11 Nisan 2017 Salı

Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 1


  Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, 
BÖLÜM 1



Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken; Küresel Tarih Yazımında Dönüşüm ve Süreklilikler 

Efe Sıvış 
İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi 

Özet 

Soğuk Savaş sürecinin sona erişinden günümüze, siyasi tarih araştırmalarında küreselleşme kavramına yapılan vurgunun arttığı görülmektedir. Bu çalışmada; insanların, ürünlerin, hizmetlerin ve bilginin ülkelerarası dolaşımının serbestleştiği bir süreç olarak kavramsallaştırılan küreselleşmenin siyasi tarih yazımı üzerinde beklenen olası etkileri ele alınmaktadır. Toplumlar arası etkileşimin artması, yaşanılan ortak gezegenin tarihinin yazılması ihtiyacını doğurmaktadır. Bu ihtiyaca cevap vermesi beklenen yaklaşım olarak küresel tarih yazımı öne çıkmaktadır. 

Çalışmada küresel tarihin önceli olan dünya tarihi yazımının dört karakteristik özelliği ele alınmıştır. Bunlar Batı merkezci yaklaşım, ulus devlet odaklı yaklaşım, modernleşme teorisi eksenli yaklaşım ve menfaat odaklı yaklaşımlardır. Makalenin ana sorusu, küresel tarih yazımında bu özelliklerin dönüşüm ya da süreklilik arz edip etmeyecekleridir. Çalışmada, belirtilen yaklaşımların küresel tarih perspektifiyle çelişmesi/uyum göstermesi beklenen yönleri üzerinde durulmuştur. Buna göre Batı merkezci, ulus devlet odaklı ve modernleşme teorisi eksenli yaklaşımların küresel tarih yazımında belirli nispetlerde dönüşüm geçirmesi beklenmelidir. Çalışmada, süreklilik arz edecek olan özelliğin ise menfaat odaklı yaklaşım olduğu savunulmaktadır. Bu yaklaşım, siyasal-toplumsal çalışmaların ana motivasyonunu tarihsel olarak devlet yönetimleri, iş dünyası ve misyonerler gibi belirli grupların menfaatlerinin oluşturduğunu öngörmektedir. Buna göre önümüzdeki dönemde küresel bir 
yaklaşımla gerçekleştirilecek olan siyasi tarih çalışmalarının belirtilen menfaat odaklı özelliği mahfuz tutacağı savunulmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: küresel tarih, dünya tarihi, batı merkezci, ulus devlet, küreselleşme 

Problem Durumu Siyasi Tarih Yazımında Irk Odaklı Yaklaşım 

Siyasi tarih disiplininde yapılagelen akademik çalışmalar birçok alt ve yan sorular barındırmış olsa da özünde basit bir soruya odaklanmıştır; 1500’lü yıllardan itibaren dünyanın geri kalanını silah, ticaret, teknoloji ve diplomasi yoluyla fethedenler niçin Avrupalılar olmuştu da mesela Çinliler ya da Afrikalılar olmamıştı? 

Kimi görüşlere göre tarihin farklı bölgelerde farklı patikalar izlemesinin sebebi insanların ve toplumların doğalarının birbirinden farklı olmasıydı. Bir başka deyişle, bu yaklaşıma göre Avrupalı insanların doğaları, dünyanın geri kalanını fethetmeye Çinlilerden ya da Afrikalılardan daha müsaitti (Diamond, 2005). 

Bu perspektifin siyasi tarihin tüm dinamiklerini göz ardı ederek konuyu sadece insanın doğasına bağlaması ırk odaklı bir yaklaşım olarak görülebilir. Almanya’nın Şansölyesi Adolf Hitler’in 1933’te öncülüğünü yaptığı siyasi bir hareket olan ırkçılık 2. Dünya Savaşı’nın 1945’te sona ermesiyle miadını önemli ölçüde doldurmasına rağmen siyasi tarih yazımında ırk odaklı olarak değerlen dirilebilecek bir anlayışla yapılan çalışmaların akademik literatürü belirli bir süre domine etmeyi sürdüğü gözlenebilir. Irk odaklı unsurlar içermeyen çalışmaların ise ancak 1960’lı yıllardan itibaren ortaya çıktığı görülmektedir. Bu süreçte siyasi tarihçiliğin iktisat, sosyoloji, antropoloji gibi bilim dallarından ödünç alarak yeni bakış açıları kazandığını vurgulamak gerekir. 

Bu kazanımlar yukarıda belirtilen ırk odaklı ya da ‘insan doğası’ kaynaklı yaklaşımın aşılması yönünde yapılan çalışmaların artışına neden olmuştur. Irk odaklı yaklaşımların ortaya çıkışında Batılı akademisyenlerin siyasi tarihi ve doğal olarak sömürgeleşmenin tarihini ‘aklama’ girişimlerinin rolü olduğu ve bu yaklaşımların Batı merkezci siyasi tarih yazımının bir tezahürü oldukları düşünülebilir. 
Ayrıca sömürgeleşme sonrası yaşanılmış insani dramlara dair pişmanlığın siyasi tarihçiliği ırk odaklı bir yaklaşıma gark ettiği savunulabilir. Bu yaklaşıma göre tüm yaşananlara sebep olan yalnızca Avrupalıların doğasıydı ve tarihin bu şekilde tecelli etmesi kaçınılmazdı, dolayısıyla ortada herhangi bir suçlunun aranması beyhude bir çabadan ibaret olacaktı. 

Küreselleşme olarak addedilen süreç, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ilga olan siyasi tarih paradigmalarının yerine farklı bir siyasi tarih yazımını ön gören surette gelişmiştir. Gelinen noktada siyasi tarih yazımında evvelce yenilikçi unsurlar içeren Annales okulunun, Marksist yaklaşımların siyasi tarihçiliğe katkılarının belirli nispetlerde yetersiz kalmaya başladıkları ve yeni gerekliliklerin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu makalede siyasi tarih yazımını çağın yeni gereklilikleri yönünde teşmil edilen yöntem ‘küresel tarih yazımı’ olarak kavramsallaştırılmıştır. 

Küresel Tarihin Siyasi Tarihçiliğin Önceki Kazanımlarıyla İlintisi 

Öncelikle küresel tarih yazımında kültürel teorilerden faydalanma eğiliminin yeni siyasi tarih yazımında önemini yitirmediği görülmektedir (Hunt, 2014). Küreselleşme teorisyenleri tarafından bu noktada yapılan vurgu, eski perspektiflerin kullanıma devam edilmesi, bunların tarihçilikte önemli araçlar olduğu ve bu kazanımların küreselleşmenin ideolojik uygulamalarını gözden kaçırmamak açısından önemli oldukları yönündedir. Annales okulunun önemli bir temsilcisi, siyasi tarihin; ekonomik, toplumsal, siyasi ve kültürel açıdan bir bütün olarak ele alınması gerektiğini belirtmiştir (Lovett, 1983). Benzer şekilde Batı medeniyetine kuşkucu bir şekilde yaklaşan, bugün gelişmişlik düzeyi bakımından göreli olarak geride olan/bırakılan ülkelerin içinde bulundukları durumu Batı’nın 
1500’lü yıllardan itibaren söz konusu ülkeleri ekonomik açıdan sömürmesiyle açıklayan çalışmaların siyasi tarihçilik açısından önemli bir kazanım olduğu düşünülebilir (Wallerstein, 2004). Benzer şekilde Andre Gunder Frank’in Batı merkezci bir tarihçiliği reddetmesi, çalışmalarında ağırlık merkezi olarak Latin Amerika’ya ve Asya’ya yer vermesi siyasi tarihçiliğin kalıplaşmış, tek yönlü bakışına karşı bir adım olarak değerlendirilebilir (Frank, 1970). Siyasi tarihçilik teki müesses nizama karşı bir duruş sergileyen bu gibi yaklaşımların küreselleş me paradigması ile entegre olması, siyasi tarihçilik açısından önem arz etmektedir (Hunt, 2014). 

Küreselleşme Sürecine İki Farklı Yaklaşım; Yenilikçiler & Dönüşümcüler 

Dünyanın Soğuk Savaş sonra yaşanan süreçte sistemik bir dönüşümün içinden geçtiği düşünülebilir. Küreselleşme kavramı üzerindeki tartışmalar, bu büyük dönüşümün atmosferini yansıtmaktadır. Bu fenomenin tam olarak nasıl kavramsallaştırılacağına dair genel bir uzlaşı bulunmamaktadır. Küreselleşme, daha önceki düzenden radikal bir sapış mıdır? Yoksa zaten var olan eğilimlerin farklı bir retorikteki tezahürü müdür? Küreselleşme teorisyenleri bu sorulara çok farklı cevaplar verebilmektedirler. Örnekse ‘dönüşümcüler’ olarak adlandırılan grup, dünya düzeninde tarihsel bir kayma yaşandığını iddia etmekte fakat yenilikçilerden farklı olarak yaşananların biricik ve ahistorik bir fenomen olduğu görüşüne katılmamaktadırlar. Buna göre küreselleşme süreci modern çağların 
başından beri gelişmektedir. Çeşitli toplumların ve ekonomilerin 1500’lü yıllardan itibaren kademeli olarak birbirleri ile entegrasyonuna benzer şekilde bugün de teknolojilerin, internetin ve diğer unsurların tüm toplumları birbirine bağladığı görüşü öne çıkmaktadır. Bu görüşe göre küreselleşme, büsbütün yeni bir kavram olmaktan ziyade uzun erimli bir tarihsel sürece işaret etmektedir. Bu 
nedenle tamamen farklı bir süreçten ziyade bir süreklilikten ve dönüşümden bahsetmek gerekmektedir. Küreselleşmenin sürekliliğine atıf yapan bu kesimler dünyanın onyıllardır kademeli olarak bölgesel ticari bloklara ayrıldığı ekonomik ve siyasi bir sürece dikkat çekmektedirler. Bugün yaşanan dönüşüm ise yalnızca tarihin konjonktürel faktörlerle şekillenmesinden ibarettir. 

Yenilikçiler olarak addedilebilecek karşıt kesim ise küreselleşmenin yüzyıllardır belirli nispetlerde var olan bir süreç olduğu ve fakat bu sürecin Soğuk Savaş’ın ardından daha da derinleştiği, yalnızca bir dönüşümün yaşandığı konusunda ikna olmamış görünmektedirler. Bu görüşe göre küreselleşme olarak telakki edilebile cek yeni bir süreç yaşanmaktadır. Ne var ki iki tarafın da üzerindeuzlaştığı nokta günümüzde küreselleşme denilen bir olgunun mevcudiyetidir (Held, 1999). 

Amaç 

Postmodernizmin 1980’lerin dünyasını açıklamada anahtar kavram olmasından hareketle, küreselleşmenin de insanlığın üçüncü milenyumdaki dönüşümünü anlamak için önemli bir araç olacağı savunulabilir (Waters, 1995). Küreselleşme, yaşanan süreçte insana dair hemen her alanda ağırlığını hissettirdiği gibi siyasi tarih yazımında da ön plana çıkmakta ve siyasi tarih yazımını şekillendirici bir rol oynamaktadır. Küreselleşme paradigmasının, Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip şekillenen ideolojik atmosferde tüm ülkelerin birbirleriyle olan kaçınılmaz etkileşimi ve küresel sistem içindeki aktörlerin birbirleri ile olan ilişkilerinin derinleşmesi siyasi tarih yazımını da etkilemiştir. 

Küreselleşme kavramının esasen Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip son yirmi yıldır yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Kavram, yaygın olarak ekonomik bir fenomeni tasvir etmektedir. 
Küreselleşme denilen süreçte uluslararası şirketler ve finansal sistemler, siyasi bariyerlerden belirli nispetlerde kurtulmuşlardır. Hızlı tüketim ve kültür metalarının ülkelerin sınırlarını aşması ve dünyanın küresel bir köy olarak konumlandırılması bir hedef olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca bu hedeflerin gerçekleşmesini, kültürel ve hızlı tüketimin artışını temin edebilmek için gerekli alt yapıyı hazırlayan telekomünikasyon ve internet çağına vurgu yapılmaktadır. 

20. Yüzyılın ortalarından itibaren ulaşımda ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin uluslararası düzeni etkilediği görülmektedir. Günümüzde insanların, hizmetlerin, bilginin, metaların dünyanın bir bölgesinden diğer bir bölgesine kolaylıkla taşınabildiği bir süreç yaşanmaktadır. Tüm finansal işlemlerin günün herhangi bir saatinde, bir bilgisayar ekranından gezegenin herhangi bir 
yerinden yönetilebildiği bu sistem, insanlar arasındaki mesafenin dramatik bir şekilde ‘azalması’, mekan ve zaman hakkında yeni tahayyüllerin oluşmasınavesile olmuştur. Böylece başkaca bir dünyanın ‘bizim’ dünyamızdan pek de kopuk olmadığı fikri oluşmaya başlamıştır. Nihayetinde tüm insanlık aynı araçta yolculuk eden ve benzer deneyimleri yaşayan bir topluluktan olduğuna yönelik bir algının oluştuğu görülmektedir. Bu nedenle siyasi tarihin de tüm insanlığın tarihini ele alabilecek şekilde küresel bir perspektiften yazılması ihtiyacı tartışılmaya başlamıştır. Bu çalışmanın amacı bahse konu ihtiyaca yönelik tartışmaların sentezlenmesi suretiyle dünya tarihi yazımından küresel tarih yazımına geçişte yaşanması beklenen dönüşüm ve sürekliliklere işaret etmektir. 

Küreselleşmenin Getireceği Potansiyel Sorunlar 

Küresel tarih yazımı ve siyasi tarihçiliğin küresel bir bakış açısıyla yazılması iki ana potansiyel sorunu beraberinde getirmektedir. Birincisi küreselleşme, odak noktasını dünya genelindeki makroekonomik göstergelere dolayısıyla Batı lehine bir tutum yönünde sabitleme noktasında eğilim gösterebilecektir. İkincisi ise küresel tarih yazımının ekonomik faktörlerin diğer tüm dinamikleri belirlediği gibi bir ön kabulle yola çıkma ihtimalidir. Bu sebeplerden küreselleşme kavramının siyasi tarihçilikte bugüne dek yöneltilen eleştirilere yeni bir açılım getirmeme ihtimalinin olduğu savunulabilir. Daha önemli bir diğer çekince ise, küreselleşme paradigmasının yeni bir açılım getirmek şöyle dursun siyasi tarihçilikte yukarıda bahsedilen yenilikçi yaklaşımların on yıllardır elde ettiği kazanımları dahi 
tamamen boşa çıkarması ihtimalidir (Hunt, 2014). Küreselleşmenin yalnızca ekonomik bir fenomen olduğu yönündeki algının siyasi tarih çalışmalarına sirayet etmemesi titiz bir çalışmayı ve hususi bir özeni gerektirmektedir. Bu sebeple küreselleşme kavramının yaygın kullanımı revize edilmeli ve ekonominin önemi göz önünde bulundurulmakla beraber ekonomik unsurların başı çektiği ve tüm 
diğer dinamikleri belirlediğini varsayan anlayışa şüpheyle yaklaşılmalıdır. 

Bu tartışmalar genel olarak akademide küreselleşme kavramının diskurunu oluşturmaktadır. Fakat diskurun içindeki odak noktası birincil olarak küreselleşmenin varoluşunu araştırmak ve hedefinin anlaşılmasıdır. Tartışmalardan beklenen ise siyasi tarihçiliğin küreselleşme sürecinden istifade etmesinin sağlanmasıdır. Yukarıda belirtildiği üzere küreselleşme kavramının siyasi tarihin önceki kazanımları olarak belirtilen sosyal ve kültürel teorilerle entegre edilmesi daha kapsayıcı bir sonuca varılmasına vesile olabilir. Bunu yaparken küreselleşmenin yeni dinamiklerinin ve iktisadi gerçekliklerin de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. 

Siyasi Tarihin ‘Cazibesi’ 

Siyasi tarih, insanlara bugünü yorumlama konusunda çeşitli olanaklar sağlamaktadır. Makalenin başındaki soruda belirtildiği gibi günümüz dünyasında kıtalar, bölgeler, ülkeler arasında oluşmuş muazzam farkların sebeplerinin açıklanmasına katkıda bulunmasının, siyasi tarihin bugün halen cazibesini korumasındaki önemli unsurlardan biri olduğu savunulabilir. Bu farkın insanlar tarafından hissedilmesi ve toplumların kendi yaşam standartlarının farklı toplumların yaşam standartlarına kıyasla daha yukarıda ya da aşağıda olduğu yönündeki farkındalıklarının, siyasi tarihe yönelik teveccühü hem toplumlar hem de akademisyenler nezdinde artırdığı söylenebilir. Ne var ki siyasi tarihçilerin hangi konuları araştırması ve hangi yöntemle araştırması gerektiği konusunda halen genel bir uzlaşıya varılmış değildir. Post-modernist perspektif, siyasi tarihçilik anlayışında geçmişte yaşananlara tarafgir ve tek yönlü bir bakış açısıyla yaklaşılmaması gerekliliği yönünde bir nosyon oluşmasına katkı sunmuş görünmektedir. Diğer yandan iletişim teknolojileri sayesinde coğrafi olarak birbirine hayli uzak olan ülkeler arasında dahi erişimin mümkün olması siyasi tarihçilere önemli olanaklar sunmuştur. Küresel tarih yazımında geniş anlamda toplumların, dar anlamda ise farklı etnisiteler, dini gruplar ve azınlıklar gibi unsurların göz önünde bulundurulması gerekliliği görülmektedir. Oysa klasik dünya tarihi yazımında lider ve devlet odaklı ‘yukarıdan’ bakış açısı öne çıkmıştır. Son zamanlarda popülerlik kazanan çevre, iklim ve küresel dünya ekonomisi gibi konular da evvelce ayrı ayrı devletleri ve devletlerin ordularının birbirleriyle yaptıkları muharebeleri merkeze alan siyasi tarih yazımını kuşkusuz etkilemektedir. 

Küreselleşme ve Batı İlişkisine Yöneltilen Eleştiriler 

Küresel tarih yazımının da öncelleri gibi zımni olarak çeşitli siyasi emeller yönünde araçsallaştırılabileceği yönünde eleştiriler mevcuttur. Bu görüşteki akademisyenler küresel tarihin de bir ideoloji barındırdığını ve Batı bloğunun küreselleşme kavramını dünyayı kültürel ve ekonomik olarak domine etmek için bir araç olarak kullanıldığını savunmaktadırlar (Conrad, 2016). Bu çerçevede ABD’nin 1997, 1998, 1999 tarihli Ulusal Stratejik belgelerinde küreselleşme kavramına özel bir önem atfedildiği görülmektedir. Bill Clinton’ın ABD başkanlığı döneminde açıklanan 1999 Ulusal Strateji Belgesinde uluslararası ilişkiler alanındaki politikalar küreselleşme kavramı çerçevesinde ele alınmıştır. ABD’nin Stratejik Belgesine göre küreselleşme; ekonomik, kültürel, teknolojik ve siyasi 
bütünleşmeyi hızlandıran, değişik coğrafyalarda yaşayan insanları birbirine yaklaştıran, yeryüzünün her yerinde demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi kavramları olumlayan bir süreçti (Erhan, 2001). 

Küreselleşme kavramının Batı ile ilişkisine kuşkuyla yaklaşan görüşler, küreselleşme denilen sürecin siyasi tarih yazımında belirli noktaları bilinçli olarak gölgede bırakma, toplumları ve bireyleri odak noktasından kaçırma, esas görülmesi gerekenleri göstermeme eğiliminde olabileceği ihtimalleri üzerinde durmaktadırlar. 

Küreselleşme süreci aynı zamanda ‘az gelişmiş’ olarak kümelenen ülkelerin, ekonomik ve kültürel emperyalizm sistemi içinde sömürülmeleri suçlamalarına maruz kalmaktadır. Adam Smith, Max Weber, Karl Marx ve Friedric Engels gibi düşünürlerin, çalışmalarında, siyasi tarihi, küreselleşme kavramı üzerinden olmasa da ekonomik açıdan ele aldıkları görülmektedir. Küresel sistemin tarihsel gelişimi olarak addedilebilecek süreç ise siyasi tarihi uzun erimli bir perspektiften ele alan Fernand Braudel ve Immanuel Wallerstein gibi akademisyenler tarafından eleştirel bir üslupla yazılmıştır. 
Küreselleşme kavramına akademyadaki tartışmalarda yöneltilen eleştirilerin sürdürdüğü görülmektedir. Buna göre Batı Bloğu, gezegeni bir kez Avrupalılar bir kez de Kuzey Amerikalılar olmak suretiyle hali hazırda iki kez fethetmiş bulunmaktadır, şu an yaşanan süreç ise üçüncü fetihle Batı dominasyonunun pekişmesine vesile olmaktadır (Amin, 1997). Dünyanın dönüşümüne ilişkin bu 
tip bir kuşkuculuğun yalnızca kronik sol görüşe mal edilmemesi gerekir. Sağ görüşten de küreselleşme sürecine eleştirel çıkmaktadır, ABD’nin küresel hegemonyasını dünyaya yayması için araçsallaştırıldığını belirten muhafazakar tarihçiler görüş bildirmektedir. Buna göre siyasi küreselleşme, bu işlemin ifa edilebilmesi için kullanılan bir maskeden ibarettir (Ferguson, 2001). 

İletişim teknolojilerinin gelişmesi, bilginin dolaşımını eskiye nispetle çok daha kolay hale getirmiştir. Bu imkanların siyasi tarih yazımında etkileri olması beklenmelidir fakat belirtildiği üzere bahse konu imkanların ve teknolojilerin, orjinleri itibariyle açıktan olmasa da zımni olarak bir Amerikan ya da Batı egemenliğini dayatma fonksiyonu üstlenme ihtimali de yöneltilebilir bir eleştiridir. 

Yöntem 

Bu çalışma, küresel tarih yazımında dikkate alınması gereken noktalar üzerine yoğunlaşmıştır. Çalışmada küresel tarih yazımının öncelleriyle kıyaslandığında yaşanması beklenen dönüşüm ve süreklilikler dört ana başlıkta toplanmıştır. Bunlardan ilki Batı merkezci siyasi tarihçilik anlayışıdır. İkincisi küresel sistemi analiz eden çalışmalarda analiz düzeyi olarak yalnızca ulus devleti odak 
noktasına koyma eğilimidir. Bu bölümde 1648 yılında imzalanan Vestfalya anlaşmasından sonraki süreçte şekillenen ve 1789 Fransız Devrimi ile oluşumları hız kazanan ulus devletlerin günümüzde ne derecede geçerli oldukları tartışılacaktır. Üçüncüsü modernleşme teorisi yönündeki yaklaşımdır. Bu bölümde serbest pazar ekonomisine sahip ve Batılı demokratik değerleri benimseyen ülkelerin diğer tüm ülkeler için bir çıpa olarak konumlandırıldığı tarih anlayışı ele alınacaktır. Dünyadaki tüm ülkelerin doğrusal olarak belirli aşamalardan geçip nihayet liberal demokrasi sisteminin içselleştirildiği ülkelere dönüşmesi olarak özetlenebilecek önerme tartışılacaktır. Dördüncü unsur ise siyasi tarihin geçmişte olduğu gibi belirli grupların menfaatleri doğrultusunda yazılmaya devam edip edilmeyeceği konusudur. Bu bölümde siyasi tarihçiliğin geçmişten bugüne hangi odakların menfaatlerine yönelik yapıldığı ve çalışmaların idame ettirilebilmesi için gerekli olan finansal kaynakların sağlanmasının bağlı olduğu dinamikler değerlendirilecektir. 

Çalışmada küreselleşme sürecinin siyasi tarih yazımına etkileri çerçevesinde, makalede ele alınan dört maddenin ilk üçünde belirli nispetlerde dönüşümün, dördüncü maddede ise sürekliliğin beklendiği argümanı savunulacaktır. Dört maddeden evvel ise küresel tarih yazımı ve dünya tarihi yazımı arasındaki yaklaşım farkının, dünya ve yerküre kavramlarının diplomasi tarihindeki ve günlük kullanım teamüllerindeki nüansları üzerinden analizi gerçekleştirilecektir. 

Dünya ve Yerküre Kavramlarından Dünya Tarihi ve Küresel Tarihe 
Dünya tarihi ve küresel tarihin arasındaki farkları anlamak açısından dünya ve yerküre terimlerinin kullanım teamülleri önemli ipuçları içermektedir. Yüzyıllardır süregelen yaygın kullanım incelendiğinde ‘dünya’ kavramının gezegenimizin tümünü işaret etmekten ziyade insanların yalnızca kendi erişimlerinin bulunduğu alanları belirtmek için kullanıldığı görülmektedir. Avrupalıların tarihsel süreç içinde kendi yaşadıkları ortamı ‘dünya’ kavramıyla özdeşleştirdikleri görülmekte dir. Buradaki dünya, astrolojide ya da uzay fiziğinde yer aldığı şekliyle ‘dünya’ değildir. 1492 yılında Portekizli bir denizci Amerika kıtasını keşfettiğinde Avrupalılar, keşfedilen yerin aynı gezegende olduklarını bilmelerine rağmen yeni bir ‘dünya’ bulduklarını ileri sürmüşler ve Amerika kıtasına ‘Yeni Dünya’ ismini takmışlardır (O'gorman, 1972). 

Bir başka deyişle her toplumun kendi dünyası vardır, gezegenin tamamını belirtmek için ise başına ‘tüm’ ya da ‘bütün’ sıfatları getirilmesine ihtiyaç duyulur. İronik görünse de kullanım teamülleri açısından dünya kavramı tek başına tüm dünyayı işaret etmemekte, hatta insanların dahi tekil olarak 
kendi dünyalarına sahip olduğu düşünülmektedir. 

Bu yaklaşım siyasi tarih yazımına bakıldığında da geçerli görülmektedir. Dünya terimi, insanların yalnızca kendi erişimlerinin bulundukları alanlara işaret ettiği gibi dünya tarihi de benzer şekilde belirli bir toplumu ya da bölgeyi merkeze alan bir siyasi tarih anlayışına işaret etmektedir. 

Dünya kavramından farklı olarak gezegenin tamamına işaret etmek için ise iki eşanlamlı terim öne çıkmaktadır. Bunlar yeryüzü, ya da küresel tarihin isim kaynağı olan yerküre kavramlarıdır. Kullanım teamülleri açısından dünya ile yerküre aynı anlama gelmemektedir. Yukarıda belirtildiği gibi dünya kavramı, daha dar bir anlama sahipken, yeryüzü ya da yerküre kavramları gezegenin tamamına işaret etmektedir. 

Örnekse Avrupalıların zamanında Amerika kıtasını tanımlamak için kullandıkları ‘Yeni Dünya’ terimi yerine ‘Yeni Yerküre’ terimi kullanılamaz. Benzer şekilde 2. Dünya Savaşı’nın 1945 yılında sona ermesinden Sovyetler Birliği’nin 1991 yılındaki çöküşüne kadar yaşanmış Soğuk Savaş döneminde aralarında Mısır, İran, Venezuela’nın da bulunduğu belirli ülkeler ne ABD’nin ne de Rusya’nın 
tarafında yer almışlardır. ‘Bağlantısızlar’ adı verilen bu harekete mensup olan ülkeleri tanımlamak için ‘3. Dünya Ülkeleri’ kavramı kullanılmıştır (Tomlinson, 2003). Bu kavramın yerine ‘3. Yerküreleri‘ terimi kullanıldığında yine aynı anlamı vermeyecektir. 

Yerküre, uzay boşluğunu işaret etmektedir ve sanki gezegenimizin dışında uzayda durup gezegenimize bakılarak yapılmış bir tanımdır. Buradan siyasi tarihçiliğe geçmek gerekirse, bir uzay bilimcisinin yerküre kavramını kullandığı gibi siyasi tarihçinin de ülkelerin ‘küçük’ ve ‘subjektif’ dünyalarının değil tüm yerkürenin tarihini yazması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan dünya 
tarihi ile küresel tarih arasındaki farkın anlaşılmasında dünya ve yerküre terimlerinin sözlük anlamları ve diplomasi tarihindeki kullanım teamülleri önem arz etmektedir. 

‘Dünya’ sözcüğünün birincil anlamı, ‘Üzerinde yaşadığımız toprak ve denizler, yeryüzü’ olarak verilse de, günlük kullanımda daha çok ikincil, üçüncül, dördüncül, beşincil ve altıncıl anlamlarının öne çıktığı görülmektedir. Bunlar sırasıyla şöyle sıralanmıştır; (i) Dış çevre, ortam, (ii) İnançları bir olan ülke ve insan topluluğu, (iii) Meslek veya işbirliği içinde bulunan kimseler, camia, (iv) Herkes, (v) Duygu, düşünce ve hayal alemi. Diğer yandan yerküre teriminin tek bir anlamı vardır ve sarihtir; ‘Üstünde yaşadığımız gök cismi, yer, yer yuvarı, yer yuvarlağı’ (TDK, 2011). 

Batı Merkezci Yaklaşım 

Siyasi tarih disiplini Avrupa ve Avro-Amerikalıların dünyanın geri kalanındaki bölgelerin kahir ekseriyetini ve bu bölgelerde yaşayan insanları domine ettiği dönemlerde ortaya çıkmıştır. Evvelce belirtildiği üzere akademyadaki bazı görüşlere göre bu dominasyon süreci halen devam etmektedir. 19. yüzyıldan itibaren hız kazanan ulus devletlerin inşa süreciyle beraber endüstriyelleşme ve 
emperyalizm kavramlarının da profesyonel tarihçiliğin ortaya çıkmasında payı olduğu savunulabilir. 19. Yüzyılda Birleşik Krallık’ta başlayan endüstri devrimi Avrupa’nın yalnızca iktisadi sistemini dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda Avrupalıların ve Avro-Amerikalıların orantısız, asimetrik bir biçimde askeri ve ekonomik güce sahip olmasına vesile olmuştur. Bu güç sayesinde Batı’nın, 
kendisinden coğrafi açıdan göreli uzak olan toprakları fethetme kabiliyetine eriştiği görülmektedir. Bu türden bir kabiliyet, Batı’nın diğer ülkelerin kaynaklarını ekonomik olarak sömürebilmesine ve bu bölgelerin insanlarını kendi sömürge yönetimlerine tabi kılabilmesine yol açmıştır. Profesyonel tarihçilik mesleğinin oluşumunun bu dönemlere rastlamasının tesadüfi olduğu düşünülmemelidir. Hem endüstri devriminin hem de kendi mensup oldukları devletlerin önemini vurgulama eğilimindeki siyasi tarihçiler, bu dönemde Avrupanın ‘dâhiyane’ ve ‘mucizevi’ tarihsel gelişimini izaha kalkışmışlardır. 

19. yüzyılda yaşamış olan Karl Marx, Friedrich Hegel ve Leopold von Ranke’nin görüşleri birçok alanda farklılık gösterseler de Avrupa’yı Akdeniz merkez olmak suretiyle dünya tarihinin çekirdeği sayma noktasında uzlaşmış görünmektedirler. Bu çalışmalarda Afrika, Kolomb öncesi Amerika ve Asya toprakları ise tarihsel gelişimin uğramadığı durgunluk ve miskinlik merkezleri olarak görülmektedir (Gills & Thompson, 2006). Hegel’in eserlerinde; Akdeniz bölgesi, açıkça “dünya tarihinin merkezi” olarak telakki edilmiş, Doğu Asya’nın ise genel tarihsel gelişimden muaf olduğu ve tarihsel gelişime herhangi bir katkı sunmadığı görüşleri savunulmuştur (Hegel, 1956). 

Bu yöndeki görüşlerin, dönemin Avrupalı emperyalistlerinin görüşleriyle uyum içinde oldukları görülmektedir (Adas, 1989). Benzer görüşler ayrıca akademyada halen süren bir görüş ayrılığına da sebebiyet vermişlerdir. Bu anlayışa göre Avrupa toprakları ve Amerika’nın yakın zamanda Avrupalılaştırılan toprakları diğer tüm toplumlara emsal teşkil edecek bir tarihsel gelişimin öznesi olmuşlar dır. Asya, Güney Sahara Afrikası, Kolomb öncesi Amerika, Okyanusya ve Tropik Dünya gibi bölgelerin toplumları ise genel itibariyle ancak antropoloji disiplininin öne çıktığı siyasi tarih çalışmalarında kendine yer bulabilmiştir. 

Buna mukabil Batı merkezci bakışı kırabilmiş akademik çalışmalar da bulunmaktadır. Bu çalışmalardan bazıları küresel çapta üne kavuşmuş ve siyasi tarih derslerinde, siyasi tarihe farklı bir yaklaşımın görülebilmesi açısından, Batı merkezci tarih klasikleriyle bir arada okutulmaktadır (Said, 2003). Batı merkezci yaklaşımı reddeden bir bakış açısıyla yazılmış olan ‘Şarkiyatçılık’ isimli eserin, 
kendisi gibi farklı bakış açılarının yer aldığı eserlerin yazılmasının önünü açtığı savunulabilir. Bunun yanında yerel kültürlere odaklanan yaklaşımların da Batı medeniyetinin hegemonyasını reddetme iddiası taşıdığı düşünülebilir. Buna göre çeşitlilik ve farklılıklar, Batı merkezci yaklaşıma önemli bir alternatiftir ve insan haklarını temin edecek olan anlayış da budur (Mignolo, 2000). 

Küreselleşme, kimi teorisyenlerce toplumsal süreçler açısından yerel ve bölgesel düzeyden dünya düzeyine ilerlemeci bir artış olarak tanımlanmaktadır (Bayly, 2002). Küreselleşmenin evvelce belirtildiği üzere kimi görüşlere göre bizatihi Batı Bloğunun domine ettiği bir kavram olması hasebiyle bu perspektiften yapılacak olan çalışmaların Batı merkezci bir bakış ihtiva etmesinin kaçınılmaz 
olduğu da yapılan eleştiriler arasındadır (Hunt, 2014). Öte yandan küreselleş menin yalnızca Batılı bir fenomen olduğu görüşünün hayli tartışmalı olduğu yönünde verilerin mevcut olduğu, küreselleşmenin Batılı olduğu kadar Doğulu yanlarının da bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle bahse konu sürecin tamamının çok boyutlu bir şekilde analiz edilmesi gerekmektedir (Hopkins, 2002). 
Örnekse ‘ümmet’ kavramının ideallerini evrensel Müslüman değerler açısından incelemek gerekmektedir (Bennison, 2009). Benzer şekilde küreselleşme sürecinin Batının haricinde de geliştiğini gösteren çalışmalar mevcuttur (Van De Ven, 2004). 

Siyasi tarih alanındaki çalışmalara bakıldığında makalenin başında değinilen ırk odaklı yaklaşım, günümüzde önemli ölçüde reddedilmiş görünse de küresel tarih yazımında Batı merkezciliğin tuzağına düşmemek kolay görünmemektedir. 
Öte yandan Batı merkezciliğin çalışmalara her zaman bilinçli olarak yansıdığı da düşünülmemelidir. 

Belki bilinçli olarak Batı merkezci bir siyasi tarih yazımına tevessül eden akademisyenlerden daha fazla üzerinde durulması gereken bu yaklaşımın, çalışmalara gayri ihtiyari olarak sirayet etmesidir. 

Küresel kapitalizmin politik ekonomik temellerinde Batı merkezci yaklaşımın olduğunu savunan görüş, Batı merkezci yaklaşımdan bağımsız bir siyasi tarih yazımının zor olduğunu öngörmektedir (Dirlik, 1999). Ayrıca bu makalede küresel tarih yazımı sürecinde dönüşüm geçirmesi gerekliliğine işaret edilen bir diğer önemli unsur olarak analiz edilen ‘ulus devlet odaklı yaklaşım’ ile Avrupa modernitesi arasındaki göreli yüksek korelasyondan ötürü siyasi tarih yazımının bizzat Batı merkezci özelliği olduğunu düşünen ve bu özelliğin disiplinin 
ruhuna işlemiş bir kavram olduğunu söyleyen kötümser yaklaşımlar da mevcuttur (Chakrabarty, 2008). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,




***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder