13 Ekim 2017 Cuma

YARGININ '' YARGILANMASI ''

YARGININ  '' YARGILANMASI  '' 


“Yargı Hep Böyle Hoyrattı, Siz şimdi Farkettiniz...” 

Murad Salih 

Mehmet Ali Birand, profesyonel gazetecilik kriterleri açısından bakıldığında Türkiyenin en iyi habercilik yapan gazetecilerinden biridir... 

Televizyon gazetecilliğine 32. gün gibi nitelikli bir haber programı formatı kazandıran bu adamın en büyük eksiği, her hangi bir din veya ideolojiye aidiyet hissinin olmaması... Hedonist bir “yaşam tarzı”nın gereklerini hayatının ana gayesi/varoluşunun temel prensipleri olarak olarak görmesi... Veya bunlara dair aksine herhangi bir belirti/emare vermemesi sebebebiyle bizim onu böyle anlamamız... 

12 Eylül dönemi darbecilerinin onu solcu zannedip üzerini çizdiklerinde, darbecilerin önünde diz çökerek “kullanın beni paşam” diye yalvar yakar olmasının sebebi de; işssiz kalması sebebiyle azalacak gelirinin, hedonist “yaşam biçimi”nin standartlarını düşüreeceği ve bazı hazlardan mahrum halabileceği endişesinin doğurduğu panik olmalı... 

Belki de o endişedir ki, Birand’ı hep “güçlüler/iktidar sahipleri”nin yanında/yamacında bir yerlerde durmaya zorladı... 

Kısaca Birand, sahip olduğu iyi gazetecilik formasyonunu “güçlüler/iktidar sahipleri”ni kızdırmayacak, fincancı katırlarını ürkütmeyecek bir biçimde kullandı hep... 

Yani en haklı olanın yanında durduğu zamanlarda bile en haksıza da bir “hak” vermeyi, selâm çakmayı ihmal etmedi... 

Yine de kendi kulvarındaki diğer iki gazeteci Ali Kırca ve Uğur Dündar ile kıyaslandığında; Kırca’nın çok ince ve çok sinsice yaptığı; Dündar’ınsa gizlemeye bile gerek görmeden, gayet üst perdeden “herşeyi ben bilirim, benim her söylediğim doğrudur ve hepiniz buna inanmaya mecbursunuz ulan , yoksa size de takarım görürsünüz hanyayı konyayı..” üslubundaki pervasız dezanformatörlüğünün yanında, Birand’ın “benden bunu doğru olarak sizlere kakalamamı istiyorlar ama, işin bir de şu yanı da olabilir” tarzında sorgulayıcı/mahçup dezanformatörlüğü zemzemle yıkanmış gibi kalmaktadır. 

Köşe yazıları ise bana fazlaca tatsız tutsuz ve renksiz geldiğinden bugüne kadar okumaya başladığım hiç bir yazısını bitirmek kısmet olmadı... 

Bu yazıya başlık yaptığım “Yargı hep böyle hoyrattı, siz şimdi farkettiniz...” başlıklı yazısı hariç... 

Meslek hayatı boyunca “İBDA-C propagandası yapmak”la suçlanmak dahil bir çok defa “yüce Türk adaletinin şaşmaz terazisi”nde tartılmak zorunda kalması sebebiyle elde ettiği tecrübesinin sonucu olarak mı, yoksa o teraziye çıkanların akıbetlerini bizzat gördüğünden mi, bilemem ama... 

Birand’ın, diğer ihtimale hiç bir açık kapı bırakmadan ve kendi doğrusunun yanında dobra dobra durduğu bir yazı yazdığına ilk defa şahid olduğuma eminim. 

İşte Birand’ın 14 Ocak 2009 tarihinde Posta gazetesinde yayınlanan o yazısı : 

Yargı hep böyle hoyrattı, siz şimdi farkettiniz... 

Ülkemizin en sık tekrarlanan, en büyük yalanlarından bazıları, “Adaletin şefkatli kollarına kendimizi teslim etmemiz” gerektiği sloganıdır...” Polise güvenin, o sizi kanatları altında korur” de bir başka klişedir...Hele bir de “ Yargı mutlaka doğruyu bulur ve kimin haklı, kimin haksız olduğunu saptar” var ki, harikadır... 
Ergenekon çerçevesinde yaşanan olaylar, bütün bu sloganların tamamen yanlış olduğunu gösterdi. Aslında gerçeği bilenler, zaten bu klişelere hiç inanmazlardı. 
Hiç değişmeyeceğini bildiklerinden dolayı da, bu tip muameleleri normal karşılarlar. 
Diğer bir bölüm daha var ki, onlar , zanlılara kötü ve hoyratça muamele edilmesinden hiç rahatsız olmaz. Aksine ,karakollarda dayak atılmasını savunurlar. 
Bir sanığın, hatta bir katilin de bazı hakları olduğuna inanmazlar. 
Ben toplumun, polis ve yargıya işi düşmemiş bölümündeki hayret dolu tepkilere değinmek istiyorum. Onlara “saflar kesimi” de diyebilirsiniz. 
Polise şikayete veya sorgulanmaya hiç gitmemiş, karakola uğramamış, savcıların önünden geçmemiş, mahkemeye hayatından uğramamış olan çoğunluktan söz ediyorum. 

Normal olarak davet edildiği taktirde ifade vermeye gelebilecek olan kişilerin dahi, sabaha karşı evlerine baskınlar...Saatlerce ev ve bürolarındaki araştırma sırasında özel hayatlarıyla ilgili bilgilerin alınıp götürülmesi...Telefonlarının dinlenmesi.Özel hayatların iğfal edilmesi...TV kameralarının yeterince görüntü alabilmelerini sağlamak ister gibi, evlerinden adeta sürüklenerek götürülmeler veya soruşturmaya giriş çıkışların afişe edilmesi...Başına bastırarak arabalara tıkmaları...

İlgisiz bilgilerin basına sızdırılması ...Sonunda suçsuz oldukları kesinleşse bile, insanların daha ilk anda suçlu oldukları damgasını yemelerini sağlayan bir mekanizma... 
Dava süreci ise, daha içler acısı. 
Dosyalardaki muğlak suçlamalar...Delil olup olmadığı bilinmeyen veriler...Vs...vs... 
Saflar kesimi yaşananları dehşet içinde izliyorlar. 
Ben de “Olur mu kardeşim, suçu kesinleşmemiş insanlara böyle muamele edilir mi ? Hakkında suçlama yapılmadan insanlar aylarca gözaltında tutulur mu ? 
Böyle iddianame olur mu?” diyenleri ilgiyle izliyorum. 
Yaşananların hiç sıra dışı olmadığını bilmiyorlar. Oysa, gazetelerin birinci sayfalarında gördüklerinizin hepsi yıllardır bu ülke insanının çektiği bir eziyeti yansıtıyor. 
Yargı rezaletini ortaya koyuyor. 
Tanınmış isimlerin başına geldiğinden dolayı şimdi geniş kesimlerin dikkatini çeken bu İnsan Haklarına aykırı uygulamalar, Türk adaletinin doğal işleyişinden başka birşey değildir. Hatta, bu uygulamalar VIP, yani tanınmış isimlere yönelik olduğundan dolayı çok daha nezaket içinde ve daha dikkatli gerçekleştiriliyor. 
Bir de normal vatandaş olun da görün... 

Aman Allah... 

Gözaltına alınıp hayatınızın sönmesi işten bile değildir. Haklı olsanız dahi, derdinizi anlatana kadar yok olup gidersiniz. 
Hiç bunlar yetmiyormuş gibi, bir de hakaret işitir, dayak yersiniz. 
Türk emniyet ve adalet sisteminin ne kadar düzelmeye ihtiyacı olduğu apaçık ortadadır. 
Ne gerçek bir adaletten söz edilebilir, ne de “ adaletin şefkatli ellerinden.” 
Canını kurtarmak, masum iken lekelenmeden bir davayı bitirmek veya kötü , aşağılayıcı muamele görmeden emniyetin elinden kurtulmak ya bir mucize veya büyük bir şanstır. 
Avrupa Birliği “ Adalet reformu şarttır” diye boş yere tepinmiyor. 
Savcıların, rüzgar nereden eserse oraya göre davranıp, önlerine gelen her dosyayı “Yargıç reddetsin” diye mahkemeye sevketmelerinin önüne geçilmediği, iyice inceleme yapmadan mahkeme kapısını çalmalarının önüne geçilmeden, savcılara sağlıklı bir çalışma zemini ve maddi olanaklar sağlanmadan, yargı sistemi baştan aşağı elden geçirilmeden, polise insan ile ilişkilerin ne olduğunu anlatılmadan, bu işin yönü değişmez. 
İnsanımızı hor gördüğümüz sürece, bu ülkede yargı ve polise güven duyamayız. Önce, hem polisimizin, hem de yargımızın, İnsana önem vermesini sağlamamız gerekir. 
Bunu yapamayacaksak, boş yere yaşananlara sinirlenmeyelim. ] 

*** 

Bu ülkede çok küçük bir “mutlu azınlık” dışında, herkes gibi ben de, kendi müşahade/gözlemlerine dayanarak, Birand’ın yazdıklarının doğru olduğunu görüyorum/biliyorum. 

Üstelik de bugünlerde, sadece evlerinin mahkeme kararıyla arandığı, sadece gözaltına alındıkları veya sadece tutuklandıkları için “mağdur ve mazlum”u oynayan bazıları var ki, sanki içinde hiçbir hukukî yan ve yön bulunmayan 28 Şubat zorbalığını planlayıp uygulayanlar/ yardım ve yatak edenler/ alkışlayanlar/hukuku bu ülkenin insanları için gereksiz ve can sıkıcı bir unsur olarak görenler onlar değilmiş gibi, ağızlarından hak/hukuktan başka bir söz duyulmuyor... 

“Misal” mi? 

Al sana baştan başa bir hukuksuzluk örneği olan Mirzabeyoğlu davası... 

Bu ülkeye 50 üstün nitelikli eser armağan etmiş bir fikir adamını, kızını eve götürmek üzere eşiyle birlikte beklediği ilkokulun önünde, yanındaki eşiyle birlikte yakapaça kelepçeleyip gözaltına aldıktan ve hakkında gıyabi tutuklama kararı olmasına rağmen derhal hakim önüne çıkarmak yerine, günlerce yasadışı olarak nezarette tutup sorguladıktan sonra tutuklayıp cezaevine konmasında “hukuk ve yargı” dışında hangi etkenler olduğunu bugün mağdur ve mazlumu oynayanların hemen hepsi bilmiyor muydu? Mirzabeyoğlunun cezaevinden zorla getirildiği ilk duruşmada gördüğü işkence sebebiyle ayakta bile durmakta zorlandığını keyifle yazan o medya ile bugün bazı ergenekon davası sanıkları için mağdyriyet ve mazlumiyet edabiyatı yapan aynı medya değilmiydi? O davanın -o şartlarda elinden ne kadarı gelirse o kadar hak hukuk gözetmeye çalışan- mahkeme başkanı Sedat Karagül’ün -sırf bu tutumu sebebiyle- görevden alınarak, paraşütle yerine tayin edilen ve delilsiz mesnetsiz idam cezası veren mahkeme başkanı Metin Çetinbaş, şimdi avukatlığını yaptığı dava arkadaşı, halk düşmanı sabık rektör için, yasal olarak üçgün gözaltına alındı diye
 “ Hak, Hukuk, Adalet, İnsaf, Merhamet ” nutukları atıyor... 

Al Sana Müslüm Gündüz davası... 

Dün, Aczimendilerin lideri Müslüm Gündüz’e belden aşağı iğrenç bir tezgâh kurarak yatak odasına televizyon kameraları eşliğinde pervasızca dalanlar, bugün koro halende 

 '' İnsan hakları, özel hayatın gizliliği, mesken masuniyetini ve masumiyet karinesini ihlal ” den sözediyor... 


Al sana halkın seçtiği Erbakan hükûmetinin binbir kumpasla alaşağı edip, halkın seçtiği TBMM’nin iradesine ipotek koyanların o günden bugüne hiç bir soruşturmaya tabi tutulmadan paşa paşa yaşayıp gitmelerini sessiz sedasız seyredenler... 

Al sana sadece “ Deprem ilahî bir ikazdır ” dediği için hapse mahkûm edilip, apar topar cezaevine tıkılan Yeni Asya gazetesi sahibi Mehmet Kutlular’ı hiç duymamış gibi yapanlar ... 

Al sana Sosyal demokrat bir hukuk profesörü olan dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk nezaretinde yapılan ve onlarca tutuklu ve hükümlünün katledildiği “ Hayata dönüş operasyon ” larına, “ Devlet dediğin gücünü gösterecek kardeşim ”. diye fetva veren, alkış tutan hukuk allâmeleri.. 

Daha neler neler... 

*** 

Ha, bütün bunlardan “onlar geçmişte haksızlık yapmıştı ya, oh olsun! Şimdi de onlara da bu kadarcık haksızlık yapılıversin” diye düşünerek sevindiğim sanılmasın... 

“Adamlar hazır düşmüşler bir tekme de ben sallayayım, nasılsa arada kaynar gider” diye düşünmek hem acizlik, hem korkaklık, hem de ahlâksızlıktır... 

Ergenekon Davası sebebiyle bazı kişilere haksızlık ve hukuksuzluk yapılıyorsa, bu haksızlık ve hukuksuzlukları savunuyor veya alkışlıyor da değilim... 

Sadece, yakın geçmişte bazı insanlara zincirleme haksızlık ve hukuksuzluklar yaparlarken “hukuksuzluk yapmayın, yapanlara yardım ve yataklık etmeyin, hukuksuzluğu alkışlayarak veya görmemezlikten gelerek teşvik etmeyin. Hukuk bir gün size de lâzım olabilir.” diye feryat edenlere, bıyık altından gülerek “ne hukuku birader?” diye gırgır geçenlere, o zamanki davranışlarının ne kadar yanlış olduğunu göstermeye çalışıyorum.. 

*** 

“ Hukuk ” aynı “ Hukuk ”... 

Dün ne ise o... 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğanı, MEB kitaplarında yayınlanmış bir şiiri okuduğu için yaka paça kodese tıktırdığınız zamanki gibi yani... 

Ve hatta bugün AB terbiyesinden geçmiş olarak, sanıklar lehine bazı iyileştirmeler de yapılmış... 

Değişen tek şey iktidardakiler... 

Dün siz iktidarda idiniz bugünse onlar... 

Bari Şunu Anlayın: 

Bu ülkede yargı, iktidar sahipleri dışında herkese karşı hep böyle hoyrattı... Bunu “Yüce Türk adaleti” sizleri de “şaşmaz terazisi”nde tartmak için, bir sabah vakti kapınızı –önceki dönemlere nisbetle gerçekten çok kibarca- çalarak “güvenlik güçlerinin şefkatli kollarına” aldığında farkettiniz... Ve kendinize farklı muamele yapılıyor sandınız. Yok öyle bir şey... Size yapılanlar sizin başkalarına yaptıklarınızdan daha fazla veya daha farklı değil... Bunları yanlış / haksız / hukuksuz sayıyorsanız kendi yaptıklarınızı da öyle saymanız gerekmez mi? 

*** 

Son sözüm bugünkü iktidar sahiplerine... 

İktidar tahterevalli gibidir, birileri inerken diğerleri çıkar... Misâl: Ergenekon Davası... 

“Men dakka dukka/çalma kapımı çarlar kapını” demişler ya... İktidar sahiplerinin bu sözü kulaklarına küpe yapması lâzım... 

Gün olur “hukuk” sizlere de yeniden lâzım olabilir... 

Kaynak Baran 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder