28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA BÖLÜM 4
3.3. MGK
28 Şubat sürecindeki planlı ve programlı işleyiş tarzı, ordunun vesayetçi anlayışının tahkim edilmesinin önünü açmıştır. Bu bağlamda, REFAH-YOL iktidarı döneminde 9 Ocak 1997 tarihinde çıkarılan Başbakanlık Kriz Yönetimi Merkezi Yönetmeliği’yle, MGK Genel Sekreterine, Türkiye’de ekonomik çöküntüden, nükleer kazalara, kaya düşmesinden, terör olaylarına kadar uzanan, bir dizi “kriz” durumunda Başbakanla eşit düzeyde icraî yetkiler verilebilmiş, bu çerçevede “olağanüstü hal” olarak görülebilecek şekilde, tüm il ve ilçelerde kriz merkezleri kurulmasına imkân sağlanmıştır.
Bunun en somut tezahürü, ANASOL-D Hükümeti döneminde, Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı arasında Emniyet ve Asayiş Yardımlaşma (EMASYA) Protokolü
imzalanarak, illerde garnizon komutanlarına valiler üstünde yetkiler verilmesi; keza yine ANASOL-D Hükümeti döneminde, 28 Şubat 1997 tarihli 406 sayılı
MGK Kararında belirtilen hususların takip ve kontrolünde “etkinliğin sağlanması” amacıyla, 29 Aralık 1998 tarihinde alınan 440 sayılı MGK Kararı gereğince,
“Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK)” kurularak, Genelkurmay Başkanlığı, MGK Genel Sekreterliği ve diğer kaynaklardan
alınan istihbarî bilgilere istinaden çok sayıda kamu görevlisi “irticacı vs.” sıfatlarla fişlenerek memuriyetten atılması veya pasif görevlere getirilmesidir.
3.4. Medya
28 Şubat sürecinin “medya” ayağı, diğer darbelerden farklı olarak sürecin işleyişinde en önemli rolü oynamıştır. Klasik darbe geleneğinden farklı olarak
bu defa medyanın rolü ön plana çıkarılmış ve yazılı basının attığı manşetler 28 Şubat post modern darbe sürecinin hazırlayıcısı olmuştur. Dönemin en etkili üç
gazetesi olan Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazeteleri kısa süre içinde 54. Hükümet’e karşı çok yönlü bir karalama kampanyası başlatarak “irtica”, “laiklik” ve “şeriat” kavramlarını hemen her gün manşetlere çıkarmış ve kamuoyunu yönlendirmeye çalışmıştır. Kartel medyası olarak adlandırılan bu üç gazete bir yandan DYP lideri Tansu Çiller’i yıpratarak koalisyondan çekilmeye zorlarken diğer taraftan “İrtica ve Şeriat tehdidi” senaryoları ile Başbakan Erbakan’ı istifaya zorlamıştır.
Öyle ki adı açıklanmayan “ Üst düzey Askeri yetkililere ” dayandırılan asparagas manşet ve haberlerle TSK defalarca “ Göreve ” davet edilmiştir.
Nitekim darbeci medyanın ablukası sonuç vermiş ve 28 Şubat 1997 tarihinde “irtica ve buna karşı alınacak tedbirler” gündemiyle toplanan Millî Güvenlik Kurulu kararlarıyla 54. Hükümet’in parçalanma süreci başlamıştır.10
3.5. Yargı
1960 askeri darbesi sonrası kurulan Yassıada mahkemeleri, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında başta Mamak olmak üzere, yurdun çeşitli yerlerinde kurulan
Sıkıyönetim Mahkemelerinde, hukukun ve temel insan haklarının alenen ayaklar altına alınmasının, “kaynağını evrensel hukuk ilkelerinden veya anayasadan
almayan, kendinden menkul bir erk”in uygulamaları olarak bakıldığında kendi içinde mantıksal bir tutarlılığı mevcuttur. Kendisinden başka kimseye hesap
vermek zorunda olmayan bir siyasal düzende, yapılan her eylem hukuka uyarlık sağlayacaktır. Ancak, 28 Şubat süreci gibi anayasanın ve hukuk düzeninin
askıya alınmadığı, hukuk devleti ilkesinin hükmünü icra etmesinin beklendiği bir ortamda, özellikle yargı organlarının hukukilikten uzak karar vermelerinin
“olağan” hale gelmesi ürkütücüdür. Bunda tek başına brifinglerin payı inkâr edilemez. Genelkurmay karargâhında “irtica brifinglerine” katılan yüksek yargı
mensuplarının, Devlet Güvenlik Mahkemeleri hâkim ve savcılarının yürürlükteki mevzuatı zorlayarak karar verdikleri görülmüştür.
Bu süreçte, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından, kimi zaman hukukilikten uzak, bazı “siyasi” kararlar verildiği gözlenmiştir.
28 Şubat sürecinin “yargı” ayağı, zaten devleti koruma refleksinin hukukun ve adaletin üstünde yer aldığının zihinlere kazındığı bir zeminin üzerinde
yükselmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin ve Yargıtay’ın bazı kararlarının tahlilinden hareketle yapılan başka bir çalışmada11, “yargı mercilerinin özellikle siyasal
içerikli davalara ilişkin verdikleri kararların önemli bir kısmında devletçi bir refleksle hareket edildiği, ‘devleti korumak’ ve ‘devletin çıkarlarını gözetmek’ gibi çabaların var olduğu” sonucuna varılmıştır. Yargı dünyasından gelen ve türünün tek örneği olmayan bir açıklama, yargıda devletçilik eğilimi ve bunun kaynakları konusunda yeterli izahatı yapmaktadır. Eski Yargıtay Başkanı Osman Arslan’ın, 1 Kasım 2007 tarihinde, Türkiye Adalet Akademisi’nin 2007-2008 eğitim yılı açılış töreninde yaptığı konuşma, ortaya çıkan algı ve zihniyet kalıplarının yaygınlığı hakkında fikir veriyor olmalı;
“Hâkimliğin temel ögesi tarafsız olmaktır. Ancak bazı kararlarınızda Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması ve yaşatılmasında taraf olacaksınız. Buradaysak bu
Cumhuriyetin kazanımları sayesindedir. Cumhuriyetin insan onur ve haysiyetine en uygun rejim olduğunu bilmelisiniz, bilmek zorundasınız.
Demokratik, laik, hukuk devletine sahip çıkmada tarafsınız, ay yıldızlı bayrağa sahip çıkmada, o bayrağı daha yükseklere çıkarmada taraf olacaksınız.
Buralarda tarafsız olma lüksünüz yok.”[VI]
28 Şubat sürecinde TSK’nın, kendilerine sunulan iç tehdit algısını kabullenip buna uygun kararlar vermeye hevesli bir yargı ortamını beklentilerinin de
ötesinde hazır ve nazır bir şekilde bulduğu pekâlâ söylenebilir. Bu itibarla belki TSK tarafından verilen brifinglerin, en etkin bir şekilde “yargı” alanında
yansımasını bulduğu görülmektedir. 28 Şubat MGK kararlarının önemli bir bölümü “irtica” dolayısıyla “kılık-kıyafet”e ilişkin hususlardı. Darbecilerin müdahalede öncelikli hedefleri, eğitim ve çalışma alanı olarak belirlenmişti. Bunun sonucu olarak, öncelikle, “üniversiteler” uygulama alanı olarak seçilmiş, aynı zamanda orta öğrenimde İmam Hatip okulları da uygulamanın bir parçası olarak belirlenmiştir. Bunların yanında ister kamu kurumları, ister özel şirketler olsun çalışma alanları da uygulamanın hedefi olmuştur.
“Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Okullarda Okuyan Öğrencilerin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik” hükümleri ile 1982 yılında kısmen başlatılan, 1987 yılı Ocak ayında da “katı bir yasak” olarak uygulanmak istenen, ancak daha sonraki süreçte yasal olarak ve fiilen ortadan kaldırılan “kılık kıyafet yasağı” üniversite hayatında hemen hemen hiç olmamıştı. 1997 yılına kadar üniversitelerde “kılık kıyafet yasağı”nı uygulama imkânı bulamayan yasakçı güçler, 1997 sonlarında İstanbul Üniversitesi’ne rektör seçilen bir kişiyi “uygulamacı”, İstanbul Üniversitesi’ni de “uygulama alanı” olarak belirlemiştir.
Kemal Alemdaroğlu, rektörlüğe başlamasının ikinci ayında, 23 Şubat 1998 tarihli ve 5786 sayılı bir genelge yayımlayarak; “yeni düzenlemeye göre verilmiş öğrenci kimlik kartı olmayan öğrencilerin içeri alınmaması, kimlik kartsız olarak içeri girenler hakkında işlem yapılmasını” istemiştir.
Genelgede her ne kadar kimlik kartı olmayanların içeri alınmayacağı belirtilmekte ise de genelgenin içeriğinden mesaj açıkça anlaşılmakta “...
bayan öğrencilerin başları bağlı olarak (başörtülü olarak) erkek öğrencilerin sakallı olarak ders, staj ve uygulamalara alınmamaları…” istenmektedir.
Genelgede, içeri alınmama sebebi “kimlik kartının olmaması” olarak gösterilmekte ise de bu genelgenin anlamı, başörtülü öğrencilere kimlik verilmediği için üniversiteye “başörtülü öğrencilerin alınmayacağı” anlamına gelmekteydi. Bu genelge, aynı zamanda 1998 yılı başlarında başlatılan kılık kıyafet yasağının, kanuni ve hukuki bir dayanağının da olmadığına işaret etmekteydi. Bu genelge ile üniversitelerin kapısı, o güne kadar görülmemiş bir şekilde başörtülü öğrencilere kapatılmış oldu. Genelgenin uygulanması için, üniversite kapılarında (üniversitenin bütçesiyle) güvenlik görevlileri istihdam edilmiş, bu kişiler kolluk kuvveti gibi kullanılmış, başörtülü öğrencilere karşı etten bir duvar örmüşlerdir. Başörtü yasağı, İstanbul Üniversitesi’nin muhtelif fakültelerinde uygulanmakla birlikte, özellikle Tıp fakültelerinde çok daha acımasız bir şekilde uygulanmıştır. Bu yasaktan, bütün öğrenciler etkilenmekle birlikte, en çok etkilenenler, tıp fakültelerini bitirme aşamasında olan, 5. ve 6. sınıf öğrencileri olmuştur. Bitirmeyi düşledikleri okulun kapısı yüzlerine kapatılmıştır. Yasadışı yasak nedeniyle zor durumda kalan öğrenciler, anlamsız yasağın ve oluşturulan fiili engelin kaldırılması için çareler aramaya başlamışlar dır. Mağdur öğrenciler, hukuk devletinde haksızlığa uğrayan herkesin başvurabileceği bir yola, mahkemelere başvurmaya karar vermişler, hukuksuz uygulamanın ve haksızlığın giderilmesi için İdare Mahkemelerinde davalar açmaya başlamışlardır. Ankara’da düzenlenen brifinglere, yargının her biriminde görev yapan hâkimler ve savcılar davet edilmişler, Ankara dışında görev yapan hâkimler (özel bir gayret sarf edenler hariç) bu brifinglere muhatap olmadığı için, brifinglerde yapılan telkin ve tavsiyeden doğrudan etkilenmemişlerdir. Ayrıca, her hâkimin her telkin ve her tavsiyeden etkilenmeyeceği, taraflı davranmayacağı da şüphesizdir.
5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder