REFAH YOL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
REFAH YOL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 42

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 42


5.1.6.8. 1997’den günümüze İmam-Hatip Liseleri ve Kur'an kursları 

İmam Hatip Liseleri, din görevlilerini yetiştirmek üzere kurulan meslek okulları 
olarak bilinmektedir. İmam-Hatip Liseleri, eğitim-öğretim birlikteliği anlamında bir inkılâp kanunu olan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti eğitim sistemi içinde yer alan 5 yıllık ilkokula dayalı bir okul türüdür. Atatürk’ün de ifade ettiği gibi; “her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir” derken Cumhuriyet nesline dini öğrenebilecekleri bir yer olarak okulu göstermiştir. Atatürk, 1924’te 5 yıllık ilkokula dayalı İmam ve Hatip Mektepleri açtırmıştır. Ancak birtakım sebeplerle 1932’de kapanan bu mekteplerin yerine,1948 tarihinde İmam-Hatip Kursları açılması kararlaştırılmış (resmi açılışı 15 Ocak 1949), 1951’de ise bugünkü İmam-Hatip Liseleri açılmaya başlanmıştır (Soylu, 2013, s.39). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısında alınan kararlar eğitimde de büyük 
değişimleri beraberinde getirmiştir. 1997 sonrasında yaşanan gelişmeler İmam-Hatip Liseleri için yeni bir dönüm noktası olmuştur. Sekiz Yıllık Zorunlu Eğitim kapsamında bu okulların orta kısımları kapanmış, bir sene sonra da üniversiteye giriş sınavında meslekî bir okul olması nedeniyle neredeyse sadece İlahiyat Fakültelerini tercih edebilir duruma gelinmiştir. Bundan dolayı da İmam-Hatip Liseleri daha önceki revaçta olan durumun tam tersine dönmüş, öğrenci mevcudunda azalmalar meydana gelmiştir (Doğan, 2006, s.41). 

Türkiye’de İmam-Hatip Okulları’nın 1949 yılında çok partili hayata geçilme 
sürecindeki politik hava içerisinde halkın talepleri doğrultusunda CHP tarafından sadece imam ve hatip yetiştirilmesine yönelik açılan meslek liseleri olmalarına rağmen, 28 Şubat post modern darbesine kadar tüm merkez sağ hükümetler tarafından desteklendiği ve bu okulların meslek lisesi olma ile sınırlı kalmayarak mezunlarının imam ve hatiplik haricinde de mesleklere yöneldiklerini ifade etmişlerdir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı sonrasında oluşan politik hava içerisinde iktidara getirilen Anasol-D koalisyon hükümetinin post modern askeri darbeyi yapanlarca desteklendiğini ve bu hükümetin iki bakımdan İmam-Hatip Okulları’nı “ marjinalleştirmeye çalıştığını” bunlardan birincisi diğer meslek liselerinin orta kısımlarının da dâhil edildiği haliyle bu okulların orta 
kısımlarının kapatılmasıdır. İmam-Hatiplerin marjinalleştirilmeye çalışılmasının ikinci yönü ise, bu okullardan mezun olan öğrencilerin kendi alanları haricinde herhangi bir yükseköğretim programına devamlarının, üniversiteye girişte katsayı uygulaması nedeniyle, hemen hemen imkânsız hale getirilmesidir (Özbudun, Hale, 2010, s.121-122). 

1998 yılı içerisinde eğitim alanında yeni düzenlemeler ile beraber meslek lisesi 
mezunlarının üniversitelerin ilgili alanlarına girişinin sağlayan katsayı düzenlemesi yapılmış ve bu düzenleme ile İmam Hatip Lisesi mezunlarının İlahiyat Fakültelerine girmeleri kolaylaşmıştır. Ancak bu uygulama dışardan bakıldığında öğrencilerin lehine gibi gözükse de aslında hiç de öyle değildir. Ancak bu uygulama, mezunlar kendi alanları dışında ki bölümlere girmek istediklerinde puanlarının düşmesine neden olmuştur. 

1998 yılında 192.718 öğrenci meslek lisesinde okurken, İmam Hatip Liselerinin 
bu sayı içerisindeki oranı % 21 idi. Üniversite giriş sınavında genel lise ve Meslek lisesi mezunlarına aynı katsayıların verildiği son yıl olan 1998'de, her beş meslek lisesi öğrencisinden biri İmam Hatip Lisesi öğrencisiydi (Doğan, 2006, s.41). 

1997-1998 Eğitim Öğretim yılında İmam Hatip Lisesi, Anadolu İmam Hatip 
Lisesi ve Çok Programlı Lise sayısı toplamı 609 iken, bu liselere devam eden öğrenci sayısı ise 178 bin idi. İmam Hatip Liseleri'nin orta kısımlarında 1996-1997 eğitim öğretim yılında 214 bin öğrenci okumaktaydı. Sekiz Yıllık Zorunlu ilköğretime geçilmesinin ardından 2002–2003 eğitim öğretim yılı sonunda toplam İmam Hatip Lisesi sayısı 536 olurken, öğrenci sayısı ise 70 bine geriledi. Bu okullara yapılan kayıtların azalması durumu, yeni hükümetin başa geçmesiyle yön değiştirmiştir. 2003 yılında 23 bin öğrenci kayıt olurken, bu sayı 2004 yılı itibariyle yüzde 50 artarak 35 bine ulaşmıştır.

7 Soğukdere,a.g.m., http://www.cnnturk.com,2005 

Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim Kanunu yürürlüğe girdikten sonra da çeşitli 
çevrelerde tartışmalar devam etmiş, cuma ve pazar günleri, cami önlerinde toplanan cemaat tarafından Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim protestoları yapılmıştır (Ayhan, 1999, s.433). 

İmam-Hatip Liselerinin genel öğretim içindeki konumuna yalnız din görevlisi 
yetiştirmesi gereken bir öğretim kurumu olarak bakanlar bile, okulların ve 
öğrencilerinin doğru tanınmadığından yakınmışlardır. Prof. Dr. Jale Baysal “İmam- Hatipliye de Saygı” başlıklı yazısında “... Binlerce caminin pek çoğunda, ilkokul diploması bile olmayan, dinden de dünyadan da habersiz cahil imamların iş basında bulunduğu düşünülürse, pekâlâ belli bir gereksinimi karşılaya bilecekleri söylenebilir...” (Ayhan, 1999, s.435) sözleriyle konuyu dile getirmiştir (Doğan, 2006, s.42). 

Bu konu zaman içerisinde büyük bir sorun haline gelmiş başta basın ve medya organları olmak üzere dönemin gazete ve dergilerinde de bu konu ile ilgili haberler yapılmış, gündeme özel başlıklar atılmış ve çeşitli konular hakkında da eleştiriler ortaya çıkmıştır. 

. Türkiye Gazetesi, “Din Eğitimi Engellenmiyor” 31 Temmuz 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “Şeriatçı Eğitim Dorukta”, 3 Mart 1997, 
. Yeni Kayseri Gazetesi, “Din Eğitimi Mutlaka Okullarda Verilmeli”, 
  15 Ağustos 1997, 
. Sabah Gazetesi, “Erbakan: Sekiz Yıllık Eğitim Hepimizi Bitirir”, 
   6 Mayıs 1997, 
. Yeni Gazete, “İmam-Hatipler Kapatılmamalı”, 15 Ağustos 1997, 
. Zaman Gazetesi “İmam-Hatibi Kapatamazlar”, 25 Temmuz 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “Dinci Siyasete Denetleme”, 2 Mart 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “İlköğretime İmam-Hatip Modeli”, 
  17 Nisan 1997, 
. Türkiye Gazetesi, “Kur’an Kursları Kapatılmıyor”, 30 Temmuz 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “Dinci Eğitime Son”, 2 Mart 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “ABD Laik Türkiye İstiyor”, 13 Şubat 1997… 


28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısı sonrasında alınan kararlar bugün bile hala 
tartışılmakta ve özellikle eğitim sistemi üzerinde önemli bir dönüm noktası olan 8 yıllık kesintisiz eğitim ile İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılması hakkında çeşitli görüşler ortaya çıkmış, bu uygulamayı doğru bulanların yanında, uygulanan bu sistemi eleştirenlerde ortaya çıkmıştır. 

Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasını destekleyen ve 
Türkiye’de 28 Şubat sürecinde 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmesinden dolayı İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılmasını olumlu bir gelişme olarak (İlhan, 1999, s.282) değerlendirenlerin yanında bu uygulamanın; Türkiye’de din ile ilgili hizmetlerin verilebilmesi için gerekli olan meslek elemanlarının yetiştirilmesi gibi masum bir amaçla kurulan İmam-Hatip Okulları’nın ilerleyen süreçte çeşitli dini ve siyasi gruplar tarafından istismar edildiğini, İmam-Hatip Okulları’na devam eden öğrencilerin kendi özgür iradeleri ile yaptıkları bir seçim sonucunda bu okullarda okumadıklarını, bu okulların öğrencilerin ailelerinin siyasi görüş ve beklentileri nedeniyle dayatılmış din eğitimi okulları konumunda olduklarını ve bu okulların gençleri militanlaştırdığını savunan ve İmam-Hatip Okulları’na devam edecek öğrenciler ülkeden ihtiyaç duyulan din görevlisi ihtiyacını karşılayacak şekilde sınırlandırılmalı ve bu ihtiyaçtan fazla durumda olan İmam Hatip Okulları çok programlı liselere dönüştürülmelidir (Saylan, 2009, s.16) şeklinde düşünenlerde bulunmaktadır. 

Yukarıda ki düşüncelerin yanında özellikle 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin 
ana amacı “İmam-Hatip Okulları’nın ve Kur’an Kurslarının budanmasıdır” şeklinde düşüncelerini dile getiren ve 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasasının uygulanmasının hemen akabinde İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapandığını, Kur’an Kurslarına zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasından dolayı öğrenci alınamaz hale gelinmiş ve YÖK tarafından İmam-Hatip Okulu mezunlarının devam edebilecekleri yükseköğrenim alanların sınırlandırılması neticesinde 1997-1998 eğitim öğretim senesinde İmam-Hatip okullarının öğrenci kayıtlarının yarı yarıya düşmüştür (Kocabaş, 1999, s.179) 

Eğitim-Sen’in yaptığı araştırmaya göre Türkiye'nin sadece 5 bin İmam-Hatibe 
ihtiyacı olduğu; buna karsın, İmam Hatip Liseleri'nden 25 bin kişi mezun olup, bu okullarda okuyan öğrencilerin yüzde 12'si din görevlisi olmak istiyor, yüzde 88'i ise din adamı olmak istemiyor olması, tartışma konularının basında gelmektedir. Bu araştırmaya karşın Diyanet İşleri Başkanlığı 2002 yılında 20 bin imam hatipliğe ihtiyacı olduğunu Maliye Bakanlığı’na bildirerek kadro istemiş aynı şekilde 2004 yılında Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Diyanet İsleri Başkanlığı Bütçesi görüşülürken yaptığı sunuş konuşmasında, ülkenin en önemli kurumlarından biri olan Diyanet'in kadro ve görevli ihtiyacı ile ilgili olarak önemsenmesi gereken açıklamalar yapmıştır. Buna göre yurt içinde ve dışında (yurt dışında 32 ülkede) irşat, aydınlatma, eğitim, sosyal ve kültürel alanlarda hizmet veren Diyanet'in en önemli ihtiyacı yetişmiş hizmet elemanı ile 
kadrodur. On bininde kadrosu da bulunmayan cami görevlisine (müezzin, kayyım, imam-hatip) ihtiyacın sayısı 24 bin 214'tür. Bunun yanında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu da Türkiye'de bulunan yaklaşık 80 bin caminin 10 bininin çeşitli dernek ve kuruluşlara ait olduğunu belirterek 15 bin camide Diyanet görevlisi olmadığını belirtmiştir (Doğan, 2006, s.42-43). 

1997'den itibaren İmam Hatip Liseleri öğrenci alınmadı. 1997 yılında çıkan 4306 
sayılı kanun gereği zorunlu ilköğretimin 8 yıla çıkarılmasıyla ilköğretimden 
ortaöğretime geçişin yeniden düzenlenmesi ve ortaöğretim kurumlarının haftalık ders çizelgelerine bazı derslerin eklenmesi sonucunda, İmam Hatip Lisesi, Anadolu İmam Hatip Lisesi ve Yabancı Dil Ağırlıklı İmam Hatip Liselerinin öğretim süreleri 1 yılı hazırlık sınıfı olmak üzere toplam 4 yıl olarak belirlendi ve 1998-1999 öğretim yılından itibaren de bütün sınıflarda uygulamaya konuldu. 

Bu gelişmelerle beraber özellikle 4306 sayılı kanunun 10. maddesinde 
“İlköğretimin 6, 7 ve 8. sınıf öğrenimini ortaöğretim kurumları bünyesinde yapmakta olanlarla çıraklık eğitim merkezlerindeki öğrenciler, eğitimlerini bu kurumlarda tamamlarlar. 1997-1998 ders yılı başından itibaren bu sınıflara hiçbir şekilde öğrenci alınmaz” hükmü gereğince, 1997-1998 öğretim yılından itibaren İmam Hatip Liselerinin bünyesindeki ortaokullara öğrenci alınmadı. MEB Talim ve Terbiye Kurulu kararıyla 2005 yılında liselerin 4 yıla çıkarılmasıyla imam hatip liselerinin önündeki hazırlık sınıfları kaldırıldı, Yabancı Dil Ağırlıklı Anadolu İmam Hatip Liseleri, Anadolu İmam Hatip Liselerine dönüştürüldü (30 Nisan 2012, Hürriyet). 


Bu tartışmaların eşiğinde özellikle İmam Hatip Liselerinde ki kız öğrencilerin de 
eğitim-öğretim görmeleri, İslam dininde kadın din görevlisi geleneğinin bulunmadığı gerekçesiyle başka bir tartışma ve eleştiri konusunu gündeme getirmiştir. Ancak dini bilgiye ulaşma hakkı ve sorumluluğu açısından İslam’a göre kadın ve erkek arasında farklılık görülmez. Dolayısıyla kadınların din eğitimi de bir ihtiyaç olarak görülmelidir. 
Nitekim Diyanet İsleri Başkanlığı bünyesinde kurs ve camilerde bu amaçla görevli personel bulunmaktadır. 

Bugün İmam-Hatip Liseleri Türk Milli Eğitim Sistemi içinde yerini almış, 
sistemin bir parçası olarak, seçmeli ders sistemi, ders geçme sistemi, sınıf geçme sistemi vb. genel ortaöğretimdeki bütün uygulamalara adapte olabilen ortaöğretim kurumlarıdır (Doğan, 2006, s.44). Ortaokul kısmı 3 lise kısmı 4 şeklinde (3+4=7) eğitim öğretime devam eden İmam Hatip Liselerinin 1997 yılından itibaren uygulamaya konulan sekiz yıllık zorunlu eğitim yasasıyla birlikte orta kısımları kapanmıştır. 2012 yılından itibaren 4+4+4 kademeli eğitim sistemine geçilmesiyle birlikte orta kısımları açılan İmam Hatip Liseleri 4+4 (4 orta kısım, 4 lise kısmı) şeklinde eğitim öğretime devam etmektedir (Soylu, 2013, s.39). 

Bugün Kur’an kursları 16 Kasım 1990 tarih ve 20697 sayılı Resmi Gazete’ de 
yayımlanan “Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an kursları yönetmeliğinde yer alan esaslar istikametinde yönetilmekte ve faaliyette bulunmaktadır” (Soylu, 2013, s.43). 

1980 yılında Kur’an Kursu sayısı 2773 iken, 1985 yılında ise 3405’e ulaşmıştır. 
Bu kurslara devam eden öğrenci sayısı da yaklaşık olarak 100.000’e ulaşmıştır 
(Gökaçtı, 2005, s. 274). 1980 ve 1985 yılları arasındaki Kur’an Kursu sayıları bu 
şekilde olmakla beraber resmi kursların sayısı özellikle köylerden büyük kentlere doğru başlayan göçün neticesinde büyük yerleşim birimlerinde hızla artmaya devam etmiştir. 1995 yılına gelindiğinde ise Kur’an kursu sayısı 5483’e ulaşmış ve bu kurslara devam eden öğrenci sayısı da 172,053’ü Kur’an’ı yüzünden okumayı öğrenenler, 21,475’i de hafızlık çalışanlar olmak üzere toplam olarak 193,528’e ulaşmıştır (Çağrıcı, 2002, s. 425). 

Kurs sayısında meydana gelen artış ve bu kurslardaki mevcut öğrenci sayısının 
çokluğu açısından Türkiye’deki dini eğitim verilen kurumlar içerisinde en yaygın olan Kur’an kurslarına, 1977 yılında çıkarılan yönetmeliğe göre ilkokulu bitirenler devam edebilmekte iken, 28 Şubat sürecinden sonra bu yönetmelikte yapılan değişiklikle sürekli olan Kur’an kurslarına ilköğretimi bitirenler devam edebilecek, yaz kuran kurslarına ise ilköğretimin beşinci sınıfını tamamlayanlar devam edebilecekdir hükmü getirilmiştir. Kur’an kurslarının sürekli ve yatılı olanlarına daha çok kırsal kesimden öğrencilerin devam ettiği ve bu süreci tamamladıktan sonra ise İmam Hatip okullarına devam ettikleri görülmüştür. Buna karşılık geçici olan yaz kurslarına, hemen hemen her türlü kesimden çocukların devam ettikleri ve bu kurslara devam etmekteki maksatlarının 
da temel dini bilgileri edinmek olduğu görülmüştür (Gökaçtı, 2005, s.275). 

1990’lı yılların başına kadar Kur’an kursları ile ilgili olarak önemli gelişmeler 
yaşanırken, 28 Şubat post modern darbesi sonrasında, örgün eğitim alanında olduğu gibi yaygın din eğitim alanında da ve özellikle Kur’an öğretimi konusunda sıkıntılı bir sürece girilmiştir. MGK bildirgesinin 3. Maddesinin b fıkrasında yer alan “Sadece 8 yıllık temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kur’an kurslarının MEB’in sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmaktadır” ifadesi, gelecek günlerde Kur’an Kursları için yaşanacak değişimin önemli bir göstergesiydi. MGK bildirisinde yer alan ifadelerin hayata geçirilmesi 1999 yılında olmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 22.06.1965 tarih ve 633 sayılı Kanun’a 22.07.1999 tarihinde kabul edilen 4415 sayılı Kanun’la getirilen ek 3.madde ile Kur’an öğretimi, konusunda geriye doğru bir gelişme yaşanmıştır (Bahçekapılı, 2012, s. 79-80). 

Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıl olarak düzenlenmesi İmam-Hatip 
Okulları da dâhil tüm meslek liselerinin orta kısımlarının kapanmasına neden olmuştur. Ayrıca, 22 Temmuz 1999 yılında yürürlüğe giren 633 sayılı kanunun Ek 3. maddesinde “İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri dışında, Kur’an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenlerden ilköğretimi bitirenler için Diyanet İşleri Başkanlığınca Kuran Kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca ilköğretimin 5’inci sınıfını bitirenler için tatillerde ve MEB’ın denetim ve gözetiminde yaz Kuran Kursları açılır. Kuran Kurslarının açılış, eğitim öğretim ve denetimleriyle bu kurslarda okuyan öğrencilerin barındığı yurt veya pansiyon ların açılış ve çalışmalarına dair hususlar yönetmelikle düzenlenir” (Şimşek, 2012, s.178) hükmü yer almış ve ülkede ki Kur’an Kursları bu 
hükümler çerçevesinde faaliyet göstermektedir. 

1996 Kur’an Kurslarına olan ilginin zirveye çıktığı yıllardan biri olarak tarihe 
geçmiştir. Fakat her ne kadar başarılı bir yıl olarak değerlendirilse de bu yıl hatta 1995 yılı eğitim ve öğretim sistemimiz açısından yeni bir dönemin de başlangıcını oluşturmuştur. Çünkü 1995’te yıllardan beri konuşula gelen 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçiş için start verilmiş ve 15. Milli Eğitim Şurasının hazırlıkları başlatılmıştır. 13-17 Mayıs 1996 tarihinde Ankara’da 15. Milli Eğitim Şurası toplanmış ve 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim kararı alınmıştır. 1997’de TBMM’de kabul edilen bir kanunla 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretim uygulamasına geçilmiştir (Soylu, 2013, s.45). 

Devam eden süreç içerisinde 8 Yıllık Zorunlu Kesintisiz Eğitim Kanunu 
sonrasında, ilköğretim süresinin kesintisiz olması neticesinde, uzun süreli Kur’an 
kurslarına ancak ilköğretimden mezun olan öğrenciler kayıt yaptırabilirken, bir diğer yasaklama da, yaz Kur’an kursları için getirilmiştir. Buna göre, ilkokul 5.sınıftan mezun olmayan öğrencilerin, bu kurslara devam etmeleri yasaklanmıştır. Yasa’da yer alan “ilköğretimin 5.sınıfını bitirenler için tatillerde” ifadesi, öncelikle iç hukuk açısından, yani Anayasa’nın 24.maddesiyle8 düzenlenmiş olan din özgürlüğüne ve bu özgürlüğün bir sonucu olan din eğitim ve öğretim hakkına ciddi anlamda bir sınırlama getirmiştir (Bahçekapılı, 2012, s.80). 

8 Anayasa’nın 24. Maddesi: “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden 
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz 

8 yıllık zorunlu eğitimin yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte, hem imam hatip 
okullarının orta kısımları kapatılmış hem de kesintisiz eğitim uygulaması nedeniyle çocukların ilköğretim 1. Kademe sonrası (ilkokul) Kur’an kurslarına gitme imkânları ellerinden alınmıştır. Bu durum zaman içerisinde Kur’an kursu öğrencilerinin cinsiyet ve yaş grubu dağılımlarının da farklı şekilde değişmesine yol açmıştır. Sekiz yıllık zorunlu eğitim uygulaması öncesinde daha çok 11-12 yaş arası çocuklar Kur’an kurslarına kayıt yaptırırken, zorunlu eğitimin 8 yıla çıkmasından sonra 14-15 yaş sonrası gençlerin bu kurslara kayıt yaptırdıkları görülmüştür. Sekiz yıllık zorunlu eğitim sonucunda Kur’an öğretiminin zayıflaması beraberinde özel kurum ve kuruluşların bu alana yönelmesini sağlamıştır. Bir başka ifade ile vatandaşların kendi özel çabalarıyla olumsuz durumu kendi lehlerine çevirme arzusunu ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla 
1997’den 2002’ye kadar Kur’an öğretimim konusunda devlet ve özel kurum ve 
kuruluşlar tarafından yürütülen Kur’an kurslarına baskı ve sınırlamalar getirilmiş olsa da, yaşanan bu süreç bu kurumların daha güçlü bir şekilde gelişmesini sağlamıştır (Bahçekapılı, 2012, s.86). 

Özel kurum ve kuruluşların bu dönemden güçlenerek çıkması beraberinde 
olumlu ve olumsuz birçok düşünceyi de getirmiştir. Böyle bir dönemde din eğitiminin veriliyor olması gençlerimizin dini ve kültürel değerlerimizden uzaklaşmaması olumlu bir gelişme olurken, din eğitiminin cemaatler eliyle verilmesi gerektiği tartışmalarını beraberinde getirmiş olması ya da var olan bir düşüncenin yüksek sesle dillendirilmeye başlanması olumsuz bir gelişmedir. Çünkü genel eğitimin dışında verilecek olan bir din eğitiminin mezhepçiliğe, tarikatçılığa, peygamber dışında dini motifler aramaya ve din adına çatışmaya götürmesi (Özcan, 2012, s.175) gibi sonuçlarının doğurabileceğinden ve dahası kendi aralarında bile belirli bir konsensüsü sağlayamamış cemaatlerin din eğitimi konusunda da farklılaşmalara gidebilecekleri, kendi düşünce ve anlayışlarına 
göre eğitim verme istekleri milli birlik ve beraberlik açısından fayda değil zarar 
getirecektir. 

Ülkemizdeki Kur’an kurslarında son zamanlarda ciddi artış yaşanmıştır. 2000’li 
yılların başında 3.368 olan Kur’an kursu sayısı, 2009-2010 öğretim yılına gelindiğinde 8696’ya, 2010-2011 öğretim yılında ise 9066’ya ulaşmıştır. Kur’an kursu sayısındaki artışların 28 Şubat sürecine gösterilen tepki olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte Kur’an kurslarıyla ilgili yapılan güncel düzenlemelerde kurs ve öğrenci sayılarının artmasına sebep olurken öğretici sayısının da öğrenci ve kurs sayısına bağlı olarak artmasını sağlamıştır (Soylu, 2013, s.46-47). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1



43 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 41

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 41


1967 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle ilk sınıfa giren 
Hatice Babacan olması ve okul yönetiminin Hatice Babacan’ı engellemesi ile toplu öğrenci eylemleri başlamış ve daha sonrada bu öğrenci üniversiteden atılmış ve öğrenciye destek verenler de çeşitli disiplin cezaları almıştır (Albayrak, 2008, s.49). 
Bütün bu gelişmeler ile beraber Türkiye’de yükseköğretimde başörtüsünün 
yaygınlaşması ve büyüyen bir sorun haline gelmesini özellikle 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle ilişkilendirilebilir (Şimşek, 2012, s.168). O dönemler içerisinde artan huzursuzluk ortamı ile beraber sol düşünceli bireylerin eylem ve gösterileri sonucunda dini sembol ve uygulamalar bir araç olarak kullanılmıştır. 

Türk üniversitelerine ilişkin olarak 1946’dan bu yana üç temel kanun, sistemin 
esaslarını koymuş ve genel çerçevesini çizmiştir. Bu kanunlar kronolojik sırasıyla şöyledir: 

1. 13.06.1946 tarih ve 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu”, 
2. 20.06.1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu 
3. 04.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu”. 

Türkiye’de üniversitelere temel dayanak teşkil eden bu kanunların hiçbiri 
olağan/normal koşullarda ve ortamlarda üretilmemiştir (Gemalmaz, 2005, s.30). 

20 Aralık 1982’de YÖK, kıyafet genelgesiyle, derslerde başörtüsü takılmasını 
yasaklamıştır. YÖK 1982’de kıyafet genelgesi ile başörtüsü yasaklamasına rağmen 1984’te yasağı kaldırmıştır. Dönemin YÖK başkanı İhsan Doğramacı tarafından daha modern olduğu söylenen boynu açıkta bırakan ve kulakların arkasından dolanarak bağlanılan “türban”ı serbest bırakılmıştır. Fakat aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay’ın kararı, tartışmaları alevlendirmiştir. Danıştay, 13 Aralık 1984 tarihli kararında, söz konusu genelgenin yasal olduğunu belirtmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Türkiye’de irtica tehlikesi var” demesi üzerine YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklamıştır (Toruk, 2010, s.486). 

Üniversitelerde başörtüsü tartışmalarının her geçen gün artması ile beraber bu 
sorunun 1984 yılında ulusal yargıya taşınması ve üniversitelerde başörtüsü takması nedeniyle verilen uzaklaştırma cezalarının Danıştay 8. Dairesi’nin 13 Aralık 1984 tarihli kararıyla yerinde görülmeye başlandığı bilinmektedir. Bundan sonra ki süreçte ise başörtüsü tartışmasının gündeme geldiği tarih 16 Kasım 1988’dir. Bu tarihte TBMM üniversitelerde kılık kıyafet serbestliği getiren bir kanun çıkarmış ve dönemin askeri Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunu tekrar görüşülmek üzere kanunu meclise göndermiştir. TBMM’den, yükseköğretimde kılık kıyafet serbestliğine dair alınan ilk kararın özünde bir değişiklik meydana getiren bir karar çıkmaması üzerine, Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunun iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989 tarih ve 1989/12 sayılı kararı ile kanunun Anayasaya aykırı olduğuna hükmederek yükseköğretimde başörtüsünün serbest kalmasının uygun olmadığı sonucuna varmıştır. Anayasa mahkemesinin almış olduğu bu karar doğrultusunda, alınan bu kararların hukuki olmadığını düşünen iki öğrenci  konuyu AİHM’ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) taşımış ve AİHM 3 
Mayıs 1993 tarihli kararında “başörtüsü yasağının din ve vicdan özgürlüğü kavramına aykırı olmadığına” hükmetmiştir (Turan, 2002, s.182-184). 

Turgut Özal Hükümeti’nin 1987 genel seçiminden hemen sonra “türbanı 
serbest” bırakan bir yasa çıkartmasına rağmen Cumhurbaşkanı Kenan Evren 
“Türbanlılar tamam ama çarşaflı ve mayolular da gelirse ne olacak” diyerek yasayı veto etmiştir. Bunun üzerine YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde değişiklik yaparak ve türbana özgürlük sağlayarak yeni yasayı Aralık 1988’de Meclis’ten geçirmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren yasayı bu defa veto etmez ancak önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi’ne götürür. Mahkeme 7 Mart 1989’da YÖK Kanunu’nun ek 16. Maddesindeki değişikliği “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar… Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” İlave hükmünü, Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir. Bu kararın 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden kısa bir süre önce alınması İstanbul başta olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenmesine neden olmuştur. 

ANAP Hükümeti daha sonrasında 25 Ekim 1990’da yüksek öğretim kurumların da başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarmış ve 2547’nin ek 17. 
maddesi “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim 
kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu defa SHP, yasanın iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve talep reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesi 9 Nisan 1991’de verdiği kararla kanun değişikliği metninin Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna varmış ve böylece üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet serbest olmuştur. Başörtüsü yasağına son veren bu durum, bazı üniversitelerdeki farklı uygulamalara rağmen 1997 yılına kadar genelde sorunsuz devam etmiştir. 

Başörtüsüyle üniversitede eğitim hakkı konusunda AİHM’ne 1993 yılında açılan 
davada karar öğrencilerin aleyhine çıkmış ve mahkeme “Yükseköğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrenci, bu düzenlemeleri kabul etmiş sayılır. Kısıtlama din ve vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmamaktadır” demiştir. 28 Şubat sürecinde YÖK Başkanlığına atanan Kemal Gürüz ’ün MEB’in 15 Eylül 1997 tarihli genelgesine dayanarak üniversite rektörlüklerine “başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınmaması” yönünde talimat vermesiyle başörtüsü tekrar yasaklanmıştır. Bu durum üzerine aylarca süren eylemler yapılmış ve davalar açılmıştır. 

1998 yılında başörtüsü yasağına uymayan öğrencilerden üç bine yakını okuldan 
uzaklaştırılmış, birçoklarına ise uyarı ve kınama cezası verilmiştir. 1999 yılında yasak açık öğretim fakülteleri ve ilahiyat fakülteleri öğrencilerini de içine alırken, Kıbrıs Üniversiteleri’nde de başörtü yasaklanmıştır. 2000 ve 2001 yılına gelindiğinde ise İmam-Hatip liseleri de dâhil, Türkiye’nin tüm devlet ve özel üniversiteleri yasağı uygulamıştır (Toruk, 2010, s.486-487). 

Türkiye’de Yükseköğrenimde başörtüsü sorunu ile laiklik arasında sürekli bağ 
kurulduğunu ve laiklik ilkesinin Türkiye’de laikliğin (Mert, 2001, s.271) temelinden uzaklaştırıldığı ve böylece laiklik kavramının siyasiler arasında bir araç olarak kullanıldığı ve her başörtüsü sorunu gündeme geldiğinde toplum ve sosyal yaşamda Cumhuriyet’in temel ilkesi olan laiklik ilkesine vurgu yapıp bu ilkenin koruyuculuğu altına girmişlerdir. 

Yapılan değerlendirmeler ışığında başörtüsü sorunun uzun tarihsel temellere 
dayandığı ortadadır. Sorun sadece kılık kıyafet ile sınırlı kalmamış, Türkiye’nin kuruluş felsefesi ile ilişkilendirilmiştir. Rejimin kendisini var etmeye çalıştığı paradigmaya uymayan veya alternatif bir paradigma üretebilecek insan kaynağının kendini görünür kıldığı alan, rejimin sahiplendiği paradigmayı benimseyenlerin reflektif tutumları sonucunda bir mücadele alanına dönüşmüştür (Şimşek, 2012, s.169). 

Emre Kongar; “Türkiye’de 28 Şubat sürecinde eğitim ile ilgili meydana gelen 
gelişmeleri ve başörtüsü sorununu 1945 yılından itibaren eğitim alanında yaşanan gelişmelere ve Soğuk Savaş dönemlerine bağlamakla beraber, Türkiye’de 1945 yılından sonra, o dönemde dünyada hâkim olan konjonktürel yapı ile de uyumlu bir şekilde, eğitimin milli olma özelliğinden uzaklaştırıldığını ve dinci eksende, gerçeklerden koparılarak, ideolojik ve siyasal nedenlerle sağa kaydırıldığını” ifade eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası için kullanılan Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de en çok hukuk, siyaset ve eğitim alanlarında bir etkiden söz edilebilir. DP döneminde Köy Enstitüleri’nin kapatılması, din eğitimi veren orta ve yükseköğretim kurumlarının açılmış olmasının neticesinde Türkiye’de eğitimin Arap kültürü emperyalizmine ve Cumhuriyet karşıtlarına teslim edildiğini ileri sürmekle beraber, 1965 yılında AP’nin iktidarı döneminde eğitimle ilgili bu yaklaşımın güçlenerek devam ettiğini, 1968 yılında kışkırtılan öğrenci olaylarının kullanılmasıyla eğitimde Türk-İslam sentezi kapsamında bir geriye gidişin olduğunu, 12 Mart 1971 Askeri muhtırası ve 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesi sonrasında ülkenin İslamcı eğitime teslim edildiğini savunmaktadır. 

Yine Emre Kongar’a göre; “Türkiye’deki başörtüsü sorunu, Soğuk Savaş 
dönemlerinde hâkim kılınan Türk-İslam sentezinin eğitime yansıması sonunda 
güçlendirilen ve yaygınlaştırılan imam eğitiminin, yani bizzat Cumhuriyet dönemi yönetimlerinin ürettiği bir sorundur. Ayrıca 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bittiği genel kabul gören Soğuk Savaş dönemi ile ilgili farkındalığın Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında algılandığını ve bu tarihten itibaren eğitim alanında Soğuk Savaş’ın tahribatının düzeltilmeye çalışıldığını” ifade etmektedir (Kongar, 2002, s.300-305). 

Türkiye’de 1983 yılında üniversitelere kız öğrencilerin başörtülü bir şekilde 
girmeleriyle ilgili bir buhran yaşanmakla birlikte bu sürecin bir şekilde atlatılmış olması ve 1990 öncesinde başörtülü kız öğrenci sayısının fazla olmamakla birlikte 1990 sonrasında başörtülü kız öğrenci sayısında artış olduğu bilinmektedir. Sayısal olarak başörtülü kız öğrenci sayısında bir artışın olmasının başörtüsünün üniversitelerde bir sorun haline gelmesinde tek başına etkili olmadığı; başörtüsünün bir sorun haline gelmesinin 1995 milletvekili genel seçimleri öncesinde RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın seçimlerden sonra “Üniversitelerin rektörleri; değil başörtülü kızlarımızı okula almamak, karşılarında selam duracaklar, selam!” gibi ifadeleri nedeniyle başörtüsü konusunun farklı bir mecraya girmesiyle, siyaset malzemesi haline getirilmesiyle, gerçekleştiği ve RP’nin bu gibi bazı söylem ve icraatları neticesinde 28 

Şubat 1997 post-modern darbesine giden yolun açıldığını ifade etmiştir (Ateş, 1999, s.206-210). 

28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları içerisinde bulunan Devrim Yasaları ile 
okullarda ve resmi dairelerde başörtüsünün kullanılıp kullanılamayacağına yeni 
tartışmaları da beraberinde getirmiş olmakla beraber 1997 yılı sonunda Başbakanlık tarafından “Kılık-Kıyafet Genelgesi” yayınlanmıştır. Bu genelge bütün yönetim birimlerine gönderilmiş ve genelgede belirtilen esaslara uymayanlara idari yaptırım cezaları getirilmiştir. 

Türkiye’de, üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorunu Türkiye’nin en önemli 
sorunlarından birisi haline getirildiği, bu sorun laiklik ilkesini ilgilendirdiğinden hukuki bir sorun olduğu ve sorunun çözüm yeri de yargı organları olduğu bilinmektedir. Laikliği ilgilendirmesi bakımından hukuki bir sorun olan başörtüsü sorunu demokratik tüm devletlerde hukuki bir sorun olarak algılandığı, başörtüsü sorunu dini bir sorun olarak ele alınmasının sadece teokratik devletlerde görülebilecek bir yaklaşım olduğunu bilinmektedir. Hukuki bir sorun olduğunu iddia ettiği başörtüsüyle ilgili yargısal süreçlerin Avrupa’da ve Türkiye’de başörtüsü aleyhine sonuçlandığı yine mahkeme kararlarından anlaşılmaktadır. Başörtüsü sorununun Türkiye’de yaşanan bir sorun 
olmakla sınırlı kalmadığını, Avrupa’da da başörtüsüne karşı duyulan alerjinin arttığını ve bu açıdan Türkiye’de başörtüsünün yaygınlaşmasının Türkiye’nin AB’ye girmesini zorlaştıran engellerden birisi haline gelmiştir (Savaş, 2004, s.162-190). 

28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanmasının 
günümüz dünyasının özgürlüğü ön plana çıkaran çağdaş anlayışıyla açıklanmayacak olup bu uygulamanın devletin özel alana müdahalesi olduğu, İslami duyarlılığın toplumsal talebe dönüşmesinin engellenmesinin sağlanmaya çalışıldığı ve kamusal alanda İslami görünürlüğü imha etme planının önemli bir parçası olduğunu aktarması açısından oldukça önemlidir. Bu görüş dikkate alındığında aslında mücadelesi verilen meselenin sadece başörtüsü olmadığı akla gelmektedir. Toplumsal hayatta etki oluşturarak, toplum mühendisliği yapılarak toplumun istenilen kıvama getirilmesi ve böylece idare etme işini zahmetsizce yürütmenin yanında, kaynakları rahatsız edilmeden sahiplenme gayretinin eğitimi bir araç olarak kullanması düşündürücüdür (Şimşek, 2012, s.172-173). 

28 Şubat sürecinde özellikle İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere birçok 
üniversitede uygulanan ve kamuoyuna “ikna odaları” olarak yansıyan uygulamaların eğitim-öğretimden uzaklaşılmasına ve üniversitenin kendisine verilen bir yetki olmamasına rağmen “Asayiş Mühendisliği” yapmaya soyunması sonucunu doğurmuştur (Bayramoğlu, 2001, s.311). Bu iddialara göre İstanbul Üniversitesi’nde 1998 eğitim-öğretim yılı kayıt döneminde başörtülü öğrenciler kayıt öncesinde özel mülakata alınmış, başörtüsü ile ilgili yasaklayıcı hükümler içeren üniversitenin yayınlamış olduğu genelgeye uyacaklarına dair imza atmaya kamera kayıtları yapılarak yönlendirilmiş, bu genelgeye uyacaklarına dair imzalı taahhütte bulunmayanların üniversiteye kayıtları yapılmamış, başörtüsüz fotoğraf veren öğrenciler okula kayıt yaptırmış, ama geçici öğrenci belgesi alamamışlardır. 1998-1999 eğitim-öğretim döneminde üniversitelerde 
yaşanan başörtüsü sorununda İstanbul Üniversitesi’nde gündeme gelen ikna odaları ile ilgili olarak dönemin İstanbul Üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter açıklama yapmış ve bu tür bir uygulamanın gerçekleştiğini kabul etmiştir. “Kendisi, 10 Eylül 1998 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi’ne başı açık gelen 200 başörtülü öğrencinin kaydının yapıldığını, kayıt esnasında başını açmamakta ısrar eden kız öğrencilere öğrenci kimliklerini vermediklerini, kayıt işlemleri sırasında başörtülü kız öğrencilerle psikolog öğretim üyelerinin tek tek görüşüp, başörtüsünün öğrenci hakları bakımından sebep olacağı problemleri öğrencilere anlattıklarını ve ilerleyen dönemlerde bu uygulamaya dair baskı yapıldığına dair muhtemel iddialara karşı sunulmak üzere de bu sürecin kamera kaydına alındığını” ifade etmiştir. Ayrıca “başörtülü tüm öğrencilerin üniversite kaydı sırasında kendilerine üniversitenin başörtüsü konusundaki tutumunu bildiklerini ve buna binaen de başlarını açmaya karar verdikten sonra İstanbul Üniversitesi’ni tercih ettiklerini söylediklerini” ifade etmiştir (Şimşek, 2012, s.173-174). 

Erdoğan, Türkiye’de son dönemde yükseköğretimde 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesinin ve 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesinin etkilerinin görüldüğünü ifade etmiş ve 1960’lı ve 1970’lli yıllar mahfuz, Türkiye’de üniversitelerin devletin ideolojik aygıtlarından birisi olarak var olduklarını ve devletin birinci ideolojik endoktrinasyon şebekesi niteliğinde resmi eğitimin birer uzantısı olarak işlev gördüklerini ayrıca, Türkiye’de üniversitelerin, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki durumunda tek parti döneminde üstlendiği misyonla yüklü haline bir dönüşün olduğunu ve üniversitelerin bu durumunun, 28 Şubat Süreci olarak genel kabul gören dönemde zirve yaptığı bir dönem olması, Türkiye’deki üniversitelerin üniversite kavramının içerdiği niteliklerden uzaklaşmış bu halinin temelinde sadakatin liyakatin önüne geçmesi ve akademik faaliyetlerin ikinci planda kalarak öğretim üyelerinin bir kısmının ikbalperestlik olarak adlandırdığı makam düşkünlüğüne yönelmesi şeklinde bir tutum içerisinde olduğu görülmektedir (Erdoğan, 2009, s.340-342). 

28 Şubat sürecinde sürekli gündemde olan üniversitelerdeki başörtüsü sorunu 
konusunda dönemin iktidar sahiplerinin takındıkları tavır ve uygulamalar eğitim 
alanında Türkiye’de yakın zamanda ortaya çıkan ve eğitimde iktidar yansımaları 
olmaları bakımından üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır. Bu süreçte eğitim alanında görülen ve çok tartışılan konulardan birisi de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve dolayısıyla İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılması olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 

Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber üniversitelerde başörtüsü sorunu 
Türkiye’de her ne kadar eğitimi ilgilendiren bir sorun olarak görülse de gerek konunun uzun süredir gündemde olması ve gerek bu konuda alınan yargısal kararlar öncesi ve sonrasında yaşanılan gelişmeler konunun iktidar ilişkilerine bakan yönünün daha ağır bastığını göstermektedir. 

Yıllardır başörtüsü konusunda üniversitelerde var olan sorunun çözülmesi adına 
2008 Şubat ayı içerisinde TBMM’de AKP ve MHP’nin oylarıyla ilgili maddelerde 
Anayasa değişikliği için kanuni düzenleme yapılmıştır. Anayasa değişikliği teklifinin verildiği TBMM'deki oylamaya 518 milletvekili katılmış; oylamada 411 olumlu, 103 olumsuz oy çıkmış ve teklif kabul edilmiştir. Başörtüsüne dair düzenleme için DSP ve CHP Şubat 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne kanunun iptali istemiyle başvurmuş ve Anayasa Mahkemesi de Haziran 2008’de 9 Şubat 2008 tarih ve 5735 sayılı anayasa değişikliği kararının iptal ve yürürlüğünün durdurulması kararını vermiştir. 

Üniversitelerdeki başörtüsü sorunu, 2008 yılındaki kanuni düzenlemenin 
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi nedeniyle aşılamamış olsa da 2010 yılında YÖK’ün bu konudaki özgürlükçü yaklaşımı ve AKP’nin 2. defa oylarını artırarak iktidara gelmesinden kaynaklı konjonktür gereği çözülmüştür. Zamanla hemen hemen tüm üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmamaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle hukuki bir düzenleme yapılmadan YÖK yönetimi nin farklı yaklaşımı doğrultusunda fiili olarak sorun çözülmüştür (Şimşek, 2012, s.212-213). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


42 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 40


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 40


5.1.6.3. Zorunlu eğitimin toplumsal açıdan önemi 

Okul, belli amaçları gerçekleştirmek üzere meydana getirilmiş sosyal teşekkül 
olarak tanımlanabilir (Akyüz, 2001, s.247). Bu tanımlamanın yanında özellikle 
bireylerin sosyalleşmesini sağlayan en önemli kurumların başında gelen okullar 
özellikle kişiliklerin şekillenmesinde de aktif rol oynamaktadırlar. Okullar toplumsal düzenin sağlanmasında etkin bir rol oynamakla beraber toplum düzenini meydana getiren en önemli unsurlar ve kuralları da içerisinde barındırmaktadır. 

Günümüz dünyasında hızla değişen sosyal ve toplumsal ihtiyaçların zaman 
içerisinde farklılaşması, gerekli olan ihtiyaçların karşılanması için bilgi, beceri ve 
tutumların kazandırılması ve pekiştirilmesi görevi günümüz şartlarında okullara 
devredilmiştir (Kılıç, 2001, s.5). Özellikle ilköğretimin sosyalleşmenin ilk basamağını teşkil etmesi, toplumsal kurallar ve kültürel değerlerini bu kurumlarda öğretilmeye başlanması vb. gibi nedenlerden dolayı okulların önemini artırmakla beraber ilköğretim kurumlarını daha da önemli ve aktif bir konuma getirmiştir. Mümtaz Tufan’ın da ifade ettiği gibi “iyi bir okula sahip olmayan bir ülkenin eğitim sisteminin doğru ve düzgün bir şekilde işlemesi mümkün değildir.” 

İlköğretim okulları; Türk milli eğitim genel amaç ve ilkelerine göre hizmet 
vermektedir. Milli Eğitimin temel amaçları da Türk toplumunun beklentilerine göre şekillendiğinden, bu okullar toplumsal beklentileri karşılamak amacı ile kurulup bu amaçlara uygun şekilde hizmet vermektedir (Yabancı, 2004, s.21). 

5.1.6.4. Türkiye’deki zorunlu eğitimin tarihçesi ve zorunlu eğitim 

“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında, her öğrencinin sekiz yıl 
eğitim almaya mecbur olduğu “zorunlu” sözcüğü ile ifade edilmiştir ve bu yeni bir olgu değildir, aksine 19.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanır. II. Mahmut Dönemi’nde 1824 yılında yayınlanan bir ferman ile zorunlu ilköğretim kavramı dile getirilmiş, kaç yıl olduğu kesin olarak belirtilmese de çocukların ergenlik çağına kadar eğitim almalarının zorunlu olduğu ve bu hükme uymayanların cezalandırılacağı bildirilmiştir. 1876 Anayasası ile birlikte ilköğretimin “zorunlu” hale getirilmesi ile yasallaşmıştır (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.190). 

Türkiye’de ilköğretim hakkında ki resmi anlamda ilk belge Osmanlı 
İmparatorluğu zamanında Sultan II. Mahmut döneminde yayımlanan fermanda olduğu bilinmektedir. Bu konu hakkında ilk uygulama ise Tanzimat Döneminde ortaya çıkmış ve eğitim alanında çalışmaların yapılması ile gündeme gelmiştir (Akyüz, 1999, s.131). Özellikle Sultan II. Mahmut döneminde eğitim faaliyetlerine önem verilmiş, eğitimin daha kaliteli ve rahat uygulanabilmesi için devlet imkânları seferber edilmiştir. 

Bu dönem içerisinde 7 yaşına gelmiş çocukların sıbyan mekteplerine devam 
etme zorunluluğu getirilmiş olmakla beraber 5 yaşındaki çocuklar ise ailelerin isteği üzerine okullara kabul edilmiştir (Öztürk, 2001, s.92). Osmanlı İmparatorluğu döneminde 4 yıllık sıbyan mektebini bitirenlere 2 yıl da zorunlu olarak Rüştiye okullarında okuma şartı getirilmiş olmakla beraber bu durum 6 yıl zorunlu eğitim olarak devam etmiştir. Devam eden bu uygulama ile beraber 1869 yılında çıkarılan “Maarifi Umumiye Nizamnamesi” ile ilköğretim tüm yurtta zorunlu hale getirilmiştir (Okuyucu, 2001, s.5). 

Osmanlı İmparatorluğu döneminden itibaren eğitim ve öğretim alanında birçok 
yenilik ve değişiklik yapılmış ve Cumhuriyet’in ilanından sonra ise bu yenilik ve 
değişiklilere devam edilmiş, eğitim alanında reform sayılabilecek birçok adımlar atılmış ve eğitim sistemi güçlendirilmiştir. Cumhuriyet’in ilanı ile beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri devletin tekeline alınmış, yapılan yenilikler kanunlar ile güçlendirilmiş ve eğitim faaliyetleri devletin gözetim ve denetimi altına alınmıştır. 

Zorunlu eğitimin süresi, 1913 yılında “Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-u Muvakkatı” 
kapsamında kentlerde açılan ilkokullar ile altı yıla çıkarılmıştır. Cumhuriyetin 
kurulmasından sonra 1924 yılında zorunlu eğitimin, o günkü ifadesi ile ilkokul 
eğitiminin süresi beş yıla indirilmiştir. Zorunlu eğitim sürecinin sekiz yıla uzatılması ilk olarak 1946 yılının Aralık ayında toplanan Üçüncü Milli Eğitim Şurası ile gündeme gelmiş, kent okullarının sekiz yıla çıkarılması, beş yıllık ilkokul eğitimi ile üç yıllık ortaokul eğitiminin birleştirilmesi hedeflenmiş, ancak gerçekleştirilememiştir. 1971 yılında zorunlu eğitim süresinin sekiz yıla çıkarılması tekrar gündeme gelmiş ve MEB bir komisyon kurarak sekiz yıllık zorunlu eğitim için çalışmalara başlamıştır. Bu çalışmalar dönem dönem kesintiye uğramakla birlikte uzun yıllar devam etmiştir. 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ile ilkokul ve ortaokulu kapsayan eğitim sürecine “temel eğitim” adı verilmiş ve sekiz yıllık eğitime geçiş sürecinin yasal zemini hazırlanmıştır. 1983 yılında çıkarılan 2842 sayılı yasa ile “temel eğitim” kavramının yerini “ilköğretim” kavramı almış, sekiz yıllık eğitime geçilinceye kadar beş yıllık ilkokul eğitiminin zorunlu olduğu” hükmü getirilmiştir. 

“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim”, 16.08.1997 tarihinde yürürlüğe giren 
4306 sayılı kanun kapsamında Türkiye’de uygulanmaya başlanan temel eğitim 
modelinin adıdır ve 6-14 yaş arasındaki öğrencilerin eğitim ve öğrenim sürecini 
kapsamaktadır. “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında yer alan “sekiz yıl”-“kesintisiz” ve “zorunlu” sözcüklerinin Cumhuriyet öncesi dönemden günümüze eğitim alanındaki gelişmeleri ve eğitim politikalarını izlemeye imkân veren bir hikâyesi vardır. Bu hikâye, salt eğitim politikalarının gelişimi ile sınırlı değildir, aynı zamanda ulusal ve uluslararası ölçekte toplumsal, sosyal ve ekonomik gelişmeleri de kapsamaktadır (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.190-191). 

Bütün bu yaşanan gelişmeler ile beraber 1996 tarihinde toplanan XV. Milli 
Eğitim Şurası’nda zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılması karara bağlanmış olup 1997 yılından itibaren uygulanmaya konulan zorunlu eğitimin en çok tartışılan ve eleştirilen yönü; yeterli alt yapı imkânlarının olmaması, İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılması ile din öğretiminin engellenmesi ve meslek okullarının önüne set çekilmesi gibi önemli konular olmuştur. 

Zorunlu eğitim kapsamında birçok yenilik yapılmış olmakla beraber, zorunlu 
eğitimin ülke de anayasal güvence altına alınmış olması ve devletin gözetim ve 

denetimine tabi tutulması ve bu eğitimin kaynakları finansal olarak devlet tarafından karşılandığı için de ülkede kısa sürede yayılmıştır. 

Türkiye’de zorunlu eğitim kavramına baktığımızda ise; zorunlu eğitimin 
Türkiye’de ki en önemli atılımları Cumhuriyet dönemi ile başlamış ve özellikle 
uygulanan beş yıllık kalkınma planlarında ilköğretimin daha fazla yaygın hale 
getirilmesi ve geliştirilmesi için adımlar atılmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra her beş yılda bir uygulanan kalkınma planlarında ki ortak amaç ise okuma oranını % 100’e çıkarmak olmuştur. 1973 tarihli 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu’nda”; ilköğretim faaliyetlerinin, örgün eğitim kapsamı içerisinde ki yeri, amacı ve görevi” geniş kapsamlı olarak ele alınmış ve tanımlanmıştır. 

1981 yılında toplanan X. Milli Eğitim Şurası’nda ise zorunlu temel eğitim 6-14 
yaşları arasında ki çocukları kapsamak üzere sekiz yıllık ilköğretim okulu olarak 
programların geliştirilmesi amacı ile karara bağlanmıştır (Öztürk, 2001, s.102).
Bununla beraber XII. Beş Yıllık Kalkınma Planında da zorunlu temel eğitimin gerekliliğine vurgu yapılmış (Balcı, 2002, s.7) ve plan öncesinde okullaşma oranı %100 iken, ortaokullarda ki okullaşma oranı % 66’da kalmış ve bu şekilde okullaşma oranının düşük olması ise sekiz yıllık zorunlu eğitime geçilmemesine bağlanmıştır (Balcı, 2001, s.7). 

Bununla beraber her beş yıllık plan dâhilinde zorunlu eğitimin eksikliği daha 
fazla hissedilmeye başlanmıştır. 1999 tarihinde ise ilkokul ve ortaokul ayrımına alınan şu karar ile son verilmiştir; “İlköğretim kesintisiz sekiz yıl zorunlu eğitim olarak uygulanmalı, sekiz yılsonunda tek tip diploma verilmeli” (MEB, 1997). Alınan bu kararla zorunlu ve kesintisiz eğitimin eksikliği ve önemi kesin olarak ortaya konulmuştur. Zorunlu eğitim 1997 yılında 4306 sayılı yasa ile tüm yurtta uygulanmaya başlanmıştır (Yabancı, 2004, s.30). 

Zorunlu Eğitime geçişle beraber özellikle taşımalı, pansiyonlu ve yatılı 
ilköğretim okullarının sayısında önemli bir artış meydana gelmiştir. Bu bağlamda kırsal ve köylerde bulunan çocuklarında eğitim-öğretim hizmetlerinden daha iyi yararlanma olanağı doğmuş ve eğitimde fırsat ve imkân eşitliğinin sağlanması adına da önemli bir adım atılmıştır. 

5.1.6.5. Bazı ülkelerdeki zorunlu eğitim sistemi 

Zorunlu Eğitim, dünyanın birçok ülkesinde uygulanan ve Türkiye’de ki zorunlu 
eğitim öncesinde yürürlüğe giren eğitim modelidir.1965-1980 yılları arasını kapsayan dönemde Dünya Bankası’nın yapmış olduğu araştırma sonucuna göre; zorunlu eğitim süresi arttıkça milli gelirde de bir artış olduğu gözlenmiştir (Öztürk, 2001, s.7). Bu durum eğitim ile ekonomi arasında ki ilişkiyi göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bununla beraber eğitim sadece ekonomik kalkınmayı iyileştirme üzerinde etkili olmayıp tarımsal verimlilik açısından da incelendiğinde önemli tespitler ortaya çıkmaktadır. 

Dünya Bankası’nın yapmış olduğu ikinci bir araştırma ise; eğitimin tarımsal 
verimlilik üzerindeki etkilerine yönelik olup, 4 yıllık eğitim görmüş olan bir çiftçinin hiç eğitim görmemiş bir çiftçiye oranla % 8,7 daha yüksek bir gelir elde ettiği, sulama, tohum, pazarlama ve taşıma tamamlayıcı girdileri ile bu oran % 13,1’e kadar çıktığı tespit edilmiştir (Öztürk, 2001, s.8). 

Nüfusun eğitim sistemleri üzerinde büyük bir etkisi olduğu hiç şüphesiz 
bilinmektedir. Dünyada ve Türkiye’de eğitimi en çok tehdit eden unsur düzensiz nüfus artışıdır. Unesco’un 1993 yılı verilerine göre; zorunlu eğitim öğrencisi yaklaşık olarak 620 milyondur. Bunun yanında zorunlu eğitim çağına gelmiş olan 130 milyon çocuk ise okul dışında kalmıştır (Öztürk, 2001, s.10). Bu önemli veriler ile beraber Türkiye’de ki okur-yazarlık oranı Asya ve Afrika ülkelerine göre ileri seviye de iken, Avrupa ülkelerinden ise geri seviyededir. 

Eğitim süresi açısından da ülkemiz diğer ülkelere göre farklılık arz etmektedir. 
Türkiye’de bu süre 8 yıl iken Avrupa ülkelerinde ise bu süre 12 yılın üzerindedir 
(Yabancı, 2004, s.32). Zorunlu eğitim sistemi ülkelerin sosyal ve ekonomik yapıları üzerinde oldukça etkilidir. Gelişmemiş ülkelerde, gelişmekte olan ülkelerde ve gelişmiş ülkelerde zorunlu eğitim süreleri oldukça farklılık göstermekle beraber toplum içerisinde bulunan kültürel yapı da eğitim süresini ve kalitesini etkilemektedir. 

Sanayileşen ülkelerde zorunlu eğitim daha çok çocuğu erken yaşlarda ele alan ve ona temel eğitimi vermeyi amaçlayan bir modeli örnek almaktadır. Zorunlu eğitim, erken yaşlarda başlayıp, mesleki yönelim dönemine kadar devam etmektedir. Verilen zorunlu eğitim, mesleki yönelime temel oluşturacak şekilde verilmektedir (Yabancı, 2004, s.32). 

. Amerika Birleşik Devletleri (ABD): 

 ABD’de ilköğretimin temel amacı 6-12 ya da 6-15 yaşları arasında ki 
çocukların zekâlarını ve sosyal yönlerini geliştirmektir. Özel ve resmi okullarda aynı ilköğretim programı uygulanmakta ve ilköğretim çağında ki nüfusun okullaşma oranı % 99’dur (Okuyucu, 2001, s.14). Bununla beraber dünyada ki eğitim harcamalarının % 25’i bu ülke tarafından yapılmakta ve bu da ülkenin sosyal ve ekonomik refah düzeyinin bir soncu olarak karşımıza çıkmaktadır (Yabancı, 2004, s.33). 

. İngiltere: 

 İngiltere’de zorunlu eğitim 11 yıl olup parasızdır. Uygulanan eğitim 
modelinde ki amaç fırsat imkânı tanıyarak, çocuklarda bulunan yeteneklerin ortaya çıkarılması ve yetenekleri ölçüsünde yönlendirme faaliyetlerinin yapılmasıdır. İlköğretim okulları mesleğe ve amaca göre farklılık göstermektedir. 

. Hollanda: 

 Hollanda’da uygulanan eğitim felsefesinin temel amacı; çoğulculuktur. 
Endüstri ülkesi olan ülkede mesleki ve teknik eğitime daha fazla önem verilmektedir. Eğitim tamamen parasız olup devlet eli ile yürütülmektedir (Yabancı, 2004, s.33). 

Ülkede bulunan okulların % 70’i özel olmakla, % 30’u ise devlet okuludur. 
Zorunlu eğitim 5 yaşından itibaren başlamakla beraber 8 yıl ilköğretim ve 4 yıl 
ortaöğretim olmak üzere toplamda 12 yıl zorunlu eğitim verilmektedir (Okuyucu, 2001, s15-17). 

. Fransa: 

 Fransa’da her vatandaş 16 yaşına kadar eğitim görmek zorundadır. Devlet 
eğitim hizmetini topluma karşı olan bir borç olarak görmekte, en iyi şekilde hizmet vererek ödemeyi düşünmektedir. Okul öncesi olan kurumların gelişmesinin altında kadınların toplumsal ve ekonomik yaşama katılması sonucun çocukların bakımı konusunda da çeşitli ihtiyaçların ortaya çıkmasıdır (Okuyucu, 2001, s.21). 

Yukarıda görüldüğü gibi gelişmiş ülkelerde eğitim sistemlerinin amacı bireyi 
topluma hazırlamak ve ona mesleki bilgi ve becerileri kazandırmayı hedeflemektedir. Sanayileşen ülkelerde toplumsal kalkınma, bireyden başlayıp, tüm topluma yayma amacını taşımaktadır. Sanayileşen ülkelerde toplumsal kalkınmanın temeli, eğitimin temelden verilip, bireyin şekillendiği andan itibaren bir amaca doğru yönelmektedir (Yabancı, 2004, s.34). 

Gelişmiş ülkelerde zorunlu eğitim yaşının Türkiye’ye kıyasla birkaç yaş daha 
yüksek olduğu zaten bilinmekle beraber Türkiye’de zorunlu eğitimde üst yaş sınırı 14 iken, Japonya ve Rusya’da 15, İngiltere, Fransa ve Kanada’da 16, Almanya ve ABD’de de ise eyaletlere göre 16 ile 18 yıl arasında değişiyor. Dolayısıyla, zorunlu eğitim süresi bir eğitim göstergesi olarak değerlendirilecek olursa, Türkiye’de zorunlu eğitim yaşının yükseltilmesi gerektiği yönünde bir sonuç ortaya çıkıyor. Ancak, bu yönde alınacak bir kararın olumlu ve olumsuz etkilerinin iyi analiz edilmesi gerekmektedir (Özoğlu, 2012, s.32). 

5.1.6.6. Zorunlu Eğitimin Yasal Dayanağı 

Zorunlu eğitimin yasal temelleri aşağıdaki şekilde ifade edilmiştir. 

5.1.6.6.1. Genellik ve eşitlik: 

Madde-4: Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayrımı gözetilmeksizin herkese açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Bu madde ile toplumsal eşitsizliğin giderilmesi amaçlanmıştır. 

5.1.6.6.2. Ferdin ve toplumun ihtiyaçları: 

Madde-5: Millî eğitim hizmeti, Türk vatandaşlarının istek ve kabiliyetleri ile Türk 
toplumunun ihtiyaçlarına göre düzenlenir. 

5.1.6.6.3. Yöneltme: 

Madde-6: Fertler, eğitimleri süresince ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve 
doğrultusunda çeşitli programlara veya okullara yöneltilerek yetiştirilirler. 
Millî eğitim sistemi, her bakımdan, bu yöneltmeyi gerçekleştirecek biçimde 
düzenlenir. Yöneltmede ve başarının ölçülmesinde rehberlik hizmetlerinden 
ve objektif ölçme ve değerlendirme metotlarından yararlanılır. 

5.1.6.6.4. Eğitim hakkı: 

Madde-7: Temel eğitim (İlköğretim) görmek her Türk vatandaşının hakkıdır. İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar. 

5.1.6.6.5. Fırsat ve imkân eşitliği: 

Madde-8: Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği sağlanır. Maddî 
imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine 
kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi 
ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır. Özel eğitime ve korunmaya 
muhtaç çocukları yetiştirmek için özel tedbirler alınır. 

5.1.6.6.6. Süreklilik: 

Madde-9: Fertlerin genel ve meslekî eğitimlerinin hayat boyunca devam etmesi esastır. Gençlerin eğitimi yanında, hayata ve iş alanlarına olumlu bir şekilde 
uymalarına yardımcı olmak üzere, yetişkinlerin sürekli eğitimini sağlamak 
için gerekli tedbirleri almak da bir eğitim görevidir. 

5.1.6.6.7. Atatürk İnkılâp ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği: 

Madde-10: Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının 
hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk İnkılâp 
ve İlkeleri ve Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel 
olarak alınır. Millî ahlâk ve millî kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize 
has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine 
önem verilir. 

5.1.6.6.8. Demokrasi eğitimi: 

Madde-11: Güçlü ve istikrarlı, hür ve demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve devamı için yurttaşların sahip olmaları gereken demokrasi bilincinin, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve davranışlarla sorumluluk duygusunun ve manevi değerlere saygının, her türlü eğitim çalışmalarında öğrencilere kazandırılıp geliştirilmesine çalışır; ancak, eğitim kurumlarında Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasî ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasî olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez. 

5.1.6.6.9. Lâiklik: 

Madde-12: Türk millî eğitiminde lâiklik esastır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi 
ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler 
arasında yer alır. 

5.1.6.6.10. Bilimsellik: 

Madde-13: Her derece ve türdeki ders programları ve eğitim metotlarıyla ders araç ve gereçleri, bilimsel ve teknolojik esaslara ve yeniliklere, çevre ve ülke 
ihtiyaçlarına göre sürekli olarak geliştirilir. Eğitimde verimliliğin artırılması 
ve sürekli olarak gelişme ve yenileşmesinin sağlanması bilimsel araştırma ve 
değerlendirmelere dayalı olarak yapılır. 

5.1.6.6.11. Plânlılık: 

Madde-14: Millî eğitimin gelişmesi iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınma hedef lerine uygun olarak eğitimi, insan gücü-istihdam ilişkileri dikkate alınmak suretiyle, sanayileşme ve tarımda modernleşmede gerekli teknolojik gelişmeyi 
sağlayacak mesleki ve teknik eğitime ağırlık verecek biçimde plânlanır ve 
gerçekleştirilir. 

5.1.6.6.12. Karma eğitim: 

Madde-15: Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır. Ancak eğitimin türüne, imkân ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir. 

5.1.6.6.13. Okul ile ailenin iş birliği: 

Madde-16: Eğitim kurumlarının amaçlarının gerçekleştirilmesinde katkıda bulunmak için okul ile aile arasında iş birliği sağlanır. Bu maksatla okullarda okul-aile birlikleri kurulur. Okul-aile birliklerinin kuruluş ve işleyişleri Millî Eğitim Bakanlığınca çıkarılacak bir yönetmelikle düzenlenir. 

5.1.6.6.14. Her yerde eğitim: 

Madde-17: Millî eğitimin amaçları yalnız resmî ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, iş yerlerinde, her yerde ve her fırsatta 
gerçekleştirilmeye çalışılır. Resmî özel ve gönüllü her kuruluşun eğitimle 
ilgili faaliyetleri, Millî eğitim amaçlarına uygunluğu bakımından Millî Eğitim 
Bakanlığının denetimine tâbidir (MEB, 2013). 

Zorunlu Eğitimin yasal temelleri incelendiğinde; bireyin meslek ve iş edinmesi, 
kültürel süreçlerin tamamlanması, çocukların psiko-sosyal gelişimlerinin sağlanması, eğitim sisteminin toplumsal ihtiyaçlara göre şekillenmesi gibi konuların temel hedefler arasında olduğu söylenebilir (Yabancı, 2004, s.39). 

5.1.6.7. Yükseköğretim kademelerinde ki başörtüsü-türban sorunu 

28 Şubat süreci sonrasında Türkiye’nin uzun yıllardır üzerinde en çok tartışılan 
birinci meselesi hiç şüphesiz başörtüsü-türban meselesi olmuştur. Başörtüsü-Türban sorunu belki de Türkiye dışında diğer hiçbir ülke de bu kadar tartışmamış ve geri dönülmez sonuçlar doğurmamıştır. Uzun süreli olarak Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen bu mesele başta basın ve medya organları olmak üzere birçok köşe yazarı tarafından ele alınmış, siyasi arenada uzun süreli olarak tartışılmış, toplumda sosyal bir sorun olarak ifade edilen bu mesele zaman içerisinde siyasi bir gündem olarak uzun yıllar tartışılmış ve daima ilgi çeken bir konu haline gelmiştir. 

Türkiye’nin ve hükümet konumunda bulunan iktidar sahiplerinin gündeminde 
olan ve toplumsal ve sosyal yaşamda ciddi anlamda herhangi bir sorun teşkil etmeyen ve mağduriyet yaratmayan Başörtüsü -Türban sorununun temelinde 28 Şubat süreci ve sonrasında ki yaşanan olayların ve bu yaşanan olayların temelinde özellikle başörtüsü sorunu ile alakalı eğitim alanında yapılan değişiklikler ve iktidarın eğitimi ele geçirmesi aşamasında bu sorunun bir araç olarak kullanılması idi. Bu dönem içerisinde eğitimle alakalı olarak bu sorun gündeme getirilmiş ve bir araç olarak kullanılmıştır. 

Türkiye’de bir sorun olarak insanların giyinişlerinin önemsenmesinin iktidar 
mücadelelerinin çok belirgin ve görünür olduğu ve bu sorunların bu dönemlere denk gelmesi de oldukça manidardır. Sorunun“başörtüsü-türban sorunu” olarak 
adlandırılmamasının sebebi, başörtüsünün “Siyasal İslam’ın simgesi” olduğu 
gerekçesiyle yasaklandığı iddiasının tartışmalı oluşudur. Diğer bir ifadeyle 
başörtüsünün “ Siyasal İslam’ın simgesi” olduğu iddialarının kapsama alanına giren bir sorunun gerçekte var olup olmadığının tam olarak tespit edil emeyeceğini de yine açık olarak bilinmektedir. Bu önemli tespit ile beraber Yüksek öğretime devam eden kız öğrencilerin başlarını inançları gereği mi yoksa “siyasal İslam’ın simgesi” olarak mı örttüklerini tespit etmek mümkün görünmemektedir. İnsanların beyanatlarının bağlayıcı olduğunu ve bu konuda niyet okuyuculuğuna girişmenin sorunun çözümsüzlüğe mahkûm edilmesinin en önemli sebebi olduğu ileri sürülebilir. Yükseköğretimde başörtüsü sorunu ile ilgili sağlıklı bir değerlendirmenin yapılabilmesi, sorunun tarihsel olarak ortaya çıkışı ve gelişme seyrinin bilinmesine bağlı görünmektedir (Şimşek, 2012, s.167). 

Türkiye’de başörtüsünün bir sorun olarak görülmesi ve “İkinci Cumhuriyet” 
dönemi olarak adlandırılan, 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinden sonra ortaya çıkmıştır. Bu askeri müdahale sonrasında 1967 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ndeki bir eylemle gündeme gelmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsü ile girilmesine izin verilmemiş olmakla beraber bu uygulamaya muhalif olan öğrencilere idari yaptırımlar uygulanmıştır. Bu bağlamda idari yaptırımlar ortaya çıkmaya başlamış ve Hatice Babacan isimli öğrenci derslere başörtüsü ile girme konusunda ısrarcı davrandığı gerekçesiyle disiplin cezası verilmiştir. Bunun üzerine öğrencilerin bir kısmı verilen disiplin cezasına bir tepki olarak kampüs içerisinde çadırlar kurmuş ve derslere girmeyerek kararı protesto etmişlerdir. Eylem münferit bir öğrenci tepkisi olarak kalmamış, bazı kuruluşlar ve siyasiler de öğrencilere destek vermişlerdir. Yaşanan bu süreç her ne kadar öğrencilerin derslere girmeme boykotunu bitirmeleri ile bitse de, sonrasında eğitimde başörtüsü sorunu Türkiye’nin uzun soluklu sorunları arasına girmiştir (Turan, 2002, s.181-183). 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


41 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***