ÇÖZÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÇÖZÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2019 Salı

Füze Kalkanı Krizi ve Çözüm

Füze Kalkanı Krizi ve Çözüm





Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
30 Ekim 2010
Kaynak Yeniçağ: Füze kalkanı krizi ve çözüm - 


   Proje esas itibariyle bir ABD projesidir. 

   Füze tehdidinden korunması planlanan yerler, İsrail, Avrupa ülkeleri ve ABD ana kıtasıdır. Tehdit olarak zikredilen ülkelerin başında İran, sonra Kuzey Kore gelmektedir. Daha sonra dolaylı olarak Rusya’dır. ABD, her fırsatta Türkiye’nin bu sistemdeki önemini dile getirmekte ve sistemin bir parçasının Türkiye’de kurulması gerektiğine işaret etmektedir. Türkiye ise, bölgede uygulamaya çalıştığı politikanın gereği ve özellikle İran ile olan ilişkilerinden dolayı sistemin bir parçası olmaya istekli görünmemektedir. Ancak diğer taraftan füze savunma sistemindeki eksikliğin de farkındadır.Türkiye, kendi füze savunma sistemindeki eksikliği giderebilmek için geçen yıl bir Füze Savunma Sistemi almak için teşebbüste bulunmuş, bunun belirlenmiş ülkelere karşı olmadığını, mobil olduğunu, ihtiyaca göre her cephede kullanılabileceğini de açıklamıştır. ABD projeyi, kendi projesi olmaktan çıkarıp, bir NATO projesine dönüştürme çabasındadır. Böylece projenin kabul edilebilme oranını artırmak istemektedir. Türkiye ise teknik detaylar yerine ilkeler üzerinde durmakta, bu konuda endişeleri bulunmakta ve kendi uyguladığı politikalarla bağdaşmadığı gerekçesi ile iki çekince ortaya koymaktadır. Birincisi, projenin NATO’nun 5’inci madde çerçevesinde “caydırıcılık” kapsamında olması ve tüm NATO topraklarına yaygınlaştırılması, ikincisi de, NATO belgelerinde İran ve Suriye’nin tehdit olarak gösterilmemesidir. Diğer taraftan Rusya, sistemin gizli hedefinin kendisi olduğunu değerlendirerek kuşatılmışlık hissinin gittikçe artacağını düşünmekte, Türkiye ise Rusya ile olan ilişkilerinin bu gelişmelerden olumsuz olarak etkileneceği hesabını yapmaktadır.Konu, 19-20 Kasım 2010 tarihlerinde Lizbon’da gerçekleştirilecek NATO Zirvesi’nde ele alınacaktır. Türkiye bu süreçte “evet” ile “hayır” seçenekleri arasında zor bir seçim yapmak durumundadır. Ancak NATO’nun da stratejik planlama çerçevesinde olası tehditlere karşı önlemler almasını da doğal karşılamaktadır. 

Burada Türkiye’yi zorlayan husus, Ankara ile Batılı müttefikler arasında İran’dan kaynaklanan tehdit algılamasındaki görüş ayrılığıdır. NATO’da kararların oybirliği ile alındığı dikkate alındığında, Türkiye’nin hayır demesi, hem NATO içinde, hem de Türkiye ile Batı ülkeleri arasındaki ilişkilerde ciddi bir kriz yaratabilecektir.  

ABD, projede engel çıkarabileceğini düşündüğü Türkiye üzerinde çeşitli vasıtaları harekete geçirebileceğini, bu kapsamda, Türkiye’nin İran konusuna yaklaşımı, İsrail ile olan ilişkileri ve NATO füze savunma sistemindeki tutumunun Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğini belirleyeceğini ima etmektedir. Hatta bu konularda ilerleme kaydedilmemesi halinde “Ermeni soykırımını” tanıyan bir kararın Kongreden geçmesinin sürpriz olmayacağının mesajlarını vermektedir.

Türkiye, projeye katılması halinde, bölge ülkeleri nezdinde itibarının azalabileceğinin ve çıkarlarının zedelenebileceği nin hesabını yapmakta, ancak diğer taraftan ekseninin doğuya kaydığı düşüncesinin güçlenmemesini, ABD, NATO ve müttefikleri ile olan ilişkilerinin bozulmamasını da arzu etmektedir.Türkiye, bölgesindeki ülkelerin potansiyel füze tehdidi altındadır. NATO’nun öngördüğü füze savunma sisteminde, tehdit ülkeler ile korunması gereken ülkeler ve projenin amacı net olarak ortadadır. Türkiye’nin çekinceleri de bellidir. 

Ancak Türkiye’nin füze savunma sistemindeki zafiyeti de bir gerçek olup, milli bir füze savunma sistemine ihtiyacı olduğu da bilinmektedir.Neticede hem milli ihtiyacı sağlamaya yönelik, hem de NATO’nun öngördüğü sistemin bir şekilde parçası olacak tarzda bir yaklaşım izlemenin çıkarlarımız açısından uygun olacağı değerlendirilmektedir. Bu durumda Türkiye’nin, bir taraftan ittifakın tamamını kapsayacak ve tüm müttefiklerin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte bir proje konusunda çalışmalarını sürdürürken, diğer taraftan milli bir projeye sahip olma yönündeki girişimini de devam ettirmesi gerekmektedir. 

   Sorun, İran ve Suriye’nin NATO dokümanlarında tehdit olarak gösterilmekten çıkarılması ise bunun, diplomatik bir üslupla formüle edilmesi üzerinde durulmalıdır.Türkiye’nin, milli ihtiyaçlar için kendi komutası altında ve kendi inisiyatifi ile kullanacağı, ihtiyaç halinde yine kendi komutasında ve inisiyatifinde NATO sistemine entegre edebileceği, milli bir füze savunma sistemi üzerinde çalışmasının ve bunu NATO Zirvesi’ne taşımasının en iyi hareket tarzı olacağı düşünülmektedir. 

   Hatta bu suretle milli sistemin finansının bir kısmının, aynı zamanda NATO projesinin bir parçası olacağı düşüncesinden hareketle NATO tarafından karşılanmasını talep etmesi de mümkün olabilecektir. 



Kaynak Yeniçağ: 
Füze kalkanı krizi ve çözüm 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/fuze-kalkani-krizi-ve-cozum-15493yy.htm

***

13 Aralık 2017 Çarşamba

Çözüm Sınır Aşan Vicdanların Harekete Geçirilebilmesinde,

Çözüm Sınır Aşan Vicdanların Harekete Geçirilebilmesinde, 



Özdem SANBERK

14 Haziran 2010


















Bugün Obama yönetiminin, bölgede bir dünya gücüne düşen liderlik rolünü yerine getirememesi, Ortadoğu’da tırmanan gerginliğin başlıca nedenleri arasında yer alıyor. Bölgede etkin bir Amerikan liderliği olmadan Ortadoğu’daki sorunların çözülmesi mümkün değil. İsrail’in bir ölçüye kadar kulak vereceği tek ülke Amerika. Ama Amerika Ortadoğu’daki politikalarını İsrail’in izlediği çizgiden ayıramıyor. Bunu ayıramadığı müddetçe de Amerika, bölgede iki ata aynı zamanda binmeye çalışan bir süvari görüntüsünden kurtulamıyor. Amerika’nın Ortadoğu’daki asıl çıkarları Arap Yarımadası’nda ve Körfez’de yatıyor. Yönetim en çetin mücadeleyi bu Körfez bölgesindeki çıkarlarını korumak için verecektir.

Obama yönetiminin, Amerikan dış politikasını yönetmekle görevli kurumlarına hakim olmakta başarısız kalması bölge ve dünya barışı için potansiyel tehlikeleri barındırıyor. Bunu en son örneğini çok kısa süre önce İran’la takas anlaşması konusunda Obama’nın Lula ve Erdoğan’a gönderdiği mektup olayında yaşadık. Şimdi de yardım konvoyları krizinde yaşamaktayız. Sebepleri ne olursa olsun bu kriz Amerika’nın bölgedeki en eski iki müttefikinin arasının açılması sonucunu doğurdu. Bu sonuç bölgedeki dengeleri kökünden değiştiriyor. ABD Başkanının Ortadoğu’daki başarısızlığı, kendinden sonra Cumhuriyetçilerin daha sert politikalarla ve Bush sonrası yeni muhafazakâr bir gündemle sahneye çıkmaları sonucunu doğurur.


Birleşmiş Milletler’in İşlevsizliği

İsrail Gazze kuşatması sırasında kullandığı aşırı güç dolayısıyla uluslararası hukuku ihlal etti. Bu ihlal BMGK’nin görevlendirdiği Güney Afrikalı Yahudi asıllı Hollandalı hukukçu Goldstone başkanlığında kurulan komisyon raporu ile kanıtlandı. Ancak İsrail Amerika’nın da yardımıyla bu raporun BMGK de görüşülmesini engelledi. Oysa bu raporun tartışılması engellenmeseydi belki de Gazze’ye uygulanan ambargo hafifletilecek ve böylece bu günkü gibi bir kriz yaşanması ve dokuz can kaybı belki de önlenmiş olacaktı. Esasen Birleşmiş Milletler de esasen bunun için var. Ama görevini yapamadığı sürece işlevsizleşmiş durumda. Barış ve istikrarın kurulmasına yardımcı olamamakta. Aynen 2004’te Kıbrıs’ta Rumların adanın birleşmesini öngören Kapsamlı Barış Planını referandumda reddetmelerinden sonra, o zamanki BMGS Annan’ın, Rumları sorumlu tutan raporunun Güvenlik Konsey’inde görüşülmesinin yine daimi üyelerden bazılarının (bu kere Rusya ve Fransa’nın) engellemeleriyle önlenmiş olması gibi.


Öte yandan ine BMGK’nin bir başka kararı ise uluslararası toplumunu, Gazze’ye insani yardım yapılmasını zaten öngörüyor. İsrail donanmasının yardım götüren Mavi Marmara ve yanındaki gemilere hücum botlar ve helikopterlerle saldırması bu kararı da hiçe sayıyor. İsrail’in Gazze’yi kuşatma altında tutması ve sivil halk üzerinde baskı ve tecrit politikaları uygulamaya devam etmesi sadece moral bakımdan sorunlu olmakla kalmıyor. Aynı zamanda, yine aynen Rum Yönetiminin, barış ve birleşmeye evet diyen Kıbrıs Türklerine uyguladığı kuşatma politikası gibi ahlaka aykırı olduğu gibi, siyasi bakımdan da yararsız.


Her iki ambargo da sürdürülebilir olmaktan çıkmış durumda. Tabii bu arada Kıbrıslı Türklerin şu anda, ikinci dünya savaşından beri, Saraybosna’dan sonra, Avrupa’da kuşatma altında yaşayan son halk olduğunu da, dünyada, başta biz kendimiz olmak üzere, hatırlayan kimse yok, Biz dahil, hatırlatmaya çalışan da yok. Türkiye Kıbrıs Türklerine uygulanan haksız ambargoyu dünya gündemine getirmekte geç kaldığı sürece, başkalarının Kıbrıs’ın işgalden kurtarılması gibi tutarsızlıkları gündeme getirmesine hayret etmemeli.


İsrail’in Meşruiyet Zemini

İsrail vahim bir kuşatılmıştık psikolojisi içinde. Sırtını Amerika’ya dayayarak uluslararası kuruluşların kararlarını hiçe sayıyor. Bu davranışı ile bölge barış ve istikrarını zehirliyor. Aynı zamanda kendi güvenliğini de zaafa uğratıyor. İsrail’in güvensizlik duygusunun bilhassa 1970’lerde Enver Sadat’la barış fırsatı kaçırmasından sonra artarak kötüleşti. Oysa İsrail, barış için ikinci fırsatı iki kutuplu dünyanın sona ermesi ve Körfez Savaşı sonrasında Oslo süreci ile elde etmişti. Bu süreç Türkiye ile ilişkilerin normalleştirilmesinin de meşru zeminini oluşturmuştu. Ne yazık ki İsrail bu süreçte sert ve yayılmacı stratejisini terk etmedi. Özellikle yeni yerleşim birimleri kazanma politikalarını ve sırf Arap alemi için değil, tüm İslam alemi için mukaddes sayılan ve bu nedenle çok hassas olan Kudüs’teki kazılarını sürdürdü. 2006’da Lübnan’a saldırması ve nihayet Hamas’ın roket saldırılarına karşılık son Gazze bombardımanı ve sonrasında sivil halka uyguladığı ambargo dünya kamuoyunu olumsuz etkiledi. Bu politikalar aynı zamanda İsrail kamuoyunda da ciddi eleştirilere yol açtı.


İsrail Halkının Sorumluluğu

Asırlarca büyük haksızlıklara, ayırımcılıklara maruz kalmış ve kitlesel ıstıraplar çekmiş bir halk olan Musevilerin, ikinci dünya savaşından sonra kendi devletlerini Ortadoğu’da Arap toprakları üzerinde kurmaları, muhakkak ki tartışılması daha uzun sürecek bir tarihi vakıa oluşturmakta. Bu tartışmayı sona erdirmek ve artık herkesin bu gerçeği kabul edip Yahudilerin ana vatanı olan bir İsrail devletiyle barış içinde yaşama iradesine kavuşmasına sahip olmasına yardımcı olmak, geniş ölçüde İsraillilerin elinde.


Bütün mesele İsrail hükümetlerinin ve bu ülke halkının, aşırı güç kullanma ve yeni yerleşim birimlerine devam edilmesi gibi, uluslararası toplum tarafından mahkum edilen politikalarının barış sürecini sürekli akamete uğratmaya ve dolayısıyla Ortadoğu’yu zehirlemeye devam etmesinin önüne nasıl geçileceği konusunda atık bir karara varabilmesi.


Türkiye

Türkiye’nin kendi iç sorunları var. Bu sorunların önemli bir kısmının kökleri kendi sınırlarımızın dışına taşıyor ve bölgemizdeki sorunlara karışıyor. Biz artık kendi sorunlarımızı biriktirmek istemiyoruz. Bu nedenle bu sorunların iltisaklı olduğu çevremizdeki sorunları da, barış girişimleri olsun, arabuluculuk çabaları olsun, kalıcı şekilde çözme iradesini sergiliyoruz. Bu amaçla Erdoğan hükümeti, hem içerde hem dışarıda ciddi açılımlara girişti ve ciddi süreçler başlattı. Fakat süreçler uzuyor. Uzadıkça da kamu oyu desteğini muhafaza etmek güçleşiyor. İsrail’in Ortadoğu’da barışın kurulmasına iştirak etme fırsatını kaçırması, sorunların birbirleriyle iç içe geçmiş olması nedeniyle, bize de ülkemizde istikrar ve refahı sağlamaya, işsizlik ve yoksulluk gibi temel meselelere odaklanma fırsatlarını kaçırtıyor. Ortadoğu’daki bütün sorunların gelip dayandığı Filistin sorunu çözümlenmeden bölgede güvenlik sağlanamaz. Bölgede barış ve güvenlik sağlanamadan Türkiye bölge sorunları ile iç içe geçmiş olan kendi dahili sorunlarının üstesinden gelemez ve tüm enerjisiyle temel ekonomi ve demokrasi hedeflerine kilitlenemez. Bu nedenlerle Türkiye bölgede kurulacak barışın biri nevi hissedarı durumunda. Bu nedenle bölgede düzen kurucu bir rol oynamak istiyor. Yine ayni nedenle de burada barışın temeli olan Filistin meselesi, duygusal yönlerine ilaveten, bizim için bir milli mesele.


İsrail

İsrail Netenyahu hükümetinden ibaret değil. Bu ülkede de barış isteyen insanlar, aydınlar ve güçlü siyasi çevreler olduğunu biliyoruz. Bu çevreler daha huzurlu bir Ortadoğu kurulması için Türkiye’nin etkin ve yapıcı bir rol oynayacağının farkındalar ve buna inanıyorlar. Örneğin Amos Oz, David Grossman ve Gideon Levy bu aydınlardan bir kaçı. Ayrıca İsrail işçi sendikası Hisdradut var.


Daha İsrail devleti kurulmadan mevcut olan en eski ve nüfuzlu kurumlar arasında yer alıyor. Dünyanın en köklü ve etkili sendikalarından biri. İşçi Partisi’nin de güç kaynağı, sosyalist ve sosyal demokrat ideolojisi ile barış kampının başını çekiyor. Muhakkak ki İsrail’de adlarını bilmediğimiz ve şu anda ortalarda fazla görünmeyen başka kişiler ve sivil toplum kuruluşları da var.


Barış ve uzlaşma arayan, çaresizlik içinde olanlara yardım elini uzatmak isteyen insanlar hiç şüphesiz bölgedeki başka komşularımızda, Lübnan’da, Mısır’da Ürdün’de de bulunuyor. Hangi ülkeye mensup olurlarsa olsunlar, bu insanların amaçlarını paylaşmaları, çabalarını birleştirmeleri sağ duyunun bir gereği. Ne yazık ki Mavi Marmara’da dökülen kan bu kapasitenin kullanılmasını şimdilik geniş ölçüde sekteye uğratmış durumda. Bu fırtınanın sebep olduğu yıkımın kaldırdığı toz bulutları önümüzü görmemize izin vermiyor. Hasarların tamir edilmesi lazım. Bu tamirat mevcut şartlar altında bu hemen gerçekleşecek bir şey değil. Bu aşamada devletlerden ve resmi teşebbüslerden medet ummak yersiz. Hükümetlerin şimdi muhtemelen ihtiyatla beklemekten ve olayları dikkatle izlemekten başka çareleri yok.


Sivil Toplum

Ne var ki tarih süratle hareket ediyor. Kendi hızına yetişemeyenleri affetmiyor. Barış fırsatları kaçıyor. Bu fırsatları kaçırmanın, maliyeti başta Filistin halkı olmak üzere herkes için çok ağır olabilir. Gazze’de ıstırap çekenlerin, devletlerin harekete geçmesini bekleme lüksü yok.


Bugün dış politika artık sadece devletten devlete yapılmıyor. Düşünce kuruluşları, mesleki teşekküller, yardım kuruluşları, işadamları, doktorlar, gazeteciler, sendikalar artık dış ilişkilerin devlet dışı aktörleri haline gelmiş bulunuyorlar. İşte sırf bir IHH’nın bir eylemi, Gazze dramını dünya gündeminin en üst sırasına çekebildi. BMGS tecridin sona ermesi çağırırsında bulundu. Daha şimdiden refah kapsısını açtırdı.


Türkiye’nin bundan sonra izleyeceği yol haritası da İsrail ile ilişkilerin koparılması gibi, çatışmacı ve menfi bir gündem üzerine değil, değerli diplomat ve siyaset adamı Mehmet Ali Bayar’ın geçen pazar akşamı bir TV programında önerdiği gibi, insanlık sorumluluğuna dayalı sınır tanımayan vicdanlar üzerine kurulmalı ve bizim sivil toplumumuzla, İsrail’de Netenyahu hükümetine karşı çıkan zinde sivil kuvvetleri arasında bir dayanışma işbirliği gerçekleştirilmesi zeminine oturtulmalıdır. Böyle bir dayanışma muhakkak ki ancak demokratik ülkelerde yapılabilir. İsrail’in, her şeye rağmen bir demokrasi olduğu ve saldırıya uğrayan yardım konvoyunda İsrail vatandaşlarının bulunduğu gerçeğini unutmayalım.


Türkiye ile İsrail arasında bir sivil dayanışmanın uluslararasında büyük yansımalar yaratacağından ve uluslararası sivil toplum dünyasına hale hale yayılacağından kimse şüphe etmesin. Böyle bir girişim aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’da yumuşak güce dayalı düzen kurucu rolünü uygun düşeceği gibi Başbakan Erdoğan’ın Netenyahu Hükümetiyle İsrail halkı arasında mesafe koyan tutumunu da teyit edecektir.


* Bu yazı Radikal Gazetesi'nde 12 Haziran 20010 tarihinde yayınlanmıştır.


http://www.bilgesam.org/incele/1268/-cozum-sinir-asan-vicdanlarin-harekete-gecirilebilmesinde-/#.WjFEofBl8dU

8 Nisan 2017 Cumartesi

21. YÜZYILDA TÜRK BÜROKRASİSİNİN SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 3


21. YÜZYILDA TÜRK BÜROKRASİSİNİN SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 3



3.6. Kayırmacılık 


Türk kamu bürokrasisinde gözlenen bir diğer sorun da kabileciliktir (Oktay,1983:209). Ülkemizde devlet kadrolarının hizmet için değil de iş 
bulma aracı olarak düşünülmesi karmakarışık bir kayırmacılık uygulamasına zemin hazırlamıştır (Büyüklü,1976:81). Bazen toplumda yakınları kayırma bir erdem olarak görülmektedir. Buna uygun davranmayan bürokrat, çevresinin baskısına maruz kalmakta, bürokratik kuralları çiğneyerek yakınlarını koruyanlar saygınlık sağlayabilmektedir (Yılmaz,1997:432). 

Ülkemizde kayırmacılık iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Birincisi, kamu hizmetleri ne girişte, liyakat yerine, tanıdık, dost , akraba, arkadaş, hemşehri ya da siyasi yakınlık gibi faktörlerin birinci derecede rol oynamasıdır. Bu faktörlere, mezun olunan okul ve meslek dayanışması gibi unsurlarda ilave edilebilir (Eryılmaz, 1995:237). Ülkemizde memurluğa girişte Merkezi Sınav Sisteminin getirilmiş olması belli noktalarda hala yetersiz kalmaktadır. Çünkü belli kadrolar için açılan sınavlarda alınacak kadro sayısının dört katı kişi mülakat sınavına çağrılmak tadır. Büyüklü’ye göre bu olgu, özellikle kilit noktalara yükselmelerde çok önemli bir güç olabilmektedir (Büyüklü,1976:81). 

Ülkemizdeki kayırmacılığın ikinci türü ise, kamusal hizmetlerin dağıtımında ihtiyaç ve yerindelik kriterinden çok, oy, partiye destek yada ideolojik yakınlık gibi faktörlerin etkili olmasıdır (Eryılmaz.,1995:237). “Oy ver hizmet al” (Başözen,2002). ilkesi yaygın bir biçimde uygulanmaktadır. Birinci tür kayırmacılık sonucu devlet dairelerindeki kadrolar, yetmezlik düzeyinde olan insanlar için istihdam alanı olarak kullanılabilmektedir. Bu da işlerin aksamasına ve hizmet kalitesinin düşmesine yol açmaktadır. İkinci tür kayırmacılığın sonucu ise, bölgeler arasında var olan ekonomik, sosyal , kültürel vb. dengesizliklerin sürekli artması şeklinde özetlenebilir. 

3.7. Aracılar Yoluyla İşlemleri Yürütme 

Bürokrasinin yapı olarak karmaşıklığı ve kuralcılığı sebebiyle, ülkemizde aracılar yoluyla hizmet yürütme yaygın bir uygulamadır (Eryılmaz. ,1995:238 ). Diğer yandan kıt kamu hizmetlerinin paylaşılması sorununun çözümünde, önemli bir yere sahip olan yöneticiyi veya kamu kuruluşunu etkileyebilecek, iş becerici nitelikteki aracılardan yararlanma da çok sık başvurulan bir yoldur (Oktay,1983:209). Aracılar bazen bir kurum bazen de bir kişi olabilmektedir (Eryılmaz.,1995:238 ). Genellikle siyasi partiler (siyasi parti yöneticileri) demokratik normlar, gelenekler, gönüllü kuruluşlar, seçilmişler (milletvekilleri) (Kabasakal,1997:416), mahalli eşraf ve eski bürokratlar, vatandaşların işlerinin yürütülmesinde (Eryılmaz.,1995:238) fert-bürokrasi arasında aracılık yapan çevrelerdir (Kabasakal,1997:416). 

3.8. Yolsuzluk ve Rüşvet 

Yolsuzluk genel olarak, kamu görevlisinin kişisel veya siyasi menfaat elde etmek için kamu yetkisini kötüye kullanmasıdır (Yılmaz,1997:430). Rüşvet, kamu görevlisinin özel çıkarlar karşılığında yapmaması gereken bir işlemi yapması, yapması gereken bir işlemi yapmaması veya yapması gereken işlemi hızlandırmasıdır (Ergun,1997:390). Yolsuzluk kavramı içinde rüşvet, siyasallaşma, aracıya başvurmak ve kollamacılık vardır (Yılmaz, 1997:430; Tekeli ve Şaylan,1974:93-113). Rüşvet çoğu durumlarda kamu hizmetlerindeki arzın talebi karşılayacak düzeyde olmaması durumunda ortaya çıkar. Bu yönüyle rüşvet ekonomideki “karaborsaya” benzer (Eryılmaz,1995:237-238).Bu bir adaletsizliktir. 

Çünkü rüşvet kimileri için bürokrasinin hızlı kimileri için ise ağır yürümesi demektir. Rüşvet aynı zamanda vatandaş için ek bir vergi memur içinde normal bir gelir durumuna dönüşmektedir (Büyüklü,1976:81). 

Türkiye’de 1980’li yılların banker skandalları, TYT Bank yada Marmara Bank olayları özel kesimde ortaya çıkan yolsuzluk örnekleri arasında sayılabilir (Şaylan,1995:3-5 ). Son yılların Egebank, Tütünbank, Yaşarbank, Etibank vb. ile hayali ihracatlar, İLKSAN Skandalı, İSKİ Skandalı, CİVANGATE, Susurluk kazası ile ortaya çıkan kamu görevlileri-mafya arasındaki çıkar ilişkileri yolsuzluk ve rüşvetin Türkiye’deki boyutlarını göstermektedir. Şüphesiz bunlar su yüzüne çıkmış yolsuzluk örnekleridir. Çünkü ülkemizde şeffaflık açısından atılan önemli bir adım yoktur. 

Rüşvet araştırmaları ile tanınan Uluslararası Şeffaflık (Transparancy International) adlı teşkilatın 1997 yılında yayınladığı raporda, Türkiye 
1996 yılı sıralamasında 3.54 puanla en çok rüşvet olayı görülen ülkeler sıralamasında 22. sırada yer alırken (Aktan,1997:1203), 1997’de ise,13. 
sıraya yükselmiştir (Eker,1997:1037). 2002 yılı raporunda da bu konuda üst sıralara doğru yükselmeye devam ettiğimiz belirtilmektedir. Şüphesiz, 
bürokratik mekanizmalarda görülen bu tür yolsuzluklar, personel maaşlarının çok yetersiz kalması, iş ahlakındaki zayıflama, bürokrasinin siyasallaşması gibi nedenlere bağlanabilir (Çulpan,1980:34-35). 

3.9. Siyasallaşma 

Bürokrasi, politik, ekonomik ,kültürel ve toplumsal sistem içinde yer alır. Sayılan bu unsurlardan ayrı tutulması ve değerlendirilmesi mümkün değildir. 

Bürokrasinin siyasallaşması ya da başka bir deyimle bürokrasi üzerindeki siyasal etki kısaca parti politikalarının bürokrasiyi etkilemesi ve siyasi partilerin kendi yararlarını ulusal politikanın aleyhine ön plana çıkarmasıdır. Siyasallaşma sorunu genellikle iki açıdan ele alınmaktadır. Bu ölçülerden biri atamalarda siyasal amaçların ve parti düşüncesinin ön planda tutulması, öteki ise, kamu görevlilerine tanınan siyasal faaliyette bulunma özgürlüğünün derecesi ve bu konuda siyasal iktidarın tutumudur (Merikoski,1971:169). Dolayısıyla, bürokrasinin siyasallaşması, iş başına gelen hükümetin izlediği kamu personel politikasında somutlaşmaktadır. 

Siyasal iktidarın kendi politika ve programlarını uygulamak için kimi bürokratik pozisyonlara kendi elemanlarını getirmeleri doğal karşılanabilir. Hükümetin başarılı olabilmesi için ona böyle bir olanak verilmelidir. Ancak, bu yöndeki uygulamaların ölçüsü kaçırılmamalıdır (Çulpan,1980:34-35). Siyasal iktidar değiştiğinde, müsteşar, genel müdür, daire başkanları, valiler, emniyet müdürleri ve elçiler değişmekte; bu değişiklik bürokrasinin alt ve orta kademelerine kadar uzanmaktadır. Bu çerçevede siyasal iktidarlar, yönetimdeki siyasallaşmayı kolaylaştırmak için, yeni kadrolar ve makamlar oluşturmak yoluna gitmektedirler. Ülkemizdeki üst düzey kadrolar, en çok bu amaçla 
kullanılmaktadır (Eryılmaz,1995:238 ). 

Siyasal iktidarlar, üst düzey yöneticiler (kadrolar) sorununu , iki açıdan ele alabilir. Birincisi “İstisnai memurluk kurumu”, ikincisi ise “ilk dört dereceye yükselme”dir. Bu ve benzeri yasal düzenlemeler siyasal iktidarın işini kolaylaştırmak ve mevcut kadroların siyasallaşmasını 
meşrulaştırmaktadır. 

Türkiye’de, hükümetlerin yüksek yöneticiler konusundaki tutumları olumlu bir görünüş arz etmemektedir. “İktidara gelen hükümetler genellikle yüksek memurları değiştirmekle işe başlamaktadır.” Bir sözlü soruya TBMM’de verilen yanıta göre, 1961 Kasım sonundan 1965 Şubat ayına kadar süren üç koalisyon kabinesi devresi içinde (1050 gün) 26 müsteşar, 26 müsteşar yardımcısı, 174 genel müdür, 226 genel müdür yardımcısı, 66 daire başkanı, 60 daire başkan yardımcısı, 70 idare meclisi üyesi, 82 vali, 2 genel sekreter ve 7 genel sekreter yardımcısı değiştirilmiştir (Güven,1976:65 ). 

Yapılan açıklamalar doğrultusunda şöyle bir yargıya varmak mümkündür: Türkiye’de üst düzey bürokratların ya da, yöneticilerin seçiminde ve atanmasında liyakat ve tecrübe gibi ölçütler yerine güvenilir olmak, sır saklamak, parti menfaatlerini her şeyin önünde tutmak, gibi nitelikler ön plana çıkmaktadır. Ayrıca son yıllarda üst düzey bürokratların milletvekili olma gibi bir çaba içine girmeleri ve siyasal partilerin de ülke çapında isim yapmış bürokratları milletvekili gösterme yarışı içerisinde olmaları, bürokrasinin siyasallaşmasının bir uzantısı olarak kabul edilebilir. Her iktidar değişmesi üst düzey yöneticilerin değişmesi olarak algılandığı için, yöneticilerin kendilerini güvensiz hissetme lerine ve uzun vadeli planlar yapmalarına, vizyonlar geliştirmelerine engel olmakta, bu da kamu hizmetlerinde hızlı bir ilerleme sağlanamamasına yol açmaktadır. 

3.10. Bürokratik Yetersizlik 

Bütün bürokratik uygulamalarda gözlemlenebildiği gibi Türk kamu bürokrasisinin içine düştüğü çıkmazlardan birisi de bürokratların yetersizliğidir (Eroğlu, 1995:169). Hiyerarşideki her memur kişisel yetersizlik düzeyine ulaşma eğilimindedir ve yetersizlik evrenseldir diyen Peter (Peter,1985:27), yetersizliğin en önemli sebebinin, kıdeme karşı çekiş-gücü olduğunun altını çizmektedir. Ülkemizdeki bazı meslek grupları dışında görülen eğitim ile sunulan hizmet arasında doğrudan bir ilişkinin bulunmaması, hizmet içi eğitim çalışmalarının yetersiz olması (Aykaç ,1997:25), özellikle bürokrasinin önemli karar merkezlerinde bulunan kişilerin liyakat ve yeterlilik kriterlerine bakılmaksızın, siyasi ve ideolojik (Eroğlu, 1995:169) gibi tercihlerle buralara gelmesi, Peter’in görüşlerini doğrular niteliktedir. 

Klasik bürokrasi anlayışının benimsendiği ülkemizde, bürokratların belli konularda uzman olması beklenir. Bunun doğal sonucu olarak da 
bürokratların iş yerindeki görevlerinin değişmesi veya bürokratik örgütün farklı alanlara yönelmesi ya da yeni hizmet alanlarının ortaya çıkması 
durumunda (Aykaç,1997:25 ) zaten değişimi benimsemeyen bürokratlar, yetersizlik düzeyine ulaşmaktadırlar. Bunun dışında yine klasik bürokrasi anlayışındaki personel sistemi, yeterliliğe değil kıdeme dayandığından bürokratlar emekliliklerine yakın yaşlılık dönemlerinde yetmezlik düzeyine ulaştıklarında üst yönetim görevlerine gelebilmektedirler (Gökbunar ve Kayalı, 2002 ). 

3.11. Diğer Sorunlar 

Türk kamu bürokrasisinin diğer sorunları özetle şöyle sıralanabilir: 

i. Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan “topluma hakim olma” anlayışının kısmen devam etmesi, 

ii. Yukarıda sayılan sorunlar neticesinde işleri görülmeyen ya da kamu hizmetlerinden yeterince yararlanamayan halk ile yönetici 
kesim arasındaki iletişimsizlik ve yabancılaşma, 

iii. Bürokratların yetki devri konusunda isteksiz davranmaları ve kendi imparatorluklarını kurmaya çalışmaları, 

iv. Kamu yönetiminde gerek ast-üst ilişkilerinde gerekse kamu kurumları arasında yeterli iletişimin olmayışı ve bu paralelde 
koordinasyonsuzluk sorunu: Güncelliğini hala koruyan İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Karayolları Genel Müdürlüğü arasında 
yol yapım çalışmaları ile ilgili koordinasyon yetersizliği ve neticesinde devletin trilyonlarca lira zarara uğraması örneğinde olduğu gibi. 

v. Statü çeşitliliğinin fazla olması; Örneğin aynı işi yapan elemanların teknik ve idari personel olarak ayrılması gibi. 

4. Türk Kamu Bürokrasisinin Sorunlarına Çözüm Önerileri 

Türk Kamu bürokrasisi, yapı ve işleyiş bakımından kendisinden beklenen hizmetleri ya da işlevleri hızlı ve etkin bir biçimde yerine getirmekten uzak (Karaer,1987:29), dünyada ve ülkemizde meydana gelen ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve teknolojik gelişmelere uyum esnekliğinden yoksun bir görünümdedir. Weber’in “İdeal Tip Bürokrasi” anlayışında ortaya koyduğu “dakiklik, devamlılık, disiplin, güvenlik, hız, kesinlik, dayanışma, anlaşmazlıkların giderilmesi” gibi ilkelerin bürokratik sistemimizde işlerlik kazanabilmesi için, bürokratik sistemimizin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle kamu bürokrasisi, iş yapamaz, çözüm üretemez hantal yapısından 
kurtulup, etkin ve verimlilik prensibine uygun bir yapıya kavuşturulmalıdır. 

Kamu bürokrasisinin yeniden yapılandırılması sürecinde öncelikle, bürokratik otoritenin güç kaynaklarından biri olan merkeziyetçilik anlayışına son verilerek, “idari ve mali adem-i merkeziyetçilik” (Aktan,1997:1053) uygulanmalıdır. Bu sayede kamu hizmetlerinin ya da kamu kaynaklarının tahsisinde siyasi eğilimler ve partizanca tutumlar engellenebilir. Kamu hizmetlerinde maliyet- fayda ve maliyet etkinlik analizi yapılabilir. 

Kamu yönetiminde gizlilik ve kapalılık bir kural haline gelmiş bulunmaktadır. Neyin gizli, neyin açık olduğuna ya kurumun yöneticisi ya da kurumun çalışanı karar verebilmektedir. Herkese, kendisiyle ilgili işlemler ve diğer kamu politikaları hakkında rahatlıkla bilgi edinme hakkı verilmelidir. Neyin gizli ve neyin açık olduğu yasalarla belirlenmelidir. Kamu politikalarına ilişkin karar ve uygulamalar önceden halka duyurulmalı, kamusal kararların alındığı belediye meclisi toplantılarına halkın katılımı (Aktan,1997:1050) sağlanmalıdır. Vatandaşların bürokratik işlemlerle ilgili olarak yeterli bilgiye sahip olmamaları dolayısıyla aracılara iş yaptırma alışkanlığının azaltılabilmesi için vatandaşları yönlendirmek amacıyla tanıtıcı faaliyetlerin uygulamaya (Eken ve Şen,1997:1095 ) konulması gerekmektedir. 

Türk kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması sürecinde rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili olarak da bir takım önlemlerin alınması zorunludur. 
Kamu hizmetlerinin genel, herkese açık ve eşit şekilde sunulması için rüşvet olgusu bir çözüme bağlanmalıdır. Bunun için yapılacak işlerin başında ülkemizdeki yetersiz ve dengesiz ücret sisteminin iyileştirilmesine yönelik çalışmalar hızlı ve etkin bir şekilde uygulamaya konulmalıdır. Bu sayede kamu çalışanlarının ücretlerinde yapılacak iyileştirmeler, çalışanların moral ve motivasyonunu artıracağı gibi rüşvet ve yolsuzlukların önlenmesinde de katkı sağlayabilecektir. 3628 Sayılı Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu çerçevesinde kamu çalışanlarının mal bildiriminde bulunması belli aralıklarla yapılmalı ve yine belli aralıklarla denetlenmelidir. Haksız kazancın nereden geldiği bu sayede sorgulanabilmelidir. Yine rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili olarak ihalelerin şeffaflığı sağlanmalı, büyük ihaleler geniş kesimlere duyurulmalı ve kamuoyuna açık olarak yapılmalıdır. Kapalı zarf usulü yerine açık artırma usulü benimsenmelidir. Ayrıca hak ve sorumluluk üzerinde bilinçlilik düzeyinin artırılması gereklidir. 

Yönetimde siyasallaşmayı önlemek için personel alımı ve terfilerde liyakat sistemi benimsenmelidir. Başka bir ifadeyle, çağımızın hızlı değişim temposuna kolayca uyum sağlayabilen, ciddi problemlere yeni çözüm önerileri getirebilen yetişmiş insan gücünün, bilgi ve uzmanlığından yararlanma imkanı veren teknokrasi ve meritokrasi gibi yönetim biçimlerinden (Eroğlu,1995:172) yararlanılmalıdır. Orta ve alt kademe memurlar için uygulamaya konulan “kamu personeli seçme sınavı (KPSS) sistemi siyasallaşmayı engelleme açısından atılan önemli adımlardan biri olarak kabul edilebilir. Ancak bu sınav sisteminden sonra mülakat sınavının getirilmesi siyasallaşmaya açık kapı bırakma anlamına 
gelmektedir. Her iktidar değişikliği ya da bakan değişikliğinde üst düzey yöneticilerin gelişigüzel, yerlerinin değiştirilmesi ya da görevden alınması kaliteli insan gücünden yeterince faydalanmama ile eşdeğerdir. “Üst düzey kamu görevlilerinin siyasal iktidar tarafından değiştirilmesi konusunda da yasal bir düzenlemeye gidilmelidir” (Eken ve Şen,1997:1091). Böylece üst düzey yöneticilerin gelecek açısından güvensizlik sorunu ortadan kalkacak ve gerçek anlamda etkin ve etkili plan, program ve vizyona sahip olabileceklerdir. En azından başlatılan bir kamu hizmeti tamamlanabilecektir. 

Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan topluma hakim olma ve topluma yukardan bakma anlayışının kısmen devam ettiği ve bürokrata karşı gelmenin devlete veya hükümete karşı gelme şeklinde algılanması gibi sebeplerle yöneten ile yönetilen arasında bir yabancılaşma ve etkileşim kopukluğu ortaya çıkmaktadır. Yöneten ve yönetilen birlikteliğini sağlayabilmek için yöneticilerin ve kamu çalışanlarının insan ilişkileri başta olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinde var olan değerleri ve dinamikleri özümseyebilecekleri özel bir eğitim sistemine tabi tutulmaları yönünde gerekli düzenlemelere gidilmelidir. Ayrıca ast-üst arasındaki ve diğer kamu kurumları arasındaki yetersiz iletişim sorununu çözebilecek 
etkin iletişim yöntemleri araştırılıp uygulamaya konulmalı ve bu bağlamda hizmetlerle ilgili koordinasyonsuzluk sorunu ortadan kaldırılmalıdır. 

Tek değişmeyen şeyin değişim olduğu bu çağda, kamu yönetiminde oldukça esnek bir teşkilatlanmaya gidilmeli; teşkilatlanmaların, amaçmetod ve sonuçları, sürekli araştırılıp gözden geçirilmeli ve sistemin, ilgi, eleştiri ve denetim yollarını kullanmak suretiyle dışardan anlaşılmasını (Gladden,1964:69 ) sağlayacak tedbirler alınmalıdır. 

1980’li yıllarda başlayan devletin küçültülmesi ve özelleştirme politikaları çerçevesinde birer “arpalık” olarak kullanılan gereksiz makamların, ortadan kaldırılması ya da küçültülmesi yönünde 57. Hükümetin aldığı kararlar, süratli ve etkin bir şekilde uygulamaya konulmalı ve bu bağlamda da devlet anlayışımızın yeniden yapılandırılması ve devlet baba gibi anlayışa son verilmesi, bürokrasi mizin işlerlik kazanmasında önem arz etmektedir. Bu çerçevede ülkemizde özerk bir yapıya sahip olan bir çok üst kurul, idarenin bütünlüğü açısından etkin bir siyasal denetime tabi tutulmalıdır. 

Yetki ve sorumlulukların birbirleriyle paralellik arz edecek şekilde açık ve net olarak belirlenmesi, ülkemizde sık sık rastlanan yetki gasbı ya da yetki tecavüzü olaylarını ortadan kaldırabilir. 

“Salla başı al maaşı”, “Allah’tan sağlık devletten aylık” anlayışı ile işleyen kamu bürokrasisine etkinlik kazandırabilmek için gerçek anlamda objektif bir performans değerlendirme sistemi uygulanmalıdır. Testiyi kıranla suyu getiren; verimli olanla tembel arasında bir ayrım yapılması zorunludur. Bu bağlamda alınacak tedbirlerin etkinliği açısından “yasal kazanılmış hak” tartışmaya açılmalı; bu çerçevede görevden alınan bürokratın aynı düzeyde bir göreve getirilmesi, bürokratın verimliliğine göre belirlenmeli ve gerekirse alt düzeyde görevlere de getirilmelidir. Kısaca, kamu kurumlarında personele tanınan aşırı iş güvencesi, özel sektördeki gibi bir uygulamaya dönüştürülmeli ve personel kurumda kalabilmek ve başarılı olabilmek için kendisini sürekli yenilemelidir. 

Son söz olarak denilebilir ki; kamu hizmetleri aşırı formalitelerden ve teferruattan kurtarılmalıdır. Hızlı ve etkin bir kamu hizmeti için resmi 
makamların istediği bilgi ve belgeler azaltılmalı ve işlemler basitleştirilmelidir. 

Sonuç 

Türk kamu bürokrasisinin sorunları sadece bürokratik sistemimizden kaynaklan mamaktadır. Bir soruna çözüm üretirken ortaya çıkış nedenleri nin mutlak suretle çok iyi analiz edilmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında Türk kamu bürokrasisi, ekonomi, teknoloji, kültür, toplumsal yapı, siyaset gibi bir çok sistemin içinde bulunduğu çevrede faaliyet göstermektedir. Bu sistemlerde meydana gelen sorunlar da ister istemez bürokratik yapımıza yansımaktadır. Dolayısıyla bürokrasinin yeniden yapılandırılması sürecinde bahsi geçen diğer sistemlerin de aynı paralelde yeniden yapılandırılması gerekmektedir. 

 Türkiye’de çeşitli dönemlerde bürokrasiye etkinlik kazandırmak için reform çalışmaları yapılmış ancak başarı sağlanamamıştır. Çünkü yeniden yapılanma çalışmaları uzun süreç ve fazla maliyet gerektirir. Bürokrasimizin hastalığı ayakta tedavi edilecek kadar basit değil, aksine yoğun bakımı ve sürekli kontrolü gerektiren bir hastalıktır. Başlatılan tedavi yöntemi, iktidar değişikliklerinden etkilenmemelidir. Siyasilerimiz “gemisini kurtaran kaptan” anlayışı ile hareket ederek geçici çözümler üretmemeli bir takım riskleri göze alarak toplumun menfaatini ön plana alacak uzun vadeli çözüm arayışı içinde olmalıdırlar. 

Her şeyden önce artık klasik devlet anlayışı ve bürokrasi anlayışının çağın hızlı ve değişken yapısına uyum sağlayamayacak kadar demode olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Tarihi devlet anlayışımızı yeniden şekillendirilme ve bu bağlamda çağdaş devlet anlayışı, kurum kültürü ve iş ahlakı konularına yönelik eğitim programları hazırlanıp uygulanmalıdır. Çağımızın çok hızlı, değişken olaylarını ve sorunlarını çözecek post-modern yönetim teknikleri bürokratik yapımıza uyarlanmalıdır. 

Özetle, işlevsel-yapısal kuramsal anlayış çerçevesinde bir kamu yönetimi anlayışı benimsenmeli ve bu doğrultuda tüm kurum ve kuruluşlar yeniden değerlendir ilmeli ve gerekli düzenleme stratejileri geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. 

Kaynakça 

Abadan, Nermin (1959); Bürokrasi, A.Ü. S. B. F. Yayınları, Ankara. 
Aktan, Çoşkun Can; “Siyasal Yozlaşmanın Önlenmesine Yönelik Çözüm Önerileri”, Yeni Türkiye, S.14, Yıl.3, ss.1045-1059. 
Aktan, Coşkun Can (1997); “Dünyada ve Türkiye’de Yolsuzluklar” Yeni Türkiye, Yıl: 3, S. 13, ss.1202-1208. 
Aykaç, Burhan (1997): Kamu Bürokrasisi Ve Türk Kamu Personelinde Bürokratik Eğilimler, Ankara. 
Baransel, Atilla (1979); Çağdaş Yönetim Düşüncesinin Evrimi, C. 1, İstanbul. 24 
Başaran, İbrahim Ethem (1984); Yönetime Giriş, A.Ü.E.F. Yay., Ankara. 
Başözen, Ahmet; “Kamu Bürokrasisi ve Denetim Yolları” 
http://www.dicle.edu.tr/dictur/sursayin/khuka/kamubrokrasisi.htm (12.09.2002). 
Büyüklü, Şinasi (1976); “Kamu Yönetim Sistemimizde Çözülme Eğilimleri, AİD, C. 9, Sayı: 3, Eylül, ss.78-85. 
Cohen, Herry, The Dynamic Of Bureaucracy, Problem of Change in a Goverment Agency, The Lowa State Universty Pres. 
Çitçi, Oya (1983); “Kamu Bürokrasisi Üzerine”, AİD, C. 16, S.4. , Aralık, ss.16-35. 
Çulpan, Refik (1980); “Bürokratik Yönetimin Yozlaşması,”AİD, C.13, S. 2 , Haziran, ss.31-45 
Dereli, Toker (1976); Organizasyonlarda Davranış, İ.Ü.İkt. Fak., I.Cilt, İstanbul. 
Eken, Musa Şen; Lütfi, Mustafa (1997); “Yönetimde Yozlaşmaya Karşı Yönetsel Etik ve Açıklık” Yeni Türkiye, S.14, Yıl. 3, ss.10771112. 
Eker, Aytaç (1997); “Yozlaşmanın Boyutları ve Giderilmesine İlişkin Çözüm Önerileri”, Yeni Türkiye, Yıl 3, S. 14, ss.1032-1038. 
Erbay, Yusuf (1997); “Bürokrasi , Bürokratizm ve Ülkemizde Bürokrat - Siyasetçi İlişkileri”, Yeni Türkiye, Yıl : 3 Sayı : 13, ss.405412 
Eren, Erol (1991); Yönetim Ve Organizasyon, İstanbul, 1991. 
Ergun, Turgay (1997); “ Kamu Yönetiminde Yolsuzluklar ve Bürokrasinin Sorumluluğu” Yeni Türkiye, Yıl: 3, ss.388-393 
Ergun, Turgay; Polatoğlu, Aykut (1992); Kamu Yönetimine Giriş, Ankara. 
Eroğlu, Feyzullah (1995); “Merkezi Yönetimin Yeniden İnşası ve Bürokrasinin Reorganizasyonu” A.Ü.İ.İ.B.F.Dergisi, C.11, S.1-2 Erzurum, ss.161-175. 
Eryılmaz, Bilal (1993); Bürokrasi, İzmir. 
Fişek, Kurthan (1972); “Yönetim ve Mizah”, AİD, C.5, S.3, Eylül. 
Gawthrop, Louis C. (1968); Bureaucratic Behaviour In The Executıve Branch, An Analysis Of Organizational Change, The Free Press, London. 
Gerth, H.H.; Mills, C. Wright (1958); From Max Weber Essays In Sociology, Routledge and Kegan Paul Ltd. London. 
Gerth, H.H.; Mills, C Wright (1987); Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parlar, Hürriyet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul. 
Gladden, E.N. (1994); The Essential of Public Administration Staples Press Limited, London. 
Gökbunar, Ramazan; Kayalı, Cevdet A.; “Kamu Yönetiminde Toplam Kalite Uygulamasının Olanakları”, www. canaktan.org (25.09.2002). 
Güven, H.Sami (1976); “İdare Siyaset İlişkisi Ve Personel Açısından Önemi”, AİD, C.9, S.1, Mart. 
Heper, Metin; “Bürokrasi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.2. 
Hicks, Herbert G.; Gullet, G. Ray (1981); Organizasyonlar: Teori Ve Davranışlar, Çev. Besim Baykal, İTİA. İşletme Bilimleri Enstitüsü. 
Hicks, Herbert G. (1979); Örgütlerin Yönetimi, Sistemler Ve Beşeri Kaynaklar Açısından, C.II, Turhan Kitabevi, Ankara. 
Kabasakal, Öner (1997); “Bürokrasi- Siyaset- Toplum İlişkisi Üzerine Bir Deneme” Yeni Türkiye Yıl: 3, S. 13, ss.413-417. 
Karaer, Tacettin (1987); “12 Eylül ve Türk Kamu Yönetiminin Yeniden Düzenlenmesi”, AİD, C. 20, S.3, ss.29-54. 
Koçel, Tamer (1989); İşletme Yöneticiliği, İstanbul. 
Ludwig, Von Mises (1947); Bürokrasi, Çev. Feridun Ergin, Türkiye Ekonomisi Kurumu Yayınları, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul. 
Massie, Joseph L (1983); İşletme Yönetimi, Beytaş Yayınları, Çev. Şan. Özalp Ve Diğerleri, Eskişehir. 
Merikoski, V. (1971); “İdarenin Siyasileşmesi”, Çev: Cahit Tutum, AİD, C.4. 
Mullins, Laurie, J. (1989); Management And Organızational Behavıour, 2nd Edition, London. 
Mouzelies, Nicos P. (1975); Organization And Bureaucracy, An Analysis Of Modern Theory, London. 
Oktay, Cemil (1983); Yükselen İstemler Karşısında Türk Siyasal Sistemi Ve Kamu Bürokrasisi, İ.Ü. Yayınları, İstanbul. 
Özdemir, Biltekin (1997); “Kamu Personel Rejimi ve Son Yıllardaki Yozlaştırma”Yeni Türkiye, Yıl.: 3, S.13,.ss.456-463. 
Özkalp, Enver, Davranış Bilimleri Ve Organizasyonlarda Davranış, Eskişehir İTİA. Yayınları, No; 249/169. 
Özkalp, Enver; Sabuncuoğlu, Zeyyat; Ögütlerde Davranış, Anadolu Üniversiteyi Yayınları, No: 116, Eskişehir 
Peter, Laurence; Hull, Raymond (1985); Peter İlkesi, Çev. Melih Ölçer, 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara. 
Sakal, Mustafa (1997); “Politik Karar Alma Sürecinde Bütçe Maksimizasyonu ve Bürokratik Yozlaşmalar” Yeni Türkiye, Yıl : 3, Sayı: 13, ss.439-45. 
Shafritz, Jay M.; Off, Stevenj; Clasics Of Organization Theory, Third Edition, University Of Prittsburg, Clifornia. 
Şimşek, M. Şerif (1994); Yönetim Ve Organizasyon Ders Notları, Konya. 
Smith, B. C. (1998); Bureaucracy And Political Power, S.T. Martin’s Press, New York. 
Şaylan, Gencay (1995); “Değişim ve Yolsuzluk, AİD, C.28 Sayı 3. 
Tekeli, İhan; Şaylan, Gencay (1974); “Rüşvet Kuramı”, AİD, C. 7. Sayı: 3, ss.92-113. 
Tortop, Nuri; İsbir, G. Eyüp; Aykaç, Burhan (1993); Yönetim Bilimi, Yargı Yayın., Ankara. 
Weber, Max (1987); Sosyoloji Yazıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, Çev. Taha Parlar, İstanbul, 1987. 
Yazıcıoğlu, Recep (1995); Bu Sistem Değişmeli: Alternatif Bir Yaklaşım, Birey Yayıncılık 2. Baskı. 
Yılmaz, Aytekin (1997); “Siyasal ve Bürokratik Yozlaşma”, Yeni Türkiye, Yıl: 3, S. 13, ss.418-438. 
Yılmaz, Aytekin (1997); “Türkiye’de Yönetimde Yetersizlik ve Sorunları” Yeni Türkiye, Yıl:3, S.13, ss.394-404. 


****

21. YÜZYILDA TÜRK BÜROKRASİSİNİN SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 2


21. YÜZYILDA TÜRK BÜROKRASİSİNİN SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 2



2.4. Parkinson Kanunu 

C. Northcote Parkinson, örgütlerin büyümesi, personel sayısının artışı ve yönetimin işleyişi konularında mizahi görüşler ileri sürmektedir. 
Parkinson’un bu görüşlerine kendi ismi ile Parkinson Kanunu denilmektedir. Bu kanun, yetki sahibi kişilerin işin gereklerine bakmaksızın kendi önemlerini artırmak amacıyla memur kadrosunu şişirmelerine, fazla mesai almak için ast memurların işi alabildiğine uzatma eğilimlerine dikkat çekmektedir (Gladden, 1964: 70). 

Parkinson, kanun olarak nitelendirilen mizahi önermelerini şu şekilde sıralamaktadır (Fişek, 1972: 16 – 21; Tortop vd., 1993: 208): 

• İş hacmi azalsa da, memur sayısı sürekli artar. 

• Memurlar, terfide kendilerine rakip olabileceklerin değil, astlarının sayıca artmasını isterler. 

• Memurlar birbirleri için iş yaratırlar. 

• Komite (komisyon) üreme hızı en yüksek yaratıktır. 

• Bir komitenin önemi, üye sayısı ile ters orantılıdır. 

• Komitelerde kararlar, ilgisizlerin oylarıyla alınır. 

• Kanunun önemiyle tartışma süresi ters orantılıdır. 


2.5. Peter Prensipleri 

Laurance Peter, Parkinson kanunu kendisine hareket noktası olarak alıp, eleştirmiş ve yönetimin evrensel ilkesini ortaya koymaya çalışmıştır. 
Peter’e göre, tüm bürokratik sorunların temelinde yönetimin tek evrensel ilkesi olan Peter ilkesi yatmaktadır. 

Peter’in ortaya koyduğu ve kendi ismi ile anılan evrensel Peter ilkeleri özetle şöyledir (Fişek, 1972: 26 – 29): 

• Hiyerarşideki her memur, kişisel yetmezlik düzeyine ulaşma eğilimindedir. Yetmezlik evrenseldir. 

• Yetmezlik düzeyine henüz ulaşamayanlar iş çıkarabilir. 

• Bürokratik örgütlerde, insanların yetmezlik düzeyine ulaşmalarını hızlandıran ya da buna zemin hazırlayan bir takım uygulamalar söz konusudur. Peter bunları yetmezlik düzeyine ulaşma yolları olarak tanımlamaktadır. Bunlardan birincisi “baştan savma terfi” uygulamasıdır. 

Çalışanlar bazen ayak altında dolaşmasınlar diye üst kademelere atanırlar. Böylece sahte terfi alan çalışan başarısız ve verimsiz olduğu bir görevden başarılı ve verimli olmadığı bir göreve atanmış olur (Fişek, 1972: 30). 

İkincisi ise kıdeme karşı çekiş gücüdür. Peter’e göre çekiş gücü, bir memurun, hiyerarşinin daha üst basamaklarındaki bir kişiyle, akrabalık, evlilik veya tanışlık yoluyla oluşan ilişkidir (Fişek, 1972: 32). Başka bir ifadeyle bir memurun ehliyet ve liyakat ilkelerine bakılmaksızın eş – dost ilişkisi dikkate alınarak üst kademelere yükselmeleri sözkonusu olmaktadır. Böylece kişi bilgisi ve yeteneği olmayan bir göreve getirilerek yetmezlik düzeyine erişmektedir. 

2.6. Oligarşinin Tunç Kanunu 

Çağdaş toplumlarda giderek artan bürokratikleşmeyi demokrasinin gerçekleş mesini önleyici bir etmen olarak nitelendirenlerden birisi A. Robert Michels’dir (Ergun ve Polatoğlu, 1992: 63). 

Michels daha çok bürokratik örgütlerin iç sorunları ile ilgilenmiş ve tüm modern geniş ölçekli örgütlerin yapı itibariyle kaçınılmaz olarak oligarşik olduğunu ortaya koymuştur. Öyleki Michels’e göre örgütlerdeki bu oligarşi, yöneten ve yönetilenlerin amaç ve ideallerine karşı bile olsa varlığını sürdürecektir (Mouzelies, 1975: 26). 

Meseleyi, siyasi partiler ve sendikalar açısından inceleyen Robert Michels, bünyesinde demokratik bir şekil vermiş bütün kuruluşlarda zamanla demokratik amaç ve prensiplerden sapma ve belirli bir zümrenin hakimiyetine girme eğiliminin görüldüğünü belirtmektedir (Dereli, 1976: 16). Kısaca, Michels, her siyasi partinin demokratik bir temele dayanan oligarşik kudreti temsil ettiğini belirtmektedir (Ergun ve Polatoğlu, 1992: 64). Oligarşinin Tunç Kanunu olarak nitelendirilen bu durumu zorunlu ve kaçınılmaz kılan faktörler üç ana başlık altında toplanmaktadır: 

• Demokrasi, tüm bireylerin kendilerini ilgilendiren kararların (örgütsel kararların) alınmasına katılmalarını gerektirir. Ancak örgütün bünyesindeki her artış örgüt içi demokraside eş ölçüde bir azalmaya yol açmaktadır. Çünkü üyelerin sayısı arttıkça bunların herbirinin örgütsel kararlara katılmaları zorlaşmaktadır. 

• Günümüzde örgüt yapılarının giderek karmaşıklaşmasına paralel olarak örgütsel sorunlar da karmaşıklaşmaktadır. Bu karmaşık sorunları algılayıp çözüm yolları aramak ancak uzman çalışanların işidir. Dolayısıyla bu sorunlarla ilgili örgütsel kararların alınmasında sadece uzman kişilerin görüşleri alınmaktadır. Diğerleri ise örgüt içi demokrasinin dışında kalmaktadır (Ergun ve Polatoğlu, 1992: 64 – 65; Dereli, 1976: 16 – 17). 

• Örgüt içi hiyerarşik yapı gereği, iletişim araçlarının hiyerarşinin tepesinde yoğunlaşması liderin güç pozisyonunu etkilenmez kılmaktadır. 

Bütün bunlardan başka lider işlevlerini yerine getirirken ağır ağır uzmanlık bilgisi ve politik beceriler kazınır ki bu durum, lideri örgüt içi vazgeçilmez duruma getirir. Öyle ki lider, kendisinin eşsiz ve büyük olduğuna inanmaya başlar ve kendisini örgütle özdeşleştirir (Mouzelies, 1975: 27 – 28). 

Özetle Michels, tarihteki demokratik hareketleri peş peşe aynı sahile vurup kırılan ve sürekli yenilenen dalgalara benzetir (Mouzelies, 1975: 
29). Bu yüzden de demokratik rejimlerin zamanla oligarşiye dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunu ileri sürer. 

2.7. Warren G. Bennis’in Bürokrasi Modeli 

Bennis’e göre endüstri devrimi sırasında yararlı bir toplumsal buluş olan bürokrasi, 20. yüzyıl koşullarına ayak uyduramaması sonucunda işlev selliğini yitirmiştir. (Şimşek, 1994: 59) 20. yüzyılla birlikte bir bilgi patlaması söz konusu olmuş ve bunun sonucu olarak teknoloji hızlı bir şekilde değişmiş ve değişmeye devam etmektedir. Bürokrasi teknolojik değişmelerin yarattığı yeni durumlara kendini uyarlamak zorunda kalmaktadır (Ergun ve Polatoğlu, 1992: 68). 

Bilindiği gibi klasik yönetim kuramı ve dolayısıyla bürokrasi, bireyleri rasyo – ekonomik varlıklar olarak görmektedir. Buna bağlı olarak da sistem ve çevre ilişkisine yer verilmemektedir. Her şey önceden belirlenmiş katı kurallar ve komuta zincirine uygun olarak yerine getirilmektedir. Örgütler birer kapalı sistem olarak gözükmektedir. Bunun sonucu olarak bürokratik örgütlerin çevrenin beklentilerini yerine getirmekte zorlandığını ve değişime ayak uyduramadığını belirten Bennis, “bilimsel ve teknolojik değişimin bürokrasiyi tehdit ettiğini ileri sürmektedir” (Ergun ve Polatoğlu, 1992: 68). 

Bennis, bürokrasinin işlevsizliğini giderebilmek amacıyla örgütsel sorunların çevre ile uyumlu bir şekilde çözümlenmesini önermektedir (Şimşek, 1994: 62). Bunu yapabilmek içinde bürokratik örgütlerin içinde bulunduğu sosyal, ekonomik, kültürel, toplumsal ve siyasal çevre ile olan ilişkilerini ayarlaması ve bu çevrelerde meydana gelen değişme ve gelişmelere göre konumunu yeniden belirlemesi gerekir. 

3. Türk Kamu Bürokrasisinin Sorunları 

Bütün sistemlerde olduğu gibi Türk Bürokratik sistemi, içinde bulunduğu çevrelerden etkilenmekte ve bu çevreleri de etkilemektedir. 
Bürokrasinin sorunları, ülkemizin ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve teknolojik koşullarından soyutlanarak doyurucu bir biçimde açıklanamaz. 
Bu nedenle tüm bu çevresel faktörler dikkate alınarak “bürokrasinin sorunları” ortaya konmaya çalışılacaktır. Genel olarak baktığımızda sorunların şu alanlarda odaklandığını görmek mümkündür. 

3.1. Yönetimde Merkeziyetçilik 

Türkiye’nin Tanzimat’tan beri en önemli sorunu, yönetimde merkeziyetçiliktir. Yasalarda yetki genişliği ve özerklik ilkeleri kabul edildiği halde yöneticiler ve üst kademe yöneticileri, tüm kararları alma konusunda bir tekelcilik anlayışı içinde bulunmaktadırlar. (Yılmaz,1997:402). Her idari yapı bürokrasi ile kaimdir. Ancak aşırı merkeziyetçiliğin yarattığı bürokrasi ise; bir hastalık, yoğun evrak 
trafiği, karmaşa, anarşi, yetkisizlik ve belirsizlik olarak karşımıza çıkmaktadır (Yazıcıoğlu,1995:115). Yine aşırı merkeziyetçilik, hizmetlerin görülmesinde esnekliği yok etmiş, ve üst makamların geniş ölçüde teferruata boğulmasına neden olmuştur. Sonuçta bu uygulama yöneticilerin görevlerini yerine getirmesine engel olmaktadır (Yılmaz,1997:402). 

Kamusal kaynakların bir merkezden tahsis edilmesi, özellikle harcamaların yapılması konusunda maliyet hesaplarının gerçekçi bir biçimde tespit edilmesini engellemiş, hiçbir zaman tam anlamıyla bir maliyet- fayda, maliyet-etkinlik analizi yapılamamıştır. Yapılmış olsa bile göstermelik yapılan birkaç uygulamanın ötesine gidilememiştir (Sakal,1997:453). 

Ülkemizde merkeziyetçiliğin bir boyutu da, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerinde uyguladığı “idari vesayet denetimi” ile ilgilidir (Eryılmaz,1995:231-232). Ağır idari vesayet sonucu yerel yönetimlere ait olması gereken bir çok yetki merkezde toplanmıştır. Bu durum kamu bürokrasisinin giderek büyümesine yol açmıştır. Böylece “hantallaşan” bürokrasi çok pahalı bir kurum haline gelmiştir (Çitçi,1983:23). 


3.2. Örgütsel Büyüme 

Devlet; halka sunacağı hizmetlere ve hizmetin gereklerine göre örgütlenmek zorundadır. Bu anayasal bir zorunluluktur. Türkiye merkezi idare kuruluşu bakımından coğrafya durumuna, ekonomik şartlara ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre illere, iller de diğer kademeli bölümlere ayrılır (Anayasa m. 126). Böylece belirlenecek hizmet örgütleri de, görevlerini kamu personeli ile yerine getirecektir (Özdemir,1997:456). Ne yazık ki anayasanın açık hükümlerine rağmen Türkiye’de bürokrasin genişlemesi ve bürokratik işlemlerin karmaşık boyutlara ulaşması, kişilerin prestij düşkünlüğü ve kendi çıkarlarını gözetecek biçimde nüfuz ve otoritelerini artırmaya çalışmaları ile yakından ilgilidir (Erbay,1997:406). Nitekim kurumun başında bulunan
bürokratlar genellikle (Sakal,1997:441) : 

i. Parasal gelirlerini arttırmaya, 

ii. Şöhret, iktidar ve patronaj gücünü arttırmaya, 

iii. Kendi ofisi ile ilgili ihtiyaçlarını gidermeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle, bürokratlar bürolarının veya yönettikleri dairelerin büyüklüğünü maksimize etmeye çalışmaktadırlar. 

Türkiye’de kamu yönetimi sürekli olarak büyüyüp genişlemektedir. Bakanlıklar, genel müdürlükler ve öteki örgütsel birimlerin sayıları artmakta, işlevleri belirsizleşmekte ve bunun sonucu olarak da birbirleri ile koordinasyondan yoksun oldukları görülmektedir. Kamu bürokrasisinde bir çok bölümler (genel müdürlük, daire başkanlığı, müdürlük, şube başkanlığı, yerel birimler ) bir fayda-maliyet analizi, kamu yararı, yerindelik tespiti ya da yöneylem araştırması yapılmadan herhangi bir ölçüte göre değil , gelişigüzel kurulmuştur. Başka bir 
ifadeyle, birçok kurum ve kuruluşlar bazen ideolojik yaklaşımla bazen de bürokratlara mevki sağlamak ve siyasilere prestij kazandırmak için  (Yılmaz, 1997:402) kurulmuştur.

Ülkemizde kurum ve kuruluşlar yapısalişlevsel çerçevede değil de işleve göre kurulmaktadırlar. Bu durum, gerek birimler gerekse personel arasında yetki çatışmalarına neden olmaktadır. Ayrıca bu belirsizlikten yararlanmak isteyen birim yada kişiler, “yetki aşımına” (tecavüzüne) gidebilmektedir. Öte yandan, sorumlulukların belirtilmemiş olması, yapılan yanlışlık ve verilen zararlara yol açanları ortaya çıkarmaya engel olmaktadır 

(Çulpan,1980:36). Bürokratların kendi örgütlerini büyütme istekleri ile siyasilerin etkinlik alanlarını genişletme amaçları birbirine uygun düşünce verimlilik ve etkinlikten uzak kadrolar ortaya çıkmaktadır (Gökbunar ve Kayalı,2002). 

3.3. Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık 

Ülkemizde kamu bürokrasisi yapı ve işleyiş bakımından gizlilik ve resmi sır esasına göre örgütlenmiştir. Başka bir ifadeyle gizlilik ve resmi sır genel bir kural, açıklık ise istisnadır (Eryılmaz,1995:233). Gizliliğin sebeplerini, siyasi rejimin niteliği, devlet güvenliği ve diplomasi, özel hayatın korunması, otorite kazanma eğilimi, yönetimde etkinlik ve tarafsızlık sağlama düşüncesi, kötü yönetim uygulamaları, memurların kendilerini denetim riskinden koruma eğilimleri olarak sıralamak mümkündür (Eken,1997:27-28). Bu durumda görevliler, her türlü otoritenin denetiminden ve halkın demokratik kontrolünden kurtulmakta, bir çok keyfi faaliyetini gizleyebilmektedir (Eken,1997:36-38). 
Çünkü, yasalarda gizliliğin sınırları ve kapsamı belli değildir. Hukuk devleti çerçevesinde devletin güvenliği, diplomasi, özel hayatın korunması, kamu yararı gibi sebeplerle gizlilik anlayışının olması doğaldır. Ancak bu gibi hususların dışında kalan sebepler şeffaflık ilkesine ters düşer. 

Tartışılması gereken konulardan birisi de neyin gizli ve neyin açık olması gerektiğine, söz konusu kurumun yöneticisi ya da personelinin karar verebilecek olmasıdır. Bu durum “kurum içinde yolsuzlukların saklanmasına ortam hazırlamakta, vatandaşı bürokrasi karşısında savunmasız ve güçsüz hale getirebilmektedir” (Eryılmaz,1995:233). 

3.4. Değişime Ayak Uyduramama 

Ülkemizde, yöneticilerin ve memurların, öteden beri yapageldikleri işlemleri ve alışkanlıkları yeni şartlara göre değerlendirmekten kaçındıkları, eski yapı ve uygulamalara sıkı bir şekilde bağlandıkları görülmektedir Bürokrasi kendi içinde değişmeye kapalı olduğu gibi, dışarıdan gelen değişme yada değiştirme girişimlerini de her türlü yönteme baş vurarak engellemeye çalışmaktadır (Eryılmaz,1995:234). 

TÜSİAD raporunda da belirtildiği üzere, “Türkiye’de sosyo-ekonomik sorunlara yaklaşım zihniyetinin uzun süre değişmemesi, bürokrasinin değişen koşullara uyum göstermesini önlemiştir.” “Bürokratik yapı ekonomik ve sosyal yapıdaki gelişmelere paralel bir dönüşüm geçirmemiştir.” “Geleneksel ataerkil kalıplara ait özellikler veya görüntüler günümüze kadar bürokrasiye egemen olmaya devam etmiştir (Çitçi,1983:19). 

3.5. Kuralcılık ve Sorumluluktan Kaçma 

Yönetim sistemimizin ayrıntılı kurallara bağlılık ve formalite düşkünlüğü, işlemlerde gecikmelere yol açmaktadır. İşlemlerin gereğinden fazla uzatılması, aşırı kırtasiyeciliğe ve sistemin ağır işlemesine neden olmaktadır. İşin özündeki problemin çözülmesi yerine sadece şekle uygunluk ön plana çıkmaktadır (Erbay,1997:406-407). Öte yandan ülkemizde var olan ayrıntılı kurallar, zamana ve yeni şartlara uyumu beraberinde getirecek esnekliğe sahip değildir. Bunun sonucu olarak kısa sürede eskimekte ve bu sebeple sık sık kanun, yönetmelik 
değişiklikleri gündeme gelmektedir. “Çoğu kurallar, sorumluluktan kaçma ve iş yapmak istemeyen yöneticiler için bir sığınma aracı olarak kullanılmaktadır” (Eryılmaz,1995:234). Sorumluluk riskini mümkün olduğu kadar azaltma eğiliminde olan kamu bürokrasisi, halk arasında yaygın olarak kullanılan “kırk dereden kırk su getirme” deyimini “kırk dereden kırk evrak getirme” (Eroğlu,1995:167) şeklinde bürokrasiye uyarlama çabasındadırlar. Bir kamu hizmetinin herhangi bir nedenle yapılmasını istemeyen ya da sorumluluk almaktan kaçan personel, “mevzuata uygun değil, üzerinde düşüneceğiz, gereken ne ise onu yapacağız”(Aykaç,1997:31), veya “bugün git yarın gel” şeklinde ifadeler kullanarak hizmetten yararlanmak isteyenlere moral işkencesi (Başözen,2002 ) yapmaktadırlar. 

Kısaca, bürokratik örgütlerde çalışan personel, karşısına gelen somut bir olayın çözümünde asli görevlerini unutup (Gökbunar ve Kayalı, 2002), ilgili mevzuatın ruhuna göre değil, lafzına göre davranmak istemekte ve inisiyatif kullanmaktan kaçınmaktadır (Başözen,2002 ). 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,



***