Dr Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dr Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ekim 2017 Salı

‘TUTİYA BİBİ’ KİTABINI OKUDUNUZ MU?


‘TUTİYA BİBİ’ KİTABINI OKUDUNUZ MU?

















Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkartmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir. – Gazi Mustafa Kemal Atatürk- (1936)
—————————-

“Tutiya Bibi”Değerli dostum ve kardeşim, bilge insan Salih Altun Bey’in yeni kitabının adı.
Kitap okuma alışkanlığım Askeri Ortaokul sıralarında başladı. Giderek alışkanlığa ve sonunda okuma tutkusuna dönüştü. Altmış yıla yaklaşan kitap okuma sürecimde artık dünya klasiği haline gelmiş birkaç kitap dışında sadece on kadar kitabı devamlı elimin altında bulundurdum ve onları günlük yaşamımı yönlendiren vasıtalar olarak değerlendirdim. Geri kalanları ise genel kültür zenginleştirme vasıtası olarak görüp en kısa sürede elimden çıkarıp başkalarının faydalanmasını sağladım.
Sözün özeti iyi kitabı iyi tanırım. Geçen on yılda otuzu aşkın kitabı yayınlayabilmiş olmayı işte bu hırs derecesindeki kitap okuma alışkanlığıma bağlıyorum.
Şahsi tecrübeme dayanarak diyorum ki; “TUTİYA BİBİ” son yıllarda okuma fırsatı bulduğum en iyi kitaplardan biri. Bir solukta okudum ve okurken müthiş keyif aldım. Salih Altun Bey gibi usta bir kaleme sahip olan Türk Edebiyat camiası ile gururlandım..
Hiciv tarzında yazı yazmak, yazarlık ötesinde özel kabiliyeti ve öngörüyü gerektiriyor. Hem sorunu tespit edip, hem eğlendirip, hem de toplumun her kesimine müthiş dersler veren bu sanatı kullanan kalemlerimiz ne yazık ki çok az.
Yazarlık hayatına geç sayılan bir yaşta başlayan Salih Altun Bey; özellikle hiciv sanatını büyük bir ustalıkla kullanarak nefis bir edebiyat şaheseri yaratmış. Türk toplumunun tüm sorunlarını sosyolog, psikolog, yönetici ve öğretmen gözü ile değerlendirip bu sorunların muhtemel ve mantıklı cevaplarını bilgece okuyucuların beyinlerine kazımayı bilmiş.
Ben Salih Beyin yaratmış olduğu bilge kişiliğe sahip “Tutiya Bibi” tiplemesinin Türk toplumun tüm kesimlerinin yaşantılarında yer alan “ Hoca Nasrettin” gibi kalıcı olacağına inanıyorum.
Salih Altun Beyi bu müstesna edebiyat şaheserini halkımızın hizmetine sunmuş olmasından dolayı kutluyorum. Başarılarının devamını diliyorum. Daha nice eserlerle edebiyat dünyamızı daha da zenginleştireceğini değerlendiriyorum.
Keşke Türk milleti; havaya zehirli duman olarak savurduğu bir paket sigaraya verdiği fiyata elde edebileceği bu kitabı alıp okuma fırsatı bulabilse.
İşte o zaman geleceğin Türkiye’si bugünkünden çok farklı olacaktır..



***

19 Mart 2015 Perşembe

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)






Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)



28 Temmuz 2000 Cuma 

20 Temmuz 1974 tarihi Kıbrıs Türk halkının geçen yüzyılın başında İngilizler tarafından haksız yere gasbedilen hürriyetlerinin yeniden geri alındığı mutlu bir gündür. 26 yıl sonra 20 Temmuz sabahı Türkiyenin gündemini oluşturan televizyonlarınmız sabah haberlerinde BM. Genel Sekreteri Kofi Annan'ın tavsiyelerine uyarak bu yıl K.K.T.C. kurtuluş törenlerine Türkiye'den üst düzeyde katılım olmayacağını bildirdi.

Bu son derece üzücü ve de düşündürücü haberin doğruluğu ilerleyen saatlerde ve günlerde belli oldu. Son günlerde K.K.T.C'de bügüne kadar görmeye alışmadığımız olaylar ceryan ediyor. Halk Meclisi basıyor, bankalar batıyor, gazeteler kapatılıyor. Casusluk suçlamaları ile bir takım insanlar gözaltına alınıyor. B.M gözetimindeki Toplumlararası görüşmelerin devam ettiği bir sırada içeride böyle olayların meydana gelmesi hiç de iç açıcı değil. Demekki hala yapılamayan işler ve 26 yıldır yerine oturtulamayan taşlar var.

26 yıl önceki Kıbrısa bir göz atalım. Kurulduğu 1960 yılından itibaren Kıbrısı Yunanistana bağlamak (ENOSSİS) isteyen Makarios ve arkadaşlarının Cumhuriyetin ortak paydasını oluşturan Türk Toplumuna karşı 14 yıldır yürüttükleri kanlı eylemler sonuca ulaşamayınca, Yunanistanda iktidarda olan ALBAYLAR CUNTASI kesin sonuç almak istedi. 15 Temmuzda Kıbrısın meşru lideri Makarios'u Nikos SAMPSON isimli bir maceraperest vasıtasıyla kanlı bir darbe ile devirttiler. Nikos Sampson ve ekibi Kıbrıs'ın gerçek sahibi olan Türk Toplumunu topluca katlederek adayı binlerce Yunan adasından biri yapmak üzere derhal harekete geçti...

Kıbrıs'ın Yunanistan'a terki Türkiye'nin savunması açısından son derece sakıncalı idi.Tarihinde bir gün dahi Yunanistan'a ait olmayan bir adanın İngiltere ve Yunanistan ile birlikte anlaşmalarla kurulmasını garanti eden Türkiye'yi dikkate almadan ve adada 500 yıldır egemen olarak yaşayan Türk Toplumunu katlederek Yunanistana bağlanması imkansız idi. İlgili ülke ve kuruluşlar nezdinde barış sağlanması için girişimlerde bulunan Türkiye yeterli destek ve muhatap bulamayınca garantörlük antlaşmasının kendisine sağladığı hukuki avantajları kullanarak 20 TEMMUZ 1974 sabahı başarılı bir askeri harekat ile Kıbrısa çıkarak gerçek ve kalıcı barışı sağladı.

Adanın 1915'te İngilizlere devrini müteakip sona eren barış ve huzur dolu günler; 1960 dan itibaren Türk Toplumuna yönelik katliamlarla son haddine ulaşmış ve bu harekat ile iki toplumun fiziki olarak birbirinden ayrılması sonucunda tamamen barış dönemine girilmiştir. Adada 26 yıldır tek bir silah patlamamıştır. Kıbrıs Türk halkı ,1960 antlaşması gereği adada konuşlandırılan Kıbrıs Türk Alayı ve Kolordu kuvvetindeki Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı birliklerinin himayesinde barış içinde yaşamaktadırlar.

Bu barışı onlara çok gören batı dünyası Kıbrısı Rumlara vermek için binbir dolap çevirmekte, 26 yıldır bağımsız bir devlet olarak hayatiyetini sürdüren Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni israrla görmemezlikten gelmektedirler. Batı ve batı yanlısı devletlerin desteği ile Kıbrıs Rum Kesimi kendisini 1960 'da kurulan iki toplumun ortak yönettiği KIBRIS CUMHURİYETİ'nin gerçek temsilcisi olarak görmektedir .Nitekim son yıllarda bu kesimin Avrupa Birliğine alınması için bütün hristiyan dünyası her türlü gayreti gösterdiğine şahit olunmaktadır.

Oysa Kıbrıs'ta isteseler de, istemeseler de fiilen ve 26 yıldır kendi kendini idare eden müstakil bir Kıbrıs Türk Devleti vardır. Fiili durumun daima hukuki durumun önünde bulunduğunu unutmamak gerekir. Fiili durum böyle olmasına rağmen her şeyi ile müstakil bir devletin özelliklerini taşıyan bu devleti bugüne kadar Türkiye dışında hiç bir ülke siyasi olarak tanımamıştır. 1974 yılında Pakistan ile birlikte bir kaç islam ülkesi tanımak için harekete geçtilerse de ABD ve AB devletlerinin ekonomik ve siyasi baskısı ile korkmuşlar ve tanımaktan vazgeçmişlerdir.

Sonunda fillien yaşayan ve fakat yaşadığını Türkiye dışında hiç bir ülkenin görmediği bir ülke meydana çıkmıştır.

Türkiye 26 yıldır Kıbrısı her alanda desteklemiştir. Bu uğurda binlerce evladını seve seve şehit vermiştir. En güçlü ve kuvvetli kolordusunu burada tutmaktadır. Başta ABD olmak üzere müttefikleri olan batı ülkelerinin her alandaki ambargoları ile karşı karşıya kalmıştır. Uluslarası arenada Kıbrıs konusu daima ortaya konularak emperyalist ve işgalci bir devlet muamelesine maruz bırakılmıştır. Ekonomisi önemli zararlar görmüştür. Bütün bunlara rağmen K..K.T.C; Türkiye'nin namusudur, gururudur ve şerefidir. Kıbrıs Türk Halkına ve topraklarına gelecek en küçük kötülük bize yapılmış demektir. Onlarla birlikte bizimde güvenliğimiz tehlikeye gireceğinden, oraya karşı atılan her şer adım bize karşı atılmış gibi kabul edilmelidir.

Bir cümle ile ile özetlemek gerekirse; Kıbrıs Türk Halkı'nın menfaatleri Anadolu Türk Toplumu ile özdeşleşmiştir.
O toprakları Antalya'dan, İzmir'den , Trabzondan farklı düşünmek mümkün değildir. Peki bu 26 yılda ne yaptık .Oralarda boşunamı şehit olduk. Bugün Kıbrısta doğan ve 26 yaşını huzur ve güven ortamı içinde geçiren Kıbrıs Türkü neden adadaki kendi güvenliği için canını tehlikeye atan Türk askerini sömürge ordusu olarak ,Türkiyeyi'de sömürgeci olarak görüyor. Ve bunu açıkça beyan etmekten de çekinmiyor.

Bu korkunç ve acı manzaranın birdenbire oluşmadığı kesin. Evet her toplumda hainler vardır. Bunlar doğal görülmelidir. Fakat 200.000 nüfuzlu küçük bir toplumda bu düşünceler fiilen her ortamda konuşulur hale gelmiş ise durup düşünmek ve aklı selim ile karar alıp, iş işten geçmeden uygulamak gerekir.

Bu tesbitimi başımdan geçen bir olayla açıklayıp desteklemek istiyorum.

1998 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesi son sınıf öğrencilerine Atatürkçülük dersleri veriyordum. O günlerin güncel olayı K.K.T.C'de yapılan ve K.K.K.'mız Org.Hüseyin KIVRIKOĞLU'nun da takip ettiği bir tatbikatta açılan kaza atışı ile tatbikatı seyreden bir albayımızın şehid olması idi. Konuyu basınımız günlerce tefrika etti. Savaşı ve olayları bizzat yaşayan bir neslin aydını olan, fakat davasını 24 yıldır anlatamamış bir yönetimin temsilcisi idim .Bizim çözemediğimiz bu sorunu yine herşeyde olduğu gibi devredeceğimiz genç neslin Kıbrıs konusundaki bildikleri acaba nelerdi? Tahsil hayatının sonuna gelen ve ülkemizin en iyi yetişmiş beyinleri olduğu bilinen bu gençler acaba Kıbrısla ilgili olarak ne düşünüyorlardı?

Kendimce çok kolay ve basit olarak değerlendirdiğim aşağıdaki soruları aralarından 4 taneside bizzat K.K.TC vatandaşı olan öğrencilerime sordum.

 - Kıbrıs Neresidir?
 - K.K.T.C. neresidir ve ne zaman kurulmuştur?
 - Türk askeri orada neden tatbikat yapıyor?
 - Türk K.K.Komutanı ve Türk Albaylarının orada ne işi olabilir?
 - Türkiye, Yunanistan Ve İngiltere'nin Kıbrıs'la ilgileri nelerdir?
 - Kıbrıs Türklüğünün tarihi hakkında neler biliyorsunuz?
 - Kıbrıs Türk ve Rum kesimi ne istiyor.? Neden anlaşamıyorlar?

Soruları sordum . Azda olsa bazı cevaplar alabileceğimi umuyordum. Fakat Kıbrıslı öğrenciler dahil sorular hakkında en küçük bir bilgileri dahi olamadığını görerek, irkildim. Önce gördüğüm manzara beni kızdırdı. Sonra üzdü ve utandırdı. Kendimden ve benim neslimin yaptığı büyük hatadan utandım. Bu çocuklara milli davalarını biz okullarımızda anlatmazsak, bunlar nereden öğrenecekler. Evet, biz bu konuda ne okulda ve ne de başka bir yerde yeni nesillere hiç bir şey öğretmedik. 20 Temmuz'larda yapılan göstermelik bir kaç tören ve konuşmanın genç nesillere hiç bir şey ulaştıramadığını görerek kahroldum.

Aslında bu nesle bunları izah etmek hiç de zor değildi. Kıbrıs'ın Türkler için neden önemli olduğunu; Kıbrıs'ın nasıl Türk olduğunu; nasıl elimizden çıktığını; Kıbrıs Türk Toplumuna ne gibi haksızlıklar yapıldığını; Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasını ve bu konuda T.C'nin garantörlük görevi üstlenmesini; Kıbrıs Barış Harekatı sebep ve sonuçlarını; yıllardır süren toplumlararası görüşmeler ve tarafların isteklerini; K.K.T.C'nin bugünkü durumunu ve gelecekten beklentilerini; özette olsa bir ders saatinde anlatabilmenin mümkün olduğunu uygulayarak gördüm.

Evet sayın yöneticilerim. Bizim jenarasyonun ,yani olayları bizzat yaşayan neslin çözemediğini; konu hakkında hiç bir şey bilmeyen bir nesille nasıl çözeceksiniz.

Kıbrıs Türk halkının Türkiye hakkındaki menfi düşüncelerinin müsebbibi olarak sadece onları göstermek çok yanlıştır. Ayrıca; 26 senedir konuyu dünyanın hiç bir ülkesine anlatamamış ve uluslararası arenada hiç bir destek bulamamamış isek, bunu rakiplerimizin çok güçlü olmasına bağlayamayız. Konudaki eksikliğimiz, iç yönetim zafiyetimizden ve siyasi istikrarsızlığımızdan kaynaklanmaktadır. 26 yıl önce KIBRIS FATİHİ olarak gönüllerde taht kuran sayın ECEVİT bugün yine başbakandır. En fazla sahip çıkılması gereken bir dönemde bizzat Başbakan Ecevit'in B.M. Genel Sekreteri'nin talimatına uyarak Kıbrısa gidilmeyişine ve Sayın Denktaş'ın yalnız ve desteksiz bırakılmasına mazeret bulmak veya kamuoyunu tatmin edici bir sebep bulabilmek çok zordur.

 - Bu karara uyarak yanlış yapıldığını haykırarak duyurmak istiyorum...
 - Türkiye Cumhuriyeti Devletinini; kendini idare edebilecek ve kendi menfaatine uygun kararlarını alabilecek potansiyele ve tecrübeye sahip olduğunu değerlendiriyorum

Kıbrıs Türk Toplumunu ; Anadolu Türk Toplumundan ayrı düşünmek mümkün değildir. Olmamalıdır. Bunun için kendi kendimizi inkar etmemiz gerekir ki, bu asla mümkün değildir.

Kıbrıs politikaları partilerin politikaları değildir. Kıbrıs politikaları; bütün milletin desteklediği milli davranışları içermelidir. Politikacılar parti yöneticilerinin değil, bu konuda milletin sesine ve iradesine kulak vermelidirler.

Milletin desteğinin alınması ve milletin sesinin dinlenmesi için ise bu konunun millete maledilmesi gerekir. Millete maletmek; konuyu bütün çıplaklığı ile ona anlatmakla olur. Oysa görünen gerçek o ki; biz bu davayı milletin hiç bir kesimine anlatamamışız. Onlar bilmedikleri şeye nasıl destek vereceklerdir. Davayı kendi milletine ve Kıbrıs Türk Toplumuna anlatamayan ve onların dahi desteğini alamayan bir yönetimi, diğer millet ve devletlerin desteklemesini beklemek ve anlayışlı olmalarını istemek mümkün değildir.

Sonuç olarak önce bu yanlışı düzeltelim. Yani konuyu milletimize anlatarak önce kendi halkımızın desteğini alalım. Bu destek; siyasilerimizin davada daha kesin , kararlı ve belirleyici adımlar atmalarına önemli katkıda bulunacaktır.

Hayır sayın yöneticilerimiz. Geç kalmadınız. Halkımız anlayışlıdır. Eğer kendisine izah edilirse anlayacaktır. Bunu yapmalısınız. Yoksa bugün "SÖMÜRGECİ TÜRK ASKERİ ÜLKENE DÖN " diye bağıran aldatılmış ve kandırılmış Kıbrıs Türk Toplumunun içinde bulunduğu ruh halini gözünü kırpmadan şehid olarak o topraklara özgürlük götüren asil milletimize izah edemesiniz.

Yöneticilerimizin susmaya hakları yoktur. Konuşacaklar ve bıkmadan konuşarak doğruları halkımıza anlatacaklardır. Bu çarpık görüntünün sebep ve neticelerini milletimize açıklayacaklar ve mutlaka onların desteğini alacaklardır. Başka bir çıkış yolu şimdilik görülmemektedir.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
28 Temmuz 2000 Cuma

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=59


.

YÖK "YOK" mu oluyor?





YÖK "YOK" mu oluyor?


1 Ağustos 2000 Salı 

Türkiye Cumhuriyetinin Darülfünun'dan üniversiteleşmesi kolay olmadı.Uzun yıllar Cumhuriyetimiz bir üniversite ile ülke sorunlarını kucaklayacak aydın nesilleri yetiştirmeye çalıştı.

12 EYLÜL 1980 hareketinden sonra üniversite sayısının 19 a çıkartılarak bütün yurt sathına yayılması ile; her gelişmenin karşısında olan muhalif beyinler ile cahil kafaların yaygaraları ile yer yerinden oynadı.

Sözde aydın geçinen bir takım gafiller bir yerlerden emir almışçasına haykırdılar.

"Üniversitelerimiz katlediliyor. Türkiye'ye bu kadar üniversite çoktur. Buralara hocayı nereden bulacaksınız?. Kim gider Urfaya, Van'a, Malatya'ya?. Bu memlekete yazık olacaktır. Göreceksiniz bunlar kağıt üzerinde kalacaktır."

Oysa o günlerde Üniversitelerin çok daha önemli sorunları vardı. Üniversitelerimiz özerkti. Yani kendi kendisinin dışında karışanı ve denetleyeni yoktu. Bilimsel özerklik adına kullanılan genişletilmiş hürriyetler üniversiteleri değil bilim yapmak; anarşi ve terörün kucağına iterek adeta eğitim ve öğretimin katledildiği, anarşi ve terörün örgütlendiği merkezler haline dönüşmesine yol açmıştı.

Açılacak fakültelere ve buralara alınanacak öğrenci sayısına üniversiteler kendileri karar verirlerdi. Ülkenin ihtiyaçları, bölgenin ihtiyaçları hiç dikkate alınmazdı. Çünkü böyle bir sorumlulukları yoktu . Zaten kendisinden böyle bir işlevde beklenmiyordu. Devlet elindeki bilim adamları hakkında yeterlli bilgiye sahip değildi. Yani bilim adamlarımızın ve bilim adamı ihtiyacımızın yeterli envanteri mevcut değildi. Devlet ve devleti devletleştirecek eğitimli adamlarımızı yetiştirecek üniversitelerimiz arasında sağlıklı bir bağ ve koordinasyon da mevcut değildi. Üniversitelerimizin bölge ve yöre sorunlarına katkıda bulunmaları mecburiyetleri de yoktu.

Ayrıca büyük şehirlerde kümelenmiş üniversitelerimiz bünyesinde çöreklenmiş pekçok sayın profesörümüz ele geçirdikleri bu mevzileri terketmemek için binbir dolap çevirmekte idiler. İşte bu ancak birkaçını sayabildiğim aksaklığı önlemek, devlet ve üniversite bağını sağlamak, ülke ve yöre sorunlarına çözüm üretecek bilim yuvaları oluşturmak, bu bilim yuvalarını ülkemizin her yanına yayarak vatandaşlarımız arasında fırsat eşitliği sağlamak, ülke ihtiyaçlarına göre ihtiyaç duyulan yer ve miktarda öğrenci yetiştirmek, genç bilim adamlarımızın yükselmelerini engelleyen faktörlerik ortadan kaldırmak ve nihayet yüksek öğretimde kontrolu, koordinasyonu ve sistemli bir çalışmayı egemen kılmak maksadıyla anayasal bir kurum olarak bugün her tarafı ile eleştirilen YÜKSEKÖĞRETİM KURULU meydana geldi.

Sonunda üniversite sayımız 72'ye, öğrenci ve öğretim üyesi sayılarımız da birkaç kat fazlasına ulaşmıştır. Üniversitelerimiz kuruldukları şehirlerin kültürel ve ekonomik hayatına çok önemli katkılarda bulunmuşlar ve adeta şehirlere bir canlılık getirmişlerdir. Kültür değişimlerini hızlandırmışlardır. YÖK ile birlikte DEVLET-ÜNİVERSİTE İŞBİRLİĞİ en üst düzeye çıkmıştır. Bunlar ülkemiz için olumlu gelişmelerdir.

Her sosyal müessesede olduğu gibi kurumsallaşma, yani sistemleşme aşamasında önemli aksaklıkların meydana gelmesi doğaldır. Ayrıca, yüksek öğrenimde tam anlamıyla devrim sayılabilecek oldukça köklü ve radikal tedbirlerin YÖK tarafından istisnasız uygulanması ile bundan memnun olmayacak bir kitlenin mevcudiyetide kaçınılmaz idi.

Bilindiği gibi yeni kurulan müesseselerde sistemleşme gerçekleşinceye kadar kurucular ve yöneticilerin konuya bakış açılarına ve karakterlerine göre bu müessseseler şekillenirler. Zamanla kurallar oturur ve yerleşirler. Nitekim kurucu başkan Sayın İhsan DOĞRAMACI ve takiben Mehmet SAĞLAM dönemlerinde fazla göze batmayan, eleştirilmeyen ve bitaraf bir şekilde görevini yerine getiren YÖK; ikinci defa seçilen Sayın Kemal GÜRÜZ döneminde adeta kural tanımayan, devlet içinde devlet halini alan bir görünüme bürünmüştür. Yansız ve tarafsız olması gereken bilim dünyamızın bu temel kuruluşu; adeta bir imparatorluk gibi yönetilmeye başlanmıştır. Keyfi yaptırımlar ön planda görülür olmuştur.

Bütün partilerin ortak mücadele hedefi olarak kabul gören bu yüce kurum ve başkanı hakkında T.B.M.M.tarafından yüzlerce sayfalık soruşturma komisyonu raporları hazırlanmıştır.

9. cumhurbaşkanımız Sayın Demirel gerek kamuoyunun, gerekse siyasilerin ve öğretim üyelerinin israrlı isteklerini hiç dikkate almadan giderayak Sayın GÜRÜZ'ü yeniden başkanlığa atamıştır. Bu atama artık bardağı taşıran son damla olmuştur. Beklenmedik bir şekilde yeniden atama ile birlikte kendini bulunmaz ve yeri doldurulamaz olarak bir kat daha ispatlayan Sayın GÜRÜZ bu tarihten itibaren birbiri peşisıra ve birbirinden büyük hatalar yapmaya ve bu yüce kurumu kendisi ile birlikte adeta yıpratmaya çalışmıştır. Nihayet son rektör seçimlerinde insafsız ve izansız kararlarını Cumhurbaşkanına onaylatmak gibi bir uygulamaya girişmesi Cumhurbaşkanımız Sayın SEZER'in hukuk ile yoğrulmuş sağduyusuna takılmış ve keyfi tutum ve davranışlara bir bakıma dur denilmiştir.

Konu YÖK'ten ziyade Sayın GÜRÜZ'ün kişiliğinden bu safhaya kadar ilerlemiştir. Sanırım GÜRÜZ ile birlikte YÖK'ta keyfi yönetim ve yaptırımlar bitecektir. Kanun ve talimatların hakimiyeti yeniden ön plana geçecektir.

Bu ülkede YÖK gibi çok önemli işlevleri bulunan bir müesseseeyi vukuf ile yönetebilecek çok saygın ve değerli bilim adamlarımız mevcuttur. Akıl, mantık, sağduyu, bilim ve kanun hakimiyeti ile iyi yönetilen bir YÖK ülke insanının yetişmesine ve devletin güçlenmesine büyük katkılar yapabilecektir.

 - Aksayan kısımlarına yeni düzenlemeler getirilen YÖK YÖNETİMİNE EVET,

 - Kemal GÜRÜZ gibi keyfi tutum ve davranışları sistemleştiren bilim ADAMLARINA HAYIR.

 - YÖK KANUN VE YÖNETMELİĞİNDE 18 YILLIK TECRÜBE İLE AKSADIĞI AÇIKÇA BELLİ OLAN HUSUSLARIN İVEDİLİKLE DEĞİŞTİRİLMESİNE EVET

Yemin ettiği ilk günden itibaren ciddi, tutarlı ve gerçek bir devlet adamına yakışır tavır ve davranışları ile bütün milletin saygı ve güvenini kazanan Sayın Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet SEZER' in başlattığı YÖK operasyonunu tamamlamasını bekliyor ve ümit ediyorum.

Sayın cumhurbaşkanımız ile ülkemizde kanun hakimiyetinin, dürüst devlet adamlığı imajının giderek yerleşmekte olduğunu görüyor ve milletim adına seviniyorum.

864 Rakımlı tepeden Sayın SEZER ailesinden yayılan ışıkların kısa sürede bütün ülkeyi aydınlatacağına inanıyorum.

Bu ülke insanı bu güzellikleri görmeye uzun yıllar hasret kaldı. Bu hasreti bitiren Sayın SEZER'i kutluyorum. Her alanda yüzümüzü güldürecek icraatlarının devamını diliyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
1 Ağustos 2000 Salı

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=60

.

Neden Camp David? Neden Boğaziçi Kampı değil?





Neden Camp David? Neden Boğaziçi Kampı değil?


2 Ağustos 2000 Çarşamba 

Bugün sadece özlemini çektiğim değil, gerçekten hakkımız olan ve yapmaya gücümüz olmasına rağmen bir türlü beceremediğimiz önemli bir konuya değineceğim. Sanırım başlık konuyu yeteri kadar açıklıyor.

1991'den itibaren fiilen dünyanın en büyük gücü konumuna geçen, ve dünyanın Jandarması rolünü üstlenen, ülkelerin büyük ağabeyi ABD; bilindiği gibi ülkeler arasındaki sorunları kendi milli çıkarları doğrultusunda çözümlemek için uygulanabilecek her türlü metodu başarıyla uyguluyor. Bu şekilde büyük devlet olduğunu her fırsattan istifade ile milletlerin kafasına çakıyor.

Amerikanın uyguladığı metotların başında CAMP DAVID çalışmaları geliyor. Adı ile meşhur yerler arasına giren bu bölgede problemli ülke liderlerinin birararaya getirilerek " KARŞILIKLI UZLAŞMA TOPLANTISI " adı altında kendilerine dikte ettirilen konuların bir ortak metinde toplanması ve ABD'ninde bu metinde yazılanlara garantör sıfatıyla kefil olduklarının açıklanması ile oyun sona eriyor. Bütün bu faaliyetlerin tamamen insancıl duygularla dünya ve bölge barışı adına yapılması'da işin kamuflajı oluyor.

ABD Başkanının spor kıyafetler içinde , iki ülke başkanı ile çok samimi bir ortamdaki barış için verdiği büyük çabalar dünya medyasına dakika dakika ve abartılarak aktatılıyor. Bu görüntülere dünya alıştı. Dünyanın en meşhur uzlaşı merkezi olan CAMP DAVID'in en son misafirleri bizi çok yakından ilgilendiriyor. Tam 500 yıl barış içinde atalarımız Osmanlı'nın buyruğu altında barış ve huzur içinde yaşamış FİLİSTİN topraklarının yahudi ve müslüman sakinlerin liderleri ARAFAT ve BARAK kutsal topraklarının paylaşımı ve ortak kullanımı için büyük ağabeylerinin emir ve komutasında tam 15 gün boyunca yoğun bir çalışma içine girdiler.

Sonuç tabii ki yok. Olmasıda şimdilik mümkün görülmüyor. Bilakis karışık olan durum biraz daha karmaşık hale getirildi. Bunun nedenlerini bir başka yazımızda açıklamaya çalışacağım.

Konumuz CAMP DAVID çalışmalarının içeriği ve sonuçları değildir. Sonuçlar tabiidir ki öncelikle ayni topraklarda asırlarca dostluk ve huzur içinde birarada yaşamış iki ayrı dine mensup iki ayrı milleti bütün sebep ve neticeleri ile ilgilendirecektir.

Bizim vurgulamak istediğimiz konu; Neden bölge barışı ve huzurunu birebir ilgilendiren ve Türkiye'nin her alandaki menfaatlerini olumlu veya olumsuz etkileyebilecek bir süreçte TÜRKİYE CUMHURİYETİ'nin adı bile yoktur.? Rolü yoktur ?. Fikri yoktur? Neden bizim yöneticilerimizin fikrine müracaat edilmemiştir? Bizi yönetenlerin sorunu olmasada bu konu Türk aydınlarının kafasını kurcalamaktadır ? Kurcalamalıdır. Çünkü; Bizim çevremizde dönen bütün işlerde ve oluşturulan bütün sistemlerde yerimiz ve rolümüz olması gerekmektedir. Bu en doğal hakkımız olarak görülmelidir. Ama Türk aydınını rahatsız eden bu hususlar herhalde bizim yöneticilerimizin aklına dahi gelmiyordur. Gelse idi iki satırlık bir beyanatları olurdu ki, bu hususta şu ana kadar hiç bir yetkiliden bir açıklama olmamıştır. Fakat sayın devlet ve millet büyüklerimizin" Galatasaray'ın kalesini kimin daha iyi koruyacağına " ilişkin beyanlarına boyalı basının her karesinde görmek mümkündür.

Burnumuzun dibinde 50 yıldır birbiri ile çatışan, bizim iki eski tebamız olan, ve bizim ağabeyliğimizi çok iyi tanıyan iki millet var. Biz bunları asırlarca kendi aralarında hiç bir çatışma olmadan ve refah içinde yönettik. Neden bizi doğrudan ilgilendiren bir barış sürecinin başlatılmasında hiç bir katkımız olmuyor. Veya olamıyor. Herhalde CAMP DAVID gibi güzel ve özel yerlerimiz yok.

Amerika; okyanus ötesinden buradaki üç kuruşluk milli menfaaati için geliyor. Çaba harcıyor. Uğraşıyor. Bizim bu konuda iki dost ve kardeş millete arabuluculuk yapabileceğimiz aklımıza dahi gelmiyor.

İleriyi göremeyen, kendi değerini ve gücünü bilemeyen sayın yöneticilerime diyecek bir söz bulamıyorum. Neden acaba bu kadar kısır bir fikri yapı içindeler merak ediyorum. Onlara sorarsanız; " böyle arabuluculuk yapabilmek için büyük devlet olmak lazım " diyeceklerini duyar gibi oluyorum. Peki sorarım size biz küçükmüyüz ?. Lütfen biraz sınırlar dışına çıkın ve sınırlarımızdan başlayarak her ülke halkına sıra ile sorun." BİZ KÜÇÜKMÜYÜZ" deyin. , Bütün milletler; bugünkü aciz ve korkak görüntümüze rağmen TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'ni dünyadaki 200 devlet arasında en güçlü ilk 10 içine koyduklarını görecekler ve şaşıracaklardır.

ORTADOĞU-BALKANLAR-KAFKASLAR gibi sorunlar yumağı bir bölgede yer alan Türkiye; bölgede barış, huzur ,güvenlik ile ülkelerarası kooardinasyon ve uzlaşıyı temin edecek yegane devlettir. Bunu en iyi şekilde yerine getirecek potansiyele sahiptir. İçinden deniz geçen dünyanın en güzel şehri İstanbul'da yüzlerce CAMP DAVID vardır. Yeterki sınırların dışını görebilecek kadar öngörüye sahip yöneticilere sahip olalım.

Gönlüm artık bölgemize ait ve bizi doğrudan ilgilendiren sorunların çözümünde ABD, BM,AB gibi ülke ve kuruluşların değil; TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'nin etkin rol almasını istiyor. Yeterli gücümüz ve etkimiz vardır.

SAYIN YÖNETİCİLERİMİZ; sadece siz devlet büyüklerimizin artık kış uykusundan uyanmanızı ve aktif rol almak için emir vermenizi bekliyoruz.. Kimbilir belki sesimizi ve sözümüzü duyan olur. Şurasını bilin ki; sokaktaki küçümsediğiniz sade vatandaş bunu görüyor. İstiyor. Ama binlerce yıllık devlet geleneği dolayısıyla " büyüklerimizin bir bildiği vardır ."diyerek susuyor. Biraz hareket. . Biraz ruh ve heyecan. Biraz kendine güven ile atacağınız bütün adımlarda bu asil ve necip milletin büyük desteğini daima yanınızda göreceksiniz. Nitekim bu sözlerimizin doğruluğu; CAMP DAVİD görüşmelerinin hemen ardından önce ARAFAT'ın ve sonrada BARAK'ın Türkiye'ye gelerek yaptıkları çalışmalar hakkında Türk yetkililerini bilgilendirmek ve desteklerini almak istemeleri ile görülmüştür. Bunun Türkiye'nin dışarıdan görünen gücünün bir göstergesi olarak algılamak gerektiğine inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
2 Ağustos 2000 Çarşamba
http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=61