ANA SOL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANA SOL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 41

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 41


1967 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle ilk sınıfa giren 
Hatice Babacan olması ve okul yönetiminin Hatice Babacan’ı engellemesi ile toplu öğrenci eylemleri başlamış ve daha sonrada bu öğrenci üniversiteden atılmış ve öğrenciye destek verenler de çeşitli disiplin cezaları almıştır (Albayrak, 2008, s.49). 
Bütün bu gelişmeler ile beraber Türkiye’de yükseköğretimde başörtüsünün 
yaygınlaşması ve büyüyen bir sorun haline gelmesini özellikle 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle ilişkilendirilebilir (Şimşek, 2012, s.168). O dönemler içerisinde artan huzursuzluk ortamı ile beraber sol düşünceli bireylerin eylem ve gösterileri sonucunda dini sembol ve uygulamalar bir araç olarak kullanılmıştır. 

Türk üniversitelerine ilişkin olarak 1946’dan bu yana üç temel kanun, sistemin 
esaslarını koymuş ve genel çerçevesini çizmiştir. Bu kanunlar kronolojik sırasıyla şöyledir: 

1. 13.06.1946 tarih ve 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu”, 
2. 20.06.1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu 
3. 04.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu”. 

Türkiye’de üniversitelere temel dayanak teşkil eden bu kanunların hiçbiri 
olağan/normal koşullarda ve ortamlarda üretilmemiştir (Gemalmaz, 2005, s.30). 

20 Aralık 1982’de YÖK, kıyafet genelgesiyle, derslerde başörtüsü takılmasını 
yasaklamıştır. YÖK 1982’de kıyafet genelgesi ile başörtüsü yasaklamasına rağmen 1984’te yasağı kaldırmıştır. Dönemin YÖK başkanı İhsan Doğramacı tarafından daha modern olduğu söylenen boynu açıkta bırakan ve kulakların arkasından dolanarak bağlanılan “türban”ı serbest bırakılmıştır. Fakat aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay’ın kararı, tartışmaları alevlendirmiştir. Danıştay, 13 Aralık 1984 tarihli kararında, söz konusu genelgenin yasal olduğunu belirtmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Türkiye’de irtica tehlikesi var” demesi üzerine YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklamıştır (Toruk, 2010, s.486). 

Üniversitelerde başörtüsü tartışmalarının her geçen gün artması ile beraber bu 
sorunun 1984 yılında ulusal yargıya taşınması ve üniversitelerde başörtüsü takması nedeniyle verilen uzaklaştırma cezalarının Danıştay 8. Dairesi’nin 13 Aralık 1984 tarihli kararıyla yerinde görülmeye başlandığı bilinmektedir. Bundan sonra ki süreçte ise başörtüsü tartışmasının gündeme geldiği tarih 16 Kasım 1988’dir. Bu tarihte TBMM üniversitelerde kılık kıyafet serbestliği getiren bir kanun çıkarmış ve dönemin askeri Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunu tekrar görüşülmek üzere kanunu meclise göndermiştir. TBMM’den, yükseköğretimde kılık kıyafet serbestliğine dair alınan ilk kararın özünde bir değişiklik meydana getiren bir karar çıkmaması üzerine, Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunun iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989 tarih ve 1989/12 sayılı kararı ile kanunun Anayasaya aykırı olduğuna hükmederek yükseköğretimde başörtüsünün serbest kalmasının uygun olmadığı sonucuna varmıştır. Anayasa mahkemesinin almış olduğu bu karar doğrultusunda, alınan bu kararların hukuki olmadığını düşünen iki öğrenci  konuyu AİHM’ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) taşımış ve AİHM 3 
Mayıs 1993 tarihli kararında “başörtüsü yasağının din ve vicdan özgürlüğü kavramına aykırı olmadığına” hükmetmiştir (Turan, 2002, s.182-184). 

Turgut Özal Hükümeti’nin 1987 genel seçiminden hemen sonra “türbanı 
serbest” bırakan bir yasa çıkartmasına rağmen Cumhurbaşkanı Kenan Evren 
“Türbanlılar tamam ama çarşaflı ve mayolular da gelirse ne olacak” diyerek yasayı veto etmiştir. Bunun üzerine YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde değişiklik yaparak ve türbana özgürlük sağlayarak yeni yasayı Aralık 1988’de Meclis’ten geçirmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren yasayı bu defa veto etmez ancak önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi’ne götürür. Mahkeme 7 Mart 1989’da YÖK Kanunu’nun ek 16. Maddesindeki değişikliği “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar… Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” İlave hükmünü, Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir. Bu kararın 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden kısa bir süre önce alınması İstanbul başta olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenmesine neden olmuştur. 

ANAP Hükümeti daha sonrasında 25 Ekim 1990’da yüksek öğretim kurumların da başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarmış ve 2547’nin ek 17. 
maddesi “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim 
kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu defa SHP, yasanın iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve talep reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesi 9 Nisan 1991’de verdiği kararla kanun değişikliği metninin Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna varmış ve böylece üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet serbest olmuştur. Başörtüsü yasağına son veren bu durum, bazı üniversitelerdeki farklı uygulamalara rağmen 1997 yılına kadar genelde sorunsuz devam etmiştir. 

Başörtüsüyle üniversitede eğitim hakkı konusunda AİHM’ne 1993 yılında açılan 
davada karar öğrencilerin aleyhine çıkmış ve mahkeme “Yükseköğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrenci, bu düzenlemeleri kabul etmiş sayılır. Kısıtlama din ve vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmamaktadır” demiştir. 28 Şubat sürecinde YÖK Başkanlığına atanan Kemal Gürüz ’ün MEB’in 15 Eylül 1997 tarihli genelgesine dayanarak üniversite rektörlüklerine “başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınmaması” yönünde talimat vermesiyle başörtüsü tekrar yasaklanmıştır. Bu durum üzerine aylarca süren eylemler yapılmış ve davalar açılmıştır. 

1998 yılında başörtüsü yasağına uymayan öğrencilerden üç bine yakını okuldan 
uzaklaştırılmış, birçoklarına ise uyarı ve kınama cezası verilmiştir. 1999 yılında yasak açık öğretim fakülteleri ve ilahiyat fakülteleri öğrencilerini de içine alırken, Kıbrıs Üniversiteleri’nde de başörtü yasaklanmıştır. 2000 ve 2001 yılına gelindiğinde ise İmam-Hatip liseleri de dâhil, Türkiye’nin tüm devlet ve özel üniversiteleri yasağı uygulamıştır (Toruk, 2010, s.486-487). 

Türkiye’de Yükseköğrenimde başörtüsü sorunu ile laiklik arasında sürekli bağ 
kurulduğunu ve laiklik ilkesinin Türkiye’de laikliğin (Mert, 2001, s.271) temelinden uzaklaştırıldığı ve böylece laiklik kavramının siyasiler arasında bir araç olarak kullanıldığı ve her başörtüsü sorunu gündeme geldiğinde toplum ve sosyal yaşamda Cumhuriyet’in temel ilkesi olan laiklik ilkesine vurgu yapıp bu ilkenin koruyuculuğu altına girmişlerdir. 

Yapılan değerlendirmeler ışığında başörtüsü sorunun uzun tarihsel temellere 
dayandığı ortadadır. Sorun sadece kılık kıyafet ile sınırlı kalmamış, Türkiye’nin kuruluş felsefesi ile ilişkilendirilmiştir. Rejimin kendisini var etmeye çalıştığı paradigmaya uymayan veya alternatif bir paradigma üretebilecek insan kaynağının kendini görünür kıldığı alan, rejimin sahiplendiği paradigmayı benimseyenlerin reflektif tutumları sonucunda bir mücadele alanına dönüşmüştür (Şimşek, 2012, s.169). 

Emre Kongar; “Türkiye’de 28 Şubat sürecinde eğitim ile ilgili meydana gelen 
gelişmeleri ve başörtüsü sorununu 1945 yılından itibaren eğitim alanında yaşanan gelişmelere ve Soğuk Savaş dönemlerine bağlamakla beraber, Türkiye’de 1945 yılından sonra, o dönemde dünyada hâkim olan konjonktürel yapı ile de uyumlu bir şekilde, eğitimin milli olma özelliğinden uzaklaştırıldığını ve dinci eksende, gerçeklerden koparılarak, ideolojik ve siyasal nedenlerle sağa kaydırıldığını” ifade eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası için kullanılan Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de en çok hukuk, siyaset ve eğitim alanlarında bir etkiden söz edilebilir. DP döneminde Köy Enstitüleri’nin kapatılması, din eğitimi veren orta ve yükseköğretim kurumlarının açılmış olmasının neticesinde Türkiye’de eğitimin Arap kültürü emperyalizmine ve Cumhuriyet karşıtlarına teslim edildiğini ileri sürmekle beraber, 1965 yılında AP’nin iktidarı döneminde eğitimle ilgili bu yaklaşımın güçlenerek devam ettiğini, 1968 yılında kışkırtılan öğrenci olaylarının kullanılmasıyla eğitimde Türk-İslam sentezi kapsamında bir geriye gidişin olduğunu, 12 Mart 1971 Askeri muhtırası ve 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesi sonrasında ülkenin İslamcı eğitime teslim edildiğini savunmaktadır. 

Yine Emre Kongar’a göre; “Türkiye’deki başörtüsü sorunu, Soğuk Savaş 
dönemlerinde hâkim kılınan Türk-İslam sentezinin eğitime yansıması sonunda 
güçlendirilen ve yaygınlaştırılan imam eğitiminin, yani bizzat Cumhuriyet dönemi yönetimlerinin ürettiği bir sorundur. Ayrıca 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bittiği genel kabul gören Soğuk Savaş dönemi ile ilgili farkındalığın Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında algılandığını ve bu tarihten itibaren eğitim alanında Soğuk Savaş’ın tahribatının düzeltilmeye çalışıldığını” ifade etmektedir (Kongar, 2002, s.300-305). 

Türkiye’de 1983 yılında üniversitelere kız öğrencilerin başörtülü bir şekilde 
girmeleriyle ilgili bir buhran yaşanmakla birlikte bu sürecin bir şekilde atlatılmış olması ve 1990 öncesinde başörtülü kız öğrenci sayısının fazla olmamakla birlikte 1990 sonrasında başörtülü kız öğrenci sayısında artış olduğu bilinmektedir. Sayısal olarak başörtülü kız öğrenci sayısında bir artışın olmasının başörtüsünün üniversitelerde bir sorun haline gelmesinde tek başına etkili olmadığı; başörtüsünün bir sorun haline gelmesinin 1995 milletvekili genel seçimleri öncesinde RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın seçimlerden sonra “Üniversitelerin rektörleri; değil başörtülü kızlarımızı okula almamak, karşılarında selam duracaklar, selam!” gibi ifadeleri nedeniyle başörtüsü konusunun farklı bir mecraya girmesiyle, siyaset malzemesi haline getirilmesiyle, gerçekleştiği ve RP’nin bu gibi bazı söylem ve icraatları neticesinde 28 

Şubat 1997 post-modern darbesine giden yolun açıldığını ifade etmiştir (Ateş, 1999, s.206-210). 

28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları içerisinde bulunan Devrim Yasaları ile 
okullarda ve resmi dairelerde başörtüsünün kullanılıp kullanılamayacağına yeni 
tartışmaları da beraberinde getirmiş olmakla beraber 1997 yılı sonunda Başbakanlık tarafından “Kılık-Kıyafet Genelgesi” yayınlanmıştır. Bu genelge bütün yönetim birimlerine gönderilmiş ve genelgede belirtilen esaslara uymayanlara idari yaptırım cezaları getirilmiştir. 

Türkiye’de, üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorunu Türkiye’nin en önemli 
sorunlarından birisi haline getirildiği, bu sorun laiklik ilkesini ilgilendirdiğinden hukuki bir sorun olduğu ve sorunun çözüm yeri de yargı organları olduğu bilinmektedir. Laikliği ilgilendirmesi bakımından hukuki bir sorun olan başörtüsü sorunu demokratik tüm devletlerde hukuki bir sorun olarak algılandığı, başörtüsü sorunu dini bir sorun olarak ele alınmasının sadece teokratik devletlerde görülebilecek bir yaklaşım olduğunu bilinmektedir. Hukuki bir sorun olduğunu iddia ettiği başörtüsüyle ilgili yargısal süreçlerin Avrupa’da ve Türkiye’de başörtüsü aleyhine sonuçlandığı yine mahkeme kararlarından anlaşılmaktadır. Başörtüsü sorununun Türkiye’de yaşanan bir sorun 
olmakla sınırlı kalmadığını, Avrupa’da da başörtüsüne karşı duyulan alerjinin arttığını ve bu açıdan Türkiye’de başörtüsünün yaygınlaşmasının Türkiye’nin AB’ye girmesini zorlaştıran engellerden birisi haline gelmiştir (Savaş, 2004, s.162-190). 

28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanmasının 
günümüz dünyasının özgürlüğü ön plana çıkaran çağdaş anlayışıyla açıklanmayacak olup bu uygulamanın devletin özel alana müdahalesi olduğu, İslami duyarlılığın toplumsal talebe dönüşmesinin engellenmesinin sağlanmaya çalışıldığı ve kamusal alanda İslami görünürlüğü imha etme planının önemli bir parçası olduğunu aktarması açısından oldukça önemlidir. Bu görüş dikkate alındığında aslında mücadelesi verilen meselenin sadece başörtüsü olmadığı akla gelmektedir. Toplumsal hayatta etki oluşturarak, toplum mühendisliği yapılarak toplumun istenilen kıvama getirilmesi ve böylece idare etme işini zahmetsizce yürütmenin yanında, kaynakları rahatsız edilmeden sahiplenme gayretinin eğitimi bir araç olarak kullanması düşündürücüdür (Şimşek, 2012, s.172-173). 

28 Şubat sürecinde özellikle İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere birçok 
üniversitede uygulanan ve kamuoyuna “ikna odaları” olarak yansıyan uygulamaların eğitim-öğretimden uzaklaşılmasına ve üniversitenin kendisine verilen bir yetki olmamasına rağmen “Asayiş Mühendisliği” yapmaya soyunması sonucunu doğurmuştur (Bayramoğlu, 2001, s.311). Bu iddialara göre İstanbul Üniversitesi’nde 1998 eğitim-öğretim yılı kayıt döneminde başörtülü öğrenciler kayıt öncesinde özel mülakata alınmış, başörtüsü ile ilgili yasaklayıcı hükümler içeren üniversitenin yayınlamış olduğu genelgeye uyacaklarına dair imza atmaya kamera kayıtları yapılarak yönlendirilmiş, bu genelgeye uyacaklarına dair imzalı taahhütte bulunmayanların üniversiteye kayıtları yapılmamış, başörtüsüz fotoğraf veren öğrenciler okula kayıt yaptırmış, ama geçici öğrenci belgesi alamamışlardır. 1998-1999 eğitim-öğretim döneminde üniversitelerde 
yaşanan başörtüsü sorununda İstanbul Üniversitesi’nde gündeme gelen ikna odaları ile ilgili olarak dönemin İstanbul Üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter açıklama yapmış ve bu tür bir uygulamanın gerçekleştiğini kabul etmiştir. “Kendisi, 10 Eylül 1998 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi’ne başı açık gelen 200 başörtülü öğrencinin kaydının yapıldığını, kayıt esnasında başını açmamakta ısrar eden kız öğrencilere öğrenci kimliklerini vermediklerini, kayıt işlemleri sırasında başörtülü kız öğrencilerle psikolog öğretim üyelerinin tek tek görüşüp, başörtüsünün öğrenci hakları bakımından sebep olacağı problemleri öğrencilere anlattıklarını ve ilerleyen dönemlerde bu uygulamaya dair baskı yapıldığına dair muhtemel iddialara karşı sunulmak üzere de bu sürecin kamera kaydına alındığını” ifade etmiştir. Ayrıca “başörtülü tüm öğrencilerin üniversite kaydı sırasında kendilerine üniversitenin başörtüsü konusundaki tutumunu bildiklerini ve buna binaen de başlarını açmaya karar verdikten sonra İstanbul Üniversitesi’ni tercih ettiklerini söylediklerini” ifade etmiştir (Şimşek, 2012, s.173-174). 

Erdoğan, Türkiye’de son dönemde yükseköğretimde 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesinin ve 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesinin etkilerinin görüldüğünü ifade etmiş ve 1960’lı ve 1970’lli yıllar mahfuz, Türkiye’de üniversitelerin devletin ideolojik aygıtlarından birisi olarak var olduklarını ve devletin birinci ideolojik endoktrinasyon şebekesi niteliğinde resmi eğitimin birer uzantısı olarak işlev gördüklerini ayrıca, Türkiye’de üniversitelerin, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki durumunda tek parti döneminde üstlendiği misyonla yüklü haline bir dönüşün olduğunu ve üniversitelerin bu durumunun, 28 Şubat Süreci olarak genel kabul gören dönemde zirve yaptığı bir dönem olması, Türkiye’deki üniversitelerin üniversite kavramının içerdiği niteliklerden uzaklaşmış bu halinin temelinde sadakatin liyakatin önüne geçmesi ve akademik faaliyetlerin ikinci planda kalarak öğretim üyelerinin bir kısmının ikbalperestlik olarak adlandırdığı makam düşkünlüğüne yönelmesi şeklinde bir tutum içerisinde olduğu görülmektedir (Erdoğan, 2009, s.340-342). 

28 Şubat sürecinde sürekli gündemde olan üniversitelerdeki başörtüsü sorunu 
konusunda dönemin iktidar sahiplerinin takındıkları tavır ve uygulamalar eğitim 
alanında Türkiye’de yakın zamanda ortaya çıkan ve eğitimde iktidar yansımaları 
olmaları bakımından üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır. Bu süreçte eğitim alanında görülen ve çok tartışılan konulardan birisi de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve dolayısıyla İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılması olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 

Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber üniversitelerde başörtüsü sorunu 
Türkiye’de her ne kadar eğitimi ilgilendiren bir sorun olarak görülse de gerek konunun uzun süredir gündemde olması ve gerek bu konuda alınan yargısal kararlar öncesi ve sonrasında yaşanılan gelişmeler konunun iktidar ilişkilerine bakan yönünün daha ağır bastığını göstermektedir. 

Yıllardır başörtüsü konusunda üniversitelerde var olan sorunun çözülmesi adına 
2008 Şubat ayı içerisinde TBMM’de AKP ve MHP’nin oylarıyla ilgili maddelerde 
Anayasa değişikliği için kanuni düzenleme yapılmıştır. Anayasa değişikliği teklifinin verildiği TBMM'deki oylamaya 518 milletvekili katılmış; oylamada 411 olumlu, 103 olumsuz oy çıkmış ve teklif kabul edilmiştir. Başörtüsüne dair düzenleme için DSP ve CHP Şubat 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne kanunun iptali istemiyle başvurmuş ve Anayasa Mahkemesi de Haziran 2008’de 9 Şubat 2008 tarih ve 5735 sayılı anayasa değişikliği kararının iptal ve yürürlüğünün durdurulması kararını vermiştir. 

Üniversitelerdeki başörtüsü sorunu, 2008 yılındaki kanuni düzenlemenin 
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi nedeniyle aşılamamış olsa da 2010 yılında YÖK’ün bu konudaki özgürlükçü yaklaşımı ve AKP’nin 2. defa oylarını artırarak iktidara gelmesinden kaynaklı konjonktür gereği çözülmüştür. Zamanla hemen hemen tüm üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmamaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle hukuki bir düzenleme yapılmadan YÖK yönetimi nin farklı yaklaşımı doğrultusunda fiili olarak sorun çözülmüştür (Şimşek, 2012, s.212-213). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


42 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 39

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 39



5.1.6.1. Sekiz Yıllık kesintisiz zorunlu Eğitim Tartışmaları 

Cumhuriyet dönemiyle birlikte başlayan eğitim alanında ki reform hareketleri 
daha sonraki süreçlerde de devam etmiştir. Özellikle Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-
Öğretim Birliği) yasası, yeni Türk alfabesinin kabulü, 1961 yılında çıkarılan 222 sayılı ilköğretim kanunu ve bununla beraber 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu” ile eğitimde önemli reform hareketleri sağlanmıştır. 

Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı ile başlayan süreçte meydana 
gelen siyasal iktidar değişimi ve uygulamaları demokrasi açısından hala 
sorgulanmaktadır. “28 Şubat süreci” ile başlayan dönemde uygulamaya konulan 
zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasına dair uygulamanın, İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapanması ve Kur’an Kursları bağlamındaki bir tartışma alanına hapsedilmiş olması uygulamanın geniş ölçekli yansımalarının görülememesine 
neden olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 28 Şubat sürecinde, toplumun önemli bir kesiminden tepki almasına rağmen -aslında İmam Hatip liselerinin ortaokul kısmı hedef alınarak- kesintisiz olarak uygulama konulan zorunlu eğitim, ilköğretim müfredatında ve okulların mekânsal yapısında bir değişiklik gerektirdiği için uzun süre millî eğitim planlamasını alt üst etti (Özoğlu, 2012, s.32). 

Türkiye’de zorunlu eğitim süresinin, 14.06.1973 tarihli ve 1739 sayılı “Millî 
Eğitim Temel Kanunu’nun” 24. Maddesinde değişiklik yapılarak 18.08.1997 tarih ve 23084 sayılı Resmi Gazete ’de yayınlanması sonrasında, zorunlu eğitim süresi 8 yıla çıkarılmıştır. 24. Madde ile yapılan değişiklik “Bütün İlköğretim kurumları sekiz yıllık okullardan oluşur. Bu okullarda kesintisiz eğitim yapılır ve bitirenlere ilköğretim diploması verilir” şeklinde düzenlenerek yürürlüğe girmiştir (Resmi Gazete, nr: 23084, 1997,s.3). 

1973 tarihli 1739 sayılı “Millî Eğitim Temel Kanunu’nun” 24. Maddesinde 
yapılan bu değişiklik ile beraber “Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıl olarak 
düzenlenmesi ve İmam-Hatip Okulları da dâhil olmak üzere tüm meslek liselerinin orta kısımlarının kapatılmasına” neden olunmuştur. Bununla beraber, 22 Temmuz 1999 yılında yürürlüğe giren 633 sayılı kanunun Ek 3. maddesinde “İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri dışında, Kur’an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenlerden ilköğretimi bitirenler için Diyanet İşleri Başkanlığınca Kuran Kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca ilköğretimin 5’inci sınıfını bitirenler için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve gözetiminde yaz Kuran Kursları açılır. Kuran Kurslarının açılış, eğitim öğretim ve denetimleriyle bu kurslarda okuyan öğrencilerin barındığı yurt veya pansiyonların açılış ve çalışmalarına dair hususlar yönetmelikle düzenlenir.” hükmü yer almaktadır (Şimşek, 2012, s.178). 

28 Şubat süreci ve sonrasında eğitim alanında yapılan uygulamalar genel olarak 
yukarıdaki kanun değişiklikleri ile sağlanmış olmakla beraber 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu “8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimi” benimsemesi, ancak geçici bir maddeyle ortaokul bu zorunluluk dışında tutulması, 1973 yılından 1997 yılına kadar Türkiye zorunlu eğitimin süresinin artırılmasına yönelik uzun vadeli ve sistemli bir çalışma yapmadan uluslararası ve iç politikalardaki gelişmeler sonucu 8 yıllık zorunlu eğitim gündeme gelmiş ve aniden plansız bir şekilde 16.08.1997 tarihinde 4306 sayılı yasayla sekiz yıllık zorunlu ilköğretim uygulamasına geçilmiştir. Oysa 8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına geçiş çalışmaları 1973 yılında sistemli ve planlı bir şekilde başlasaydı, belki de bugün zorunlu eğitime geçiş sorunlarının birçoğunu tartışır durumda olmayacaktı (Kıran, 2000, s.1). 

Yaşanan bu gelişmeler ile beraber, zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla 
çıkarılmasından sonraki süreçte 1998 yılında MEB tarafından hazırlanan 
“Cumhuriyet’in 75. Yılında Gelişmeler ve Hedefler: Milli Eğitim” isimli yayınında 
(MEB,1998, s.9) zorunlu eğitim sürecinin örgün eğitim sınıflaması içerisinde en önemli bölümünü meydana getirdiğini ifade edilmiştir. Bununla beraber, zorunlu eğitim süreci ile öğrencilerin iyi insan, iyi yurttaş olarak yetiştirilmeleri, kendileri ve toplum yaşamları için gerekli genel bilgi, tavır, tutum ve davranışlar ile ekonomik anlamda üretkenlik kazanmalarının amaçlandığı ifade edilmiştir (Şimşek, 2012, s.179). 

Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasını destek verenler ve 
Türkiye’de 28 Şubat sürecinde 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmesinden dolayı İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılmasını olumlu bir gelişme olduğunu ifade etmektedir. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimle birlikte velilerin uyandığını, İmam-Hatip Okulları’na yapılan kayıtlarının %50 oranında düştüğünü ve bu okullardan mezun olanların devam edebilecekleri yükseköğretim programlarının sadece din eğitimi ile ilgili programlarla sınırlandırılmasıyla da din eğitimi konusunda olması gerekenin gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Türkiye’de din görevlisi yetiştirilmesine yönelik kurulan İmam-Hatip Meslek Okulları’nın yerine Tevhid-i Tedrisat Kanunu delinerek kurulan ve şeriat telkini yapan din liselerinin kurulmasıyla başlayan sorunlu süreç, Türkiye’de ihtiyaç duyulan dini hizmetlere yönelik din görevlilerinin yetiştirilmesi için 
din meslek okullarına dönülmesiyle bu durumların son bulacağını ifade etmiştir (İlhan, 1999, s.282). 

Türkiye’de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve eğitim 
alanında yaşanan bu tartışmalı sürecin tarihsel temelleri bulunmaktadır. Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması tartışmaları ilk defa 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile gündeme gelmiş olmakla beraber söz konusu bu uygulama konusunda 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesiyle demokratik yollarla iktidara gelmiş bir hükümetin düşürülüp baskı ve dayatmalarla yeni bir ara rejim hükümetinin kurulmasına kadar herhangi bir adımın atılmadığı bilinmektedir. 28 Şubat sürecinde çokça dile getirilen “irtica tehdidi ve şeriat” kavramının aslında o dönemde Türkiye’de siyasi düşünce ve tercihlerdeki farklılaşmaları ve pozitivist-materyalist tek parti ideolojisi olan Kemalizm’in ve ona dayalı devlet anlayışının gerilemesi içerisinde olduğunu ifade eden Dursun; irtica tehdidi ve şeriatın bedelinin İmam-Hatip Okulları’na ve Kur’an Kurslarına ödetilerek halkın arkasında durduğu bu kurumların önünün kesilmesi adına 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin araçsallaştırıldığını ifade etmesi bakımından oldukça 
önemlidir. Bununla beraber yaşanan 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulaması eğitimle ilgili herhangi bir iyileştirme çabası veya eğitimle ilgili bir kaygı neticesinde uygulamaya konulmamıştır. Bu uygulama her zaman olduğu gibi Türk siyasetine egemen dayatmacı ve totaliter karar alıcıların, toplumdaki siyasi değişmelerin, farklılaşmaların, yeni talep ve yönelişlerin önünü kesmeye yönelik bir proje olduğunu ve 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin amacının siyasi temelli olduğu ve topluma mal edilemeyen ideoloji ve değerlerin devlet eliyle yaşatılmak istenmesi çabası şeklinde yorumlamıştır (Dursun, s.1999, s.222-230). 

28 Şubat 1997’de MGK’da zorunlu eğitim-öğretim süresinin 8 yıla çıkarılması 
yönünde görüş belirtilmesinin teknik bir konu olmasına rağmen, kendisine yüklenen farklı anlamlardan dolayı konu siyasal bir olay haline gelmiştir. Bu dönemde 8 yıllık zorunlu eğitim fikrine karşı çıkanların da, uygulamaya destek olanların da aslında nesillerin nitelikli yetişmeleri kaygısından ziyade, kendi ideolojilerine göre eğitim sisteminin nasıl şekilleneceğinin kavgasını verdiklerini, ağacı yaşken kendilerine göre eğmek istediklerini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu bağlamda eğitimin devletin tekelinde olmasına karşı çıkmakla beraber 8 yıllık eğitimle öğrencilerin devletin resmi ideolojisine daha çok maruz kalarak entelektüel bir kişilik geliştiremeyecekleri öngörüsünde bulunmuştur (Erdoğan, 1999, s.55-59). 

28 Şubat sürecinde post-modern darbeyi yapanlar tarafından 8 yıllık zorunlu 
kesintisiz eğitimin olmazsa olmaz hedef haline getirildiği ve bu hedefin gerçekleşmesi adına dönemin Refah-Yol Hükümeti’nin yıkılmasının sebebinin Türkiye’nin eğitim ile ilgili ihtiyaçlarının gözetilmesinin olmadığı; bu adımın altında yatan temel sebebin ideolojik tahrikler neticesinde laikçi-sekülarist çevrelerde gelişen din sendromu olduğunu dile getirmiştir. Dönemin hükümet ortağı olan RP’nin oylarını artırmasını İmam-Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri ve Kur’an Kursu mezunlarının sayısal olarak artmasına bağladığına dair iddiaların bu tür eğitim kurumlarının karşısında duran laikçi-sekülarist çevrelerde din eğitimi sendromunu meydana getirdiğini bu dönemde 2005 yılında RP tabanının desteklediği siyasal partinin %65 oyla tek başına iktidara geleceğine dair hesaplamaların yapılması da bu eğitim kurumlarının önünün kesilmesine yönelik 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçiş sürecini hızlandırmıştır. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin ana amacı İmam-Hatip Okulları’nın ve Kur’an Kursları’nın budanmasıdır. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasasının uygulanmasının 
hemen akabinde İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapandığını, Kur’an 
Kurslarına zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasından dolayı öğrenci alınamaz hale 
gelindiğini ve YÖK tarafından İmam-Hatip Okulu mezunlarının devam edebilecekleri yükseköğrenim alanların sınırlandırılması neticesinde 1997-1998 eğitim öğretim senesinde İmam-Hatip okullarının öğrenci kayıtlarının yarı yarıya düştüğünü ifade etmektedir (Kocabaş, 1999, s.178-179). 

1997 yılında, 2005 yılına dair seçim sonuçları üzerinden iktidar sahiplerinin 
düşünce üretmeleri her ne kadar normal kabul edilebilse de, üretilen düşüncelerin hayata geçirilmesinde eğitimin en önemli bileşen olarak ele alınması dikkat çekicidir. 1997 yılında Türkiye’de iktidarda bulunan hükümetin bir ortağının (Refah Partisi) seçim başarısını bazı eğitim kurumlarına bağladığı doğru kabul edilerek ilgili partinin eğitimi siyasetin malzemesi haline getirmesi gibi bir durum ne kadar kabul edilemezse, yine eğitim kurumları üzerinde, insan merkezli düşünceden uzaklaşılarak, sırf iktidar hesaplarına binaen bazı tasarruflarda bulunulması o kadar kabul edilemez. Bu süreçte istemediği halde devletin yasal zorunluluk olarak bireylerin önüne koyduğu ve evrensel insan hakları bakımından da izahı güç yasaklar neticesinde bireylerin yaşadıkları 
psikolojik, ekonomik, toplumsal ve kültürel çıkmazların Türkiye’ye ve Türkiye’de 
yaşayan insanlara zarar verdiği ise tartışılan konular arasında yerini almıştır (Şimşek, 2012, s.183). 

5.1.6.2. Zorunlu eğitimin tanımı, amacı ve nedenleri 

Zorunlu Eğitim; “Milli Eğitim Temel Kanunda ve Anayasada tüm vatandaşlara 
bir hak olarak verilen ilköğretimin, bireylerin kendi isteğine, keyfiyetine bırakılmaksızın herkesin kullanması gereken zorunlu bir haktır şeklinde ifade edilmiş ve bireyin bunu kullanma ve kullanmama hakkı sınırlı tutulmuştur. Bu bakımdan eğitim, özellikle ilköğretim bir hak olmaktan çok, bir zorunluluktur” (Kıran, 2000, s.1) şeklinde ifade edilimiştir. 

Zorunlu eğitim, bireyin belli bir yaşa geldiğinde eğitime başlamasını zorunlu 
kılan bir kavram olmasının yanında devletin vatandaşı yükümlü kıldığı, vatandaşın da bu ödevi yerine getirme yükümlülüğü olduğu bir eğitim sistemini ifade etmektedir. Temel eğitimin zorunlu eğitimden farkı ise, zamanının ve sabit bir mekânın olmamasıdır. Yani, temel eğitim kavramı zorunlu eğitimden daha kapsamlı bir niteliğe sahiptir (Öztürk, 2001, s.89). 

Temel eğitim, “Her yurttaşa yaşamında karşılaştığı ve karşılaşacağı kişisel ve 
toplumsal sorunları çözmede; toplumun değerlerine, düzenlemelerine uyum sağlamada; üretken ve tutumlu olmada temel yeterlilikleri, alışkanlıkları kazandıran bir eğitim türüdür. Temel eğitim; ülkelerin daha ileri eğitim ve öğretim düzeylerini ve türlerini, sistemlerini bir biçimde oluşturacakları, yaşam boyu sürecek bir öğrenmenin ve insan gelişiminin temelini teşkil etmektedir” (Kol, 2003, s.9). 

Zorunlu eğitim, temel eğitim, ilköğretim, 8 yıllık okul adı verilen 7-14 yaş 
grubunda ki çocukların devam etmeleri gereken ilköğretim okullarında yapılan eğitimi ifade etmektedir (Taymaz,1993, s.59). 

“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim”, 16.08.1997 tarihinde yürürlüğe giren 
4306 sayılı kanun kapsamında Türkiye’de uygulanmaya başlanan temel eğitim 
modelinin adıdır ve 6-14 yaş arasındaki öğrencilerin eğitim ve öğrenim sürecini 
kapsamaktadır. “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında yer alan “sekiz yıl”-“kesintisiz” ve “zorunlu” sözcüklerinin Cumhuriyet öncesi dönemden günümüze eğitim alanındaki gelişmeleri ve eğitim politikalarını izlemeye imkân veren bir hikâyesi vardır. Bu hikâye, salt eğitim politikalarının gelişimi ile sınırlı değildir, aynı zamanda ulusal ve uluslararası ölçekte toplumsal, sosyal ve ekonomik gelişmeleri de kapsamaktadır. 

Zorunlu Eğitim; “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında, her 
öğrencinin sekiz yıl eğitim almaya mecbur olduğu “zorunlu” sözcüğü ile ifade 
edilmiştir ve bu yeni bir olgu değildir, aksine 19.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanır. II. Mahmut Dönemi’nde 1824 yılında yayınlanan bir ferman ile zorunlu ilköğretim kavramı dile getirilmiş, kaç yıl olduğu kesin olarak belirtilmese de çocukların ergenlik çağına kadar eğitim almalarının zorunlu olduğu ve bu hükme uymayanların cezalandırılacağı bildirilmiştir 1876 Anayasası ile birlikte ilköğretimin “zorunlu” hale getirilmesi yasallaşmıştır (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.190). 

Eğitimin amaçları toplumsal beklentileri karşılayacak şekilde düzenlenmelidir. 
Beş yıllık bir süreci ifade eden temel eğitim, zaman içerisinde toplumsal beklentileri karşılayamadığı için sekiz yıllık zorunlu kesintisiz eğitime geçmeyi zorunlu kılmıştır. Zorunlu eğitimin temelinde ise, eğitimi yaygınlaştırmak, eğitimin niteliğini yükseltmek, maliyeti azaltmak vb. nedenler etkili olmuştur (Baş, 2001, s.3). 

Zorunlu Eğitimin temel amacı; meslek becerisi kazandırmak, mesleki bilgi ve 
beceri öğretmek değil, mesleki yatkınlığı ortaya çıkarmak olmalı, seçimlilik dersler ve ders dışı etkinlikler bu anlayışla düzenlenmelidir (Baş, 2001, s.20). Sekiz yıllık zorunlu eğitim sistemi, beş yıllık eğitim sisteminin yetersiz kalması ve beklentilere cevap vermemesinden dolayı ortaya çıkan bir eğitim sistemidir. Bütün bu gelişmeler ile beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri devlet gözetim ve denetimi altına alınmış olmakla beraber; Anayasanın 42. Maddesinde: “Kimse eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılamaz” şeklinde ifade edilmiştir. Bu yasa ile beraber, eğitim hakkı devlet ve yasa güvencesi altına alınmıştır. Zorunlu eğitim ile beş yıl olan zorunlu eğitim süresi, sekiz yıla çıkmış; aynı zamanda, pansiyonlu ve yatılı ilköğretim olmak üzere üç türlü eğitim verilmeye başlanmıştır (Yabancı, 2004, s.17). 

Zorunlu eğitim kavramı, bazı ülkelerde sadece ilköğretimi kapsarken, bazı 
ülkelerde ise ilköğretim ile sınırlı kalmayıp, orta öğretimi ve daha uzun bir zaman dilimini kapsamış olmakla beraber bu durum Türkiye’de ise ortalama sekiz yıl olarak ifade edilmiş ve gelişmiş ülkelerde ise bu süre 10-12 yılı bulmaktadır (Öztürk, 2001, s.17). 

Zorunlu eğitimin amacı genel olarak; toplumsal refahı yükseltmek, eğitimde 
kaliteyi sağlamak, bireyin zihinsel, psikolojik sosyal ve ekonomik yönden ileri bir seviyeye yükseltmektir. Bununla beraber zorunlu eğitim sosyal açıdan şu gerekçelere dayandırılabilir; 

. Bireyin meslek kazanımını daha erken bir süre içerisinde sağlayıp kalifiyeli elemanlar yetiştirmek, 
. Bireyin sosyal uyumunu sağlamak ve toplum bilinç oluşturmak, 
. İlköğretim çağındaki çocuklara toplumsal rol ve görevlerin öğretilmesini sağlamak. Bu sayede farklı ortamlara giren çocukların uyum sorunun ortadan 
kaldırmak ve sosyalleşmesini sağlamak, 
. Zorunlu eğitimin ülke genelinde uygulanması ile devletin fırsat ve imkân eşitliğini sağlamasına bağlı olarak devlete olan güvenin artması. Bu sayede 
devletin itibarını artırmak, devlete karşı işlenen suçları engellemek ve azaltmak, 
. Türkiye’nin fiziki ve coğrafi şartlarından kaynaklanan gelir düzeyi ve eğitim düzeyleri arasındaki farkı en aza indirmek. Toplumda ki eşitsizliği kaldırıp 
toplumsal barışı sağlamak, 
. Küçük yaşta evlenmelerin önüne geçmek ve erken yaşta doğuma bağlı olarak oluşan, bebek ve anne ölümlerini en az seviyeye indirmek ve nüfusun kontrol 
altına alınmasını sağlamak. 
. Küçük yaşta çocuk işçiliğinin önüne geçmek, çocuklara gereğinden fazla sorumluluk verilmesini engellemek, 
. Çocuk suçluluğunu en az seviyeye indirmek, töre suçlarında çocukların suç işlemesini engellemek. Çocukların işlediği suçların önüne geçmek. Çocuk 
işçiliğinin ve zorla yaptırılan; dilencilik, mendil satma gibi kabul edilmeyen davranışların önüne geçmek. 

Zorunlu eğitimin tanımı ve nedenleri yukarıdaki ifade edilmiş olmakla beraber 
özellikle “İlköğretim Kurumları Yönetmeliği” incelendiği zaman ilköğretimin amaçları, Türk Milli Eğitimin genel amaçları ve temel ilkeleri doğrultusunda baktığımızda; 

. Öğrencileri ilgi, istidat ve kabiliyetleri istikametinde yetiştirerek hayata ve üst 
öğrenim kurumlarına hazırlamak, 
. Öğrenciye, Atatürk ilkelerine ve inkılaplarına Türkiye Cumhuriyeti 
Anayasası’na ve demokrasinin ilkelerine uygun olarak haklarını kullanabilme, 
görevlerini yapabilme ve sorumluluklarını yüklenebilme bilincini kazandırmak, 
. Öğrencinin milli kültür değerlerini tanımasını, takdir etmesini, çevrede 
benimsemesini ve kazanmasını sağlamak. 
. Öğrenciyi toplum içindeki rollerini yapan, başkaları ile iyi ilişkiler kuran, iş 
birliği içinde çalışabilen, uyum sağlayabilen iyi ve mutlu bir vatandaş olarak 
yetiştirmek, 
. Bulundukları çevrede yapacakları eğitim, kültür ve sosyal etkinliklerde milli 
kültürün benimsenmesine ve yayılmasına yardımcı olmak, 
. Öğrenciye fert ve toplum meselelerini tanıma, çözüm arama alışkanlığı 
kazandırma, 
. Öğrenciye sağlıklı yaşamak, ailesinin ve toplumun sağlığı ile çevreyi korumak 
için gereken bilgi ve alışkanlıkları kazandırmak, 
. Öğrencinin el becerisi ile zihni çalışmasını birleştirerek çok yönlü çalışmasını 
sağlamak, 
. Öğrencilerin araç ve gereç kullanmasını sağlama yoluyla sistemli düşünmesini, 
çalışma alışkanlığı kazanmasını, estetik duyguların gelişmesini, hayal ve 
yaratıcılık gücünün artmasını sağlamak, 
. Öğrencinin mesleki ve ilgi yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlayarak 
gelecekteki mesleğini seçmesini kolaylaştırmak, 
. Öğrenciye üretici olarak geçimini sağlaması ve ekonomik kalkınmaya katkıda 
bulunması için bir mesleğin ön hazırlığını yaptıracak, mesleğe girişini 
kolaylaştıracak ve uyumunu sağlayacak davranışları kazandırmak (Yabancı, 2004, s.18-20). 

Yukarıda izah edilen açıklamalar ile beraber ilköğretim temel amacı bireyin 
sosyal yaşamında başarılı olmasını sağlamak, içinde bulunduğu topluma uyumunu sağlamakla beraber, kültürel yönden gelişmesini sağlamak, sosyal, psikolojik ve ekonomik olarak gelişmesini sağlayıp topluma sağlıklı bireyler kazandırmaktır. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


40 NCİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 34

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 34


5.1.3.14. Her yerde Eğitim 

Madde 17- Millî Eğitimin amaçları yalnız resmî ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, iş yerlerinde, her yerde ve her fırsatta 
gerçekleştirilmeye çalışılır. Resmî, özel ve gönüllü her kuruluşun eğitimle ilgili faaliyetleri, Millî Eğitim amaçlarına uygunluğu bakımından Millî 
Eğitim Bakanlığının denetimine tâbidir 3 - 4. 

3 http//www.meb.gov.tr/kanunlar/25.12.2013 

4 Kanun No: 1739 Kabul Tarihi: 14/06/1973 Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 24/06/1973 Sayısı: 14574 

5.1.3.15. Türk Eğitim Sisteminin dayandığı temel ilkeler 

. T.C. Anayasası, 
. Eğitim ve Öğretimi Düzenleyen Yasalar, 
. Hükümet Programları, 
. Kalkınma Plânları, 
. Millî Eğitim Şuraları, 
. Ulusal Program esas alınarak düzenlenmektedir. 

Bu esaslara göre eğitimin ilkeleri; 

. Eğitim millî ve cumhuriyetçi olacaktır, 
. Eğitim lâiklik esasına ve bilimsel temellere dayalı olacaktır, 
. Eğitimde genellik ve eşitlik olacaktır, 
. Eğitim fonksiyonel ve çağdaş olacaktır.

5 http://www.meb.gov.tr/25.12.2013 

Türk Eğitim Sisteminin Dayandığı Temel İlkeleri yukarıdaki şekilde ifade edilmiştir. 

5.1.4. 28 Şubat ve Eğitim Alanında Yapılan Çalışmalar 

5.1.4.1. Anayasaya göre bireylerin eğitim hakkı 

Eğitim kavramı, Türkiye modernleşmesinin en önemli ve en özgün yanlarından birisini oluşturmaktadır. Eğitim, toplumsal anlamda yeniden üretimin sağlandığı, 
bireylerin çeşitli rolleri ve becerileri kazandığı, toplumsal eşitsizliklerin kuşaklar arasında aktarıldığı/pekiştirildiği bir alan olması açısından oldukça önemlidir. 

Eğitim bir devletin ideal vatandaşlarını yetiştirmede kullandığı en önemli araçlardan birisidir. İstenilen vatandaş tipine eğitim ile ulaşılabilir. Bireylere 
kazandırılması amaçlanan davranışlar ve verilmek istenilen ideolojiler okullardaki eğitim-öğretim faaliyetleri sayesinde gerçekleştirilir (Aktaş, 2011, s.203). 

1739 sayılı 14.06.1973 tarihinde kabul edilen “Milli Eğitim Temel Kanunu’na” baktığımızda bireylerin anayasaya göre “Eğitim Hakkı” aşağıdaki gibi ifade edilmiştir; “Madde 7- İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır. İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar.” 

Türkiye’de eğitim sisteminin yasal dayanağı anayasanın 42. Maddesi ile belirlenmiştir: “Eğitim ve Öğretim, Atatürk ve İnkılâpları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır... Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak kanunla düzenlenir...” Görüldüğü gibi Anayasa eğitim sistemini hem çağdaş bilginin hem de devlet ideolojisinin (Atatürkçülük) aktarılmasının bir yolu olarak görmekte ve devlete eğitim hizmetini gözetleme ve denetleme görevini vermektedir. Bu görev, en üst düzeyde Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı tarafından yerine getirilmektedir (Çokgezen, Terzi, 2008, s.7). 

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında “Eğitim ve Öğretim” Anayasal güvence altına alınmış olmakla beraber eğitim, Atatürk ilke ve İnkılapları çerçevesinde, daha 
çağdaş, bilimsel, laik, demokratik ve milli eğitim temel esaslarına göre devletin denetim ve gözetimi altına alınmıştır. Anayasaya göre, eğitim hakkı güvence altına alınmış olmakla beraber, eğitim ve öğretim bireylerin hem hak hem de ödevi olarak ifade edilmiştir. Anayasada eğitim hakkı; “İlköğretim görmek her Türk vatandaşının temel hakkı olmakla beraber, daha sonraki süreçlerde ise bireylerin ilgi, istek, istidat ve kabiliyetlerine göre bir üst eğitim kurumlarından yararlanırlar” şeklinde ifade edilmiş ve 1982 Anayasası’nın 42. Maddesi “Eğitim Hakkı ve Ödevi” başlıklı olup, “Kimsenin eğitim ve öğretimden yoksun bırakılamayacağını” ifade etmiştir. 

Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir. 

“Eğitim ve Öğretim” anayasal güvence altına alınmış olmakla beraber eğitim, Atatürk ilke ve İnkılapları çerçevesinde, daha çağdaş, bilimsel, laik, demokratik ve milli eğitim temel esaslarına göre devletin gözetimi ve denetim altına alınmıştır Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. 

Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz. 

İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında parasızdır. 

Özel, ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, Devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla düzenlenir. 

Devlet, maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır. 

Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez. 

Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında 
okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır.” 
ifadeleri ile açıklamaktadır (Aktaş, 2011, 230-231). 1973 tarihli ve 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu” ile beraber yukarıda ifade edilen kararlarla beraber ilköğretimin zorunlu kılındığı anlaşılmaktadır. Eğitim ve öğretim Anayasal güvence altına alınmış olmakla beraber, bireyler tarafından birer hak, devlet tarafından ise en temel ödev olarak ifade edilmiştir. Anayasa ile güvence altına alınmış olan eğitim ve öğretim hakkı ve ödevleri ise bizzat devletin görevleri arasında sayılmıştır. 

Anlaşılacağı üzere bireylerin, eğitim ve öğretim hak ve ödevleri belirli esaslar üzerine bina edilmiş olmakla beraber devletin denetimi ile anayasal güvence altına alınmıştır. Devletin bu hak ve ödevler üzerindeki etkin konumundan dolayı dönem dönem geçmişten gelen bir aşinalık ile devletin eğitim ve öğretim faaliyetlerine müdahale ettiğini görmekteyiz. Bu nedenle eğitim politikaları dönemin hükümetleri tarafından şekillendirilmiş ve eğitime yön verilmiştir. Bu müdahaleler ve hükümetlerin eğitime yön veren politikaları neticesinde, başta eğitim programları ve müfredatları olmak üzere amaçlar, işleniş yöntemleri ve ders kitapları (Aktaş, 2011, s.231) gibi temel eğitim unsurlarında değişikliğe gidilmiştir. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ve 28 Şubat 1997 Askeri müdahaleleri sonrasında eğitim ve öğretim hayatında yeni düzenlemeler gerçekleşmiş olmakla beraber askeri kanat ya da sivil hükümetlerin eğitime müdahaleleri olmuştur. 

Eğitim, bütün bireylerin toplumsal ve sosyal olarak birlikte yaşamaya başlaması ile beraber her ortamda, her alanda insanlar için vazgeçilmez en önemli unsurların başında gelmiş olmakla beraber bütün bireyler arasında sosyal ve kültürel mirasın yaşatılması, yeni nesillerin yetiştirilmesi için daima önemli bir unsur olarak görülmüştür. Bununla beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri hemen hemen her toplumda devletin en önemli görevleri arasında sayılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri devlet tarafından daima desteklenmiş ve koruma altına alınmıştır. Eğitim ve öğretim faaliyetleri devlet denetiminde ve devlet tarafından uygulanma görevini üstlenmiştir. 

“Eğitim tarihimizde hemen her zaman kâğıt üzerinde parlak ilkeler, amaçlar, programlar, yasal metinler hazırlandığı, şekle ve gösterişe önem verildiği, fakat 
uygulamada aynı çaba, ciddiyet ve istikrar gösterilmediği dikkate çarpan bir konudur” (Akyüz, 1997, s.377-382). Bu ilkeli ve parlak kararların alınmış olduğu “Eğitim Şûraları”, Türk Eğitim Tarihi içerisinde önemli bir yere sahiptir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın ve Türk Millî Eğitim Sistemi’nin en yüksek danışma organı olan Şûralara; Millî Eğitimle ilgili politikaların çizilmesinde, yol gösterici rolü verilmiştir. Türkiye’de yıllardır eğitim sorunlarının ağırlığından, eğitimin çıkmazda olduğundan söz edilmektedir. Eğitimle doğrudan ilişkili olanlar da, dolaylı ilişkide olanlar da, yani, toplumun bütün kesimleri eğitim sorunlarının çözülmesini, Türkiye’de çağdaş bir eğitim sistemi kurulmasını ve geliştirilmesini arzularlar. Bu yolda çaba harcarlar. Sonunda; sorunlar yumağının artarak sürmekte olduğunu görürler. Millî Eğitim Şûraları da Türkiye’nin eğitim sorunlarını çözebilecek, Türk eğitim sistemini geliştirecek ve iyileştirecek kararlar almıştır. Ancak, uygulamaya aktarma konusunda gerekli adımlar atılmadığı / atılamadığı için, eğitim sorunları çözülememiştir. Şûra kararlarının önemli bölümü, ya hiç uygulanmamış, ya alınan kararın uygulamaya aktarılması 20-30 yıl gibi gecikmeli olmuş, ya da bir iki yıllık uygulamadan sonra uygulama terkedilmiş, bazen de alınan kararın tersi yönde uygulamalar olmuştur (Deniz, 2001, s. 2-8). 

Çalışmamızda; konumuz ile ilgili olarak XV. Milli Eğitim Şûrası “Amaç, Gündem, Alınan Kararlar, Sonuç ve Uygulamalar” ele alınacak ve konu ile sınırlı 
kalınacaktır. 

5.1.4.2. XV. Milli Eğitim Şurası (1996) 

XV. Milli Eğitim Şurası, gündemdeki konuları görüşmek üzere 13-17 Mayıs 1996 
tarihleri arasında Milli Eğitim Bakanı Turhan Tayan başkanlığında Ankara’da 
toplanmıştır. 

5.1.4.2.1. XV. Milli Eğitim Şurası’nın toplanma amacı: 

1. 2000’li yıllarda Türk Milli Eğitim sisteminin hedef, ilke ve politikalarını 
belirlemek, özellikle yönlendirme ve yeniden yapılanmayı tartışmak, yeni 
yüzyılın gereklerine uygun, çağdaş eğitim sistemi kurabilmek, 
2. Bütün toplumu sürekli olarak öğrenen, kendini yenileyen, değişen koşullara 
uygun bilgi ve beceri kazanabilen bir yapıya kavuşturmak, 
3. İlköğretimde 8 yıllık zorunlu temel eğitime geçmek, 
4. Ortaöğretimi yükseköğretim önüne öğrenci yığan bir basamak olmaktan 
kurtarıp bu basamakta, ağırlıklı olarak mesleki ve teknik beceri kazandırmak, 
5. Yükseköğretime geçişte, sadece Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) ve Öğrenci 
Yerleştirme Sınavında (ÖYS) aldığı sonuca göre değil, bununla birlikte okul 
eğitiminde gösterdiği başarı ve sonucu da değerlendirmek, 
6. Örgün ve yaygın eğitim programları arasında geçiş ve tamamlama ilkesine 
dayalı, yılın her günü ve her saati hizmet verecek okul yapısı oluşturmak, 
7. Eğitimin Parasal sorunlarını çözmek için yeni ve sürekli kaynaklar sağlamak, 
8. Ortaöğretim ve yükseköğretimde katkı payı uygulamasını, Yedinci Beş Yıllık 
Kalkınma Planında da öngörüldüğü gibi kurumsallaştırmak, ancak; maddi 
durumları yetersiz öğrenciler için burs ve kredi uygulamalarını yaygınlaştırmak. 

5.1.4.2.2. XV. Milli Eğitim Şurası gündemi: 

1. İlköğretim ve Yönlendirme 
a. İlköğretim 
b. İlköğretimde Yönlendirme 
2. Ortaöğretimde Yeniden Yapılandırma 
a. Ortaöğretimde Yapılanma 
b. Ortaöğretimde Yönlendirme 
c. Ortaöğretimde Meslek kazanma 
3. Yüksek Öğretime Geçisin Yeniden Düzenlenmesi 
4. Toplumun Eğitim ihtiyacının Sürekli karşılanması 
5. Eğitim sisteminin Finansmanı 

Dönemin Millî Eğitim Bakanı: Turhan Tayan 

Şura Genel Sekreterliği: Nazım İrfan Tanrıkulu, Güngör Kılınç, Hayri Terzioğlu, 
Necmettin Ertürk (MEB XV. Milli Eğitim Şurası, 1996, s.49). 

5.1.4.2.3. XV. Milli Eğitim Şurası’nda alınan kararlar: 

1. Temel eğitim kavramı yerine “İlköğretim” kavramı kullanılmalıdır ve yakın bir 
gelecekte 5-6 yaş okulöncesi eğitim, ilköğretim bünyesine alınmalı, ilköğretim 
kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitim olarak uygulanmalı, 8 yıl sonunda tek tip 
diploma verilmeli, 9. sınıf liseye ya da mesleki eğitime yönlendirme yılı olmalı, 
böylece ilköğretimde zorunlu 2+8+1 sistemi oluşturulmalıdır. Çocukluğun tam 
yaşandığı, çocukların kendilerini, ailelerin de çocuklarını tanıdığı bu dönemde 
bulunanlar çırak yapılmamalıdır. Uzun vadede zorunlu eğitim 18 yaşını 
kapsayacak şekilde düzenlenmelidir. 
2. Yoğun göç alan illerde eğitim yatırımlarına öncelik verilerek derslik ihtiyacı 
karşılanmalıdır. 
3. Bahçe, salon, sahne, işlik, kitaplık, laboratuvar, spor salonları ve yüzme havuzu gibi ek ünitelerle birlikte her okul, bulunduğu çevrenin de yararlanabileceği tesisler olarak düşünülmelidir. 
4. Çevredeki eğitim kapasitelerinden de yararlanılarak eğitim kaynakları verimli 
ve etkili kullanılmalıdır. 
5. Okul bina ve tesisleri tatil dönemlerinde ihtiyaçlar doğrultusunda gelir getirecek şekilde de değerlendirilmelidir. (Çay bahçesi, otopark vb.gibi). 
6. Küçük yerleşim birimlerindeki öğrencilerin 8 yıllık zorunlu ilköğretimden 
yararlanabilmeleri için taşımalı, YİBO (Yatılı İlköğretim Bölge Okulu) 
ve pansiyonlu okul sistemlerinden yararlanılmalıdır. 
7. “8 yıllık zorunlu ilköğretim uygulamasına geçilmeden önce ilköğretimin 
amaçları ve ders programları bütünlük ilkesine uygun olarak yeniden 
düzenlenmelidir. 
8. Her öğretmenin aynı zamanda bir Türkçe öğretmeni olduğu da dikkate alınarak, eğitimin her alanında ve her düzeyinde Türkçe’nin, doğru ve eksiksiz olarak öğretilmesi ve kullanılması sağlanmalıdır. 
9. Eğitime ayrılmış olan TRT ve uydu kanallarından ilköğretimde yararlanma 
yoluna gidilmelidir. 
10. 7.ve 8. sınıflarda seçmeli derslere işlerlik kazandırılmalıdır. Spor ve sanat 
eğitimine önem verilmeli, bu eğitime ders dışı etkinliklerle de ağırlık 
kazandırılmalıdır. 
11. Müzik, Resim, Beden Eğitimi ve Din kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin notla 
değerlendirilmesine devam edilmelidir. 
12. Eğitim-öğretim iş günü süresi artırılmalıdır. 
13. İlköğretim okullarının programlarında, meslekleri tanıtıcı bilgilere yer 
verilmelidir. Teknoloji ve tasarım konuları da bunların arasında yer almalıdır. 
14. Yeniden yapılanma VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda öngörüldüğü şekilde 
hızlandırılmalı, il düzeyinde eğitim planlamaları yapılmalıdır. 
15. Eğitim ortamında; sorumluluk paylaşmak, takım çalışması olan önderliği 
üstlenen, özeleştiri, kurumun eleştirisi, adaylık-seçim-oylama ile görev 
bölüşümü ve takibi gibi demokratik davranışları pekiştirici yaklaşım ve 
uygulamalar özendirilmeli. 
16. Bireyi tanıma ve yöneltmeye ilişkin rehberlik hizmetleri dördüncü sınıftan 
başlatılmakla birlikte, ilköğretimde gerçek yöneltme dokuzuncu sınıftan itibaren 
ele alınmalıdır. 
17. Her okulda bir rehberlik servisi kurmak ve uzman bulundurmak güç olabilir. Bu nedenle, rehberlik ve araştırma merkezlerinin sayısı çoğaltılmalı. 
18. Okul öncesinden itibaren ailenin eğitimi, önemli bir boyut olarak ele 
alınmalıdır. “Aile Katılım Programları” ve “Ana Baba Okulları” 
yaygınlaştırılmalıdır. 
19. Özel eğitim alnında gerekli alt yapı sağlanarak kaynaştırma, özel eğitim sınıfları vb. seçenekler düşünülmelidir. 
20. Öğretmenler, öğretmen üniversitelerinde yetiştirilmelidir. Öğretmen yetiştiren fakülteler, gelişmiş çevrelerde açılmalıdır. 
21. Öğretmenlik mesleği ekonomik ve sosyal yönden iyileştirilmelidir. Öğretmen 
adayları burs, kredi yurt ve benzeri özendirici tedbirlerle desteklenmelidir. 
Öğretmen olmak isteyen adaylar, öğretmenlik mesleğine uygun olanlar 
arasından titizlikle seçilmelidir. 
22. Üniversitelerde farklı branşlardaki yüksek öğretim mezunları için düzenlenen pedagojik formasyon kurslarına mutlaka son verilmelidir. 
23. İlke olarak alanda yetişmemiş olan üniversite mezunları, ilköğretim okullarına (sınıf ve dal öğretmeni olarak) atanmamalıdır. Ancak, son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığındaki sınıf öğretmeni açığının çok büyük olması ve bunun gelecek birkaç yıl içinde daha da artmasının beklenmesi nedeniyle; Eğitim 
Fakültelerinin farklı bölümlerinden mezun olanların istihdamını mümkün kılmak 
üzere, sınıf öğretmenliği alanında en az bir yıl süreli “Öğretmenlik Meslek 
Eğitimi Programları” düzenlenmelidir. 
24. Anadolu Öğretmen ve Öğretmen Liseleri, Eğitim Fakültelerinin esas kaynağını oluşturmalıdır. 
25. İvedilikle “Öğretmen Personel Kanunu” çıkarılmalıdır. 
26. Değişik eğitim ve öğretim etkinlikleri, alandaki yenilikleri ve öğretmenlerin 
uygulamadaki görüş ve düşüncelerini yansıtan yayınlar yapılmalı, birim ve 
bireylere ulaştırılmalı. 
27. Okulların, standart kadroları her yıl mayıs ayı içinde gözden geçirilmeli, 
standart kadro dışı öğretmen atanmamalıdır. 
28. “Öğretmenin vekili olmaz” ilkesinden hareketle, vekil öğretmen kadroları 
kaldırılmalıdır. Böylece, eğitim-öğretim asil öğretmenler tarafından verilmesi 
sağlanmalıdır. (Raporlu ve asker öğretmenlerin yerine üçte iki maaşla 
görevlendirilenler olabilir) Ancak bunların da yüksek öğrenimli olmasına titizlik 
gösterilmeli, sözleşmeli olmaları sağlanmalıdır. 
29. Zorunluluklar dışında, öğretmenlerin emeklilik ve tayin işleri yaz döneminde 
yapılmalıdır. Atanan öğretmenlerin de en geç 15 Ağustosta görev başında 
olmaları sağlanmalıdır. 
30. Öğretmenliğe geçişte, seçme ve yeterlilik sınavı yapılmalıdır. (Dil, fiziki 
bozukluk vb.) etmenler de ölçüt olmalıdır. Öğretmenliğe hak kazananlar illerde 
boş bulunan öğretmen kadrosu için müracaat etmeli, o il tarafından 
görevlendirme yapılmalı ve üç yıl mecburi hizmet getirilmelidir. 
31. Eğitim, politikadan arındırılmalıdır. Devletin eğitim politikası uzun vadeli 
olmalıdır. Öğretmenlik, günlük siyaset içine çekilmemeli, tayinler, nakiller 
atamalar belli bir düzen içinde ve bir sisteme göre yapılmalıdır. 
32. Yönetici atamalarında kariyer, liyakat, başarı aranmalı, üst kademeye geçişler başarılar ölçüsünde, belli bir sisteme göre olmalıdır. Eğitim yönetiminin bir bilim olarak algılanması, yöneticinin, örgütsel amaçların gerçekleştirilmesini 
sağlayan bir eğitim lideri olarak kabul edilmesi, bu alanın uzmanlık 
gerektirdiğinin bilinmesi, eğitim yöneticiliğinin meslek haline getirilmesi 
gerekmektedir. Eğitim yöneticiliği bilfiil öğretmenlik tecrübesine dayanmalıdır. 
33. Öğretmen adaylarının belirlenmesinde, ülkenin ihtiyaçları ve mesleğin 
özellikleri dikkate alınmalı, ülke genelinde dengeli dağılım mutlaka 
sağlanmalıdır. Dalında ihtiyaç kalmayan ve ihtiyaç duyulan farklı bir dalda 
kendisini yetiştirmek isteyen öğretmenlere gereken eğitim imkânı sağlanmalıdır. 
34. Eğitim yöneticisi lisansüstü eğitimle yetiştirilmeli, yönetici adayları objektif 
ölçülerle seçilmeli ve özlük hakları, yaptıkları, iş ve eğitim düzeyine göre 
düzenlenmelidir. 
35. Belirli alanlarda (il- ilçe-semt) kurulmuş olan eğitim kurumlarının, madde ve 
insan kaynaklarından tam kapasite ile yararlanabilecekleri bir yönetim sistemi 
oluşturulmalıdır. 
36. Denetimde rehberlik ön plana çıkarılmalı ve ilköğretimde, eğitim yılı başında 
rehberlik ve seviye tespiti, öğretim yılı sonunda ise başarı tesbiti yapılmalıdır. 
Denetim elemanlarının, alanlarında uzman, deneyimli, lisans üstü eğitimlerini 
tamamlamış olmaları, teftiş sistemi yeniden ele alınarak, Bakanlık ve ilköğretim 
müfettişliği bir çatı altında birleştirilmelidir. 
37. Milli Eğitim Temel Kanunu Amaç ve ilkelerine göre, genel öğretim ile mesleki ve teknik öğretimin amaçları ve yetiştireceği öğrenci tipi yeniden tanımlanmalı; 
ortaöğretim kurumları öğrencilerin % 65’ ini mesleki teknik eğitime, % 35’ ini 
genel öğretime yöneltecek ve bu yönde öğretim görmelerini sağlayacak şekilde 
yeni bir yapıya kavuşturulmalı; insan gücü-eğitim-istihdam dengesi 
kurulmalıdır. 
38. Öğretimde yabancı dille eğitim yerine, yabancı dil öğretimi yapılmalı ve yabancı dil öğretimine önem verilmeli, zorunlu yabancı dil öğretimi, isteğe dönük hale getirilmelidir. 
39. Mesleki ve teknik eğitimde sistem bütünlüğü esasına dayalı eklemli (modüler) eğitim programları uygulanmalı, alan ve dal eğitimine önem verilmelidir. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


35 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***