8 Mayıs 2020 Cuma

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Değişen Tehdit ve Fırsat Algısı BÖLÜM 1

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Değişen Tehdit ve Fırsat Algısı. BÖLÜM 1


Mehmet BABACAN*
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ, SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, ORTADOĞU ÇALIŞMALARI DOKTORA PROGRAMI, 
PROJE ASİSTANI, DOKTORANT
Bursa - Turkiye
Bursa Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Ortadoğu Çalışmaları Bilim Dalı Doktora öğrencisi-YÖK 100/2000 Proje Asistanı.


Özet:

1989 yılında Berlin Duvarının yıkılması gibi somut/sembolik bir olayla ve Batı’nın zaferiyle kapanan Soğuk Savaş dönemi boyunca Batı blokunun bir nevi ileri karakolu statüsünde değer kazanan Türkiye, Soğuk Savaş sonrası döneme stratejik önemini kaybedeceği endişesi taşıyarak girmiştir. Ancak Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu bölgesinde gelişen olaylar neticesinde hegemon güç ABD’nin en önemli müttefiki haline gelmiştir. Bu çalışmanın amacı Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin değişen uluslararası sisteme entegre olma çabaları çerçevesinde Ortadoğu coğrafyasına yönelik dış politikasını açıklamaktır. Bu amaca varmak üzere öncelikle iki kutuplu sistemden tek kutuplu sisteme dönüşen global konjonktüre (siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla) değinilecek ardından Türk dış politikasının Ortadoğu özelinde yeni dünya düzeninin ilan edildiği 1990’lı yılların başından günümüze dek olan tarihsel perspektif içerisinde bir analizi yapılmaya çalışılacaktır. 

1. Giriş

1945’te II. Dünya Savaşının bitimiyle birer süper güç olarak beliren Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Rusya (SSCB) önderliğinde dünyanın siyasi, ekonomik ve ideolojik iki kampa ayrıldığı ve tarafların bir “dehşet dengesi” oluşturarak dünya politikasına yön verdiği dönemi anlatmak için ortaya atılan “Soğuk Savaş” ifadesi birden çok popüler bir kavram olmaya başladı. ABD’li Maliye ve Başkanlık Danışmanı Bernard Baruch (1870-1965), 1947’de Kongre’deki konuşması sırasında kullandığı bu ifadenin daha sonra bu kadar çok dillendirileceğini belki kendisi bile tahmin edememişti.  Keza Baruch’un “soğuk savaş” olarak nitelediği dönem bir sene önce Winston Churchill’in 1946’daki ünlü “demir perde” konuşmasıyla zaten fiilen başlamıştı. 1989’da Berlin duvarının yıkılması ve ardından SSCB’nin dağılmasıyla sona eren Soğuk Savaşın ardından yeni dönemde dahi bu kavram cazibesini yitirmedi ve bu defa başına bir post ibaresi eklenerek telaffuz edilmeye devam edildi; post-cold war /soğuk savaş sonrası dönem 

1917’de Bolşevik Devrimiyle kurulan SSCB ve önderliğindeki Doğu Bloku, askeri (Varşova Paktı) ve ekonomik (COMECON) kurumlarıyla birlikte 1980’li yılların sonuna doğru yıkılış sürecine girdi. Yeni dönemde iki kutuplu/bloklu bir yapı yerine ABD’nin hegemon ve baskın güç olduğu çok kutuplu bir dünya sistemi gelişti. ABD’ye alternatif olarak AB, Japonya, Rusya ve Çin belirdiler. Soğuk Savaşı bitiren sıcak savaş “Körfez Savaşı” ise hem jeopolitik ve jeostratejik yeni hesapların yapılmasını gerekli kıldı hem de Başkan Bush’un yeni dünya düzeninin (new world order) kurulduğunu ilan etmesine vesile oldu. Soğuk Savaş sonrası yeni dönemin ideologlarından Francis Fukuyama, Hegelci mantığın tarif ettiği anlamda pratik tarihin son bulduğunu deklare ederken, emperyal merkezlerin zaferine işaret ediyor ve ABD’nin gücüne özellikle vurgu yapıyordu.  Yine Samuel Huntington “Foreign Affairs” de “Medeniyetler Çatışması”  makalesini kaleme alırken, Zbigniev Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”nda,  Henry Kissinger ise “Diplomasi”  kitabında Soğuk Savaş sonrası ABD üstünlüğünün nasıl sürdürüleceği konusunda stratejik öngörülerde bulunuyorlardı. Soğuk Savaş sonrası yeni dönem kendi ideologlarını yaratmasının yanı sıra pratikte de ABD tek kutuplu sistemin hegemon gücü olarak kendi Batılı değerler sistemi çerçevesinde dünyayı dizayn etmeye ve bölgesel güç olarak beliren birtakım ülkelere yeni global sistemde bir rol çizmeye girişmiştir. Bu ülkelerden birisi ve –belki de-en önemlisi Soğuk Savaş sonrası ilk sıcak çatışmaların yaşandığı Ortadoğu ve Balkanlar coğrafyasının her ikisine de sosyo-kültürel, jeopolitik ve jeostratejik açılardan yakın olan Türkiye’ydi. 

Amerikan dış politikasının yönlendirilmesinde önemli etkileri olduğu bilinen Ian O. Lesser, Graham Fuller gibi think-tank kuruluşlarında çalışan yazarlar yeni dönemde Türkiye’ye çok önemli görevler düştüğünü belirttiler. Tam da o yıllarda Türk dış politikasını ekonomik ve ticari ilişkiler üzerinden yürüterek sorunları çözmeyi amaçlayan ekonomi-politik bir anlayışı hayata geçiren Turgut Özal’ın ABD tarafından yazılan bu role girmesi çok da zor olmadı. Bu çalışmamızda Özal dönemiyle başlayıp nihayetinde Arap baharı ve günümüze kadar uzanan tarihsel süreç içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu politikasının retrospektif bir analizi yapılacak, statükoculuk ve batıcılık prensipleri temelinde yürütülen dış politikanın Ortadoğu bölgesi özelinde de karar vericiler tarafından gerçekçi/realist kaygılarla oluşturulduğu argümanı benimsenecektir.

2. Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Genel Özellikleri

2.1. Uluslararası Politikanın Dönüşümü: Siyasal Boyut

SSCB’nin ve Doğu Blokunun çökmesiyle küresel arenada ABD siyasi, askeri ve ekonomik açıdan rakipsiz tek güç konumuna erişmiştir. ABD Soğuk Savaş sonrası ortamın hegemon gücü olarak belirmiş, liberalizm, komünizm karşısında galip gelmiş, bu nedenle komünizm bir tehdit olmaktan çıkmış ve tek kutuplu sistem söylemleri yaygınlaşmaya başlamıştır.  Ancak Soğuk Savaşın ardından yaşanan bu aşırı iyimserlik havası/öforya fazla uzun sürmemiş, uluslararası sitemin tek kutuplu olacağı ve Batı’nın rakipsiz hâkim güç olarak kalacağı görüşlerine karşın uluslararası sistemde Çin, Rusya Federasyonu, Hindistan ve Brezilya gibi yeni güçler yükselmiştir. Bununla birlikte Batı ittifakının içinde dahi anlaşmazlıklar/uyuşmazlıklar baş göstermiştir. Batı blokuna bir bakıma meşruiyetini kazandıran Doğu Blokunun yıkılışının ardından kendisi de çözülen Batı ittifakı içerisinde ilişkiler gevşemeye başladı. Avrupa 1992’de imzaladığı Maastricht Antlaşmasıyla Avrupa Birliğini (AB) kurarak entegrasyon sürecini daha da ileriye taşımıştır. Özellikle SSCB’den ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Balkan ülkeleri ile Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkeler bir bir Avrupa Birliği’ne girmeye başlamıştır. Batı ittifakının küçük ortağı AB, yarattığı ekonomik cazibe ile yeni üyeler bünyesine katmış, ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel açılardan bir refah alanı olmuştur.  

Batının değerler sisteminin küreselleşmesiyle dünyanın soğuk savaş dönemine göre daha güvenli hale geleceği beklentileri ise ne yazık ki boşa çıkmış, 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla Moskova’nın Doğu Avrupa, Orta Asya ve Kafkasya’dan çekilmesi sonucu anılan bölgelerde güç boşlukları (power holes) ortaya çıkmıştır. Çok geçmeden Balkanlar’da etnik çatışmalar başlamış, AB gözü önünde cereyan eden soykırım (Bosna katliamı) karşısında hiçbir şey yapamadan beklerken çatışmalar ancak ABD’nin geç gelen müdahalesiyle son bulmuştur. Yine Güney Kafkasya ve Orta Asya’da SSCB’den ayrılarak yeni bağımsızlığını kazanan devletlerin ortaya çıkması Soğuk Savaş döneminin dondurulmuş konuları (frozen conflict) olan birtakım çatışmaları tekrar gündeme getirmiştir. Bu çatışma ve krizlerin başlıcaları olan Azeri-Ermeni çatışması (Dağlık Karabağ Savaşı), Gürcistan’daki Güney Osetya ve Abhazya sorunu, Rusya’daki Çeçenistan savaşı, Orta Asya’daki Fergana Vadisi sorunu 1990’lı yıllarda ve devamında uluslararası sistemde güvenliği tehdit eden sorunlar olarak yeniden ortaya çıkmıştır. 


2.2. Küreselleşme, Çokuluslu Şirketler, Neoliberalizm: Ekonomik ve Kültürel Boyut

Soğuk savaş sonrası yeni dönemde küreselleşme, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, insan ve azınlık hakları gibi önemli kavram ve olgular yükselişe geçmiştir. Bunlardan özellikle küreselleşme/globalleşme kavramı uluslararası ilişkiler disiplinine büyük bir hareketlilik getirerek yeni tartışmalar doğurmuştur. Üzerinde ittifak edilen genel bir tanımı bulunmamakla birlikte askeri, kültürel, siyasi ve ekonomik olmak üzere dört farklı boyutu olan küreselleşme kavramı daha çok ekonomik boyutu ön plana çıkarılarak kullanılmış bu yönüyle de sermayenin uluslararasılaşmasını ve karşılıklı ekonomik bağımlılığın artmasını ifade eden bir içeriğe sahip olmuştur. Çoğunlukla modernleşmeyle de eşanlamlı olarak kullanılan küreselleşme bir süreç olarak iletişim teknolojilerindeki gelişmeler neticesinde değerlerin, yaşam tarzlarının, normların evrenselleşmesini, insan ilişkilerindeki mesafe ve sınırların ortadan kalkmasını ifade etmektedir.  Bu yönüyle küreselleşme soğuk savaş sonrası dönemin en popüler kavramı haline gelmiştir. 

Küreselleşme sürecini hızlandıran dinamiklerin başında gelen ve küreselleşmenin en önemli aktörlerinden biri olan “çokuluslu şirketler” de sermayenin uluslararasılaşması ve akışkanlık kazanmasıyla birlikte özellikle ekonomik anlamda küreselleşmeye hizmet etmiştir. Çokuluslu şirketler uluslararası ticaretteki engel ve kısıtlamaların kalkmasına bağlı olarak birden fazla ülkede kazanç getirici iktisadi faaliyette bulunan dünyadaki en önemli ekonomik aktörlerdir. Küreselleşme süreci ile artan karşılıklı bağımlılık ve liberalleşme eğilimleri ülkeler arasındaki sınırları daha geçirken bir yapıya iterken bu durum çokuluslu şirketler için son derece önemli olan mal, hizmet, sermaye ve bilgi transferlerini daha hızlı ve kolay bir hale getirmiştir.  

Özellikle 1980’li yılların başından itibaren yükselişe geçen ve temelde bir ekonomi-politik sistem olan neo-liberal politikalar kamu yararına karşı birey çıkarını ön plana çıkaran sermayenin devlet egemenliğinden çıkarılarak serbest piyasa koşullarını bırakılmasını ve özelleştirmelerin yapılmasını savunan prensipleriyle özellikle soğuk savaş sonrası dönemde küreselleşme sürecinin temel taşlarından biri oldu.  Keza Özal yönetimi tarafından da benimsenip uygulanan neo-liberal politikalar 1990 ve sonrasında Türkiye’de de özelleştirmeler ve artan dış ticari ilişkiler şeklinde belirginleşmeye başlamıştır. Gerek Türkiye’de ve gerekse dünyada 1990’lı yılların başından itibaren Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğunun çözülmesiyle eşzamanlı olarak artan iletişim, ulaşım ve bilişim teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak hızlı bir değişim sürecine girilmiş, bu kapsamda ortaya çıkan “küreselleşme/globalleşme” kavramı sanattan spora bütün alanlarda dünya üzerindeki bütün insanları birbirine yakınlaştırırken kültürel değerler ve normlar da evrensel hale gelmiştir. Dolayısıyla sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik boyutlarıyla küreselleşme uluslararası ilişkileri de sadece devletlerarası ilişkiler değil, sermayeler-arası, kültürler-arası ve medeniyetler-arası güç ve rekabet ilişkilerini içeren bir global ilişkiler ağı haline getirmiştir. 

2.3. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye’de İç Dinamikler

Soğuk Savaş sonrası dönemde gerek Türk dış politikasını bir bütün olarak okumak gerekse de Türkiye’nin Ortadoğu politikasını anlamak için iki kutuplu yapının yıkıldığı sıradaki iç ortam ve dinamiklere de bakmak gerekmektedir. Uluslararası sistemin köklü bir değişime uğradığı ve üzerinde çokça tartışmaların yapıldığı küreselleşme kavramının  ortaya çıktığı yeni dünya düzenine girerken Türkiye’nin iç politik gelişmelerine bakacak olursak tedirgin edici bir görünümün var olduğunu söyleyebiliriz. SSCB’nin dağıldığı 1991 yılında Türkiye’de ANAP kökenli Yıldırım Akbulut hükümeti görev başındayken, cumhurbaşkanlığı makamında ise 9 Kasım 1989’dan beri Turgut Özal bulunmaktaydı. Özellikle Cumhurbaşkanı Özal, Osmanlıya ve dine ait referansları reddeden “Cumhuriyetçilik”, “inkılapçılık”, “lâiklik” gibi Kemalist ve anayasal ilkelerin devlet ve millet hayatındaki etkilerini azaltırken aynı oranda İslamcılık ve din olgularının önemini artırmıştır. Yine Atatürk döneminden beri sosyal ve ekonomik alanda müdahaleci bir anlayışı öngören “devletçilik” ve “halkçılık” ilkelerinin etkisini kırmıştır.  Özal’ın daha 1980’li yılların başında Başbakan iken uygulamaya koyduğu “24 Ocak Kararları” olarak adlandırılan neo-liberal temelli dışa açık ekonomi politikası devam ederken, bir yandan da ekonomide yapısal uyum programı ve özelleştirmeler söz konusu olmaya başlamıştır. Ekonomide özelleştirmelerin başladığı 1991 yılı Türkiye’sinde GSMH ise 152.138,10 $ miktarında idi. 

Bu dönemde iç ortam ve dinamiklerde en dikkat çekici gelişme artan Kürt milliyetçiliği ve PKK faktörü olarak belirmiştir. Aslında 1938 Dersim harekâtıyla uzun bir donma sürecine giren Kürt milliyetçiliği SSCB’nin dağılmasıyla oluşan yeni sistemdeki etnik/ulusal hareketlerden etkilenerek ve biraz da 12 Eylül askeri darbesinin etkisiyle yeniden “hortladı.” Ayrıca Halepçe Katliamı (1988) ve Körfez Krizi (1991) sonrasında kaçarak Türkiye’ye sığınan Kürtler Doğu ve Güneydoğudaki Kürtlerin etnik bilincini tetiklemiştir. SSCB’nin yıkılmasının ardından eski Sovyet askerlerinden bol miktarda ve ucuza silah satın alan PKK, Kuzey Irak’ta oluşan otorite boşluğundan da faydalanarak burada üslenmiştir. 1990’lı yıllarda giderek tırmanan PKK terörü ile mücadeleye devlet büyük bir mali kaynak ayırmak zorunda kalmıştır. Ülkenin güneydoğusundaki bu sorunun çözümü milyon dolarlara mal olacak militer karakterli tek bir noktaya odaklanmış, neticede ASALA Ermeni terörü bitmiş ama yerine giderek artan bir şekilde PKK terörü ortaya çıkmıştır. 

Bu dönemde siyasal bir aktör olarak Cumhurbaşkanı Özal’ın dış politika sürecine etki eden birçok yönü bulunmaktaydı ancak en önemlisi dış politika yapımında çoğu kez Dışişleri Bakanlığını ve hükümeti atlayarak Türk dış politikasının geleneksel çizgisinden sapmalara yol açmasıydı.  Özal’ın bu hareketi bürokrasi, ordu ve kamuoyu tarafından da eleştirilmiştir. Yine Turgut Özal bir ülkeyle ticari ilişkiler kurulunca o ülkeyle politik ilişkilerin düzeleceğine inanıyordu.  Ancak bu inanış Türkiye’nin Yunanistan’la sorun yaşadığı Kıbrıs, Ege adaları vb. gibi kronikleşmiş ve kireçlenmiş dış politika sorunlarında maalesef işe yaramamıştır. Özal’ın geleneksel dış politika yapım üslubuna riayet etmemesinin sebebini onun kişisel özelliklerinde/idiosynacracy aramak gerekmektedir. Özal statik ve geleneksel bürokratik kalıpları reddeden ve devletin hem içeride hem de dışarıda işleyişini (iç ve dış politikasını) baştan aşağıya değiştirmek isteyen siyasi anlayışa sahip bir liderdi. 

1990’lı yılların başında iki kutuplu sistemin yıkılışı ve soğuk savaş döneminin kapanması içte Özal’ın ön planda olmayı yeğleyen karakteriyle birleşince bir “aktif dış politika” söylemi ortaya çıkmış ve Türk dış politikasını etkileyen önemli bir iç dinamik olarak belirmiştir. Özal sonrası dönemde özellikle 1996’dan sonra, Atatürk dönemi Türk dış politikasını (1923-1939) tanımlamak için kullanılan “haysiyetli dış politika” söylemine benzer bir biçimde, dış politikaya “Lider Türkiye” ve “şahsiyetli dış politika” gibi söylemler yön vermeye başlamıştır.  

Bu ifadeler ise Refahyol (RP+DYP) iktidarının Batılı ülkelerle yakınlaşmaktan çok özellikle tarihsel ve sosyo-kültürel bağlarla bağlı olunan ve Ortadoğu’da yer alan İslam ülkeleriyle yakınlaşma temeline dayanan bir siyasal görüşü yansıtıyordu.  

3. Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye’nin Ortadoğu Politikası

3.1. 1991-2000 arası Dönem: ABD Ekseninde Ortadoğu Politikası

Cumhuriyetin ilânından günümüze kadar bağımsızlığına ve egemenliğine aykırı bir durum ya da tehdit söz konusu olmadıkça komşu devletler ile Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” özdeyişini temel alan dostane ilişkiler geliştirmeyi amaçlayan Türkiye, 90 küsur yıldır dış politikasında bu temelden taviz vermeden ilerlemiştir. Ulusal bağımsızlık mücadelesini veren ve genç Cumhuriyeti kuran Kemalist kadro, I. Dünya Savaşının ardından tüm dikkatini ve enerjisini ulus-devleti inşa sürecine vererek devletlerarası ikili ilişkilerden bir süre uzak kalmıştır. Ancak ne olursa olsun, yukarıda belirtildiği üzere barışçıl bir anlayış ve dünya görüşüyle birtakım temel değerler benimsenmiş, bu değerler çerçevesinde ulusal dış politika da şekillenmeye başlamıştır.  Türk dış politikasının üzerine inşa edildiği temel değerler/prensipler; batıcılık ve statükoculuk (status quo) ilkeleridir. Burada statükoculuk mevcut sınırları ve dengeleri sürdürme ve bozmama, herhangi bir yayılmacı (irredantist) amaç peşinde koşmama; batıcılık ise coğrafi olarak değil daha çok kültürel ve ideolojik anlamlara sahip bir imge olarak dış politika yapımında rasyonel ve pozitivist kuramlardan hareket etme anlamındadır.  

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana kendini, yönünü batıya çevirmiş bir demokrasi olarak tanımlamış, II. Dünya Savaşı sonunda tercihini Batı blokundan yana kullanmış Batı’nın siyasi, askeri ve ekonomik kuruluşlarına daha çok rağbet göstermiş (NATO, Avrupa Konseyi, AB gibi), hegemon güç ABD tarafından “stratejik ortak” olarak tasvir edilmiştir. Türkiye’nin kendini Batılı anlamda bir demokrasi olarak tanımlaması ve peşinden Batıyla ilişkiler geliştirmesini biraz da reel politik açıdan değerlendirmek gerekir. Sözgelimi II. Dünya Savaşı sonucunda Türkiye, ikisi de birer süper güç olan blok önderleri ABD ve SSCB’den Batı’da olanı seçmiştir. Bu, “Aron Paradigması” kapsamında değerlendirildiğinde de realist bir seçenektir.   

 Soğuk Savaş sonrası dönem, Türk dış politikasında yeni stratejiler ve açılımlar doğurduğundan kimi çevrelerce Türk dış politikasının temel parametrelerinde, özellikle de statükocu geleneksel politikada değişim olarak yorumlanmıştır. Oysa yapılan şey, mevcut duruma ve dengeler göre hareket ederek realist davranmaktan ibaretti. Gerçekçi paradigmadan hareketle Türk dış politikasına yön veren saik, SSCB’nin dağılmasıyla Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya coğrafyasında yeni ülkelerin ortaya çıkmasıyla yeni bir statükonun kuruluşunda daha yüksek seviyede bir yer ya da rol kapmak, bu suretle uluslararası politikada gücünü ve konumunu sağlamlaştırmaktı. 

Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası dönemde özellikle Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından dile getirilen Orta Asya ve Kafkasya’da yeni bağımsızlığını kazanan ülkeler bağlamında “Adriyatik’ten Çin Seddine Türk Dünyası” söylemi ile Ortadoğu’da Körfez Savaşı sırasında Musul ve Kerkük’ün geri alınması bağlamında “bir koyup üç almak” söylemi statükonun bozulması olarak algılanmıştır. Kimi çevrelerce Özal, Türk dış politikasının Atatürk döneminden beri var olan temel ilkelerine ihanetle suçlanmıştır. II. Dünya savaşı öncesinde olduğu gibi değişen uluslararası sistemin ortaya çıkardığı fırsat alanları Türk dış politikasını da etkileyerek ona kısa süreli bir revizyonist karakter kazandırmıştır. Ancak bu revizyonist karakter, Hatay’ın anavatana katılması ya da Boğazların statüsünün değiştirilmesi gibi Atatürk dönemi Türk dış politikasının ulus-devlet ideolojisi üzerine temellenmemiş, aksine bir yandan İmparatorluk bakiyesi topraklar üzerinde yeniden nüfuz sahibi olmak, diğer yandan da Özal’ın savunduğu şekliyle Musul, Kerkük gibi bölgeleri yeniden Misak-ı Milli sınırları ile buluşturmak ve Türkiye toprağına dahil edebilmek girişimiyle bir Neo-Osmanlıcılık olarak gündeme gelmiştir. 

Dış politikanın oluşturulmasında uluslararası ortamın genel görünümü (konjonktür) ve iç gelişmeler (ülkenin sosyo-ekonomik koşulları, iç dinamikler) yanında daha teorik olarak tarihsel, kültürel ve sosyolojik unsurların da önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Bu perspektiften baktığımızda üç kıtaya yayılmış topraklarında yaklaşık 600 yıl hüküm sürmüş cihanşümul bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin varisi olan Türkiye Cumhuriyeti özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde bölgesel dış politikalarını oluştururken Osmanlı hatırasını canlandıran sosyo-kültürel unsurları eklektik bir motif olarak kullanmaya başlanmıştır. Özellikle Orta Asya’da ve Kafkasya’da yeni bağımsızlığına kavuşan devletlerle kurulacak ilişkilerde ırk, dil, din gibi sosyo-kültürel öğeler ön plana çıkarılmıştır. Bölgesinde küresel bir oyuncu olmak isteyen Türkiye için bu kaçırılmayacak bir fırsattı ve dış politika yapıcıları tarafından bir fırsat olarak algılanan bu durum “böyle bir fırsat bin yılda bir gelir”, “ Adriyatik’ten Çin Seddine Türk Dünyası ” ve “ Yeni Asır Türk asrı olacak ” söylemleriyle ifade edilmiştir.   

Yine Ortadoğu bölgesinde özellikle Körfez Savaşı sırasında Irak sınırları içerisindeki Musul ve Kerkük vilayetlerinin Osmanlı bakiyesi topraklar olduğunu, Misak-ı Milli sınırları içinde yer aldığını ve böyle bir fırsatın “bin yılda bir” geleceğini ifade eden Cumhurbaşkanı Özal düzenlenecek bir sınır-ötesi operasyonla bu illerin alınması gerektiğini savunuyordu. Soğuk Savaş sonrası dönemde özellikle “Neo-Osmanlıcılık” perspektifiyle dış politikada birtakım fırsatların doğduğu algısı oluşmaya başladı. Ancak diğer yandan Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle başlayan ve ardından ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak’a müdahalesiyle gelişen Körfez Savaşı nedeniyle fırsatlar sunan Ortadoğu Bölgesi’nin aynı zamanda krizleri de bünyesinde barındırdığı görülmüştür. Körfez savaşı neticesinde bölgede oluşan güvenlik boşluğu Türkiye’de o yıllarda yaşanmakta olan Kürt ve irtica sorunlarıyla birleşince, Türkiye Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzeninde Soğuk Savaş boyunca Sovyetleri ileri sürerek kuzeyden ve özellikle 1974’ten sonra Yunanistan’ı ileri sürerek batıdan geldiğini değerlendirdiği tehdit algısını da değiştirerek tehdidin artık güneyden (Ortadoğu) geldiği yönündeki realist argümanını ön plana çıkarmıştır.  

Bu kapsamda Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin Ortadoğu politikasının değişen tehdit ve fırsat algılarını bünyesinde barındıran ve bu sebeple de fırsat-tehdit ya da fırsat-kriz ikilemlerinin yaşandığı bölgesel bir dış politika örneği olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye aslında 1923’te kurulduğundan bu yana Ortadoğu’yla derin ilişkiler geliştirme isteğinde ve amacında olan bir ülke değildi. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temel tercihi ve politikası, Ortadoğu’dan (genel olarak İslam dünyasından) uzak kalmak, Batıyla ilişkileri geliştirmekti. Ancak uluslararası konjonktür ya da reelpolitik ideolojiden farklı olarak mevcut duruma göre zaman zaman Türkiye’yi Ortadoğu’ya yakınlaştıran bazen de uzaklaştıran bir rol oynamıştır. Tabii siyasal liderlik/siyasal irade, ulusal ve uluslararası ortam ve tarihsel perspektif de değişen oranlarda bu coğrafyaya yönelik dış politikanın şekillenmesinde etkili olmuştur.  

Türkiye’nin yeni küresel sistemde Ortadoğu politikası biraz da ABD’nin bölgeye yönelik politikasıyla paralel şekillenmeye başlamıştır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle beraber ABD dikkatlerini petrol zengini Ortadoğu bölgesine yöneltmiş ve Sovyetlerin çekilmesiyle bölgede ortaya çıkan güç boşluklarını doldurmaya ve bu coğrafyada etkinlik kurmaya çalışmıştır.  Bu bölgedeki zengin enerji kaynaklarının denetlenmesini ve kesintisiz, güvenli, sabit fiyatlarla Batı’ya akışının sağlanmasını temel politika önceliği olarak belirleyen ABD bu politikaları hayata geçirirken bu politikaları hayata geçirirken bazı sorunlarla karşı karşıya kalıyordu. Bunlardan bazıları; bölgedeki anti-Amerikancı akımlar ve terörizm, İsrail-Filistin barış sürecinin kesintiye uğra(tıl)ması, Irak’ın istikrarsızlaşması ve Sünni-Şii çekişmesi, İran’ın nükleer faaliyetleri, anahtar konumundaki bölgesel güçlerin ABD politikalarına getirdikleri yorum ve bakış açısıdır. Tüm bu etkenler etrafında ABD, Ortadoğu’da bir lider gibi mi yoksa bir hegemon güç gibi mi davranması gerektiği konusuna odaklanmıştır. Özellikle Körfez Savaşı sonrasında Arap ülkeleri ABD’ye bölgede oluşan statükonun koruyucusu ve koalisyon güçlerinin lideri olarak bakmaya başlamışlardı. 

Türkiye ise, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı yeni dönemde NATO, ABD ve AB ekseninde şekillenen yeni tek kutuplu uluslararası sisteme entegre olmaya çalışırken kendi konumunu tanımlama çabası içerisine girmiştir. Yeni kurulan sistemde bölgesel güç hatta küresel bir güç olarak sahaya çıkabilecek miydi? ABD’nin kendisi de bizatihi Soğuk Savaş sonrasında sistemdeki rolünü tanımlamaya buna uygun stratejiler geliştirmeye ardından da diğer küresel ve bölgesel güçlerin rolünü tanımlamaya girişmiştir. ABD’nin bu dönemdeki asıl amacı, uluslararası sisteme hegemon güç sıfatıyla entegre olma, sistemi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme ve bunu yaparken gerekirse müdahalelerde bulunma, hatta bu müdahaleler müttefiklerin çıkarlarını da ilgilendiriyorsa, onların katkısıyla müdahaleler gerçekleştirmekti. ABD bu dönemde giriştiği bütün müdahalelerde (Körfez Savaşı, Bosna, Somali, Kosova, Kuzey Irak vb.) müttefikleriyle işbirliği yapmış, bunlardan biri de Türkiye olmuştur. Öyle ki Türkiye Soğuk Savaş sonrası yeni dönemde “güçlendirilmiş stratejik ortaklık” ilişkisine lâyık görülmüştür. Yine Amerikan stratejik raporlarında, bu döneme dair, Ortaklaşa Güvenlik Stratejisine (Cooperative Security strategy) bağlı kalınacağı ancak ABD’nin kendisine global ve bölgesel rakipler istemediği belirtiliyordu.  

ABD yeni küresel sistemde kendi konumunu açıklığa kavuşturduktan sonra AB, Japonya, Rusya Federasyonu, Çin, Hindistan gibi küresel rakiplerinin rolünü de tanımlamaya ardından Türkiye, İran, Mısır gibi bölgesel güçleri sistemde bir yere oturtmaya çalışmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde stratejik öneminin kaybolacağına dair spekülasyonlara rağmen Ortadoğu’da başlayan çatışmalar nedeniyle 1991’den itibaren ABD’nin global stratejisinde Türkiye’nin yeri ve önemi giderek artmaya başlamıştır.  Hatta Saddam’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan ve koalisyon güçlerinin Irak’a müdahalesi ile gelişen Birinci Irak Krizi boyunca Türkiye-ABD arasında teknik hiçbir sorun yaşanmamış, Türkiye ABD ile ve uluslararası toplumla tam bir koordinasyon ve işbirliği içinde olmuş, bu da Türkiye’nin bölgeye yapılacak müdahalelerde ABD için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermiştir. . ABD’nin dış politikasının şekillenmesinde görüş ve önerileriyle rol oynayan Graham Fuller, Ian Lesser ve Paul Henze gibi yazarlar yeni küresel sistemde Türkiye’nin Yugoslavya’dan Çin’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada yeni roller üstlenmesi gerektiğini belirtiyorlardı. “Türkiye’nin Yeni Jeopolitiği” başlıklı makalede  bu yazarlar Türkiye’nin Balkanlar’da Müslüman, Kafkasya ve Orta Asya’da ise Türk kimliğini öne çıkararak etkili olmasını istiyorlar hatta Henze bir adım daha ileriye giderek Türkiye’nin bu etkinliği daha kolay sağlayabilmesi için “Osmanlı” kavramının yeniden gündeme getirilmesini öne sürerek ve “Yeni/Neo-Osmanlıcılık” ifadesini ortaya atıyordu.  Henze’in ortaya attığı bu kavram Özal’ın dış politika üslubu ve Avrasya vizyonuyla birleşince Adriyatik’ten Çin seddine kadar olan bölgenin yeniden canlanması sonucu “21. Yüzyıl Türk yüzyılı olacak” söylemiyle ifadesini bulan ve Türkiye üzerinden Adriyatik’ten Orta Asya ülkelerine uzanan bir karayolu/otoban sisteminin yapılması projesi gibi projelerle somutlaşan Pan-Türkist ideallerin doğmasına yol açmıştır. 

Soğuk Savaş sonrasında temelleri atılmaya başlanan yeni global sistemde ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik bölge politikasının öncelikleri ise; soğuk savaş döneminden beri üzerinde hegemonyanın oluşturulmaya çalışıldığı petrol kaynaklarına tam hakim olarak bu kaynaklar üzerinde denetim kurmak, petrolün dünya pazarlarına kesintisiz ve sabit bir şekilde ulaştırılmasını sağlamak, İsrail’i korumak ve bölgede onun varlığının sürdürülmesini sağlamak, radikal İslam’ın etkisini kırmak, İran ve Irak’ın çevrelenmesi (dual/double containment) ve bölge üzerindeki sosyo-ekonomik gelişmelerin denetlenerek kitle imha silahlarına sahip olunmasını engellemekti. Bu öncelikler çerçevesinde politikalar oluşturan ve Ortadoğu’da herhangi bir devletin güçlenerek diğerlerini tahakkümü altına almasını önlemek, ayrıca bölgedeki hegemonyasını sürdürmek isteyen ABD’nin Ortadoğu politikasına en önemli itiraz ve meydan okumalar Kıta Avrupa’sının iki önemli ülkesi olan Fransa ve Almanya ile onların liderliğindeki AB’den gelmiş fakat bu ABD hegemonyasına karşı güçlü bir tepki olamamıştır. Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi hâlihazırda bölgede ABD ile denge mücadelesine girecek SSCB gibi ikinci bir süper güç te yoktu. SSCB’nin varisi olan Rusya kendi iç sorunlarına yoğunlaşmıştı ve en azından şimdilik Ortadoğu’da rekabete girecek bir durumda değildi. Bölgedeki diğer ülkeler, kendilerini Irak tehdidinden kurtardığı için ABD’ye karşı minnet duyuyorlardı. 1948’den beri İsrail’le savaşan Filistin, Körfez savaşında Irak’ı desteklemiş olmanın verdiği pişmanlık nedeniyle zor bir duruma düşerek yalnız kalmış, çareyi çözüme yönelik umutların arttığı yeni dönemde İsrail ile barış sürecine girmekte bulmuştu. Saddam’ın önderliğindeki Irak hedef tahtası haline gelmekle kalmadı ülke birçok yerde fiilî denetimi de kaybetti. Neticede 1979 Devriminden sonra Irak’la İran’ı çevrelemeye çalışan ABD, birbirine karşı kullandığı bu ülkelerin ikisini birden güvenliği tehdit ettikleri gerekçesiyle çifte kuşatma altına almaya başlamıştır. 

1990’lı yılların başında Türkiye, ABD politikalarına paralel, Batıyla uyum ve işbirliği içinde bir Ortadoğu politikası izleyen bir ülke görünümü vermekteydi. Zaten ABD’li dış politika yapıcıları da Soğuk savaş sonrası yeni dönemde içine kapanık bir Türkiye görmek yerine bölgesindeki gelişmelerde aktif bir rol oynayan Türkiye’yi arzuluyorlardı.  İç ortam ve dinamikler, Özal faktörü ve ekonomideki endişe verici durum, Türkiye’yi soğuk savaş sonrası dönemde jeostratejik ve jeopolitik olarak tekrar kendini ispat etmeye yönelik “aktif dış politika ”ya yöneltiyordu. Özal, “aktif dış politika” sayesinde, Türkiye’nin stratejik açıdan hâlâ önemli bir ülke olduğunun anlaşılacağını, ABD’den ticari ve ekonomik avantajlar sağlanarak bunun iç ekonomiyi iyileştirmeye yardımcı olacağını düşünüyordu. Ayrıca Körfez Krizinde aktif rol alınırsa, savaş sonrasında Suudi Arabistan, Kuveyt, Irak gibi körfez ülkelerinden ekonomik kazançlar sağlanabileceği, AB’ye girişin daha kolay bir hale geleceği de Özal’ın başlıca argümanlarıydı.  1980-88 İran-Irak Savaşında aktif tarafsızlık politikası yürüten Türkiye’nin aynı tarafsızlığı göstereceğini sanan Irak, Türk Dışişleri Bakanlığı ve MGK’nın Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini talep eden kararı karşısında şaşkınlığa uğramıştır. Bununla birlikte BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’a ekonomik ambargo uygulanmasını öngören 6 Ağustos 1990 tarih ve S/RES/661 sayılı kararını onaylayan Türkiye, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının birini kapatmış, ikinci orduya bağlı 180.000 askerini Irak sınırına yığmış ve İncirlik hava üssünü Amerikan uçaklarına açmıştır.  Bütün bunlar Türkiye’nin ABD’nin yanında yer alan aktif bir dış politika izlediğini ve tarafsız dış politika izlemeyi bıraktığını göstermiştir.

ABD Başkanı Bush ile telefon diplomasisi  yürüten Özal, Ortadoğu haritasının yeniden çizileceğini, Saddam’ın devrileceğini, Türkiye’nin aktif davranarak Ortadoğu pastasından daha büyük bir pay alabileceğini iddia ediyordu. Özal’ın bununla kastettiğinin Musul ve Kerkük olduğu ise herkes tarafından biliniyordu.  Özal’ın “bir koyup üç almak” şeklinde formüle ettiği Irak’a askerî harekât düzenlenmesi girişimi, onun dış politikayı tek başına yönlendirmek istemesine ve üslubuna karşı çıkanlarca engellenmeye çalışılmıştır. Nitekim Dışişleri Bakanı Ali Bozer, 11 Ekim 1990’da, Millî Savunma Bakanı Safa Giray 18 Ekim’de ve askeri harekâta başından beri karşı çıkan Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ise 3 Aralık’ta (1990) istifa ederek duruma tepkilerini en üst perdeden gösterdiler. Yine iç politika-dış politika etkileşimi bağlamında meseleye bakacak olursak, kimi çevrelerce Özal’ın aslında Musul-Kerkük’e girmeyi gerçekte düşünmediği, bunu kamuoyunda böyle bir hava yaratarak popülaritesini ve iç politikadaki etkinliğini artıracak bir argüman olarak kullandığı tezinin ileri sürüldüğünü görmekteyiz.  Neticede Genelkurmay, muhalefet ve kamuoyu baskısı nedeniyle Özal’ın Musul-Kerkük’ü alma fikirleri “gerçekleşmemiş senaryo” olarak kalırken, Türkiye aktif destek verdiği Körfez Savaşının bedelini en ağır ödeyen ülke olmuştur. Türkiye siyasal ve ekonomik açılardan büyük sorunlarla baş etmek durumunda kaldı. Irak’a uygulanan ambargo yüzünden 10 yıl içinde Türkiye’nin kayıpları 100 milyar dolara ulaşmıştır. Ayrıca transit gelirin durması, Irak’la yapılan sınır ticaretinin kesilmesi Güneydoğu Anadolu bölgesinde işsizlik ve ekonomik sorunlara yol açmıştır. Bu ekonomik sorunlar Kürt sorununu derinleştirerek PKK’yı güçlendirmiştir. Körfez Savaşından sonra Saddam’ın otoritesini zayıflaması ve Kuzey Irak’ta güç boşluğunun oluşması PKK’nın buraya yerleşerek üslenmesine yol açmıştır. Neticede Kuzey Irak bölgesinde üs tutan PKK, Türkiye’ye yönelik terörist faaliyetlerini artırmaya başlamıştır. 

17 Ocak 1991’de ABD öncülüğündeki İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerden oluşan koalisyon güçlerinin önce hava operasyonu ardından da 24 Şubatta “Çöl Fırtınası” (Operation Desert Storm) adındaki kara harekâtıyla gelişen Irak’a müdahaleyi Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar gibi bölge ülkeleri olumlu karşılamış ve koalisyona katılmıştır. Savaştan en kazançlı çıkan ülke ise kuşkusuz yeni global sistemin hegemon gücü ABD olmuştur. Savaşın maliyetini Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya ve Japonya gibi ülkelere yükleyen ABD bu savaş sayesinde soğuk savaş döneminden kalan demode ve silahsızlanma anlaşmaları gereği elinden çıkarmak zorunda olduğu silahları burada kullanarak eskimiş mühimmat ve silah sistemlerinden bu sayede büyük ölçüde kurtulmuştur. Yine Saddam’ı devirme imkânı olmasına rağmen “şimdilik” devirmeyerek onu diğer Arap devletlerinin gözünü korkutmak, bu yolla bölgeye silah satarak pazar açmak stratejisini kullanmıştır. Bu savaş sonunda Irak’ı fiilen üçe bölen ABD bu ülkenin petrol ihracını sultası altına alarak küresel petrol piyasasını denetleme imkânı elde etmiş ve kendisinin lider olduğu “yeni dünya düzeni”nin kurulduğunu da ilan etmiştir. Aslına bakılırsa 1990’lı yılların diğer gelişmeleri ışığında ABD’nin lanse ettiği yeni dünya düzeninin yeni küresel güvenlik tehdit formlarının ortaya çıkmasıyla bir “yeni dünya düzensizliği” olduğu çok geçmeden anlaşılmıştır. 

Körfez Savaşının 1991-2001 dönemi Türk dış politikasını etkileyen diğer bir önemli yönü ise Türkiye’nin bir iç güvenlik sorunu olarak gördüğü Kürt Sorunu ve siyasal İslam (irtica) gibi konuların dış politika yapımını etkileyen faktörler olarak belirmesidir. 1990’lı yıllar boyunca Kürt Sorunu ve PKK, Türkiye’nin Suriye ve İran ile olan ilişkilerine de yansımıştır. Bazı Türk yetkililer Türkiye’nin İran’ın Kürt milliyetçiliğini desteklediği iddialarına yer vererek ayrıca Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişinde İran’ın parmağı olduğu ifadelerini ima ettiler. Bu da İran’la olan ilişkilerde gerilimin artmasına neden olmuştur. 

Körfez Savaşı sonrasında bölgenin giderek istikrarsızlaşması Türkiye’nin dikkatlerini buraya yöneltmesine neden olmuş ve Soğuk Savaş sonrası yeni düzende 1990’lı yıllar Türkiye’nin giderek Ortadoğu sorunları içine çekildiği bir dönem olarak belirmiştir. 1990’lı yılların başında iki kutuplu sitemin sona ermesiyle fırsatlar sunan bir bölge olarak değerlendirilen Ortadoğu’nun giderek krizler ve tehditler üreten bir coğrafya olduğu anlaşılmıştır. Bu dönemin başında Türkiye’yi Ortadoğu’da en çok rahatsız eden şey Kuzey Irak’ta ABD’nin Kürt devleti senaryolarıyla burada etkinlik alanı kazanan PKK terör örgütü olmuştur. Keza 1988’de İran-Irak savaşı sonrası Saddam’ın Halepçe katliamından kaçarak Türkiye’ye sığınan Kürtler ülkenin doğu ve güneydoğusundaki Kürtlerin etnik bilincini tetiklemiş bu da 1990’lı yılların başında giderek artan bir Kürt realitesini ülkenin gündemine sokmuştur. Tabii bölgede Türkiye’yi etkileyen sorunlar bununla da sınırlı değildi. PKK’nın Bekaa Vadisinde kamplarının olduğu ve terörist başının burada gizlendiği istihbaratı doğrulanınca Suriye ile, irtica kapsamında da İran ile ilişkiler giderek bozulmaya başlamıştır. Bununla birlikte Arap devletlerinin bölgedeki istenmeyen komşuları olan İsrail ile ilişkiler diğer ülkelerle ters oranda gelişmeye başlamıştır. Körfez Savaşının ardından Türkiye, özellikle Irak’ın kuzeyinde yoğunlaşan de facto Kürt otonomisi sebebiyle ciddi güvenlik endişeleri duymaya başlamıştır. 

Körfez Savaşının ardından imzalanan ateşkes anlaşmasından sonra Irak’a uygulanan ambargo devam ettirilirken BM şemsiyesi altında oluşturulan bir komisyona (UNSCOM: United Nations Special Commission) Irak’taki kitle imha silahlarının varlığını denetleme görevi verilmiştir. Böylelikle çifte kuşatmanın Irak ayağı gerçekleştirilmiş, Irak uluslararası koalisyon güçlerinden oluşan askeri kuvvetle fiziki ve BM çatısı altındaki hukuki/teknik girişimlerle de ekonomik ve sosyal açılardan tecrit edilmiş oluyordu.  Yine savaşın hemen akabinde uzun yıllardır Saddam diktatörlüğünün baskısı altında yaşamış olan Kuzey Irak’taki Kürtlerle Güney Irak’taki Şiiler ayaklanarak rejime başkaldırdılar. Saddam ülkedeki bu etnik ayaklanmaları ağır silahlar kullanarak kanlı bir biçimde bastırırken Körfez Savaşıyla Saddam’ı devirme imkânı olmasına rağmen, ondan daha iyi bir alternatif bulamadığı ve çıkarları bölgede bir diktatörün devamını gerektirdiğinden, devirmeyen ABD ve bölgede ikinci bir Şii devleti görmek istemeyen körfez ülkeleri de (Suudi Arabistan) bu katliam karşısında sessiz kalmışlardır. Saddam’ın zulmünden kaçan Kürt ve Şii gruplar Türkiye ile İran sınırına ve bu sınırlardaki dağlık bölgelere iltica etmek zorunda kaldılar. Bu kıyım ve katliam karşısında sessiz kalamayan Türkiye harekete geçerek Fransa ile birlikte BM’yi acil toplantıya çağırmış ve BM Güvenlik Konseyi Irak’tan sivil halka karşı yapılan şiddetin derhal durdurulmasını isteyen bir karar almıştır. Türkiye Cumhurbaşkanı Özal’ın bölgede yaşanan dram karşısında “güvenli bölge”(safety areas) oluşturulması çağrısı üzerine Güvenlik Konseyi S/RES/688 (1991) sayılı insani müdahale kararını alarak Irak’ta 36. paralelin kuzeyi ile 32. paralelin güneyini uçuşa yasak bölge ilân etmiştir.  

Daha sonra bu uçuşa yasak bölge 33. paralele kadar genişletilerek “Huzur Harekâtı” na (Operation Provide comfort) ve “Çekiç Güç”’e (poised hammer) temel teşkil etmiştir. Türkiye bu karara destek vererek uçuşa yasak bölgelerin denetimi için havalanan koalisyon kuvvetleri (ABD-İngiltere-Fransa) uçaklarına İncirlik üssünü kullanmaları için izin vermiştir. Türkiye’nin isteği ve önerisiyle başta tamamen insani kaygılar temelinde oluşturulan Çekiç Güç bir süre sonra ne yazı ki Türkiye’nin aleyhine işlemeye başlamıştır.  Kuzey Irak’ta merkezi otoritenin çekilmesiyle oluşan güç boşlukları özellikle iki Kürt partisi (Celal Talabani önderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği Partisi/KYB ve Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi/KDP) tarafından doldurularak fiili yönetim bir süre sonra bu grupların eline geçmiştir. Bu durum Irak’ın egemenliğini sınırlarken Türkiye güvenlik kaygıları nedeniyle kimi zaman Celal Talabani ve Mesut Barzani ile işbirliği yaparak PKK terör örgütüne karşı 1992, 1996 ve 1998 yıllarında sınır-ötesi operasyonlara girişmiştir. Türk ordusu burada ateşkesin uygulanması dâhil olmak üzere bölge güvenliğinde aktif rol almıştır. 

Soğuk Savaş sonrasında hegemon güç ABD tarafından “güçlendirilmiş stratejik ortak” (enhanced partnership) olarak adlandırılan Türkiye, soğuk savaş döneminden beri devam ettirdiği Batı ile ittifak içerisinde olma politikasının Ortadoğu’da kendisi için hiç de kazançlı olmayan sonuçlar doğurduğunu çıkarsamıştır. Çünkü öncelikle Körfez Savaşı sonucunda uçuşa yasak bölge oluşturma, ekonomik ve ticari ambargolar koyma ile somutlaşan Batı’nın Irak ve Ortadoğu politikası Türkiye’nin ulusal güvenliği için yeni tehdit unsurları ortaya çıkarmıştır. Sovyet tehdidinin ortadan kalktığı ve Batı ile ittifakın Türkiye’nin ulusal güvenliğine halel getirmeye başladığı bir dönemde özellikle Batı ile olan ilişkiler ve Batılı kimlik algısı yeniden tartışma konusu olmuştur. Ayrıca yukarıda ifade ettiğimiz üzere İsrail’le geliştirilen üst düzey ilişkiler bu dönemde İran ve Arap ülkelerinin tepkisini çekmiş, iki ülke arasındaki stratejik işbirliği 1997’de yapılan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Zirvesinde üye ülkelerce sert biçimde eleştirilmiştir. 

Türkiye Batılı kimliğini kullanarak ürettiği politikaların özellikle Ortadoğu coğrafyasında tepki çekmesi üzerine tehdit algılamaları ve kimlik tanımlamaları bağlamında özellikle 1990’lı yılların sonuna doğru dış politikada yeniden “çok boyutlu” arayışlar içerisine girmiştir. Ancak burada bir anekdot olarak 1996-97 döneminde Türkiye’yi Batıdan uzaklaştırmaya ve İslam dünyasıyla yakınlaştırmaya dayanan Başbakan Necmettin Erbakan döneminin Ortadoğu politikasını da anmak gerekir. Biraz da iç politik gayelerle dini olgulara referansla hareket eden Erbakan bu dönemde Arap ve İslam toplumundan beklenen ilgiyi görmemiş, Libya gezisi ve Kaddafi ziyareti krizle sonuçlanırken Mısır ve Suudi Arabistan ise güvenilir bulmadıklarından dolayı kurulacak bir “İslam birliği” ile siyonizmin sömürüsünden kurtulma teklifine sıcak bakmamışlardır.  Erbakan liderliğindeki Refahyol iktidarının Ortadoğu politikasındaki bir diğer önemli öğe İran’la olan ilişkilerdi. İran’ın ideolojik anlamda bir tehdit unsuru oluşturması ve el altından PKK’ya destek verdiği iddiaları ikili ilişkilerde istikrarsız bir tablo çizmekteydi. Refahyol iktidarının ardından Bülent Ecevit Başbakanlığındaki dış politika döneminde de İran’la ilişkiler krizlerin hâkim olduğu bir görünüm arz etmiş ve uzun bir süre de öyle kalmıştır. 1979-İslâm İnkılâbının ardından uluslararası sistemde yalnız kalan İran bölgede Rusya ve Çin gibi müttefikler edinmekte geç kalmadı. İran aslında ABD’nin çifte kuşatma politikasının kapsamında olan bir ülkeydi ve Irak’ın tecridinden sonra sıra İran’a da gelmişti.  İran aslında kendisiyle sekiz yıl savaşan rakibi Irak’ın bertaraf edilmesine sevinmiş ancak bir yandan da bölgede giderek artan Amerikan etkisinden de rahatsız olmaya başlamıştı. Ancak 1990’lı yılların ortalarından itibaren ABD’nin Irak ve İran’ı çifte kuşatma politikası sorgulanır hale gelmiş ve kendi kamuoyu tarafından bile desteklenmez olmuştu. Hatta ABD yönetiminde etkin olan Cumhuriyetçiler bu politikayı eleştirerek Clinton yönetiminin başarısız uygulamalarından biri olarak nitelemişlerdir. ABD’nin Ortadoğu politikasından memnun olmayan müttefikleri zaman geçtikçe bu duruma tepkilerini göstermeye başlamışlardı; Fransa Çekiç Güç’ten çıkarken BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri olan Rusya, Çin ve yine Fransa Irak’a uygulanan ambargo ve yaptırımların sona ermesini dile getirmiştir. Bu kapsamda İran’ın kuşatılması da müttefiklerin desteğini alamadı. Aksine AB diplomatik ve müzakereci kanalları kullanarak ABD’nin tersine bu ülke ile “eleştirel diyalog” ve “yapıcı bağlantı” politikaları adında ilişkileri geliştirmeyi denemiştir. 

1990’lı yılların başından beri özellikle artan terör ve PKK sorunuyla birlikte Ortadoğu’yu güvenlik kaygıları doğuran bir coğrafya olarak değerlendiren Türkiye’nin İran’la olduğu gibi Suriye ile ilişkilerindeki en büyük sorun PKK’ya verilen destekti. Suriye ile hâlihazırda var olan ve çözüm bekleyen su sorununun yanına bir de terör sorunun eklenmesi ilişkileri iyice kötümser bir havaya sokmuştur. Özellikle terörist başı Abdullah Öcalan’ın Suriye’nin Bekaa vadisinde saklanmakta olduğu ve bu bölgede terör örgütünün eğitim kamplarının bulunduğu iki ülke arasındaki gerilimi iyice artırmıştır. Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanının gerekirse askeri kuvvet kullanılacağına dair mesajlar vermesi üzerine iyice gerilen ortamı düzeltmek için harekete geçen Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve İran Dışişleri Bakanı Harrazi tarafları uzlaştırmak için mekik diplomasisine giriştiler.  Neticede artan baskı üzerine Suriye Abdullah Öcalan’ı topraklarından çıkarmış, terörist başı düzenlenen bir operasyonla Türkiye’ye getirilmiş, Suriye ile Ekim 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı ile hem ilişkiler normal seyrine dönmüş hem de Türkiye’nin Ortadoğu politikası terör ve güvenlik eksenli gerilimli karakterinden sıyrılıp işbirliğine doğru bir hal almaya başlamıştır. Bu sayede güvenlik kaygıları azalan Türkiye’nin “bölge merkezli dış politika” takip etmesi olanaklı hale gelmiş ve bölge ülkeleriyle siyasal ve ekonomik ilişkiler gelişme göstermiştir. 

Ortadoğu’da 1990’lı yıllar boyunca ABD’nin küresel politikadaki kendi hegemon rolüne atfen George Bush döneminde başlayan yeni bir Ortadoğu yaratma stratejisi Clinton ile de devam etmiş, Clinton yönetimi Ortadoğu stratejisine yeni unsurlar ekleyerek onu üç temel üzerine oturtmuştu: Arap-İsrail barışı, çifte kuşatma politikası ve bölgede gerçekleştirilecek sosyo-ekonomik reform. Körfez savaşı sonrasında oluşturduğu kriz koalisyonunu korumak ve bölgeye çeki-düzen vermek isteyen ABD bunun yolunun Arap-İsrail barışından geçtiğinin çok iyi farkındaydı. Bunun için de Sovyet sonrası dönemde barıştan başka pek bir alternatifi kalmayan ve Körfez Savaşı boyunca Saddam’ı desteklediği için bölgedeki Arap ülkelerince boykot edilen, barıştan başka pek bir alternatifi kalmayan Filistin’le uzlaşması için Likud yönetimine baskı yapmaya başlamıştır. 1991’de toplanan Madrid Konferansı Soğuk Savaş sonrası dönemde barış umutlarının yeşerdiği bir girişim olarak başladıysa da kısa sürede klasik sebeplerden dolayı tıkandı. Ancak uzlaştırma girişiminden vazgeçmeyen ABD bu defa Norveç’in arabuluculuğunda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcileri ile İsrail’de iktidara gelen İşçi Partisi’nin görüşmeler sonucunda vardıkları çerçeve anlaşması olan “İlkeler Bildirgesi’ni destekledi. Madrid Konferansı çerçevesindeki görüşmelerin de devam etmesine çalışan ABD bu yolla Ortadoğu politikasının Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş sonrası döneminin değişmeyen ilkesi olan İsrail’in varlığını ve normal bir aktör olarak bölgede kabullenilmesini sağlamaktaydı.  

Türkiye ise bu dönemde İsrail ile ilişkileri geliştirirken F-4 savaş uçaklarının modernizasyonu anlaşması başta olmak üzere İsrail’le teknik, ekonomik birçok anlaşma imzalamıştır. Ayrıca 1996’da Süleyman Demirel Kudüs’e bir ziyaret gerçekleştirerek İsrail’i Cumhurbaşkanı düzeyinde ziyaret eden ilk Türk devlet adamı oldu. Türkiye’nin İsrail’le olan bu yakınlaşması yukarıda da değindiğimiz üzere Arap ülkelerinin tepkisini çekerken İsrail’le olan ilişkiler de Soğuk Savaş sonrası dönemde sadece işbirliği perspektifinde yürümemiştir. Özellikle Türk kamuoyundaki İsrail algısı din ve ideoloji temelinde kötümser ve hasmane duygular taşıyordu. Gazze’nin bombalanması ve Filistinlilere yapılan zulüm iç politikada tepki toplarken İsrail’in Türkiye’deki Kürt sorununa yaklaşım tarzı ve Suriye ile ilişkilerdeki su sorununa getirdiği bakış açısı ikili ilişkilerdeki başlıca ihtilaf alanlarıydı. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder