28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA BÖLÜM 7
Diyanet İşleri Başkanlığında 1997-2002 tarihleri arasında, Hizbullah, İrtica, PKK, Vasat, İbda-C, Hizbuttahrir gibi terör örgütlerine mensubiyetleri nedeniyle haklarında cezai işlem yapılan personel sayısı 393’tür. Bunlardan 1’i Hizbuttahrir, 199’u Hizbullah, 3’ü İbda-C, 22’si PKK, 20’si Vasat örgüt üyeliği ve 148 personele ise irtica suçlamasıyla ceza uygulanmıştır. Toplam 396 cezanın 128 adedi meslekten çıkarma şeklinde tezahür etmiştir. Bir yönüyle PKK dışındaki kategorilerin tamamı irtica çerçevesinde ele alınırsa verilen cezaların büyük bir çoğunluğunun irtica ile mücadele kapsamında gerçekleştiği sonucu çıkmaktadır.
Bunların yanında, irticai faaliyetlerde bulunduğu düşünülen personel hakkında fişlemeler yapıldığı görülmüştür. Bu çerçevede, kendisine isnat edilen suçların
“delillendirilemediği” ifade edilmesine karşın çoğunluğu imam-hatip, vaiz, müftü gibi görevler yürüten personel bulundukları yerlerin dışına tayin edilmiş veya
değişik cezalara çarptırılmışlardır.
YÖK Disiplin Kurulu tarafından 1997 yılında; Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 16 personel Kamu görevinden çıkarılma cezası, 1998
yılında Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 31 personel, Türban yasağı ile ilgili gösteriye katıldıkları gerekçesi ile 11 personel, Kamu görevinden
çıkarılma cezası, 1999 Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle yılında Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 50 personel,
Türban yasağı ile ilgili gösteriye katıldıkları gerekçesi ile 3 personel, 2000 yılında Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 8 personel, İdeolojik ve
siyasi amaçlı türban takmak gerekçesi ile 19 personel ve irticai faaliyette bulunduğu gerekçesi ile 1 personel olmak üzere 1997-2000 yılları arasında toplam 139 personel kamu görevinden çıkarılmıştır.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1997-2001 yılları arasında Kılık-Kıyafet Yönetmeliğine aykırı davrandıkları veya “irtica” gerekçesi ile 3527 öğretmenin
görevine son verilmiştir.
Diğer taraftan 33271 personel hakkında yukarıda belirtilen benzer suçlamalardan soruşturma açılmış, bunlardan 11890’ı hakkında muhtelif disiplin cezaları verilmiştir.
Soruşturma gerekçeleri incelendiğinde, kılık-kıyafet yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125/A-g maddesinde
tanımlı “belirlenen kılık ve kıyafet hükümlerine aykırı davranmak” gereği uyarma cezası verilmesi gerekirken, aynı gerekçeden göreve son verilmeye kadar farklı
uygulamalar yapıldığı bilinen bir gerçektir.
Ancak yine bu dönem zarfında, Kılık-Kıyafet Yönetmeliğine aykırı davrandığı halde devlet memurluğundan çıkarılmamak ya da ilişiği kesilmemek gayesiyle kendi istekleriyle istifa eden/istifa etmek zorunda bırakılanların sayısı da tam olarak bilinmemektedir. Bu rakamın, görevine son verilenlerin sayısının çok daha üzerinde bulunduğu bilinen bir gerçektir.
3.8. Ekonomi / Bankacılık
28 Şubat sürecinin fazla konuşulmayan yönlerinden biri, finansal ve ekonomik boyutudur. O dönemden ekonomi adına akılda kalan konular, genellikle batırılan
veya halk dilindeki tanımıyla hortumlanan bankalardır. Oysa 28 Şubat 1997’den 21 Şubat 2001’e kadar geçen ve sürecin bütün yıkıcılığı ile devam ettiği 4 yıllık
zaman dilimi, milletin bugün bile bedelini ödemeye devam ettiği tam bir ekonomik ve finansal yıkım dönemidir. Ekonomik boyutunu ele almadan, bu süreci anlamak pek mümkün değil. Daha da somutlaştıracak olursak Aczimendi ler, Fadime’ler, Emire ve Ali Kalkancı’lar ve Sincan’daki Kudüs gecesi gibi “irtica” görüntüleriyle oluşturulan toz ve dumanın içinde, Milletin cebinin nasıl boşaltıldığını ortaya koymadan, 28 Şubat darbesini konuşmak, büyük resmi gözden kaçırmak anlamına gelir. [VIII]
1994-2003 arasında toplam 25 özel banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredildi. Bunların 20’si, 1997’den 2001 krizine kadar devam eden
süreçte fona geçti. Yani 28 Şubat sürecinde el konulan bankaların devlete getirdiği yük 17,3 milyar doları buldu. Bankaların zararının kapatılması için,
faiz yüküyle beraber bu rakamın iki katına çıktığını da unutmamak lazım. Bunlara bir de malum süreçte 21,9 milyar dolar görev zararı veren üç kamu bankası eklendiğinde, 28 Şubat sürecinin bankacılık sektörü açısından devlete maliyetinin 50 milyar doları aştığı ortaya çıkıyor. 2001 krizi sebebiyle oluşan yükü temizlemek için hazırlanan özel tertip hazine kâğıtları Ziraat, Halk, Emlak Bankası, Merkez Bankası ve TMSF’ye verildi. Hazinenin nakit ihtiyacını karşılamak adına yapılan bu işlem için devlet en son 2010’da 14 milyar 738 milyon liralık ödeme yaptı ve borçlar bitti. Böylelikle devlet, enflasyon ile güncellenmiş rakamlara göre, 2001 krizinin oluşturduğu kara deliği kapatmak için toplam 251 milyar 563 milyon TL ödedi. Başka bir ifade ile aslında 2001 krizi, 2010’da bitmiş oldu.
Bugün 2001 krizi denilince hâlâ hafızalardaki tazeliğini koruyan iki sembol olaydan bahsedebiliriz. Birincisi esnaf Ahmet Çakmak’ın Başbakanlık merkez
binası önünde Başbakan Bülent Ecevit’e yazar kasa fırlatması, ikincisiyse zaten kötü giden ekonomiye son darbe denebilecek, 19 Şubat 2001’deki Millî Güvenlik
Kurulu toplantısı. Hatırlanacağı üzere bu toplantıda, zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer önündeki anayasa kitapçığını Başbakan Ecevit’e fırlatmış,
bunun üzerine toplantı yarım kalmıştı. Çıkışta Anasol-M koalisyonunun üç lideri Ecevit, Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli’nin, bu olayın bir devlet krizi olduğunu
açıklamaları zaten istim üstündeki piyasaları altüst etmeye yetmişti. Krizin derinleştiği 21 Şubat’ta borsa yüzde 15 gibi tarihî bir düşüş yaşarken aynı tarihte gecelik faiz yüzde 7 bin 500’e fırladı. Koalisyon hükümetinin enflasyonu düşürmek için uyguladığı ‘kur çıpası’ sisteminden dalgalı kur rejimine geçilmesiyle de dolar 690 bin liradan 900 bin liraya yükseldi. Bu süreçte ülkeden ciddi yabancı sermaye çıkışı olurken binlerce işyeri kapandı ve milyonlarca kişi işsiz kaldı.
28 Şubat sürecinin finansal açıdan karakteristik özelliklerinden biri de hortumlanan pek çok bankanın yönetim kurullarında görev yapan emekli generaller meselesidir.
Bu alışkanlık 28 Şubat döneminde o kadar yaygınlaşmıştı ki o dönem emekli generaller sadece bankaların değil, birçok özel şirketin de yönetim kurullarında
görev almıştı. Elbette askerî vesayetin bütün ağırlığı ile hissedildiği yıllarda emekli generaller ticaret veya bankacılık birikimleri sebebiyle getirilmedi yönetim kurulu üyeliklerine. Özel sektör, biraz da şartların dayatmasıyla kendini koruma veya daha ötede onların nüfuzunu kullanarak ticari çıkar sağlama düşüncesindeydi.
İşin ilginç yanı, bankaların hortumlanmasından sorumlu tutulan pek çok iş adamı yargılanıp ceza alırken, yönetim kurulunda görev yapan generallerin hiçbir
soruşturmaya konu edilmemesiydi. Mesela, Sümerbank’ın içinin boşaltılmasından sorumlu tutularak yargılanan Hayyam Garipoğlu hapis cezası alırken yönetim
kurulu üyesi emekli Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu hakkında hiçbir dava açılmadı. Aynı durum Etibank Yönetim Kurulu üyeliği yapan, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Bayazıt için de geçerli. Etibank davasında bankanın sahibi Dinç Bilgin ceza alırken Beyazıt Paşa’ya sorgu sual eden olmadı.
Emekli Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman da 28 Şubat sürecinde batan İnterbank’ın yönetiminde görev aldı ve adli süreçte ismi hiç geçmedi.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün açık tavır almasıyla, emekli generallerin yönetim kurulu üyelikleri meselesi
ortadan kalksa da, bu konu 28 Şubat’ın karanlıkta kalan ekonomik boyutlarından birini oluşturmaya devam ediyor.
28 Şubat’ın bu görünen finansal görünümünün yanında bir de görünmeyen ekonomik görünümü mevcuttur. Söz konusu dönemde “teşvikler” önemliydi. Bu
yüzden Hazine Müsteşarlığı Teşvik Uygulama Genel Müdürlüğünde uzman-daire başkanı seviyesinde adeta temizlik yapıldı. Eşzamanlı olarak Anadolu’da
yükselen sermeyenin yatırım teşvik belgeleri verilmemeye başladı. Örneğin, perakende sektörüne girmek isteyen, Konya’da modern alışveriş merkezi açan
bir grup engellerle karşılaştı. Zira İstanbul’daki sermayenin potansiyel rakiplere tahammülü yoktu. (Örneğin, Kombassan) Özelleştirme İdaresinin Anadolu’da
satışa sunduğu işletmelere daha çok yerel işadamları talip oldu. Bu amaçla bölgesel güç birlikleri oluşturuldu. Büyüklerin aldıkları ihalelerde finansman
paketi oluşturulması için tanınan kolaylıklar aynı cömertlikle küçüklere yansıtılmadı. Ya yeterli süre verilmedi ya da bankalar kredi vermekte isteksiz davrandılar.
( Örneğin, Petlas’ın satış denemesi ) Anadolu’yu vergi denetimi ile baskı altında tutma politikası uygulanırken büyüklere kesilen vergi cezaları da kıvrak
manevralarla silindi. Bazı vergi kanunları, bizzat İstanbul’da holdinglerde yazılarak Ankara’ya gönderildi.
(Örneğin, 1998 başında iptal edilen banka vergi cezaları ile TOBB’dan gelen ve Maliye’de aynen benimsenen vergi kanun taslakları) 1990’ların sonunda Hazine
borçlanma ihaleleri de hakedişe bağlanmış ödemelerin önemli bir bölümü de şeffaf değildi. Borç oluşur, ödeneği bulunmaz, finansmanda kimlere öncelik
verileceğini bir-iki bürokrat belirlerdi. Hazine’nin nakit ihtiyacını bilen, borçlanma ihalelerinde faizin hangi sınırdan kesileceğini kararlaştıran o isimler,
birkaç büyük bankanın yöneticiyle kol kola idi. [IX]
28 Şubat sürecinin kamu maliyesi üzerine bıraktığı fatura halen ödenmekte. Gerçekte ülkenin on yıllık süreçte kamu finansmanı alanında elde ettiği başarılar, bu faturanın ödenmesine hasredildi.
8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder