28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA BÖLÜM 5
Nitekim İdare Mahkemelerinde verilen ilk kararlar, hukuki nitelemelerin ağır bastığı, yönlendirme ve telkinlere direnme mahiyetindedir. Bu nedenle İdare
Mahkemelerinin telkinlere karşı tepkisi/tepkisizliği, tavrı, hâkimlere uygulanacak yaptırım konusunda da belirleyici olmuştur. İstanbul ve Edirne İdare
Mahkemelerince başörtüsü yasağını hukuk ihlali olarak değerlendiren kararlardan sonra, verilen yürütmenin durdurulması kararların iptali için adli tatilde itiraz dilekçeleri verilmiş, itirazı incelemek üzere “adli tatil”de kurulan komisyon eliyle yürütmenin durdurulması kararları kaldırılmıştır.
Bölge İdare Mahkemesi tarafından, “başörtü yasağını durduran kararlar” ortadan kaldırıldıktan sonra, İstanbul İdare mahkemelerinde açılan iptal davalarında
yürütmenin durdurulması talepleri tek tek reddedilmeye başlamıştır. O tarihte, altı idare mahkemesinin bulunduğu İstanbul İdare Mahkemesi’nde, tüm
mahkemelerin “yürütmenin durdurulması talebinin reddi kararları aynı gerekçe, aynı cümle ve kelimelerden oluşması” dikkat çekmektedir.
Adli tatilde nöbetçi hâkimlerden oluşturulan heyetten alınan kararlar yeterli görülmemiş, yasağa karşı karar veren mahkemede davaların esasına ilişkin
olarak verilecek kararlar, garantiye alınmaya çalışılmıştır.
Başörtüsü yasağı aleyhine karara imza atan İstanbul 6. İdare Mahkemesi üyelerinden hâkim Seher Bayrak, Edirne’ye tayin edilmiş, hâkim Dr. Selami Demirkol da önce Trabzon’a sürgün edilmiş, daha sonra da Sakarya İdare Mahkemesi’nde görevlendirilmiştir. İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nde görev yapan iki hâkimin görev yeri -bakmakta olduğu davalar (E:1998/367, 368, 369 sayılı dosyalar) nedeniyle- değiştirildiği için, yeni bir heyet oluşturulmuş, böylece, “tabii hâkim” ilkesi ihlal edilmiştir. Mahkemelerde, başörtüsü yasağına karşı açılan davalarda kararlar, artık matbu hale gelmiştir. Mahkemelere verilen 4-5 sayfalık “bilgi notu” ya da bu notların kısaltılmış şekliyle “karar formatında” metinler, “davacı, davalı ve işlem tarih ve sayılarının yazılacağı bölümler” boş bırakılmak suretiyle teksir edilerek çoğaltılmış, karar verilecek dosyalar için boşluk doldurma yöntemiyle kararlar “hazır” hale getirilmiştir.
Özellikle kılık kıyafet nedeniyle açılan idari davalarda, şablon metinlerle teksir edilen kararlar dönemi başlayınca, bu davalar için, mahkeme hâkimlerinin
inceleme yapmasına da gerek kalmamıştır. Çünkü sonucun herhangi bir şekilde (davacı lehine) değişmemesi gerekmektedir. Hal böyle olunca hâkim
incelemesine de gerek kalmamakta (hâkimlerin değil!) kalem memurlarının şablon metinleri yazmaları ve hâkimlere imzalatmasıyla karar oluşmaktadır.
Bu şablonların dışına çıkarak, hukuka uygun şekilde başörtülü öğrenciler lehine karar veren hâkimler, idari soruşturmalara tabi tutularak sürgün edilmişlerdir.
Bir soruşturma raporundan alınan şu ifade ilgi çekicidir; “…Yaptıkları işler ve davranışlarıyla kişisel duygulara kapılarak görevlerini doğru ve tarafsız
yapamayacakları kanısını uyandırdıkları, bu cümleden olarak, sosyal ve özel yaşantıları ve eşlerinin kapalı ve başörtülü giyim tarzı nedeniyle çevrede
olumsuz imaj yarattıkları, başörtüsü taktıkları gerekçesiyle haklarında disiplin cezası uygulanan ya da bu nedenle okula alınmayan öğrenciler tarafından
Samsun İdare Mahkemesi’ne açılan davalarda türbanlı öğrenciler lehine karar verdikleri, Atatürkçü, laik ve demokrat olduğu bilinen kişiler tarafından açılan
davalarda ön yargılı davrandıkları, hususundan ibarettir.” Yazının soruşturma gerekçesinin açıklandığı bölümde de, “…Eşlerinin kapalı ve başörtülü giyim tarzını benimsedikleri, kendilerinin sosyal ve özel yaşantılarında mesleğe yakışmayan davranışlarda bulundukları, toplu halde ve tören havasında cuma ve teravih namazlarına gittikleri…” iddia edilmiştir. Tekirdağ-Malkara Endüstri Meslek Lisesi Müdürlüğü görevini yürüten M. Ünsal davası da ilginç bir diğer örnektir.
İlgili, 1998 yılında açılan bir disiplin soruşturması ile görevden alınarak başka bir okula atanmıştır. Soruşturma dosyasında aynen şunlar yazılmaktadır; “
...eğitim yöneticisi -okul müdürü- olarak resmi görevini başarı ile sürdürmek tedir. Görevi dışında sadece ‘dinci” bilinen kesimle ilişkilerini sürdürmek te, çalışma saatleri içinde de olsa Cuma namazlarını aksatmamakta, eşi bir sembol olarak kabul edilen ‘türban’ takmakta ve kapalı dolaşmakta, ilişkileri de sadece kendisi gibi giyinen kesimle olmakta, Ulusal Bayramlar ve Cumhuriyet Balosu da dahil eşiyle hiçbir toplantıya katılmamaktadır.
Bu bağlamda çevrenin sosyal ve kültürel ortamından uzak, belli bir kesimle uzlaşmış ve birlikte hareket eden kapalı bir aile yaşantısının ortaya
çıktığı belirlenmiş, bunun üzerine davacının görev alanının bir bölümünü teşkil eden eğitim-öğretim faaliyetlerinde başarılı çalışmalar yaptığı ancak, bir
yöneticide bulunması gereken en önemli özelliklerden tarafsızlık ilkesini ihlal eder nitelikte bilgi ve duyumların küçük bir ilçede yaygın bir şekilde konuşulduğu, somut bir örneği olmasa da toplumda bazı çevrelere karşı zaafı olduğuna dair yorumlar yapıldığı, ayrıca bu kesim dışındakilerin de aile olarak kendilerini soyutladıkları, laik bir ülkede dinci akımların sembolü haline gelen türbanı yanlış mesajlara neden olabileceğini düşünmeksizin eşine kullandırarak
hakkında ki söylentilerin daha da artmasına ve eğitim müessesinin zedelenme sine neden olmuştur.” Bu, hukuki açıdan izahı mümkün olmayan, önyargı ve ideolojik gerekçelerle hazırlanan soruşturma raporuna dayanarak görev yeri değiştirilen M. Ünsal’ın davası Edirne İdare Mahkemesi’nce kabul edilerek işlem iptal edilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın kararı temyiz etmesi üzerine davayı ele alan Danıştay 5. Dairesi, yerel mahkemenin kararını bozarak “rapor içeriğin in, dolayısıyla görevden alma işleminin hukuka uygun olduğuna” karar vermiştir. Danıştay 5. Dairesi, raporda belirtilen hususların, “davacının yüklendiği görevin özelliği ve önemi karşısında yöneticilik konumunu ve kurumu temsil niteliğini yitirdiği…” değerlendirilmesi imkânsız iddiaları delil kabul etmiş ve buna istinaden yerel mahkeme kararını bozmuştur. Gerekçe bir hayli ilginçtir. Danıştay 5. Dairenin kararına göre “Mesleğinde başarılı, iyi bir yönetici olmak” yeterli değildir.
Yöneticilik görevini sürdürebilmesi için “türbansız eşi ile Ulusal Bayramlara ve Cumhuriyet balolarına katılması”, ayrıca bayan “eşinin nasıl giyineceğine de
-özellikle başörtüsü, uzun manto, yanlış anlamalara müsait renkten elbiseler giymemesini sağlamak için- müdahale etmesi” gerekmektedir. Kararda görüldüğü üzere, memurlar için, sadece devlet memurları yasasının aradığı şartlar yeterli görülmemekte, bu yasadaki şartlara ilaveten, “tarafsız ve bağımsız” (!) mahkemelerin çizdiği şartlan da taşıması gerekmektedir.
28 Şubat süreci içerisinde, en geniş yargı ağına sahip olmasına rağmen, en az iş düşen yargı kurumu, (en temel yargı kurumu olan) “adli yargı” olmuştur.
(Diğer yargı kurumları kadar olmasa da), bu süreç içerisinde adli yargının da, iyi bir sınav verdiğini söylemek mümkün değildir. Sadece demokratik tepkiler
(protestolar) nedeniyle, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nu ihlal ettiği gerekçesiyle on binlerce kişi hakkında kovuşturma yapılmış, çoğu hakkında
kamu davası açılmıştır.
MGK Sekreterliğinin, (765 sayılı TCK 159’uncu muhalefet vs. isnadlarıyla) doğrudan cumhuriyet savcılarına gönderdikleri suç duyuruları, çok kısa bir süre
içerisinde kamu davasına dönüştürülmüştür. Gazetedeki en küçük bir haberi ihbar kabul ederek (resen) davalar açan yargı mercileri, bir generalin,
ülkenin Başbakanına yönelik ağır hakaretlerini duymazlıktan gelmiştir. Bunun gibi birkaç örnek dahi, yargının, 28 Şubat sürecine “aktif” bir destek verdiğini
göstermektedir. Ancak, örneklerden yola çıkarak bir yargı sistemini toptan mahkûm etmek ya da hukuka uygun birkaç kararla tezkiye etmenin mümkün
olmadığını belirtmek gerekir.
Önemli olan, yargının, yargılama işlevi sırasında, “Olağan hata sınırlarını/payını aşıp-aşmadığı” ve “hukuk dışı uygulamalara ne ölçüde katkı sağladığı”dır.
Üzülerek ifade etmek gerekir ki o dönemde, dünya görüşü her ne olursa olsun hukuka ve kanunlara bağlı kalarak yerinde ve doğru kararlar verebilen hâkim
ve savcıların genel kural değil istisna teşkil ettiği bugünden çok daha net olarak görülmektedir.
Sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, yargılamada, “Hukukun temel ilkelerine uyulup-uyulmadığı” ve “Adaletin gerçekleşmesine ne kadar önem verildiği”ne bakmak gerekir. Bunun için de, objektif kriterlere ihtiyaç vardır. Bu açıdan bakıldığında, Yargı, “Resmi İdeoloji”nin çekim alanıyla orantılı olarak doğal mecrasından çıkmakta, aynı konuda birbirine zıt çelişkili kararlar verebilmektedir.
Örneğin, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin, özellikle manevi tazminat davalarında, kişilere göre değişen yorumu, bu etkiyi somut olarak göstermektedir.
Diğer yandan, sapmanın daha çok üst yargı kurumlarında olması, baskının yukarılardan (tepeden) geldiğini göstermektedir.
6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder