BÖLÜCÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BÖLÜCÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 41

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 41


1967 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle ilk sınıfa giren 
Hatice Babacan olması ve okul yönetiminin Hatice Babacan’ı engellemesi ile toplu öğrenci eylemleri başlamış ve daha sonrada bu öğrenci üniversiteden atılmış ve öğrenciye destek verenler de çeşitli disiplin cezaları almıştır (Albayrak, 2008, s.49). 
Bütün bu gelişmeler ile beraber Türkiye’de yükseköğretimde başörtüsünün 
yaygınlaşması ve büyüyen bir sorun haline gelmesini özellikle 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle ilişkilendirilebilir (Şimşek, 2012, s.168). O dönemler içerisinde artan huzursuzluk ortamı ile beraber sol düşünceli bireylerin eylem ve gösterileri sonucunda dini sembol ve uygulamalar bir araç olarak kullanılmıştır. 

Türk üniversitelerine ilişkin olarak 1946’dan bu yana üç temel kanun, sistemin 
esaslarını koymuş ve genel çerçevesini çizmiştir. Bu kanunlar kronolojik sırasıyla şöyledir: 

1. 13.06.1946 tarih ve 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu”, 
2. 20.06.1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu 
3. 04.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu”. 

Türkiye’de üniversitelere temel dayanak teşkil eden bu kanunların hiçbiri 
olağan/normal koşullarda ve ortamlarda üretilmemiştir (Gemalmaz, 2005, s.30). 

20 Aralık 1982’de YÖK, kıyafet genelgesiyle, derslerde başörtüsü takılmasını 
yasaklamıştır. YÖK 1982’de kıyafet genelgesi ile başörtüsü yasaklamasına rağmen 1984’te yasağı kaldırmıştır. Dönemin YÖK başkanı İhsan Doğramacı tarafından daha modern olduğu söylenen boynu açıkta bırakan ve kulakların arkasından dolanarak bağlanılan “türban”ı serbest bırakılmıştır. Fakat aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay’ın kararı, tartışmaları alevlendirmiştir. Danıştay, 13 Aralık 1984 tarihli kararında, söz konusu genelgenin yasal olduğunu belirtmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Türkiye’de irtica tehlikesi var” demesi üzerine YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklamıştır (Toruk, 2010, s.486). 

Üniversitelerde başörtüsü tartışmalarının her geçen gün artması ile beraber bu 
sorunun 1984 yılında ulusal yargıya taşınması ve üniversitelerde başörtüsü takması nedeniyle verilen uzaklaştırma cezalarının Danıştay 8. Dairesi’nin 13 Aralık 1984 tarihli kararıyla yerinde görülmeye başlandığı bilinmektedir. Bundan sonra ki süreçte ise başörtüsü tartışmasının gündeme geldiği tarih 16 Kasım 1988’dir. Bu tarihte TBMM üniversitelerde kılık kıyafet serbestliği getiren bir kanun çıkarmış ve dönemin askeri Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunu tekrar görüşülmek üzere kanunu meclise göndermiştir. TBMM’den, yükseköğretimde kılık kıyafet serbestliğine dair alınan ilk kararın özünde bir değişiklik meydana getiren bir karar çıkmaması üzerine, Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunun iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989 tarih ve 1989/12 sayılı kararı ile kanunun Anayasaya aykırı olduğuna hükmederek yükseköğretimde başörtüsünün serbest kalmasının uygun olmadığı sonucuna varmıştır. Anayasa mahkemesinin almış olduğu bu karar doğrultusunda, alınan bu kararların hukuki olmadığını düşünen iki öğrenci  konuyu AİHM’ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) taşımış ve AİHM 3 
Mayıs 1993 tarihli kararında “başörtüsü yasağının din ve vicdan özgürlüğü kavramına aykırı olmadığına” hükmetmiştir (Turan, 2002, s.182-184). 

Turgut Özal Hükümeti’nin 1987 genel seçiminden hemen sonra “türbanı 
serbest” bırakan bir yasa çıkartmasına rağmen Cumhurbaşkanı Kenan Evren 
“Türbanlılar tamam ama çarşaflı ve mayolular da gelirse ne olacak” diyerek yasayı veto etmiştir. Bunun üzerine YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde değişiklik yaparak ve türbana özgürlük sağlayarak yeni yasayı Aralık 1988’de Meclis’ten geçirmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren yasayı bu defa veto etmez ancak önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi’ne götürür. Mahkeme 7 Mart 1989’da YÖK Kanunu’nun ek 16. Maddesindeki değişikliği “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar… Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” İlave hükmünü, Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir. Bu kararın 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden kısa bir süre önce alınması İstanbul başta olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenmesine neden olmuştur. 

ANAP Hükümeti daha sonrasında 25 Ekim 1990’da yüksek öğretim kurumların da başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarmış ve 2547’nin ek 17. 
maddesi “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim 
kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu defa SHP, yasanın iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve talep reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesi 9 Nisan 1991’de verdiği kararla kanun değişikliği metninin Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna varmış ve böylece üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet serbest olmuştur. Başörtüsü yasağına son veren bu durum, bazı üniversitelerdeki farklı uygulamalara rağmen 1997 yılına kadar genelde sorunsuz devam etmiştir. 

Başörtüsüyle üniversitede eğitim hakkı konusunda AİHM’ne 1993 yılında açılan 
davada karar öğrencilerin aleyhine çıkmış ve mahkeme “Yükseköğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrenci, bu düzenlemeleri kabul etmiş sayılır. Kısıtlama din ve vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmamaktadır” demiştir. 28 Şubat sürecinde YÖK Başkanlığına atanan Kemal Gürüz ’ün MEB’in 15 Eylül 1997 tarihli genelgesine dayanarak üniversite rektörlüklerine “başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınmaması” yönünde talimat vermesiyle başörtüsü tekrar yasaklanmıştır. Bu durum üzerine aylarca süren eylemler yapılmış ve davalar açılmıştır. 

1998 yılında başörtüsü yasağına uymayan öğrencilerden üç bine yakını okuldan 
uzaklaştırılmış, birçoklarına ise uyarı ve kınama cezası verilmiştir. 1999 yılında yasak açık öğretim fakülteleri ve ilahiyat fakülteleri öğrencilerini de içine alırken, Kıbrıs Üniversiteleri’nde de başörtü yasaklanmıştır. 2000 ve 2001 yılına gelindiğinde ise İmam-Hatip liseleri de dâhil, Türkiye’nin tüm devlet ve özel üniversiteleri yasağı uygulamıştır (Toruk, 2010, s.486-487). 

Türkiye’de Yükseköğrenimde başörtüsü sorunu ile laiklik arasında sürekli bağ 
kurulduğunu ve laiklik ilkesinin Türkiye’de laikliğin (Mert, 2001, s.271) temelinden uzaklaştırıldığı ve böylece laiklik kavramının siyasiler arasında bir araç olarak kullanıldığı ve her başörtüsü sorunu gündeme geldiğinde toplum ve sosyal yaşamda Cumhuriyet’in temel ilkesi olan laiklik ilkesine vurgu yapıp bu ilkenin koruyuculuğu altına girmişlerdir. 

Yapılan değerlendirmeler ışığında başörtüsü sorunun uzun tarihsel temellere 
dayandığı ortadadır. Sorun sadece kılık kıyafet ile sınırlı kalmamış, Türkiye’nin kuruluş felsefesi ile ilişkilendirilmiştir. Rejimin kendisini var etmeye çalıştığı paradigmaya uymayan veya alternatif bir paradigma üretebilecek insan kaynağının kendini görünür kıldığı alan, rejimin sahiplendiği paradigmayı benimseyenlerin reflektif tutumları sonucunda bir mücadele alanına dönüşmüştür (Şimşek, 2012, s.169). 

Emre Kongar; “Türkiye’de 28 Şubat sürecinde eğitim ile ilgili meydana gelen 
gelişmeleri ve başörtüsü sorununu 1945 yılından itibaren eğitim alanında yaşanan gelişmelere ve Soğuk Savaş dönemlerine bağlamakla beraber, Türkiye’de 1945 yılından sonra, o dönemde dünyada hâkim olan konjonktürel yapı ile de uyumlu bir şekilde, eğitimin milli olma özelliğinden uzaklaştırıldığını ve dinci eksende, gerçeklerden koparılarak, ideolojik ve siyasal nedenlerle sağa kaydırıldığını” ifade eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası için kullanılan Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de en çok hukuk, siyaset ve eğitim alanlarında bir etkiden söz edilebilir. DP döneminde Köy Enstitüleri’nin kapatılması, din eğitimi veren orta ve yükseköğretim kurumlarının açılmış olmasının neticesinde Türkiye’de eğitimin Arap kültürü emperyalizmine ve Cumhuriyet karşıtlarına teslim edildiğini ileri sürmekle beraber, 1965 yılında AP’nin iktidarı döneminde eğitimle ilgili bu yaklaşımın güçlenerek devam ettiğini, 1968 yılında kışkırtılan öğrenci olaylarının kullanılmasıyla eğitimde Türk-İslam sentezi kapsamında bir geriye gidişin olduğunu, 12 Mart 1971 Askeri muhtırası ve 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesi sonrasında ülkenin İslamcı eğitime teslim edildiğini savunmaktadır. 

Yine Emre Kongar’a göre; “Türkiye’deki başörtüsü sorunu, Soğuk Savaş 
dönemlerinde hâkim kılınan Türk-İslam sentezinin eğitime yansıması sonunda 
güçlendirilen ve yaygınlaştırılan imam eğitiminin, yani bizzat Cumhuriyet dönemi yönetimlerinin ürettiği bir sorundur. Ayrıca 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bittiği genel kabul gören Soğuk Savaş dönemi ile ilgili farkındalığın Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında algılandığını ve bu tarihten itibaren eğitim alanında Soğuk Savaş’ın tahribatının düzeltilmeye çalışıldığını” ifade etmektedir (Kongar, 2002, s.300-305). 

Türkiye’de 1983 yılında üniversitelere kız öğrencilerin başörtülü bir şekilde 
girmeleriyle ilgili bir buhran yaşanmakla birlikte bu sürecin bir şekilde atlatılmış olması ve 1990 öncesinde başörtülü kız öğrenci sayısının fazla olmamakla birlikte 1990 sonrasında başörtülü kız öğrenci sayısında artış olduğu bilinmektedir. Sayısal olarak başörtülü kız öğrenci sayısında bir artışın olmasının başörtüsünün üniversitelerde bir sorun haline gelmesinde tek başına etkili olmadığı; başörtüsünün bir sorun haline gelmesinin 1995 milletvekili genel seçimleri öncesinde RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın seçimlerden sonra “Üniversitelerin rektörleri; değil başörtülü kızlarımızı okula almamak, karşılarında selam duracaklar, selam!” gibi ifadeleri nedeniyle başörtüsü konusunun farklı bir mecraya girmesiyle, siyaset malzemesi haline getirilmesiyle, gerçekleştiği ve RP’nin bu gibi bazı söylem ve icraatları neticesinde 28 

Şubat 1997 post-modern darbesine giden yolun açıldığını ifade etmiştir (Ateş, 1999, s.206-210). 

28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları içerisinde bulunan Devrim Yasaları ile 
okullarda ve resmi dairelerde başörtüsünün kullanılıp kullanılamayacağına yeni 
tartışmaları da beraberinde getirmiş olmakla beraber 1997 yılı sonunda Başbakanlık tarafından “Kılık-Kıyafet Genelgesi” yayınlanmıştır. Bu genelge bütün yönetim birimlerine gönderilmiş ve genelgede belirtilen esaslara uymayanlara idari yaptırım cezaları getirilmiştir. 

Türkiye’de, üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorunu Türkiye’nin en önemli 
sorunlarından birisi haline getirildiği, bu sorun laiklik ilkesini ilgilendirdiğinden hukuki bir sorun olduğu ve sorunun çözüm yeri de yargı organları olduğu bilinmektedir. Laikliği ilgilendirmesi bakımından hukuki bir sorun olan başörtüsü sorunu demokratik tüm devletlerde hukuki bir sorun olarak algılandığı, başörtüsü sorunu dini bir sorun olarak ele alınmasının sadece teokratik devletlerde görülebilecek bir yaklaşım olduğunu bilinmektedir. Hukuki bir sorun olduğunu iddia ettiği başörtüsüyle ilgili yargısal süreçlerin Avrupa’da ve Türkiye’de başörtüsü aleyhine sonuçlandığı yine mahkeme kararlarından anlaşılmaktadır. Başörtüsü sorununun Türkiye’de yaşanan bir sorun 
olmakla sınırlı kalmadığını, Avrupa’da da başörtüsüne karşı duyulan alerjinin arttığını ve bu açıdan Türkiye’de başörtüsünün yaygınlaşmasının Türkiye’nin AB’ye girmesini zorlaştıran engellerden birisi haline gelmiştir (Savaş, 2004, s.162-190). 

28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanmasının 
günümüz dünyasının özgürlüğü ön plana çıkaran çağdaş anlayışıyla açıklanmayacak olup bu uygulamanın devletin özel alana müdahalesi olduğu, İslami duyarlılığın toplumsal talebe dönüşmesinin engellenmesinin sağlanmaya çalışıldığı ve kamusal alanda İslami görünürlüğü imha etme planının önemli bir parçası olduğunu aktarması açısından oldukça önemlidir. Bu görüş dikkate alındığında aslında mücadelesi verilen meselenin sadece başörtüsü olmadığı akla gelmektedir. Toplumsal hayatta etki oluşturarak, toplum mühendisliği yapılarak toplumun istenilen kıvama getirilmesi ve böylece idare etme işini zahmetsizce yürütmenin yanında, kaynakları rahatsız edilmeden sahiplenme gayretinin eğitimi bir araç olarak kullanması düşündürücüdür (Şimşek, 2012, s.172-173). 

28 Şubat sürecinde özellikle İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere birçok 
üniversitede uygulanan ve kamuoyuna “ikna odaları” olarak yansıyan uygulamaların eğitim-öğretimden uzaklaşılmasına ve üniversitenin kendisine verilen bir yetki olmamasına rağmen “Asayiş Mühendisliği” yapmaya soyunması sonucunu doğurmuştur (Bayramoğlu, 2001, s.311). Bu iddialara göre İstanbul Üniversitesi’nde 1998 eğitim-öğretim yılı kayıt döneminde başörtülü öğrenciler kayıt öncesinde özel mülakata alınmış, başörtüsü ile ilgili yasaklayıcı hükümler içeren üniversitenin yayınlamış olduğu genelgeye uyacaklarına dair imza atmaya kamera kayıtları yapılarak yönlendirilmiş, bu genelgeye uyacaklarına dair imzalı taahhütte bulunmayanların üniversiteye kayıtları yapılmamış, başörtüsüz fotoğraf veren öğrenciler okula kayıt yaptırmış, ama geçici öğrenci belgesi alamamışlardır. 1998-1999 eğitim-öğretim döneminde üniversitelerde 
yaşanan başörtüsü sorununda İstanbul Üniversitesi’nde gündeme gelen ikna odaları ile ilgili olarak dönemin İstanbul Üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter açıklama yapmış ve bu tür bir uygulamanın gerçekleştiğini kabul etmiştir. “Kendisi, 10 Eylül 1998 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi’ne başı açık gelen 200 başörtülü öğrencinin kaydının yapıldığını, kayıt esnasında başını açmamakta ısrar eden kız öğrencilere öğrenci kimliklerini vermediklerini, kayıt işlemleri sırasında başörtülü kız öğrencilerle psikolog öğretim üyelerinin tek tek görüşüp, başörtüsünün öğrenci hakları bakımından sebep olacağı problemleri öğrencilere anlattıklarını ve ilerleyen dönemlerde bu uygulamaya dair baskı yapıldığına dair muhtemel iddialara karşı sunulmak üzere de bu sürecin kamera kaydına alındığını” ifade etmiştir. Ayrıca “başörtülü tüm öğrencilerin üniversite kaydı sırasında kendilerine üniversitenin başörtüsü konusundaki tutumunu bildiklerini ve buna binaen de başlarını açmaya karar verdikten sonra İstanbul Üniversitesi’ni tercih ettiklerini söylediklerini” ifade etmiştir (Şimşek, 2012, s.173-174). 

Erdoğan, Türkiye’de son dönemde yükseköğretimde 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesinin ve 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesinin etkilerinin görüldüğünü ifade etmiş ve 1960’lı ve 1970’lli yıllar mahfuz, Türkiye’de üniversitelerin devletin ideolojik aygıtlarından birisi olarak var olduklarını ve devletin birinci ideolojik endoktrinasyon şebekesi niteliğinde resmi eğitimin birer uzantısı olarak işlev gördüklerini ayrıca, Türkiye’de üniversitelerin, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki durumunda tek parti döneminde üstlendiği misyonla yüklü haline bir dönüşün olduğunu ve üniversitelerin bu durumunun, 28 Şubat Süreci olarak genel kabul gören dönemde zirve yaptığı bir dönem olması, Türkiye’deki üniversitelerin üniversite kavramının içerdiği niteliklerden uzaklaşmış bu halinin temelinde sadakatin liyakatin önüne geçmesi ve akademik faaliyetlerin ikinci planda kalarak öğretim üyelerinin bir kısmının ikbalperestlik olarak adlandırdığı makam düşkünlüğüne yönelmesi şeklinde bir tutum içerisinde olduğu görülmektedir (Erdoğan, 2009, s.340-342). 

28 Şubat sürecinde sürekli gündemde olan üniversitelerdeki başörtüsü sorunu 
konusunda dönemin iktidar sahiplerinin takındıkları tavır ve uygulamalar eğitim 
alanında Türkiye’de yakın zamanda ortaya çıkan ve eğitimde iktidar yansımaları 
olmaları bakımından üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır. Bu süreçte eğitim alanında görülen ve çok tartışılan konulardan birisi de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve dolayısıyla İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılması olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 

Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber üniversitelerde başörtüsü sorunu 
Türkiye’de her ne kadar eğitimi ilgilendiren bir sorun olarak görülse de gerek konunun uzun süredir gündemde olması ve gerek bu konuda alınan yargısal kararlar öncesi ve sonrasında yaşanılan gelişmeler konunun iktidar ilişkilerine bakan yönünün daha ağır bastığını göstermektedir. 

Yıllardır başörtüsü konusunda üniversitelerde var olan sorunun çözülmesi adına 
2008 Şubat ayı içerisinde TBMM’de AKP ve MHP’nin oylarıyla ilgili maddelerde 
Anayasa değişikliği için kanuni düzenleme yapılmıştır. Anayasa değişikliği teklifinin verildiği TBMM'deki oylamaya 518 milletvekili katılmış; oylamada 411 olumlu, 103 olumsuz oy çıkmış ve teklif kabul edilmiştir. Başörtüsüne dair düzenleme için DSP ve CHP Şubat 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne kanunun iptali istemiyle başvurmuş ve Anayasa Mahkemesi de Haziran 2008’de 9 Şubat 2008 tarih ve 5735 sayılı anayasa değişikliği kararının iptal ve yürürlüğünün durdurulması kararını vermiştir. 

Üniversitelerdeki başörtüsü sorunu, 2008 yılındaki kanuni düzenlemenin 
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi nedeniyle aşılamamış olsa da 2010 yılında YÖK’ün bu konudaki özgürlükçü yaklaşımı ve AKP’nin 2. defa oylarını artırarak iktidara gelmesinden kaynaklı konjonktür gereği çözülmüştür. Zamanla hemen hemen tüm üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmamaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle hukuki bir düzenleme yapılmadan YÖK yönetimi nin farklı yaklaşımı doğrultusunda fiili olarak sorun çözülmüştür (Şimşek, 2012, s.212-213). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


42 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 40


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 40


5.1.6.3. Zorunlu eğitimin toplumsal açıdan önemi 

Okul, belli amaçları gerçekleştirmek üzere meydana getirilmiş sosyal teşekkül 
olarak tanımlanabilir (Akyüz, 2001, s.247). Bu tanımlamanın yanında özellikle 
bireylerin sosyalleşmesini sağlayan en önemli kurumların başında gelen okullar 
özellikle kişiliklerin şekillenmesinde de aktif rol oynamaktadırlar. Okullar toplumsal düzenin sağlanmasında etkin bir rol oynamakla beraber toplum düzenini meydana getiren en önemli unsurlar ve kuralları da içerisinde barındırmaktadır. 

Günümüz dünyasında hızla değişen sosyal ve toplumsal ihtiyaçların zaman 
içerisinde farklılaşması, gerekli olan ihtiyaçların karşılanması için bilgi, beceri ve 
tutumların kazandırılması ve pekiştirilmesi görevi günümüz şartlarında okullara 
devredilmiştir (Kılıç, 2001, s.5). Özellikle ilköğretimin sosyalleşmenin ilk basamağını teşkil etmesi, toplumsal kurallar ve kültürel değerlerini bu kurumlarda öğretilmeye başlanması vb. gibi nedenlerden dolayı okulların önemini artırmakla beraber ilköğretim kurumlarını daha da önemli ve aktif bir konuma getirmiştir. Mümtaz Tufan’ın da ifade ettiği gibi “iyi bir okula sahip olmayan bir ülkenin eğitim sisteminin doğru ve düzgün bir şekilde işlemesi mümkün değildir.” 

İlköğretim okulları; Türk milli eğitim genel amaç ve ilkelerine göre hizmet 
vermektedir. Milli Eğitimin temel amaçları da Türk toplumunun beklentilerine göre şekillendiğinden, bu okullar toplumsal beklentileri karşılamak amacı ile kurulup bu amaçlara uygun şekilde hizmet vermektedir (Yabancı, 2004, s.21). 

5.1.6.4. Türkiye’deki zorunlu eğitimin tarihçesi ve zorunlu eğitim 

“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında, her öğrencinin sekiz yıl 
eğitim almaya mecbur olduğu “zorunlu” sözcüğü ile ifade edilmiştir ve bu yeni bir olgu değildir, aksine 19.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanır. II. Mahmut Dönemi’nde 1824 yılında yayınlanan bir ferman ile zorunlu ilköğretim kavramı dile getirilmiş, kaç yıl olduğu kesin olarak belirtilmese de çocukların ergenlik çağına kadar eğitim almalarının zorunlu olduğu ve bu hükme uymayanların cezalandırılacağı bildirilmiştir. 1876 Anayasası ile birlikte ilköğretimin “zorunlu” hale getirilmesi ile yasallaşmıştır (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.190). 

Türkiye’de ilköğretim hakkında ki resmi anlamda ilk belge Osmanlı 
İmparatorluğu zamanında Sultan II. Mahmut döneminde yayımlanan fermanda olduğu bilinmektedir. Bu konu hakkında ilk uygulama ise Tanzimat Döneminde ortaya çıkmış ve eğitim alanında çalışmaların yapılması ile gündeme gelmiştir (Akyüz, 1999, s.131). Özellikle Sultan II. Mahmut döneminde eğitim faaliyetlerine önem verilmiş, eğitimin daha kaliteli ve rahat uygulanabilmesi için devlet imkânları seferber edilmiştir. 

Bu dönem içerisinde 7 yaşına gelmiş çocukların sıbyan mekteplerine devam 
etme zorunluluğu getirilmiş olmakla beraber 5 yaşındaki çocuklar ise ailelerin isteği üzerine okullara kabul edilmiştir (Öztürk, 2001, s.92). Osmanlı İmparatorluğu döneminde 4 yıllık sıbyan mektebini bitirenlere 2 yıl da zorunlu olarak Rüştiye okullarında okuma şartı getirilmiş olmakla beraber bu durum 6 yıl zorunlu eğitim olarak devam etmiştir. Devam eden bu uygulama ile beraber 1869 yılında çıkarılan “Maarifi Umumiye Nizamnamesi” ile ilköğretim tüm yurtta zorunlu hale getirilmiştir (Okuyucu, 2001, s.5). 

Osmanlı İmparatorluğu döneminden itibaren eğitim ve öğretim alanında birçok 
yenilik ve değişiklik yapılmış ve Cumhuriyet’in ilanından sonra ise bu yenilik ve 
değişiklilere devam edilmiş, eğitim alanında reform sayılabilecek birçok adımlar atılmış ve eğitim sistemi güçlendirilmiştir. Cumhuriyet’in ilanı ile beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri devletin tekeline alınmış, yapılan yenilikler kanunlar ile güçlendirilmiş ve eğitim faaliyetleri devletin gözetim ve denetimi altına alınmıştır. 

Zorunlu eğitimin süresi, 1913 yılında “Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-u Muvakkatı” 
kapsamında kentlerde açılan ilkokullar ile altı yıla çıkarılmıştır. Cumhuriyetin 
kurulmasından sonra 1924 yılında zorunlu eğitimin, o günkü ifadesi ile ilkokul 
eğitiminin süresi beş yıla indirilmiştir. Zorunlu eğitim sürecinin sekiz yıla uzatılması ilk olarak 1946 yılının Aralık ayında toplanan Üçüncü Milli Eğitim Şurası ile gündeme gelmiş, kent okullarının sekiz yıla çıkarılması, beş yıllık ilkokul eğitimi ile üç yıllık ortaokul eğitiminin birleştirilmesi hedeflenmiş, ancak gerçekleştirilememiştir. 1971 yılında zorunlu eğitim süresinin sekiz yıla çıkarılması tekrar gündeme gelmiş ve MEB bir komisyon kurarak sekiz yıllık zorunlu eğitim için çalışmalara başlamıştır. Bu çalışmalar dönem dönem kesintiye uğramakla birlikte uzun yıllar devam etmiştir. 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ile ilkokul ve ortaokulu kapsayan eğitim sürecine “temel eğitim” adı verilmiş ve sekiz yıllık eğitime geçiş sürecinin yasal zemini hazırlanmıştır. 1983 yılında çıkarılan 2842 sayılı yasa ile “temel eğitim” kavramının yerini “ilköğretim” kavramı almış, sekiz yıllık eğitime geçilinceye kadar beş yıllık ilkokul eğitiminin zorunlu olduğu” hükmü getirilmiştir. 

“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim”, 16.08.1997 tarihinde yürürlüğe giren 
4306 sayılı kanun kapsamında Türkiye’de uygulanmaya başlanan temel eğitim 
modelinin adıdır ve 6-14 yaş arasındaki öğrencilerin eğitim ve öğrenim sürecini 
kapsamaktadır. “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında yer alan “sekiz yıl”-“kesintisiz” ve “zorunlu” sözcüklerinin Cumhuriyet öncesi dönemden günümüze eğitim alanındaki gelişmeleri ve eğitim politikalarını izlemeye imkân veren bir hikâyesi vardır. Bu hikâye, salt eğitim politikalarının gelişimi ile sınırlı değildir, aynı zamanda ulusal ve uluslararası ölçekte toplumsal, sosyal ve ekonomik gelişmeleri de kapsamaktadır (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.190-191). 

Bütün bu yaşanan gelişmeler ile beraber 1996 tarihinde toplanan XV. Milli 
Eğitim Şurası’nda zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılması karara bağlanmış olup 1997 yılından itibaren uygulanmaya konulan zorunlu eğitimin en çok tartışılan ve eleştirilen yönü; yeterli alt yapı imkânlarının olmaması, İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılması ile din öğretiminin engellenmesi ve meslek okullarının önüne set çekilmesi gibi önemli konular olmuştur. 

Zorunlu eğitim kapsamında birçok yenilik yapılmış olmakla beraber, zorunlu 
eğitimin ülke de anayasal güvence altına alınmış olması ve devletin gözetim ve 

denetimine tabi tutulması ve bu eğitimin kaynakları finansal olarak devlet tarafından karşılandığı için de ülkede kısa sürede yayılmıştır. 

Türkiye’de zorunlu eğitim kavramına baktığımızda ise; zorunlu eğitimin 
Türkiye’de ki en önemli atılımları Cumhuriyet dönemi ile başlamış ve özellikle 
uygulanan beş yıllık kalkınma planlarında ilköğretimin daha fazla yaygın hale 
getirilmesi ve geliştirilmesi için adımlar atılmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra her beş yılda bir uygulanan kalkınma planlarında ki ortak amaç ise okuma oranını % 100’e çıkarmak olmuştur. 1973 tarihli 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu’nda”; ilköğretim faaliyetlerinin, örgün eğitim kapsamı içerisinde ki yeri, amacı ve görevi” geniş kapsamlı olarak ele alınmış ve tanımlanmıştır. 

1981 yılında toplanan X. Milli Eğitim Şurası’nda ise zorunlu temel eğitim 6-14 
yaşları arasında ki çocukları kapsamak üzere sekiz yıllık ilköğretim okulu olarak 
programların geliştirilmesi amacı ile karara bağlanmıştır (Öztürk, 2001, s.102).
Bununla beraber XII. Beş Yıllık Kalkınma Planında da zorunlu temel eğitimin gerekliliğine vurgu yapılmış (Balcı, 2002, s.7) ve plan öncesinde okullaşma oranı %100 iken, ortaokullarda ki okullaşma oranı % 66’da kalmış ve bu şekilde okullaşma oranının düşük olması ise sekiz yıllık zorunlu eğitime geçilmemesine bağlanmıştır (Balcı, 2001, s.7). 

Bununla beraber her beş yıllık plan dâhilinde zorunlu eğitimin eksikliği daha 
fazla hissedilmeye başlanmıştır. 1999 tarihinde ise ilkokul ve ortaokul ayrımına alınan şu karar ile son verilmiştir; “İlköğretim kesintisiz sekiz yıl zorunlu eğitim olarak uygulanmalı, sekiz yılsonunda tek tip diploma verilmeli” (MEB, 1997). Alınan bu kararla zorunlu ve kesintisiz eğitimin eksikliği ve önemi kesin olarak ortaya konulmuştur. Zorunlu eğitim 1997 yılında 4306 sayılı yasa ile tüm yurtta uygulanmaya başlanmıştır (Yabancı, 2004, s.30). 

Zorunlu Eğitime geçişle beraber özellikle taşımalı, pansiyonlu ve yatılı 
ilköğretim okullarının sayısında önemli bir artış meydana gelmiştir. Bu bağlamda kırsal ve köylerde bulunan çocuklarında eğitim-öğretim hizmetlerinden daha iyi yararlanma olanağı doğmuş ve eğitimde fırsat ve imkân eşitliğinin sağlanması adına da önemli bir adım atılmıştır. 

5.1.6.5. Bazı ülkelerdeki zorunlu eğitim sistemi 

Zorunlu Eğitim, dünyanın birçok ülkesinde uygulanan ve Türkiye’de ki zorunlu 
eğitim öncesinde yürürlüğe giren eğitim modelidir.1965-1980 yılları arasını kapsayan dönemde Dünya Bankası’nın yapmış olduğu araştırma sonucuna göre; zorunlu eğitim süresi arttıkça milli gelirde de bir artış olduğu gözlenmiştir (Öztürk, 2001, s.7). Bu durum eğitim ile ekonomi arasında ki ilişkiyi göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bununla beraber eğitim sadece ekonomik kalkınmayı iyileştirme üzerinde etkili olmayıp tarımsal verimlilik açısından da incelendiğinde önemli tespitler ortaya çıkmaktadır. 

Dünya Bankası’nın yapmış olduğu ikinci bir araştırma ise; eğitimin tarımsal 
verimlilik üzerindeki etkilerine yönelik olup, 4 yıllık eğitim görmüş olan bir çiftçinin hiç eğitim görmemiş bir çiftçiye oranla % 8,7 daha yüksek bir gelir elde ettiği, sulama, tohum, pazarlama ve taşıma tamamlayıcı girdileri ile bu oran % 13,1’e kadar çıktığı tespit edilmiştir (Öztürk, 2001, s.8). 

Nüfusun eğitim sistemleri üzerinde büyük bir etkisi olduğu hiç şüphesiz 
bilinmektedir. Dünyada ve Türkiye’de eğitimi en çok tehdit eden unsur düzensiz nüfus artışıdır. Unesco’un 1993 yılı verilerine göre; zorunlu eğitim öğrencisi yaklaşık olarak 620 milyondur. Bunun yanında zorunlu eğitim çağına gelmiş olan 130 milyon çocuk ise okul dışında kalmıştır (Öztürk, 2001, s.10). Bu önemli veriler ile beraber Türkiye’de ki okur-yazarlık oranı Asya ve Afrika ülkelerine göre ileri seviye de iken, Avrupa ülkelerinden ise geri seviyededir. 

Eğitim süresi açısından da ülkemiz diğer ülkelere göre farklılık arz etmektedir. 
Türkiye’de bu süre 8 yıl iken Avrupa ülkelerinde ise bu süre 12 yılın üzerindedir 
(Yabancı, 2004, s.32). Zorunlu eğitim sistemi ülkelerin sosyal ve ekonomik yapıları üzerinde oldukça etkilidir. Gelişmemiş ülkelerde, gelişmekte olan ülkelerde ve gelişmiş ülkelerde zorunlu eğitim süreleri oldukça farklılık göstermekle beraber toplum içerisinde bulunan kültürel yapı da eğitim süresini ve kalitesini etkilemektedir. 

Sanayileşen ülkelerde zorunlu eğitim daha çok çocuğu erken yaşlarda ele alan ve ona temel eğitimi vermeyi amaçlayan bir modeli örnek almaktadır. Zorunlu eğitim, erken yaşlarda başlayıp, mesleki yönelim dönemine kadar devam etmektedir. Verilen zorunlu eğitim, mesleki yönelime temel oluşturacak şekilde verilmektedir (Yabancı, 2004, s.32). 

. Amerika Birleşik Devletleri (ABD): 

 ABD’de ilköğretimin temel amacı 6-12 ya da 6-15 yaşları arasında ki 
çocukların zekâlarını ve sosyal yönlerini geliştirmektir. Özel ve resmi okullarda aynı ilköğretim programı uygulanmakta ve ilköğretim çağında ki nüfusun okullaşma oranı % 99’dur (Okuyucu, 2001, s.14). Bununla beraber dünyada ki eğitim harcamalarının % 25’i bu ülke tarafından yapılmakta ve bu da ülkenin sosyal ve ekonomik refah düzeyinin bir soncu olarak karşımıza çıkmaktadır (Yabancı, 2004, s.33). 

. İngiltere: 

 İngiltere’de zorunlu eğitim 11 yıl olup parasızdır. Uygulanan eğitim 
modelinde ki amaç fırsat imkânı tanıyarak, çocuklarda bulunan yeteneklerin ortaya çıkarılması ve yetenekleri ölçüsünde yönlendirme faaliyetlerinin yapılmasıdır. İlköğretim okulları mesleğe ve amaca göre farklılık göstermektedir. 

. Hollanda: 

 Hollanda’da uygulanan eğitim felsefesinin temel amacı; çoğulculuktur. 
Endüstri ülkesi olan ülkede mesleki ve teknik eğitime daha fazla önem verilmektedir. Eğitim tamamen parasız olup devlet eli ile yürütülmektedir (Yabancı, 2004, s.33). 

Ülkede bulunan okulların % 70’i özel olmakla, % 30’u ise devlet okuludur. 
Zorunlu eğitim 5 yaşından itibaren başlamakla beraber 8 yıl ilköğretim ve 4 yıl 
ortaöğretim olmak üzere toplamda 12 yıl zorunlu eğitim verilmektedir (Okuyucu, 2001, s15-17). 

. Fransa: 

 Fransa’da her vatandaş 16 yaşına kadar eğitim görmek zorundadır. Devlet 
eğitim hizmetini topluma karşı olan bir borç olarak görmekte, en iyi şekilde hizmet vererek ödemeyi düşünmektedir. Okul öncesi olan kurumların gelişmesinin altında kadınların toplumsal ve ekonomik yaşama katılması sonucun çocukların bakımı konusunda da çeşitli ihtiyaçların ortaya çıkmasıdır (Okuyucu, 2001, s.21). 

Yukarıda görüldüğü gibi gelişmiş ülkelerde eğitim sistemlerinin amacı bireyi 
topluma hazırlamak ve ona mesleki bilgi ve becerileri kazandırmayı hedeflemektedir. Sanayileşen ülkelerde toplumsal kalkınma, bireyden başlayıp, tüm topluma yayma amacını taşımaktadır. Sanayileşen ülkelerde toplumsal kalkınmanın temeli, eğitimin temelden verilip, bireyin şekillendiği andan itibaren bir amaca doğru yönelmektedir (Yabancı, 2004, s.34). 

Gelişmiş ülkelerde zorunlu eğitim yaşının Türkiye’ye kıyasla birkaç yaş daha 
yüksek olduğu zaten bilinmekle beraber Türkiye’de zorunlu eğitimde üst yaş sınırı 14 iken, Japonya ve Rusya’da 15, İngiltere, Fransa ve Kanada’da 16, Almanya ve ABD’de de ise eyaletlere göre 16 ile 18 yıl arasında değişiyor. Dolayısıyla, zorunlu eğitim süresi bir eğitim göstergesi olarak değerlendirilecek olursa, Türkiye’de zorunlu eğitim yaşının yükseltilmesi gerektiği yönünde bir sonuç ortaya çıkıyor. Ancak, bu yönde alınacak bir kararın olumlu ve olumsuz etkilerinin iyi analiz edilmesi gerekmektedir (Özoğlu, 2012, s.32). 

5.1.6.6. Zorunlu Eğitimin Yasal Dayanağı 

Zorunlu eğitimin yasal temelleri aşağıdaki şekilde ifade edilmiştir. 

5.1.6.6.1. Genellik ve eşitlik: 

Madde-4: Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayrımı gözetilmeksizin herkese açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Bu madde ile toplumsal eşitsizliğin giderilmesi amaçlanmıştır. 

5.1.6.6.2. Ferdin ve toplumun ihtiyaçları: 

Madde-5: Millî eğitim hizmeti, Türk vatandaşlarının istek ve kabiliyetleri ile Türk 
toplumunun ihtiyaçlarına göre düzenlenir. 

5.1.6.6.3. Yöneltme: 

Madde-6: Fertler, eğitimleri süresince ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve 
doğrultusunda çeşitli programlara veya okullara yöneltilerek yetiştirilirler. 
Millî eğitim sistemi, her bakımdan, bu yöneltmeyi gerçekleştirecek biçimde 
düzenlenir. Yöneltmede ve başarının ölçülmesinde rehberlik hizmetlerinden 
ve objektif ölçme ve değerlendirme metotlarından yararlanılır. 

5.1.6.6.4. Eğitim hakkı: 

Madde-7: Temel eğitim (İlköğretim) görmek her Türk vatandaşının hakkıdır. İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar. 

5.1.6.6.5. Fırsat ve imkân eşitliği: 

Madde-8: Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği sağlanır. Maddî 
imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine 
kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi 
ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır. Özel eğitime ve korunmaya 
muhtaç çocukları yetiştirmek için özel tedbirler alınır. 

5.1.6.6.6. Süreklilik: 

Madde-9: Fertlerin genel ve meslekî eğitimlerinin hayat boyunca devam etmesi esastır. Gençlerin eğitimi yanında, hayata ve iş alanlarına olumlu bir şekilde 
uymalarına yardımcı olmak üzere, yetişkinlerin sürekli eğitimini sağlamak 
için gerekli tedbirleri almak da bir eğitim görevidir. 

5.1.6.6.7. Atatürk İnkılâp ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği: 

Madde-10: Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının 
hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk İnkılâp 
ve İlkeleri ve Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel 
olarak alınır. Millî ahlâk ve millî kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize 
has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine 
önem verilir. 

5.1.6.6.8. Demokrasi eğitimi: 

Madde-11: Güçlü ve istikrarlı, hür ve demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve devamı için yurttaşların sahip olmaları gereken demokrasi bilincinin, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve davranışlarla sorumluluk duygusunun ve manevi değerlere saygının, her türlü eğitim çalışmalarında öğrencilere kazandırılıp geliştirilmesine çalışır; ancak, eğitim kurumlarında Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasî ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasî olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez. 

5.1.6.6.9. Lâiklik: 

Madde-12: Türk millî eğitiminde lâiklik esastır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi 
ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler 
arasında yer alır. 

5.1.6.6.10. Bilimsellik: 

Madde-13: Her derece ve türdeki ders programları ve eğitim metotlarıyla ders araç ve gereçleri, bilimsel ve teknolojik esaslara ve yeniliklere, çevre ve ülke 
ihtiyaçlarına göre sürekli olarak geliştirilir. Eğitimde verimliliğin artırılması 
ve sürekli olarak gelişme ve yenileşmesinin sağlanması bilimsel araştırma ve 
değerlendirmelere dayalı olarak yapılır. 

5.1.6.6.11. Plânlılık: 

Madde-14: Millî eğitimin gelişmesi iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınma hedef lerine uygun olarak eğitimi, insan gücü-istihdam ilişkileri dikkate alınmak suretiyle, sanayileşme ve tarımda modernleşmede gerekli teknolojik gelişmeyi 
sağlayacak mesleki ve teknik eğitime ağırlık verecek biçimde plânlanır ve 
gerçekleştirilir. 

5.1.6.6.12. Karma eğitim: 

Madde-15: Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır. Ancak eğitimin türüne, imkân ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir. 

5.1.6.6.13. Okul ile ailenin iş birliği: 

Madde-16: Eğitim kurumlarının amaçlarının gerçekleştirilmesinde katkıda bulunmak için okul ile aile arasında iş birliği sağlanır. Bu maksatla okullarda okul-aile birlikleri kurulur. Okul-aile birliklerinin kuruluş ve işleyişleri Millî Eğitim Bakanlığınca çıkarılacak bir yönetmelikle düzenlenir. 

5.1.6.6.14. Her yerde eğitim: 

Madde-17: Millî eğitimin amaçları yalnız resmî ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, iş yerlerinde, her yerde ve her fırsatta 
gerçekleştirilmeye çalışılır. Resmî özel ve gönüllü her kuruluşun eğitimle 
ilgili faaliyetleri, Millî eğitim amaçlarına uygunluğu bakımından Millî Eğitim 
Bakanlığının denetimine tâbidir (MEB, 2013). 

Zorunlu Eğitimin yasal temelleri incelendiğinde; bireyin meslek ve iş edinmesi, 
kültürel süreçlerin tamamlanması, çocukların psiko-sosyal gelişimlerinin sağlanması, eğitim sisteminin toplumsal ihtiyaçlara göre şekillenmesi gibi konuların temel hedefler arasında olduğu söylenebilir (Yabancı, 2004, s.39). 

5.1.6.7. Yükseköğretim kademelerinde ki başörtüsü-türban sorunu 

28 Şubat süreci sonrasında Türkiye’nin uzun yıllardır üzerinde en çok tartışılan 
birinci meselesi hiç şüphesiz başörtüsü-türban meselesi olmuştur. Başörtüsü-Türban sorunu belki de Türkiye dışında diğer hiçbir ülke de bu kadar tartışmamış ve geri dönülmez sonuçlar doğurmamıştır. Uzun süreli olarak Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen bu mesele başta basın ve medya organları olmak üzere birçok köşe yazarı tarafından ele alınmış, siyasi arenada uzun süreli olarak tartışılmış, toplumda sosyal bir sorun olarak ifade edilen bu mesele zaman içerisinde siyasi bir gündem olarak uzun yıllar tartışılmış ve daima ilgi çeken bir konu haline gelmiştir. 

Türkiye’nin ve hükümet konumunda bulunan iktidar sahiplerinin gündeminde 
olan ve toplumsal ve sosyal yaşamda ciddi anlamda herhangi bir sorun teşkil etmeyen ve mağduriyet yaratmayan Başörtüsü -Türban sorununun temelinde 28 Şubat süreci ve sonrasında ki yaşanan olayların ve bu yaşanan olayların temelinde özellikle başörtüsü sorunu ile alakalı eğitim alanında yapılan değişiklikler ve iktidarın eğitimi ele geçirmesi aşamasında bu sorunun bir araç olarak kullanılması idi. Bu dönem içerisinde eğitimle alakalı olarak bu sorun gündeme getirilmiş ve bir araç olarak kullanılmıştır. 

Türkiye’de bir sorun olarak insanların giyinişlerinin önemsenmesinin iktidar 
mücadelelerinin çok belirgin ve görünür olduğu ve bu sorunların bu dönemlere denk gelmesi de oldukça manidardır. Sorunun“başörtüsü-türban sorunu” olarak 
adlandırılmamasının sebebi, başörtüsünün “Siyasal İslam’ın simgesi” olduğu 
gerekçesiyle yasaklandığı iddiasının tartışmalı oluşudur. Diğer bir ifadeyle 
başörtüsünün “ Siyasal İslam’ın simgesi” olduğu iddialarının kapsama alanına giren bir sorunun gerçekte var olup olmadığının tam olarak tespit edil emeyeceğini de yine açık olarak bilinmektedir. Bu önemli tespit ile beraber Yüksek öğretime devam eden kız öğrencilerin başlarını inançları gereği mi yoksa “siyasal İslam’ın simgesi” olarak mı örttüklerini tespit etmek mümkün görünmemektedir. İnsanların beyanatlarının bağlayıcı olduğunu ve bu konuda niyet okuyuculuğuna girişmenin sorunun çözümsüzlüğe mahkûm edilmesinin en önemli sebebi olduğu ileri sürülebilir. Yükseköğretimde başörtüsü sorunu ile ilgili sağlıklı bir değerlendirmenin yapılabilmesi, sorunun tarihsel olarak ortaya çıkışı ve gelişme seyrinin bilinmesine bağlı görünmektedir (Şimşek, 2012, s.167). 

Türkiye’de başörtüsünün bir sorun olarak görülmesi ve “İkinci Cumhuriyet” 
dönemi olarak adlandırılan, 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinden sonra ortaya çıkmıştır. Bu askeri müdahale sonrasında 1967 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ndeki bir eylemle gündeme gelmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsü ile girilmesine izin verilmemiş olmakla beraber bu uygulamaya muhalif olan öğrencilere idari yaptırımlar uygulanmıştır. Bu bağlamda idari yaptırımlar ortaya çıkmaya başlamış ve Hatice Babacan isimli öğrenci derslere başörtüsü ile girme konusunda ısrarcı davrandığı gerekçesiyle disiplin cezası verilmiştir. Bunun üzerine öğrencilerin bir kısmı verilen disiplin cezasına bir tepki olarak kampüs içerisinde çadırlar kurmuş ve derslere girmeyerek kararı protesto etmişlerdir. Eylem münferit bir öğrenci tepkisi olarak kalmamış, bazı kuruluşlar ve siyasiler de öğrencilere destek vermişlerdir. Yaşanan bu süreç her ne kadar öğrencilerin derslere girmeme boykotunu bitirmeleri ile bitse de, sonrasında eğitimde başörtüsü sorunu Türkiye’nin uzun soluklu sorunları arasına girmiştir (Turan, 2002, s.181-183). 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


41 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 39

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 39



5.1.6.1. Sekiz Yıllık kesintisiz zorunlu Eğitim Tartışmaları 

Cumhuriyet dönemiyle birlikte başlayan eğitim alanında ki reform hareketleri 
daha sonraki süreçlerde de devam etmiştir. Özellikle Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-
Öğretim Birliği) yasası, yeni Türk alfabesinin kabulü, 1961 yılında çıkarılan 222 sayılı ilköğretim kanunu ve bununla beraber 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu” ile eğitimde önemli reform hareketleri sağlanmıştır. 

Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı ile başlayan süreçte meydana 
gelen siyasal iktidar değişimi ve uygulamaları demokrasi açısından hala 
sorgulanmaktadır. “28 Şubat süreci” ile başlayan dönemde uygulamaya konulan 
zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasına dair uygulamanın, İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapanması ve Kur’an Kursları bağlamındaki bir tartışma alanına hapsedilmiş olması uygulamanın geniş ölçekli yansımalarının görülememesine 
neden olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 28 Şubat sürecinde, toplumun önemli bir kesiminden tepki almasına rağmen -aslında İmam Hatip liselerinin ortaokul kısmı hedef alınarak- kesintisiz olarak uygulama konulan zorunlu eğitim, ilköğretim müfredatında ve okulların mekânsal yapısında bir değişiklik gerektirdiği için uzun süre millî eğitim planlamasını alt üst etti (Özoğlu, 2012, s.32). 

Türkiye’de zorunlu eğitim süresinin, 14.06.1973 tarihli ve 1739 sayılı “Millî 
Eğitim Temel Kanunu’nun” 24. Maddesinde değişiklik yapılarak 18.08.1997 tarih ve 23084 sayılı Resmi Gazete ’de yayınlanması sonrasında, zorunlu eğitim süresi 8 yıla çıkarılmıştır. 24. Madde ile yapılan değişiklik “Bütün İlköğretim kurumları sekiz yıllık okullardan oluşur. Bu okullarda kesintisiz eğitim yapılır ve bitirenlere ilköğretim diploması verilir” şeklinde düzenlenerek yürürlüğe girmiştir (Resmi Gazete, nr: 23084, 1997,s.3). 

1973 tarihli 1739 sayılı “Millî Eğitim Temel Kanunu’nun” 24. Maddesinde 
yapılan bu değişiklik ile beraber “Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıl olarak 
düzenlenmesi ve İmam-Hatip Okulları da dâhil olmak üzere tüm meslek liselerinin orta kısımlarının kapatılmasına” neden olunmuştur. Bununla beraber, 22 Temmuz 1999 yılında yürürlüğe giren 633 sayılı kanunun Ek 3. maddesinde “İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri dışında, Kur’an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenlerden ilköğretimi bitirenler için Diyanet İşleri Başkanlığınca Kuran Kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca ilköğretimin 5’inci sınıfını bitirenler için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve gözetiminde yaz Kuran Kursları açılır. Kuran Kurslarının açılış, eğitim öğretim ve denetimleriyle bu kurslarda okuyan öğrencilerin barındığı yurt veya pansiyonların açılış ve çalışmalarına dair hususlar yönetmelikle düzenlenir.” hükmü yer almaktadır (Şimşek, 2012, s.178). 

28 Şubat süreci ve sonrasında eğitim alanında yapılan uygulamalar genel olarak 
yukarıdaki kanun değişiklikleri ile sağlanmış olmakla beraber 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu “8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimi” benimsemesi, ancak geçici bir maddeyle ortaokul bu zorunluluk dışında tutulması, 1973 yılından 1997 yılına kadar Türkiye zorunlu eğitimin süresinin artırılmasına yönelik uzun vadeli ve sistemli bir çalışma yapmadan uluslararası ve iç politikalardaki gelişmeler sonucu 8 yıllık zorunlu eğitim gündeme gelmiş ve aniden plansız bir şekilde 16.08.1997 tarihinde 4306 sayılı yasayla sekiz yıllık zorunlu ilköğretim uygulamasına geçilmiştir. Oysa 8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına geçiş çalışmaları 1973 yılında sistemli ve planlı bir şekilde başlasaydı, belki de bugün zorunlu eğitime geçiş sorunlarının birçoğunu tartışır durumda olmayacaktı (Kıran, 2000, s.1). 

Yaşanan bu gelişmeler ile beraber, zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla 
çıkarılmasından sonraki süreçte 1998 yılında MEB tarafından hazırlanan 
“Cumhuriyet’in 75. Yılında Gelişmeler ve Hedefler: Milli Eğitim” isimli yayınında 
(MEB,1998, s.9) zorunlu eğitim sürecinin örgün eğitim sınıflaması içerisinde en önemli bölümünü meydana getirdiğini ifade edilmiştir. Bununla beraber, zorunlu eğitim süreci ile öğrencilerin iyi insan, iyi yurttaş olarak yetiştirilmeleri, kendileri ve toplum yaşamları için gerekli genel bilgi, tavır, tutum ve davranışlar ile ekonomik anlamda üretkenlik kazanmalarının amaçlandığı ifade edilmiştir (Şimşek, 2012, s.179). 

Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasını destek verenler ve 
Türkiye’de 28 Şubat sürecinde 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmesinden dolayı İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılmasını olumlu bir gelişme olduğunu ifade etmektedir. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimle birlikte velilerin uyandığını, İmam-Hatip Okulları’na yapılan kayıtlarının %50 oranında düştüğünü ve bu okullardan mezun olanların devam edebilecekleri yükseköğretim programlarının sadece din eğitimi ile ilgili programlarla sınırlandırılmasıyla da din eğitimi konusunda olması gerekenin gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Türkiye’de din görevlisi yetiştirilmesine yönelik kurulan İmam-Hatip Meslek Okulları’nın yerine Tevhid-i Tedrisat Kanunu delinerek kurulan ve şeriat telkini yapan din liselerinin kurulmasıyla başlayan sorunlu süreç, Türkiye’de ihtiyaç duyulan dini hizmetlere yönelik din görevlilerinin yetiştirilmesi için 
din meslek okullarına dönülmesiyle bu durumların son bulacağını ifade etmiştir (İlhan, 1999, s.282). 

Türkiye’de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve eğitim 
alanında yaşanan bu tartışmalı sürecin tarihsel temelleri bulunmaktadır. Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması tartışmaları ilk defa 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile gündeme gelmiş olmakla beraber söz konusu bu uygulama konusunda 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesiyle demokratik yollarla iktidara gelmiş bir hükümetin düşürülüp baskı ve dayatmalarla yeni bir ara rejim hükümetinin kurulmasına kadar herhangi bir adımın atılmadığı bilinmektedir. 28 Şubat sürecinde çokça dile getirilen “irtica tehdidi ve şeriat” kavramının aslında o dönemde Türkiye’de siyasi düşünce ve tercihlerdeki farklılaşmaları ve pozitivist-materyalist tek parti ideolojisi olan Kemalizm’in ve ona dayalı devlet anlayışının gerilemesi içerisinde olduğunu ifade eden Dursun; irtica tehdidi ve şeriatın bedelinin İmam-Hatip Okulları’na ve Kur’an Kurslarına ödetilerek halkın arkasında durduğu bu kurumların önünün kesilmesi adına 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin araçsallaştırıldığını ifade etmesi bakımından oldukça 
önemlidir. Bununla beraber yaşanan 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulaması eğitimle ilgili herhangi bir iyileştirme çabası veya eğitimle ilgili bir kaygı neticesinde uygulamaya konulmamıştır. Bu uygulama her zaman olduğu gibi Türk siyasetine egemen dayatmacı ve totaliter karar alıcıların, toplumdaki siyasi değişmelerin, farklılaşmaların, yeni talep ve yönelişlerin önünü kesmeye yönelik bir proje olduğunu ve 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin amacının siyasi temelli olduğu ve topluma mal edilemeyen ideoloji ve değerlerin devlet eliyle yaşatılmak istenmesi çabası şeklinde yorumlamıştır (Dursun, s.1999, s.222-230). 

28 Şubat 1997’de MGK’da zorunlu eğitim-öğretim süresinin 8 yıla çıkarılması 
yönünde görüş belirtilmesinin teknik bir konu olmasına rağmen, kendisine yüklenen farklı anlamlardan dolayı konu siyasal bir olay haline gelmiştir. Bu dönemde 8 yıllık zorunlu eğitim fikrine karşı çıkanların da, uygulamaya destek olanların da aslında nesillerin nitelikli yetişmeleri kaygısından ziyade, kendi ideolojilerine göre eğitim sisteminin nasıl şekilleneceğinin kavgasını verdiklerini, ağacı yaşken kendilerine göre eğmek istediklerini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu bağlamda eğitimin devletin tekelinde olmasına karşı çıkmakla beraber 8 yıllık eğitimle öğrencilerin devletin resmi ideolojisine daha çok maruz kalarak entelektüel bir kişilik geliştiremeyecekleri öngörüsünde bulunmuştur (Erdoğan, 1999, s.55-59). 

28 Şubat sürecinde post-modern darbeyi yapanlar tarafından 8 yıllık zorunlu 
kesintisiz eğitimin olmazsa olmaz hedef haline getirildiği ve bu hedefin gerçekleşmesi adına dönemin Refah-Yol Hükümeti’nin yıkılmasının sebebinin Türkiye’nin eğitim ile ilgili ihtiyaçlarının gözetilmesinin olmadığı; bu adımın altında yatan temel sebebin ideolojik tahrikler neticesinde laikçi-sekülarist çevrelerde gelişen din sendromu olduğunu dile getirmiştir. Dönemin hükümet ortağı olan RP’nin oylarını artırmasını İmam-Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri ve Kur’an Kursu mezunlarının sayısal olarak artmasına bağladığına dair iddiaların bu tür eğitim kurumlarının karşısında duran laikçi-sekülarist çevrelerde din eğitimi sendromunu meydana getirdiğini bu dönemde 2005 yılında RP tabanının desteklediği siyasal partinin %65 oyla tek başına iktidara geleceğine dair hesaplamaların yapılması da bu eğitim kurumlarının önünün kesilmesine yönelik 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçiş sürecini hızlandırmıştır. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin ana amacı İmam-Hatip Okulları’nın ve Kur’an Kursları’nın budanmasıdır. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasasının uygulanmasının 
hemen akabinde İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapandığını, Kur’an 
Kurslarına zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasından dolayı öğrenci alınamaz hale 
gelindiğini ve YÖK tarafından İmam-Hatip Okulu mezunlarının devam edebilecekleri yükseköğrenim alanların sınırlandırılması neticesinde 1997-1998 eğitim öğretim senesinde İmam-Hatip okullarının öğrenci kayıtlarının yarı yarıya düştüğünü ifade etmektedir (Kocabaş, 1999, s.178-179). 

1997 yılında, 2005 yılına dair seçim sonuçları üzerinden iktidar sahiplerinin 
düşünce üretmeleri her ne kadar normal kabul edilebilse de, üretilen düşüncelerin hayata geçirilmesinde eğitimin en önemli bileşen olarak ele alınması dikkat çekicidir. 1997 yılında Türkiye’de iktidarda bulunan hükümetin bir ortağının (Refah Partisi) seçim başarısını bazı eğitim kurumlarına bağladığı doğru kabul edilerek ilgili partinin eğitimi siyasetin malzemesi haline getirmesi gibi bir durum ne kadar kabul edilemezse, yine eğitim kurumları üzerinde, insan merkezli düşünceden uzaklaşılarak, sırf iktidar hesaplarına binaen bazı tasarruflarda bulunulması o kadar kabul edilemez. Bu süreçte istemediği halde devletin yasal zorunluluk olarak bireylerin önüne koyduğu ve evrensel insan hakları bakımından da izahı güç yasaklar neticesinde bireylerin yaşadıkları 
psikolojik, ekonomik, toplumsal ve kültürel çıkmazların Türkiye’ye ve Türkiye’de 
yaşayan insanlara zarar verdiği ise tartışılan konular arasında yerini almıştır (Şimşek, 2012, s.183). 

5.1.6.2. Zorunlu eğitimin tanımı, amacı ve nedenleri 

Zorunlu Eğitim; “Milli Eğitim Temel Kanunda ve Anayasada tüm vatandaşlara 
bir hak olarak verilen ilköğretimin, bireylerin kendi isteğine, keyfiyetine bırakılmaksızın herkesin kullanması gereken zorunlu bir haktır şeklinde ifade edilmiş ve bireyin bunu kullanma ve kullanmama hakkı sınırlı tutulmuştur. Bu bakımdan eğitim, özellikle ilköğretim bir hak olmaktan çok, bir zorunluluktur” (Kıran, 2000, s.1) şeklinde ifade edilimiştir. 

Zorunlu eğitim, bireyin belli bir yaşa geldiğinde eğitime başlamasını zorunlu 
kılan bir kavram olmasının yanında devletin vatandaşı yükümlü kıldığı, vatandaşın da bu ödevi yerine getirme yükümlülüğü olduğu bir eğitim sistemini ifade etmektedir. Temel eğitimin zorunlu eğitimden farkı ise, zamanının ve sabit bir mekânın olmamasıdır. Yani, temel eğitim kavramı zorunlu eğitimden daha kapsamlı bir niteliğe sahiptir (Öztürk, 2001, s.89). 

Temel eğitim, “Her yurttaşa yaşamında karşılaştığı ve karşılaşacağı kişisel ve 
toplumsal sorunları çözmede; toplumun değerlerine, düzenlemelerine uyum sağlamada; üretken ve tutumlu olmada temel yeterlilikleri, alışkanlıkları kazandıran bir eğitim türüdür. Temel eğitim; ülkelerin daha ileri eğitim ve öğretim düzeylerini ve türlerini, sistemlerini bir biçimde oluşturacakları, yaşam boyu sürecek bir öğrenmenin ve insan gelişiminin temelini teşkil etmektedir” (Kol, 2003, s.9). 

Zorunlu eğitim, temel eğitim, ilköğretim, 8 yıllık okul adı verilen 7-14 yaş 
grubunda ki çocukların devam etmeleri gereken ilköğretim okullarında yapılan eğitimi ifade etmektedir (Taymaz,1993, s.59). 

“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim”, 16.08.1997 tarihinde yürürlüğe giren 
4306 sayılı kanun kapsamında Türkiye’de uygulanmaya başlanan temel eğitim 
modelinin adıdır ve 6-14 yaş arasındaki öğrencilerin eğitim ve öğrenim sürecini 
kapsamaktadır. “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında yer alan “sekiz yıl”-“kesintisiz” ve “zorunlu” sözcüklerinin Cumhuriyet öncesi dönemden günümüze eğitim alanındaki gelişmeleri ve eğitim politikalarını izlemeye imkân veren bir hikâyesi vardır. Bu hikâye, salt eğitim politikalarının gelişimi ile sınırlı değildir, aynı zamanda ulusal ve uluslararası ölçekte toplumsal, sosyal ve ekonomik gelişmeleri de kapsamaktadır. 

Zorunlu Eğitim; “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında, her 
öğrencinin sekiz yıl eğitim almaya mecbur olduğu “zorunlu” sözcüğü ile ifade 
edilmiştir ve bu yeni bir olgu değildir, aksine 19.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanır. II. Mahmut Dönemi’nde 1824 yılında yayınlanan bir ferman ile zorunlu ilköğretim kavramı dile getirilmiş, kaç yıl olduğu kesin olarak belirtilmese de çocukların ergenlik çağına kadar eğitim almalarının zorunlu olduğu ve bu hükme uymayanların cezalandırılacağı bildirilmiştir 1876 Anayasası ile birlikte ilköğretimin “zorunlu” hale getirilmesi yasallaşmıştır (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.190). 

Eğitimin amaçları toplumsal beklentileri karşılayacak şekilde düzenlenmelidir. 
Beş yıllık bir süreci ifade eden temel eğitim, zaman içerisinde toplumsal beklentileri karşılayamadığı için sekiz yıllık zorunlu kesintisiz eğitime geçmeyi zorunlu kılmıştır. Zorunlu eğitimin temelinde ise, eğitimi yaygınlaştırmak, eğitimin niteliğini yükseltmek, maliyeti azaltmak vb. nedenler etkili olmuştur (Baş, 2001, s.3). 

Zorunlu Eğitimin temel amacı; meslek becerisi kazandırmak, mesleki bilgi ve 
beceri öğretmek değil, mesleki yatkınlığı ortaya çıkarmak olmalı, seçimlilik dersler ve ders dışı etkinlikler bu anlayışla düzenlenmelidir (Baş, 2001, s.20). Sekiz yıllık zorunlu eğitim sistemi, beş yıllık eğitim sisteminin yetersiz kalması ve beklentilere cevap vermemesinden dolayı ortaya çıkan bir eğitim sistemidir. Bütün bu gelişmeler ile beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri devlet gözetim ve denetimi altına alınmış olmakla beraber; Anayasanın 42. Maddesinde: “Kimse eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılamaz” şeklinde ifade edilmiştir. Bu yasa ile beraber, eğitim hakkı devlet ve yasa güvencesi altına alınmıştır. Zorunlu eğitim ile beş yıl olan zorunlu eğitim süresi, sekiz yıla çıkmış; aynı zamanda, pansiyonlu ve yatılı ilköğretim olmak üzere üç türlü eğitim verilmeye başlanmıştır (Yabancı, 2004, s.17). 

Zorunlu eğitim kavramı, bazı ülkelerde sadece ilköğretimi kapsarken, bazı 
ülkelerde ise ilköğretim ile sınırlı kalmayıp, orta öğretimi ve daha uzun bir zaman dilimini kapsamış olmakla beraber bu durum Türkiye’de ise ortalama sekiz yıl olarak ifade edilmiş ve gelişmiş ülkelerde ise bu süre 10-12 yılı bulmaktadır (Öztürk, 2001, s.17). 

Zorunlu eğitimin amacı genel olarak; toplumsal refahı yükseltmek, eğitimde 
kaliteyi sağlamak, bireyin zihinsel, psikolojik sosyal ve ekonomik yönden ileri bir seviyeye yükseltmektir. Bununla beraber zorunlu eğitim sosyal açıdan şu gerekçelere dayandırılabilir; 

. Bireyin meslek kazanımını daha erken bir süre içerisinde sağlayıp kalifiyeli elemanlar yetiştirmek, 
. Bireyin sosyal uyumunu sağlamak ve toplum bilinç oluşturmak, 
. İlköğretim çağındaki çocuklara toplumsal rol ve görevlerin öğretilmesini sağlamak. Bu sayede farklı ortamlara giren çocukların uyum sorunun ortadan 
kaldırmak ve sosyalleşmesini sağlamak, 
. Zorunlu eğitimin ülke genelinde uygulanması ile devletin fırsat ve imkân eşitliğini sağlamasına bağlı olarak devlete olan güvenin artması. Bu sayede 
devletin itibarını artırmak, devlete karşı işlenen suçları engellemek ve azaltmak, 
. Türkiye’nin fiziki ve coğrafi şartlarından kaynaklanan gelir düzeyi ve eğitim düzeyleri arasındaki farkı en aza indirmek. Toplumda ki eşitsizliği kaldırıp 
toplumsal barışı sağlamak, 
. Küçük yaşta evlenmelerin önüne geçmek ve erken yaşta doğuma bağlı olarak oluşan, bebek ve anne ölümlerini en az seviyeye indirmek ve nüfusun kontrol 
altına alınmasını sağlamak. 
. Küçük yaşta çocuk işçiliğinin önüne geçmek, çocuklara gereğinden fazla sorumluluk verilmesini engellemek, 
. Çocuk suçluluğunu en az seviyeye indirmek, töre suçlarında çocukların suç işlemesini engellemek. Çocukların işlediği suçların önüne geçmek. Çocuk 
işçiliğinin ve zorla yaptırılan; dilencilik, mendil satma gibi kabul edilmeyen davranışların önüne geçmek. 

Zorunlu eğitimin tanımı ve nedenleri yukarıdaki ifade edilmiş olmakla beraber 
özellikle “İlköğretim Kurumları Yönetmeliği” incelendiği zaman ilköğretimin amaçları, Türk Milli Eğitimin genel amaçları ve temel ilkeleri doğrultusunda baktığımızda; 

. Öğrencileri ilgi, istidat ve kabiliyetleri istikametinde yetiştirerek hayata ve üst 
öğrenim kurumlarına hazırlamak, 
. Öğrenciye, Atatürk ilkelerine ve inkılaplarına Türkiye Cumhuriyeti 
Anayasası’na ve demokrasinin ilkelerine uygun olarak haklarını kullanabilme, 
görevlerini yapabilme ve sorumluluklarını yüklenebilme bilincini kazandırmak, 
. Öğrencinin milli kültür değerlerini tanımasını, takdir etmesini, çevrede 
benimsemesini ve kazanmasını sağlamak. 
. Öğrenciyi toplum içindeki rollerini yapan, başkaları ile iyi ilişkiler kuran, iş 
birliği içinde çalışabilen, uyum sağlayabilen iyi ve mutlu bir vatandaş olarak 
yetiştirmek, 
. Bulundukları çevrede yapacakları eğitim, kültür ve sosyal etkinliklerde milli 
kültürün benimsenmesine ve yayılmasına yardımcı olmak, 
. Öğrenciye fert ve toplum meselelerini tanıma, çözüm arama alışkanlığı 
kazandırma, 
. Öğrenciye sağlıklı yaşamak, ailesinin ve toplumun sağlığı ile çevreyi korumak 
için gereken bilgi ve alışkanlıkları kazandırmak, 
. Öğrencinin el becerisi ile zihni çalışmasını birleştirerek çok yönlü çalışmasını 
sağlamak, 
. Öğrencilerin araç ve gereç kullanmasını sağlama yoluyla sistemli düşünmesini, 
çalışma alışkanlığı kazanmasını, estetik duyguların gelişmesini, hayal ve 
yaratıcılık gücünün artmasını sağlamak, 
. Öğrencinin mesleki ve ilgi yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlayarak 
gelecekteki mesleğini seçmesini kolaylaştırmak, 
. Öğrenciye üretici olarak geçimini sağlaması ve ekonomik kalkınmaya katkıda 
bulunması için bir mesleğin ön hazırlığını yaptıracak, mesleğe girişini 
kolaylaştıracak ve uyumunu sağlayacak davranışları kazandırmak (Yabancı, 2004, s.18-20). 

Yukarıda izah edilen açıklamalar ile beraber ilköğretim temel amacı bireyin 
sosyal yaşamında başarılı olmasını sağlamak, içinde bulunduğu topluma uyumunu sağlamakla beraber, kültürel yönden gelişmesini sağlamak, sosyal, psikolojik ve ekonomik olarak gelişmesini sağlayıp topluma sağlıklı bireyler kazandırmaktır. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


40 NCİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***