8 Kasım 2017 Çarşamba

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 3


YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE  BÖLÜM 3



1 OTURUM

TÜRKİYEDE YOLSUZLUĞUN BOYUTLARI, NEDENLERİ VE ALINACAK TEDBİRLER OTURUM BAŞKANI   

_ TINAZ TİTİZ
    Beyaz Nokta Vakfı Başkanı

KATILIMCILAR

-       Ş. BÜLENT YAHNİCİ MHP Genel Başkan Yrd.
- MEHMET ELKATMIŞ Fazilet Partisi Milletvekili
- FİKRİ SAĞLAR Kültür Eski Bakanı
- YALÇIN BAYER Gazeteci
- TUNCAY ÖZKAN Kanal D Genel Yayın Yönetmeni
- TINAZ TİTİZ (Oturum Başkam)

İki panel konusundan birincisi Türkiye'de yolsuzluğun boyutları, nedenleri ve alınacak tedbirler. İki saat otuz dakika süremiz var. Söz sırası olarak böyle bir sağdanbir soldan karışık olarak gideceğim. Sürelere tam riayet edilmesini özellikle istirham ediyorum. İlk sözü Sayın Şevket Bülent YAHNİCİ beyefendiye veriyorum. 

Buyurun Sayın YAHNİCİ söz sizin.

- ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ (MHP Genel Başkan Yrd.)

Teşekkür ediyorum. Öncelikle Ankara Ticaret Odasının yöneticilerine yolsuzluğun hat safhaya çıktığı ve boyutlarının Türkiye sınırlarını aştığı bir noktada konusu 
bu olan bir paneli düzenledikleri için teşekkür ediyorum. Yolsuzluk bir ekonomik hadise. Yolsuzluk ekonomisi de işin gerçeği ve boyutu. 

Yani bir ülkeye kabus gibi çöktüğü anda adı yolsuzluk ekonomisi diye vasıflandırılabilecek bir hal alıyor. Yolsuzluk ekonomisi dediğiniz anda akla ilk gelen hadise kara para, kayıt dışı para, kayıt dışı ekonomi. Bunu muhtelif ekonomistler muhtelif rejimlerle ilgili ele alıp dile getirdiklerinde herhangi bir ülkede bunun boyutlarının hangi oranlarda, ölçülerde olduğu hep tartışıla gelmiştir. O hangi orana, hangi ölçeğe geldiğinde ekonomi nasıl etkilenir? Tartışıla gelmiştir. Mesela komünizm sonrası Rusya'sı bu manada dünyadaki en büyük örneklerden birisi olarak gözüküyor. Bir ölçüde dikta rejimi diyebileceğimiz sistemler, kara para trafiğini, yolsuzluk ekonomisini kendi iç bünyelerinde örtüyorlar ve işi idare ediyorlar ama demokratik ülkelerden işin yansıması daha farklı oluyor. Şimdi İran'a bakınız. Belki dünyanın 
en büyük ölçüdeki yolsuzluk ekonomisi sistemlerinden birisini yaşıyor. 

Zaman zaman dünyanın muhtelif ülkeleri aynı boyutta bu işleri yaşadılar. Yüzde ellilere, yüzde altmışlara varan ölçülerde kayıt dışı ekonominin varlığından söz 
ediliyor bu sistemlerde. Ama her nedense sistem bir türlü yıkılmıyor, çökmüyor, bir şekil alıyor ve bu şekle uyarak devam ediyor. Antidemok-ratik sistemlerde bu belki normal olabilir ama demokratik sistemlerde işin boyutu çok farklı. Bizim ülkemizde yolsuzluk ekonomisine gelişte ve yoksulluğun bu hale gelişinde en önemli problem gelir dağılımı adaletsizliğin ve yoksulluğun ulaştığı büyük boyutlardır. Gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluk bu boyuta ulaşınca yolsuzluk da çok önemli bir milli problem haline gelmiş bulunuyor. Yolsuzluk problemi, hukuk devleti ve adaletin yara almasına sebep olmuştur. Toplumdaki güven ve huzuru yok etmiştir. 
Yolsuzlukların toplum hayatımızı, demokratik rejimimizi, ahlaki değerlerimizi tahrip etmesi neticesinde, yolsuzlukla mücadelenin milli bir siyaset konusu olarak ele alınması şart hale gelmiştir. Özellikle son yirmi yıldır ülkemizde uygulanan ekonomik politikalardaki yanlışlıklar, başarısızlıklar yoksulluğun artışını temin edici faktörler olmuştur. Bununla birlikte en önemli iki hadise; birisi siyasi diğeri ahlaki yozlaşma yolsuzluğun boyutlarını büyütmüştür ve artık konu bir "toplumsal kanser" olarak adlandırabileceğimiz büyük bir sorun halindedir. Kişisel çıkarları milli menfaatlerin önüne koyan, kapalı kapılar ardında ihale pazarlıkları yapan, iş takipçiliğini, köşe dönmeciliği, rüşveti, kayırmacılığı, haksız zenginleşmeyi yol edinen ve bütün bunları yapan kişi ve kurumlar iş bilirlik ve iş bitiricilik olarak vasıflandırılır iken, alın teriyle dürüst bir şekilde geçimini temin etmeye çalışmak ise beceriksizlik hatta aptallık olarak görülmeye başlanmıştır. 
Toplumun temel yarası buradadır. Yani yolsuzluk had safhadadır ama yolsuzlukla ilgili toplumun refleksine baktığımızda problem aslında o reflekste yatmaktadır. 
Yani bu işi yapanlar toplumun muteber kişileri halindedirler. Belli bir müddet ellerine kelepçe vurulabilmekte, mahkemelere çıkarılabilmekte, cezaevlerine 
sokulmaktadırlar. Ama bu boyutta yolsuzlukları yapan kişiler belki de yaptıkları yolsuzluğun neticesinde ceza olarak kendi karşılarına koyduğumuz hadiseyi kabul ederek bu işe başlamaktadırlar. Yani ceza sistemimiz aslında yolsuzluğu engelleyici ve önleyici bir sistem olmaktan çıkmış haldedir. Problem buradadır. 
Bir caydırıcılığı yoktur. Kaldı ki bu insanlar topluma yeniden çıkıp ortalığa düştüklerinde toplumun muteber kişileri olabilmektedir. Toplumun bu kişileri dışlama bu kişileri kabul etmeme gibi bir durumu da yoktur. Onları sık sık her an bütün işleri yapan bu boyutta işleri Türkiye'de gerçekleştiren kişiler olarak televizyonlarımızın magazin programlarında sık sık görürsünüz. Adam yemesinden bir şey kaybetmemiş, dağda kayağa gidiyor, gece kulüplerinde geziyor, muteber, itibarlı kişidir ve buna karşı bu işleri yapmayan insanlar ise beceriksiz ve aptal kişilerdir. "Benim memurum işini bilir", "anayasayı bir kere ihlal etmekle bir şey olmaz", "verdimse ben verdim",  "odacım bile rüşvet alıyor" gibi siyasetçilere ve bürokratlara ait sözler, balık baştan kokar atasözlerini doğrular niteliktedir. Ben avukatlık yaptığım sıralarda bir başsavcı vardı Ankara'da. Adam öğleden evvel adliyede oturuyordu, öğleden sonra cezaevinde dam altında oturuyordu. Cezaevinin de ayrıca savcısı vardı. 

Bir gün dedim ki "siz ne arıyorsunuz burada?". Orada ne kadar yasa dışı insan varsa onlarla tavla oynuyor ve cezaevinde hangi koğuşta kimin yatacağına, 
tavla oynadıkları karar veriyor. Başsavcı veya savcı karar vermiyor. Bu kişi rahmetli oldu gitti, bu kişiye sorduk bu adalet mekanizmasındaki rüşvet nedir, neyin nesidir, biz avukatız, avukat olarak dosyayı almak en tabii hakkımız. Avukatın bir dosyayı okumasından ve o dosyanın içinden herhangi bir evrakı almasından daha tabii bir şey olabilir mi? Hayır. Ama dosyayı almanın bir bedeli var, dosyanın içinden belgeyi almanın da bir bedeli var adliyede. Bunları yaşayarak geliyoruz. Onun için ifade ediyorum. Türkiye'de özelleştirme uygulamalarında ihale teklif zarflarının açıldığı yerler tartışılmıştır, banka olaylarında mafya-iş adamı-siyasetçi ilişkileri hükümetleri düşürmüştür. Ama bütün bu işler vatandaşlarımızın ülkemizi yönetenlere ve devletin kurumlarına olan güvenini sarsmıştır. 

Problem buradadır. 

En ufak bir selde müteahhit hatası ve malzemeden çalmaktan dolayı yıkılan köprüler, düşük şiddetli bir depremde yıkılan kamu binaları, hafif bir fırtınada yıkılıp çocuklarımızın ölümüne sebep olan okul çatıları ve yapıldıktan kısa bir süre sonra çöken yollarımız, denetimsizlik ve "devletin malı deniz" sözüne verilebilecek çarpıcı, somut örneklerdir. Yargı sistemimizde eksiklik vardır, yetersizlik vardır ve ülkemizi yönetenlerin vurdumduymazlıkları toplumumuzda artık bu tür yolsuzlukların yapanın yanına kar kalacağı kanaatini oluşturmuştur. En önemli tehlike boyutu da işin yapanın yanına kar kalacağı inancının büyük ölçüde yayılmış olmasıdır. Meclis çatısı altından girmiştir yolsuzluk, Meclisin koltuklarına kadar uzanmıştır. Toplumumuzun bu yüce kuruma olan saygı ve güvenini azaltacak boyutlara gelmiştir. 

Yolsuzlukla mücadele etmek ve milletimize somut çözümler sunmak böyle projeler getirmek aynı zamanda bu ülkeyi sevmenin, vatanseverliğinde bir sonucu olmalıdır. 
Eğer bu ülkeyi seviyorsak, eğer 'vatan severiz' diye geziyorsak o zaman bütün bunlarla anlaşarak müşterek bir davranış beraberliği getirmek zorundayız. 
Bütün bunları söyledikten sonra yolsuzluğun sebebi ne olabilir? Yolsuzluğa çare ne olabilir? Araştırmak lazım. Sebep nedir? Birinci sebep; adalet sistemidir. 
Adalet sisteminin uygulamada kafi gelmeyişi özellikle bazı konularda rüşvetin ve haksızlığın çok ciddi manada ceza göremeyişi gibi adalet sisteminden gelen 
sıkıntılar vardır. İkinci sıkıntı etkin denetim sıkıntısıdır. Türkiye'de yargı, yasama ve yürütme denetime tabidir. Yargının denetim mekanizması, yasamanın denetim mekanizması, yürütmenin de¬netim mekanizması ortadadır. Bunun dışında diğer denetim mekanizmaları dediğimiz mekanizmalarda vardır. Ama bir etkin denetim problemi olduğu açıktır. Diğer bir problem; adam kayırma, rüşvet ve haksız mal edinme problemidir. Bunun da yolsuzluk boyutunu arttırıcı bir faktör olduğunu düşünüyorum. Diğer bir ana başlık; siyasi yozlaşmadır, diğer bir ana başlık; ise ahlaki yozlaşmadır. Bütün bunları bir sistematik içinde bakacak olursak Türkiye'deki yolsuzluk hadisesinin temel sebepleri olarak görebiliriz. Sebepleri ortaya koyduğumuzda çare arayışına girebiliriz ki çare arayışında da cevaplar aslında sebep-lerin karşılığıdır. Adalet sisteminin düzeltilmesi, etkin denetim mekanizmasının gerçekleştirilmesi, adam kayırma, rüşvet ve haksız mal edinme problemine çare bulunma, siyasi yozlaşmanın önlenmesi ve ahlaki yozlaşmanın önlenmesi diye bir çareler sistematiği getirdiğimizde de sebeplere karşı yapılması gerekene varırız diye düşünüyorum. Adalet sistemi bugün tıkanmış durumdadır. 

Dava sayıları ile ilgili problem ortadadır. Bu problemin büyük bir halde yaşanıyor olması adaletin gecikmesini, toplumun adalete olan inancını ve devlete olan güvenini olumsuz yönde etkilemektedir. Vatandaş adalet sistemi yerine hakkını adalet dışı, yasa dışı yerlerde arar durumdadır. İşte bu manada bir sokak mafyasının ortaya çıkması ve yasa yerine hakim unsur haline gelmesi hadisesi yaşanmaktadır. Yargı bağımsızlığının sağlanması önemli bir hadisedir. Hakim ve savcılar yüksek kurulunda yürütmeyi temsilen Adalet Bakanının başkam olarak yer alması ama diğer üyelerin doğrudan yüksek yargı organlarınca belirleneceği ve sistemin hakim ve savcılar yüksek kurulunun özerk bir yapıya kavuşturulması ile işletileceği bir hale getirilmesi uygun olacaktır diye düşünüyorum. Kanun önünde herkese hak arama hürriyeti tanınması ve de-mokratikleşmenin bu hak arama hürriyetinin eşit bir şekilde kullanılmasının sağlanması gerektiği inancındayım. İdare kapalı kapılar arkasında yolsuzlukların yapıldığı bir yapıdan kurtarılarak, idari yargının iş yükünün hafifletilmesinin sağlanması ve insanımıza hukuk güvenliği imkanının getirilmesi gerekmektedir. Yasaların herkes tarafından anlaşılır şekilde sadeleştirilmesi ve güncelleştirilmesi şarttır. Sonuçta, baklava çalan çocuklara çok ağır cezalar verilirken devleti trilyonlarca zarara uğratanlara komik cezalar verildiği gerçektir. Suç ve ceza arasında orantılılık ilkesi maalesef uygun bir denge halinde ve kamu vicdanını rahatlatacak bir şekilde uygulanmamaktadır. Şimdi bankaları soyanlarla ilgili son günlerde kamu oyundaki tartışmaya temas etmek istiyorum, kısaca. Efendim; kurtarıyorlar diye başlık var gazetelerde. Adam yüz milyon dolar götürmüş, yüz elli milyon dolar götürmüş, yüz milyon doları getirse bırak gitsin. Yani getirsin de gitsin. Efendim kurtarma, niye kurtarma diye bunu, ben gerçi bu tartışmanın tarafında "MHP'nin bu işe kar¬şı çıktığı" yazılıyor bir yandan da teklif getiriliyor, MHP karşı çıkıyor diye. Doğru bencezanın çekilmesi gerektiği inancındayım, ceza hukukçusu olarak. O ayrı bir hadise. Cezayı çektirelim adama ama zaten yatıracağımız 
bir sene, iki sene, üç sene. Üç sene sonra adam çıkıp beyler, paşalar gibi bu toplumda geçecek olduktan sonra, bu parayı devlete ödemeyecek olduktan sonra, yetimin hakkını geri iade etmeyecek olduktan sonra... Sayın Başkanın dediği gibi, bırakalım bu parayı getirecek bir sistemi koyalım ortaya. Ya da bu cezaları zaten çok had safhada fazlalaştıralım ki caydırıcılığı olsun, cezaların caydırıcılığı da yok. Yüz elli milyon doları götüren bir adam Türkiye'de iki sene yatmayı göze alır. Zaten netice öyle. Hızlandırılmış ve etkin yargılama süreci, adli polis teşkilatının kurulması gibi konular, adalet sisteminin düzeltilmesinde etki sağlayacaktır. Bir konu daha; Memurun Muhakematı Hakkında Kanun da mutlaka düzenleme yapılması gerekmektedir. Etkin denetim sistemi oluşturulması ile ilgili hadiseye bir kısa göz atmak lazım. Yargı denetimi malum mahkemeler, yasama denetimi, meclis soruşturması, meclis araştırması, gensoru, genel görüşme yoluyla Meclis tarafından yapılan bir hadisedir. Fakat bunun dışında; Başbakanlık, Yüksek Denetleme Kurulu, Sayıştay vesaire gibi denetleme birimleri vardır. Yürütmenin denetimi ile ilgili teftiş ve hesap uzmanlık kurumları vardır. Bir de diğer denetim birimleri başlığı altında Devlet Denetleme Kurulu, Rekabet Kurumu, denetim firmaları, Büyükşehir Belediyelerinin teftiş kurulları, mali müşavirlik ve yeminli müşavirlik müesseseleri denetim organı olarak yer almaktadır. Fakat bunlar denetim birimlerinin yeniden yapılandırılması gibi bir hadise ile yeniden ele alınmak zorundadır. Bizim görüşümüz yolsuzlukları önlemek, yolsuzluklarla mücadelede etkin ve kalıcı politikalar üretmek ve ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere mutlaka özerk bir "Yolsuzlukla Mücadele Kurulu'nun" oluşturulmasını istiyoruz. Bu denetim, çift başlılığa veya çok başlılığa son verecek. Ayrıca Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulunun Sayıştay bünyesine alınmasıyla Sayıştay denetimini daha iyi hale getirmek lazım. Kamu dönekçiliği, ombudsman sisteminin şeffaflık ve yargının iş yükünün azaltılması açısından önemli gördüğümüzü belirtmek istiyorum. Denetim etkilerinin etkinliğinin sağlanması çok önemlidir. Denetim bulgularını sonuç ve önerilerini ört bas etmeye zorlanmayacak ve bunları sağlamak amacıyla teminatlar verilmek anlamında bağımsızlık ilkesinin bütün denetim birimlerine tanınması ve bunun yasal düzenleme ile teminat altına alınması 
gerekmektedir. Bürokratik tıkanma ve kirlenmenin önlenmesi çok önemli bir ha-disedir. Devlet dairelerinin vatandaşın çile yeri olmasından çıkarılmasını sağlayacak bürokratik tıkanma ve bürokratik kirliliği önlemek gerekmektedir. Özelleştirme ile ilgili, şeffaflık dürüst bir özelleştirme gerekliliği açıktır. Bürokrasinin özellikle yolsuzluk yapılabilecek alanlarındaki karar verme mekanizmaları asgariye indirilmelidir, diye düşünüyoruz. Adam kayırma, rüşvet ve haksız mal edinmenin önlenmesi ile ilgili çok acil tedbirlere ihtiyaç vardır, işe alma ve terfilerle kayırmacılığın önlenmesi, kamu iktisadi teşebbüslerinin arpalık olmaktan çıkarılması, haksız mal edinmenin kontrolü ve önlemesi çok önemlidir. Mal bildirimlerinin periyodik olarak denetiminin yapılması sağlanmalıdır. Türkiye'de mal edinme bildirimi yapılmaktadır, denetimi yapılmamaktadır. Siyasi partilerin merkez yönetimlerinde mal bildirimine bulunma kapsamına alınmalıdır diye düşünüyoruz. Kamu ihale sisteminin mutlaka ve mutlaka yeniden düzenlenmesi ve bunların açık, şeffaf bir ihale sistemine dönülmesi gerekliliği inancındayız. Bu manada kontrolmühendisliği kavramının geliştirilmesi ve ayrı bir denetim birimi hüviyetine getirilmesini gerekli görüyoruz. Bunun dışında en önemli konulardan birisi, siyasi yozlaşmanın önlenmesidir. Milletvekillerinin özel şirketlerde yönetim kurulu üyeliğinde bulunmalarını engelleyecek etkin hukuki düzenlemelere ihtiyaç vardır. 

Temiz siyaset ve temiz yönetim beklentilerini boşa çıkarmayacak, siyasetin yozlaşmasına ve toplumsal değerlerin aşınmasına sebep olmayacak, bir siyasi 
yapılanmaya mutlaka geçilmesi gerekmektedir. Bunun için anayasanın 100. TBMM iç tüzüğünün 107 ve 113. maddelerinde ceza ön soruşturması niteliğinde 
denetim kurumu getirilebilir. Meclis soruşturması adeta siyaset arenasındaki kullanılan bir silah haline getirilmemelidir. Malum Bakanlar, Başbakanlar hakkında çok ağır ithamları ihtiva eden soruşturma yönergeleri siyasi partiler arasında bir önergeler savaşına dönebilmektedir. Rejimin teminatı olması gereken siyasi partiler, giderek bir kan davası halinde birbirleri ile ilgili soru önergelerinin pazarlığının yapan kurumlar haline getirilmiştir. Bunlar Meclisin çalışma sistemini tıkamıştır, aylarca Meclis bu işlerle uğraşmıştır. Ama karşılıklı aklamalar, paklamalarla da hiçbir netice alınmadan bu işler adeta tarihin çöplüğüne atılmıştır. 

Milletvekillerinin parti değiştirmesi mutlaka önlenmelidir. Milletvekillerinin Meclis kürsüsü dışındaki siyasi faaliyetleri dışında dokunulmazlık zırhının kaldırılmasından yanayız. Bütün bunları siyaset ile ilgili mutlaka yapılması gereken ve siyasi kirliliği giderici tedbirler olarak görüyoruz. Son olarak yolsuzluk yapan kamu görevlileri, tüketiciyi aldatanlar, vergisini vermeyenler, siyasiler kimse bütün bunları bir teşhir edilme cezası ile cezalandırmayacaksak ve toplumda bütün bunları bir şekilde kınayacak bir sistemi kuramayacaksak, bu işleri beceremeyeceğiz demektir. Ahlaki yozlaşmayı önlemek şarttır. Bir insanda Allah korkusu varsa bir şeylerden korkar, bir şeylerden çekinir. Neticede bu ahlaki yozlaşmanın tesiri ile ve bu ahlaki yozlaşmanın sebep olduğu bir noktadır, geldiğimiz nokta. Bütün bunların yeniden düzene kavuşmasının tek şartı vardır. İnsanlar ya Allah'tan korkmayı öğrenecek, ya vicdani bakımdan sorumlu olmayı öğrenecekler, kendi vicdanlarına karşı sorumlu olmayı öğrenecekler, ya da birbirinden utanmayı, kuldan korkmayı, kulun kendi kendisini tenkidini getirecek bir sistemde yaşamayı öğrenecekler. 

Eğer biz bunu gerçekleştiremezsek aslında bütün bu konuştukla¬rımız birer teorik sözde kalır. İstediğimiz kadar kanun çıkaralım, istediğimiz kadar sosyal ahlak yasası gibi bir yasa çıkaralım ki onu da teklif ediyoruz, "sosyal ahlak yasası mutlaka çıkarılmalıdır" diye düşünüyoruz ama, bütün bunlarla ilgili son söz olarak söyleyeceğim; toplumda ahlaki yozlaşma bütün bu işlerin sebebidir. Ahlaki yozlaşmaya son verecek bir ahlak reformunu gerçekleştiremezsek bu toplumda bütün bunları daha çok seneler konuşuruz diye düşünüyorum. Saygılar sunuyorum.

- TİNAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)

Çok teşekkür ederim Sayın Yahnici. Konu tabi çok ciddi bir konu, katılımcılar çok ciddi. O bakımından herkesin yüzünde bir gerginlik görüyorum. 
Bir kısmımızın bildiği bir fıkra var biliyorsunuz. Eski Sovyetler Birliği'nde adamın biri şişe şişe votkayı içmiş, kafayı iyice bulmuş çıkmış sokağa gece yarısı küfür 
ediyor. Güvenlik güçleri tutmuşlar adamı karakola götürmüşler, hemen hakkında devlet büyüklerine hakaretten zabıt tutulmuş.


Adam sarhoş ne yaptığını bilmiyor. Sabah ayılmış demiş "Ben niye buradayım?" "Devlet büyüklerine küfür ediyorsun" demişler. "Biz sarhoşuz ama aptal değiliz. 
Yani küfür ediyorduk ama biz devlet büyüklerine değil alenen ortalığa ediyorduk" demiş adam. "Hadi hadi demişler biz kime küfür edileceğini biliriz". Doğrusu bu fıkra sık sık aklıma geliyor. Benim memurum işini bilir konusundan dolayı. Rahmetli Özal kalksa dese ki; "ya ben öyle söylemedim, memurum tasarrufu bilir, düşük maaşla geçinmesinin yolunu böyle bulmuştur, az harcıyor" dedim. Hadi hadi boş ver biz memurumuzun ne olduğunu biliriz demek mi istiyoruz acaba? Evet Sayın Elkatmış'ta sıra. Buyurunuz efendim.

- MEHMET ELKATMIŞ (FP Milletvekili)

Değerli katılımcılar ve değerli dinleyenler hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Böyle bir günde yolsuzluk konusunda böyle bir panel düzenleyen, Ankara Ticaret Odamıza ve Başkanına teşekkür ediyorum. Tabi ki burada konuşulacak çok şey vardı. Ancak Sayın Başkanımız, Ticaret Odası Başkanımız Sinan Bey o kadar güzel özetledi ki bize söyleyecek bir şey kalmadı. Konuyu bütün yönleriyle özetledi, her şeyi söyledi. Bizde müsaade ederseniz bu konuda zenginleştirme kabilinden, sayın Başkanımızın ifade ettiği hususlarda katkıda bulunmak istiyoruz. Bilindiği gibi Türkiye'de 3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk'ta bir kaza olmuştu. Bu kazadan sonra insanlarımız dehşet içerisinde kalmıştı. Türkiye'de neler oluyor diye merak başlamıştı ve bu merak, bu dehşete düşme, bir toplumsal tepkiye de dönüşmüştü. 

İşte o zamanda komisyonlar kuruldu. Bugüne kadar geldik. Ama gün be gün Türkiye'de öyle şeyler oluyor ki her gün insan; 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen olaydaki ortaya çıkan pislikler her gün daha büyük oranda ortaya çıkmaya başlayınca, artık kanıksamaya başladı. Türkiye'de yolsuzluk deniyor. Ben bu yolsuzluk kelimesine karşıyım. Niye? Lügata baktım yolsuzluk biraz işin kibarlaştırılmış şekli. Aslında buna hırsızlık demek, namussuzluk demek daha doğru olur. Çünkü "yolsuz" deyince gayet normal karşılanıyor. Toplumdaki beklenen etki, tepki, nefret, öfke yerini bulmuyor. Gayet normal olarak insanlar yine faaliyetlerine devam ediyor. Cemiyet içerisinde yine muteber insanlar olarak dolaşıyorlar. Ama hırsız deyince, bir insana namussuz deyince, herhalde bunun meydana getireceği etki, tepki, nefret, öfke daha değişik olur. Tabi bunu bildikleri için bu işi yapanlar kibarlaştırmışlar yolsuzluk deyip geçiyorlar. Baştan bu kelimeye itiraz ediyorum. 

Tabi dilimiz alıştığı için maalesef bu kelimeyi kullanmaya devam ediyoruz. Yolsuzluk işte son zamanda ortaya çıkarılıyor. Bir takım güzel operasyonlarda yapılıyor. 

Tabi Türkçe'de kelimede kalmadı bu operasyonlara isimler veriliyor, güzel şeyler ama, ben biraz endişeliyim değerli arkadaşlar. Niçin? Bu operasyonlar yapılıyor güzel. 

Ama, bu operasyonlar biraz operasyonları yapanların şahsi gayretleri ile oluyor. Ben kendi yaptıklarını da bu işin içerisinde olan arkadaşlarımızı da küçümser değilim, yanlış anlaşılmasın. Sayın Tantan, Sayın Temizel'i, Devlet Güvenlik Mahkemesindeki bazı savcı ve hakim arkadaşlarımızın bu yaptıkları operasyonları aynen destekliyor, kendilerine de burada teşekkür ediyorum. Ama biraz iş onlar tarafından değil, bazı kesimler tarafından dikkatleri başka tarafa çekilmek suretiyle örtbas ediliyor gibi geliyor bana. Nitekim Sayın Tantan da bakan olduğu günden beri geçen yıl Bütçe Plan Komisyonunda kendi bakanlığının bütçesi görüşülürken aynen şu ifadeyi beyan etmişti; "Türkiye'yi soyanlar aslında belli. Bunlar devlet arşivlerinde var. Ancak bu soygu¬nu yapanlar yani bu hırsızlar devletin en muteber insanları. 

Önlerinde her gün düğmelerimizi, ceketimizin düğmelerini ilikleyip saygı duyduğumuz insanlar" demişti. Sonradan da geçenlerde yine aynı ifadeyi gazetelerimizde, televizyonlarımızda tekrar etti. İşte esas işin püf noktası burada değerli arkadaşlar. Bu gözden kaçırılıyor ve diyor ki Sayın Tantan; "bu ortaya çıkarılanlar sadece binde biri..." Şimdi binde biri olunca ne olacak? Yani insan bunun boyutlarını düşündüğü zaman daha fazla irkiliyor. Niçin ümitsi¬zim? Dedim. Çünkü ortaya sadece bankalardaki soygun getiriliyor. Onda da sadece özel bankalardaki soygunlar ortaya getiriliyor ve bugün devlet bankaları soyuluyor. Devlet bankalarının içi boşaltılmıştır. 

Bu konuda bir çok raporlar var. Onlar hiç bir zaman göz önünde bulundurulmuyor. İşte efendim, Murat Demirel veya falan filan banka kurmuş, bankanın içini boşaltmış. 
Bu insan bu bankayı nasıl kurmuş? Şimdi arkadaşlar bir banka¬nın içinin boşaltılması bir günde olmaz. Mümkün değil. Bir bankanın da yönetimin yani hükümetin artık ismine ne derseniz deyin yönetim deyin, hükümet deyin, devlet deyin haberi olmadan boşaltılması mümkün değil. Bakınız ben şöyle bir tespit yaptım; bankalar ne kadar büyük bir kontrol mekanizmasıyla kontrol ediliyorlar. Bir kere bankaları hazine kontrol ediyor. Her saniyesi bilgisayarlı ekranda takip ediliyor, kuruşu kuruşuna. 

Ama bankalar da soyuluyor. Şimdi burada Hazineyi yönetenler sorumlu değil mi arkadaşlar? Yine Merkez Bankası, bir takım tedbirlerle, bir takım mekanizmalarla kamu, özel fark etmez bütün bankaları yine ekrandan saniyesi saniyesine kontrol ediyorlar. Peki ne yapıyorlar? Sorumlu değiller mi onlar? Yine bankalar yeminli murakıpları. 

Her bankanın tayin edilmiş bankalar yeminli murakıpları vardır. Bunlarda her an devamlı surette bu bankaları denetim altında bulunduruyorlar ve raporlarda veriyorlar. 

O raporların da nasıl hasıraltı ettiğini hepimiz biliyoruz. Sayın Bakanlar tarafından ve diğer yetkililer tarafından nasıl hasıraltı edildiğini biliyoruz ve maalesef o sayın Bakanlarda hâlâ görevlerinde bulunuyorlar. Ama onlara hiç bir şey denmiyor. Murat Demirel bankanın içini boşaltmış, Dinç Bilgin bankanın içini boşaltmış. 

Doğru boşaltmış da nasıl boşaltmış? Kendi başına mı boşaltmış, yalnız mı boşaltmış? Yanında suç ortakları yok mu? Buna göz yumanlar suçlu değil mi? 
Yine Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu TBMM'ye hesap verir, raporlar verir. Burada vardır ve teker teker el konulan bankaların ve kişilerin devletin kamu 
bankalarının nasıl içini boşalttığını yazar. Keşke zaman olsa da sizlere kuruşu kuruşuna, tarihleriyle, isimleriyle anlatabilsem ve bunlar Mecliste de görüşülüyor. 

Ben yedi, sekiz yıl KİT komisyon üyeliği yaptım. Bunun gece gündüz kavgasını yaptım oralarda. Zabıtlarda var. Ama zabıtlarda kaldı, biz kötü olduk söylediğimiz için. 

Bir takım çevrelerin tepkisini çektik. O kişiler aklandı ortada geziyorlar, Mecliste geziyorlar. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, raporları var denetliyor. Devlet Denetleme Kurulu diye bir şey var. Siz Devlet Denetleme Kurulunun Sayın Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığı döneminde bu konularda bir rapor hazırladığını duydunuz mu? Niçin var? Sayın Demirel kendi görevi süresinin nasıl uzatılacağına dair raporlar hazırlattı. Devlet Denetleme Kurulunu bu yönde kullandı. 

Niye el koymuyor? Konmadı. Suçlu değiller mi değerli arkadaşlar bunlar? Bankalar Birliği var. Onlarda bankaları devamlı surette gözetim altında bulunduruyor. 

Denetliyor, raporlar veriyor. Nedir o raporlar? O raporların gereği niye yerine getirilmedi, değerli arkadaşlar? Getirmeyenler kim? Tabi ortada üç beş tane suçlu var. 
Murat Demirel, Dinç Bilgin şu bu... Yine her bankanın kendi Teftiş Kurulu var. Yine Başbakanlık Teftiş Kurulu var. Ve son olarak da yeni kurulmuş bulunan Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Üst Kurulu var. Şimdi düşünün bankalar soyuluyor. Şu anlattığım mekanizma sisteminde, bankaların soyulması mümkün mü arkadaşlar? 
Şu kadar sıkı bir markaca alınan bankalar sisteminde bankaların soyulması mümkün mü? Elbette ki mümkün değil ama devlet soyuluyor. Devleti soyuyorlar. 
Bunu da hayali söylemiyorum. Bakınız şu rapor yeni çıktı. Yani bir haftalık bir rapor. Sayıştay' ın 2000 yılı mali raporu. 26 Ekim 2000 tarihinde, Sayıştay büyük kurulunda kabul edilen bir rapor. Bu raporu okuduğumuz zaman dehşete düşüyoruz. Bu işlerin içerisinde olan, araştıran birisi olarak dehşete düşüyorum. 
Ama şundan da dehşete düşüyorum; sadece bankalar üzerinde yoğunlaştırılıyor veya başka konu üzerinde yoğunlaştırılıyor. Ama soygun aynen devam ediyor. 
Bakınız Sayın Tantan; Türkiye'de en büyük ve birinci tehlike bana göre "yolsuzluk ekonomisi" diyor. Bunu bağıra bağıra her yerde söylüyor. Ama devletin, hükümetin resmi politikası ne? Onlarda irticai bilinci tehdit olarak öne sürüyorlar. Şimdi biraz burada durup düşünmek var. Hani "bak cambaza bak" deyip de insanların soyulduğu gibi irtica yaygarası adı altında bu ülke soyuluyor. Ben devletin soyulmasından bahsedeceğim. Çünkü bankanın soyulmasından epeyce arkadaşlarımız bahsetti. Diğer arkadaşlarımız da belki bahse-decekler. Bakınız ne diyor Sayıştay'ın raporunda; bütçe içinde gerçekleştirilmesi gereken birçok faaliyet bütçe dışında oluşturulan çok sayıda fon, vakıf, işletme, tesis ve hesaplar aracılığıyla yönetimden ve şeffaflıktan uzak bir şekilde yürütülmektedir. 

"Fonların büyük bir kısmı sosyal tesisler, vakıflar, dernekler, işletmeler ve özel hesaplar hiçbir dış denetime tabi değildir. Bu tür yapıların tamam bütçe 
mekanizmasının gerektirdiği sorumluluk ve açıklıktan belirli ölçülerde uzaktır. Yine borçlanma ile gerçekleşen bir kısım giderler bütçeye kaydedilmediğinden 
bütçe giderleri ve dolayısıyla bütçe açığı olduğundan az gösterilmektedir. 1971 yılından 1999 yılına kadar geçen dönemde bütçede gösterilmeden harcanan 
kaynak toplamı 116 milyar dolardır" değerli arkadaşlar.

Dış borçlarla ilgili olarak Sayıştay'a uzun yıllar boyunca yanlış bilgi verilmiştir. Esas soygun nerede? Bakın size yine Sayıştay raporundan okuyorum. Geçen bir 
sayın Bakan bana öyle şeyler anlattı ki ürperdim. Sonra bu rapor elime geçince o sayın Bakanın anlattığı bana teyit edildi. Ne diyor bakın burada bir cümle 
okuyorum size. "Garantili ve devirli krediler". Esas soygun burada değerli arkadaşlar. Murat Demirel götürmüş, ne götürmüş? Bir milyar dolar götürmüş. 
Cavit Çağlar ne yapmış? İnterbank'tan iki milyar dolar deniyor. Ama burada daha büyük rakamlar var. "Hazinenin çeşitli kuruluşlardan olan dış borçları Hazinenin garantili ve devirli kredileri bir sübvansiyon aracı olarak kullanılmaktadır. Sübvansiyon iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Bir; kuruluşlar, borç geri ödemelerini düzenli yapmadığından geri ödeme yükü hazineye kalmaktadır. Bu kredilerin geri ödenmemesi alışkanlık haline gelmiştir. İki; devirli kredilerinbir kısmı anlaşmalarda yer alan koşullar değiştirilerek kamu ve özel sektör kuruluşlarına devir ve hibe edilmektedir. Bu şekilde özel sektöre devreden krediler ayrı bir öneme sahiptir. Devirli kredilerde geri dönüşü sağlayacak mekanizmalar yetersiz kalmaktadır. Devirli ve garantili kredilendirme ile Hazine ağır ve öngürülemeyen bir yük altına girmektedir. Bu krediler gizli bir sübvansiyona dönüşmekte, bu durum Meclis iradesi dışında kamu kaynaklarının belirli yerlere aktarılması anlamına gelmektedir. Hazine alacaklarının hesabını tam olarak verememektedir. Yap işlet devret kredileri için verilen garantiler sistem dışında kalmaktadır. Devirli kredilerden dolayı Hazine şu anda altı milyar dolar zarardadır". Kime gitti bu paralar? O Sayın Bakan; hepimizin önünde ceketlerimizi dügmelediğimiz adama gittiğini söyledi. 

Nasıl olmuş? Dışarıdan kredi alıyor Hazine milyarlarca dolar. 8.75 faiz ile alıyor dolar bazında. Türk parasına çeviriyor bir beyefendiye, bir holdinge, bir saygın 
kişiye, şirketine Türk parası olarak %7 ile veriyor. Dostlar alışverişte görsün. Altı milyar dolar diyor ve ancak diyor "99 yılında verilen garantilerin önceki yıllara 
oranla iki katından fazla artmış olması Hazine üzerindeki riski artıran bir gelişmedir". 1-1.5 milyar dolar diyor bu devirli kredi almıyor yurt dışından ve birilerine veriliyor. Ama diyor 99 yılında yani yolsuzlukla mücadele için kurulan bu hükümet döneminde iki misli olmuş bu. Kime gitti arkadaşlar bu para? Dış krediler kur farkı fonuyla özel sektöre kaynak aktarılmaktadır. Fon denetlenemediğinden fon kanalıyla özel sektör kuruluşlarına yapılan transferlerden kimlerin yararlandığı bilinmemektedir. Sadece burada değil, bakınız şurada bizim hazırladığımız sunum raporunu okumuyorum. Şurada Sayın Kutlu Savaş'ın hazırladığı Susurluk raporunda nasıl olduğunu, mekanizmayla çetenin nasıl çalıştığını, bankaların nasıl içinin boşaltıldığını bu raporun içerisinde gayet güzel bahsediyor ve işte benim üzüntüm, bütün bunlar gizleniyor. Kamu ayağı, siyasetçi ayağı, bürokrat ayağı gizleniyor. Çünkü Türkiye'de bazı şeyler saptırılıyor. Yanlış anlamalara meydan veriliyor. 

Sanki ben Murat Demirel'i savunuyormuşum, Dinç Bilgin'i savunuyormuşum gibi değil. Onlar gösterilmek suretiyle soygun aynen devam ediyor. İşte Sayın 
Başkan açılış konuşmasında kimlerin nerelerde görev aldığını gayet net olarak ifade etti. Burada Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu raporları da var. 
Bankaların nasıl içinin boşaltıldığını, nasıl boşalttıklarını, kimlerin boşalttıkları da var burada. Gizli kapaklı bir şey yok değerli arkadaşlar. Ama tabiki olaylar 
gizleniyor. Bazıları bulunuyor. Bu memlekette Gülay Aslıtürk elini kolunu sallayarak gitmedi mi? Kocası Orhan Aslıtürk beş altı katrilyon lirayı götürdü deniyor. 

Rakam belli değil arkadaşlar ve her gün yeni şeyler çıkıyor ama o kişilerle de akrabalık bağı olan bugün kabinede bir çok bakan var, iddialar var. Bunların üzerinde durulması gerekli. Yoksa efendim denebilir ki; "sen böyle söylüyorsun Sayın Elkatmış ama bak bu operasyonlarda oldu". Doğrudur ben onu baştan söyledim oldu ama bunlar günü kurtarmak için yapılan ve biraz evvel saydığım bazı kişilerin şahsi gayretleriyle ortaya çıkan şeyler. İşin büyüğü yani AYSBERG duruyor daha ve onun açıklanabileceği, ortaya çıkarılabileceğine dair de ortada ben şahsen bir emare görmüyorum. Ne deniyor? Efendim bu kuruluşları ekonomiye tekrar kazandıralım adı altında bir oyun oynanıyor. Ne yapacakmış? Bu kuruluşların bu kadar çalışanı var, bunlara biraz daha para verelim de batmasın. Ondan sonra ne olsun? 

Ekonomiye tekrar kazandırılsın. Bir de kanun getiriyor. %10 faizle öderse kurtulacaklar. Değerli arkadaşlar bu bir oyundur. Bunu söyleyenler samimiyse şunu yapsınlar; KOMBASSAN'ın bütün hesaplarına el kondu. Orada da yirmi beş bin kişi çalışıyor. Otuz altı vilayette seksen beş tane işletmesi, fabrikası var. Niye o zaman; "bunu kurtaralım, bu kadar insan çalışıyor" diye düşünmüyorlar da üstüne gidiyorlar. Ama iri kıyım insanların yolsuzluğu ortaya çıkınca "efendim bunları kurtaralım!" Niye? Onlar konuşurlar diye korkuyorlar. Bizimle işbirliği içerisinde oldukları, irtibatları ortaya çıkar diye korkuyorlar ve onu da af kapsamına alıyorlar. Ondan sonra adamlar yine dışarı çıkacak yine bu işe devam edecekler. Bu operasyonlar yapılmak zorundaydı değerli arkadaşlar. Niye yapılmak zorundaydı? Diyelim ki yapılmasaydı on tane bankaya devlet el koymasaydı ne olacaktı? Üç ay sonra, bir sene sonra, belki iki sene sonra kaçacaklardı bu adamlar. Bankada da binlerce, milyonlarca mudi ayaklanacaktı. Bunu Arnavutluk'ta görmedik mi? Daha yakın bir zamanda Kıbrıs'ta görmedik mi? Parlamentoyu dahi bastılar. Onun için günü kurtarmak için ilerideki muhtemel daha büyük tehlikelere engel olmak için el koydular. "Ne yapalım işte yargıya da intikal ettirdik". Doğru ama yargı ne yapsın? Bunun siyasi irtibatları niye ortaya çıksın? Tazminat ödeye ödeye bıktık iyice halimiz kalmadığı için söylemiyorum her şeyi. Yoksa siyasi bağlantılarını da söylerim, hepsi belli. 
Niçin "gelin şu bankalar konusunda bir meclis araştırması yapalım" dediğimiz zaman reddedildi arkadaşlar? Tabiki o zaman siyasi ayağı ortaya çıkacaktı. Hepsini söyleyecektik. Hiçbir şey gizli kapaklı değil. Sayın Yahnici bir şey söyledi. Dedi ki; İran'da, Sovyet Rusya'da, üçüncü dünya ülkelerinde yani demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde bu yolsuzluklar daha büyük oranda oluyor. Çok doğru söyledi. Türkiye'de de olduğuna göre, sayın Başkanın açılış konuşmasında söylediği gibi dünyada birinci olduğumuza göre yolsuzlukta. Dünya Bankası bize yolsuzluğun araştırması için kredi para vermeyi teklif ettiğine göre herhalde Türkiye de demokrasiyle yönetilmiyor. Ben bunu ifade etmek istiyorum. Eğer Türkiye demokrasiyle yönetilmiş olsaydı, Türkiye bir hukuk devleti olsaydı, Türkiye'de her şey şeffaf, açık olsaydı bunların hiç bir tanesi olmazdı. Tabiki diğer söylediğine de katılıyorum Sayın Yahnici'nin. Türkiye'de ahlak ve maneviyat üzerinde de durulsaydı bunlar olmazdı. 

Bunları yapanların hiç bir tanesi o birinci tehdit olarak irticacı diye gösterdikleri insanlar değil hepsi onun dışındaki insanlar diyorum. 
Bakınız son olarak bir cümlesini daha bu Sayıştay raporundan okuyorum. Diğer yandan diyor; "mali yükümlülük riski olan işlemlerde karar verenlerin hesap verme sorumluluğunu sağlayacak mekanizmalar oluşturulmadığından yöneticiler kamu fonlarını aşırı risk alarak yöne-tebilmekte ve kullanabilmektedir. Devlet adına yüklenen risklerin gerçekleşmesi durumunda öngörülmeyen mali yükler ortaya çıkmakta ancak risk almaya karar verenler bu işlemlerin sonuçlarına katlanmamakta dır" 
ve aynen yerlerinde durmaktadır. Bu son cümle benim. Aynen Sayın Başkanın da ifade ettiği gibi yerlerinde durmaktadırlar. Hatta terfi etmektedirler ve daha da itibarlarına itibar katılmaktadır. Saygılar sunuyorum.

4  CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder