsvedde olmayı geçmeyen bir belgedir. Evet, bu belgedeki karalamalar bana aittir. Bu yazı, ilgili müdür tarafından Ankara'ya geldiğinde önüme konulmuş. Yazıda belirtilen isimler için 'benden bu işi yapmak için yardım istiyorlar' denmiş. Onun belirttiği isimleri not almışım. Bu belgede esas önemli işlerin karşıları boştur. Ivır-zıvır işler için bir takım isimler karalanmıştır. O da kendisinden iş talep edenlerin isimleridir.''

Ergin, kendisine günde en az 80-100 kişinin tayin, atama, terfi ve iş talebiyle geldiğini; ilgili bürokratı arayarak ''Falanca arkadaş gelecek, mevzuat çerçevesinde yardımcı olun'' şeklinde katkıda bulunduğunu söyledi. Kendisine gelen Artar'a, ''Sen bir bürokratsın, ilgili kanunlar çerçevesinde bu işleri yapacaksın, kayırma söz konusu olamaz'' dediğini bildiren Ergin, ''Bir partinin grup başkanvekili, milletvekili; bir ilçedeki hastanenin camını kim takacak, musluğunu kim onaracak; bunlarla uğraşmaz''dedi.

Belgeyi göstererek, ''Bu, bir talimat değildir, belge değildir. Bu, bir müsveddedir, karalamadan ibarettir'' diyen Ergin, hastaneden söz konusu kişilere herhangi bir alım satım olmadığını, iş temini yapılmadığını kaydetti.


Ergin, bir soru üzerine, yazıda belirtilen isimlerin o camiada çalışan kişiler olduğunu, ancak görevlerini bilmediğini söyledi. Ergin, bir başka soru üzerine, ''Hatay merkezde 550 yöneticimiz var. Bu isimleri de tanırım. Ancak bunlara iş verilmesi gibi bir talimatımız kesinlikle olmamıştır. 3.5 yıldan beri iktidarda olan bir partinin grup başkanvekili olarak, önüme çıkartılabilen en güçlü iddiabuysa, bundan gurur duyarım. Bu, gayrı ciddilikten öteye geçemeyecek bir belgedir'' diye konuştu.

Soruşturma raporlarının gereğinin yapıldığını belirten Ergin, kişinin soruşturma sonucunda bulunduğu yerden ilişiği kesilerek ilçe hastanesine atandığını kaydetti.

Ergin,''Yaşar Bey'in atamasında sizin katkınız var mı?'' sorusuna, yer değiştirmenin 2003'te olduğunu, şu anda kamuda yer değiştirmelerin tamamen siyasetçilerin talimatıyla olmadığını, böyle bir görevlendirme yapılırken karşı çıkmadığını ifade etti.

Ergin, Artar'ın, ''Hastanede görevli bir kadın personele cinsel tacizde bulunmasıyla ilgili olarak, şikayet üzerine başlatılan soruşturma sonucunda ilçe hastanesine gönderilmesini'' soran gazeteciye, olayın hukuki boyutunun Hatay Valiliği dosyasında olduğunu söyledi.

Afaki, mesnetsiz şeyler konuşmadığını, iddia sahibi ile ilgili sözlerinin belgeleri, mahkeme zabıtları ve soruşturma evrakının kendisinde bulunduğunu belirten Ergin, ''Çamur üzerinden, belden aşağı yöntemleri kullanarak siyaset yapmayı uygun bulmuyorum'' dedi.

DANIŞTAY'IN BAŞÖRTÜSÜ KARARI 

TBMM'de gazetecilerin sorusu üzerine Danıştay'ın başörtüsüyle ilgili kararını değerlendiren Ergin, ''Bana göre yargı kurumları, yargı organları mevcut yasaların uygulanmasını ve bu yasaların uygulanmasındaki tasarrufları denetler. Ama yargı organları, yasama yerine geçmemelidir'' dedi. 


http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=32349






..