6 Temmuz 2017 Perşembe

28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA BÖLÜM 3



28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA  BÖLÜM 3






Bir ordu, “ Düşman ”ı imha etmek üzere biçimlendirilmiş özgün yapısından ve amacından kolay kolay kopamaz.[IV] Gerçekten de 28 Şubat sürecinde TSK’nın iç düşman olarak ilan ettiği “irtica”ya karşı hızla organize olarak harekât planları geliştirdiği ve uygulamaya koyduğu açıktır. TSK bu mücadeleyi, Milli Güvenlik 
Kurulu eliyle Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) üzerinden yürütmüştür. MGSB’nin hukuksal dayanağı olarak 12 Eylül Anayasası’nın 118’nci maddesi ve 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu gösterilmiştir. MGSB, içeriği itibariyle devletin iç ve dış tehdit algılamalarını madde madde ortaya koyan bir belge niteliğindedir. 28 Şubat darbesinin yaşandığı 1997 yılında, MGSB’de “irtica” iç tehditler arasında yer almaktaydı. 

2001 yılında birinci öncelikli iç tehdit olarak yer alan “irtica”, 2010 yılından metinden çıkartıldı. 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesinin en büyük gerekçesi 
“irtica tehlikesi” idi. MGK’ya sunulan raporlarda ve 18 maddelik bildirgede tehlike üç ana başlıkta toplanıyordu;

1. Devletin içinde “irticai kadrolaşma ve sızma” vardı. TSK’daki subaylar tasfiye edilmiş/ediliyorsa MGK kararı ile bütün devlet kurumlarındakiler tasfiye 
edilmeliydi. 

2. İmam Hatip Liseleri siyasal İslam’ın arka bahçesi olmuştu ve Kur’an Kursları her yerde yaygınlaşmıştı. Eğer önlem alınmazsa yapılan istatistiklere göre 
2005 yılında Türkiye İran gibi olacaktı. 

3. Tarikat ve Cemaatler yasa dışı yapılar olup iç tehdit olarak Türkiye’de din devleti kurma konusunda hızla ilerlemekteydiler.

Ancak, “ İrtica ”nın bir iç tehdit olarak algılanmasına ve MGSB’de yer almasına rağmen,  başta MGSB olmak üzere hiçbir metinde bir irtica tanımı yapılmamış 
olması ilginçtir. 

Bugünden geçmişe bakıldığında, bunun bilinçli bir tercih olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu sayede söylemde “din”le gerçekte ise “İslam”la doğrudan ya da dolaylı 
ilintili bireysel ya da kollektif her türlü eylem, söylem, faaliyet, düşünce “irtica” adı altında bir tehdit unsuru olarak görülmekte; bu surette ortaya çıkan bu 
“ İç düşman ”ı imha etmek, TSK’nın kendi iç pratikleri içinde gayet meşru ve olağan hale gelmektedir. 

Gerek bu zihniyetin mevzuata yansıması gerekse “düşman” olarak belirlenen unsurlarla mücadelenin altyapısı TSK İç Hizmet Kanunu ile bu kanuna dayanılarak çıkartılan İç Hizmet Yönetmeliğinde yansımasını bulmuştur. Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevinin İç Hizmet Kanunu’nun (1997 tarihinde yürürlükte bulunan) 

35’inci maddesine göre; “Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak” olduğu;8 

İç Hizmet Yönetmeliğinin 85’inci maddesine göre ise “…Türk Yurdu ve Cumhuriyetini içe ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak olan Silahlı Kuvvetlerde her asker kendine düşeni öğrenmeye ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarf ederek yapmaya mecburdur.” şeklinde belirlendiği görülmektedir. 

İç Hizmet Kanununun 35’inci maddesi değişmiş olsa da halen yürürlükte olan İç Hizmet Yönetmeliği’ne göre TSK, “ Türk Yurdu ve Cumhuriyetini içe ve dışa 
karşı, lüzumunda silahla korumak”la görevlendirilmiştir. 

Söz konusu “iç” ve “dış” ifadeleriyle neyin kastedildiği belli değildir. Öte yandan, Türkiye’de TSK’nın, “durumdan vazife çıkarmak” suretiyle her zaman darbe 
yapabileceğini düşünenler için herhangi bir yasal mevzuat aramaya da gerek yoktur9. [V] Bu açıdan bakıldığında, mer’i mevzuatta, TSK’nın darbe yapmasına 
cevaz veren yasal bir dayanak bulunup, bulunmadığı sorusunun bir önemi bulunmamaktadır. Silahlı Kuvvetlerin Anayasal kurumlar üzerinde nasıl bir militarist yapı oluşturduğunun en açık göstergesi de ortaya çıkan askerlerin hadiseye yaklaşım tarzıdır. Sorunun kökenin Harp Okulları ve Harp Akademileri başta olmak üzere askeri okullarda verilen eğitimin içeriği olduğuna şüphe yoktur. 

2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanununun 2/a maddesinde “Milli Güvenlik”; “Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, 
milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanması” şeklinde tarif edilmektedir. Söz konusu tanımda yer alan “iç tehdit” sakıncalı bir kavramdır. Zira bu tanıma istinaden, birtakım devlet kurumları veya devlet adına hareket ettiğini öne süren birileri tarafından, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümünün “iç tehdit” kapsamında 
değerlendirilmesi imkân dâhilindedir. Nitekim söz konusu “iç tehdit” kavramı, özellikle 28 Şubat sürecinde, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi çerçevesinde, 
Refahyol hükümetinin yıkılmasının çok ötesinde dindar insanlara karşı sistematik bir ayrımcılık ve hukuksuzluğun gerekçesi haline getirilmiştir.

28 Şubat’ta, birtakım (sözde) sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, 
sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlar hükümete dayatılmış, koalisyon ortağı parti 
milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirilmiş, nihayetinde seçilmiş bir hükümet işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlanmıştır. 

Bu süreçte, tıpkı 1980 askeri darbesinde olduğu gibi, kendisini “rejimin teminatı” olarak gören TSK, emir-komuta zinciri içinde hareket etmiştir. Komuta katının benimsediği çizgide olmadığı düşünülen çok sayıda muvazzaf asker, bu kez “yıkıcı, bölücü ve irticai faaliyetlerde bulundukları” gerekçesiyle, hukuk 
kuralları zorlanarak tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyenin, 1960 darbesindeki gibi üst düzey komutanlara yönelik değil, Albay ve alt rütbedeki askeri personele dönük olduğu gözlenmiştir. 

3.1. Sivil (!) Toplum Kuruluşları

Tüm darbelerde olduğu gibi, 28 Şubatta da TSK’nın harekete geçmesinin gerekçesi, eğitim şekli itibarıyla, sadece savunma gücü olarak değil, aynı zamanda, topluma liderlik yapma anlayışıyla yetiştirilmesinden kaynaklanan, “Atatürk ilke ve inkılaplarının elden gittiği” düşüncesidir. 28 Şubat tarihli MGK toplantısında alınan Karar’da yer alan “Atatürk İlke ve İnkılapları” ve “Devrim Kanunları” vurgusu, “ kışla-cami çekişmesinin ” bir yansıması olmuştur. 

28 Şubat darbesini diğer darbelerden ayıran en önemli özellik, biraz da askeri bir müdahaleden ziyade “sivil toplumun tepkisi” algısı oluşturabilmek adına 
sadece silahlı kuvvetlerin eylem ve sözlerinin değil, sivil bürokrasi ile -sözde- sivil toplum örgütlerinin seçilmiş hükümet aleyhtarı eylem ve kararlarının da 
öne çıkarılmış olmasıdır. 28 Şubat sürecinde önemli bir rol oynayan ve “sivil inisiyatif”, “beşli oluşum”, “beşi bir yerde”, “beş kafadarlar”, “yıkım ekibi” ve 
“bizim çete” olarak da adlandırılan bu grubu TOBB Başkanı Fuat Miras, TESK Başkanı Derviş Günday, TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral, DİSK Başkanı Rıdvan Budak ve TİSK Başkanı Refik Baydur oluşturuyordu. TSK ile bürokrasi ve “beşli çete” olarak adlandırılanlar başta olmak üzere -sözde- sivil toplum kuruluşları arasında bu ittifak, seçilmişlerin, baskı altında tutulmasında ve nihayetinde iş yapamaz konuma getirilmesinde başarılı olmuştur. Hükümetin iç ve dış politika icraatlarının ülkeyi yıkıma götürdüğü öne sürülerek, sivil siyaset alanı adeta yok edilmiş; koalisyon ortağı partiye mensup milletvekilleri istifaya zorlanarak, milli irade hiçe sayılmıştır. 


3. 28 Şubat’ın Yapıtaşları


3.2. Brifingler

Bu doğrultuda tüm toplum üzerinde psikolojik harekât faaliyetleri uygulanmıştır. Bu çerçevede, başta “brifingler” olmak üzere, tehdit, gerilim, korkutma, 
beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplum baskı altında tutulmuştur. Bu süreçte darbecilerce “brifinglere” özel bir anlam ve önem verildiği görülmektedir. Oramiral Güven Erkaya brifinglerle ilgili olarak basına şu demeci vermektedir: “...Brifinglerle kamuoyunu bilinçlendiriyoruz. Tabii çalışmalarımızın çoğu milletvekillerini ikna etmeye yöneliktir. Rejimin içine düştüğü tehlikeyi öncelikle onların görmesi gerekir… Biz bu yola çıkarken Genelkurmayda toplandık. Muhtemel olumsuzluklara karşı köklü, alternatif planlar hazırlamaya koyulduk. Her olumsuzluğun bir karşı koyma tedbirini aldık. Planlar cebimizde. Ama meselenin demokratik yollardan çözülmesini istiyoruz ve bekliyoruz. Parlamento üyelerinin meseleyi siyaseten halletmeleri için bekledik. Verdiğimiz mesajları almadılar veya almak istemediler. Şimdi ikinci maddeyi uyguluyoruz. Sivil kesimde kamuoyu oluşturuyoruz.”

Dönemin Genel Kurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak brifinglerin gerekçesini şöyle izah etmektedir: “TSK yapısı gereği kamuoyu ile iç içe olan bir 
kurum değildir. Ancak yapılan kimi çalışmalar hakkında da kamuoyunun bilgisinin olması gereklidir. TSK demokrasiye saygılıdır. Demokrasinin ilkelerinin ödünsüz korunmasından yanadır. Toplumun çok önemli bir kesiminin de bu konuda herhangi bir şüphesi yoktur. Ancak TSK’nın bu konudaki kararlığının tüm kesimlerce bilinmesi gerekmektedir.”

Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in Washington Post gazetesine verdiği demeçte “Biz Silahlı Kuvvetler olarak anti-laik akımları not 
etmeye birinci öncelik veriyoruz. Bu akımlar, orduya bile sızmaya çalışıyorlar. Laiklik karşıtı tehdit, 12 yıldır süren PKK tehdidinden daha ciddi duruma gelmiştir. 

MGK kararları üzerinde MGK’nın bütün üyeleri görüş birliğine varmıştır. Bunlar mutlaka uygulanmalıdır. Aksi halde ülkenin geleceği çok olumsuz etkilenecektir. 
Askeri darbelerin olumsuz sonuçlar yarattığını biliyoruz. Demokratik kurumların baskısı ile MGK kararlarının uygulanacağına inanıyoruz.” şeklinde görüşlerini 
beyan etmektedir.

Brifinglerin içeriği, sunuluş tarzı ve bu beyanlar birlikte değerlendirildiğinde; 28 Şubat döneminde, askerin, “irticai kesim” ve Refah Partisinin ülke için artık PKK 
kadar tehlikeli olduğu ve bunların mutlaka yok edilmesi gerektiğinden bahisle, demokrasiden yana gözüküp, silahsız kuvvetler yoluyla demokrasiye müdahale/
yön verme gayreti içinde oldukları, bu hususla ilgili olarak planlarının bulunduğu ve planların aşama aşama uygulanacağı, ilk aşamanın bilgilendirme toplantıları 
olduğu, ikinci olarak sivil kesimde kamuoyu oluşturmak olduğu, üçüncü aşamanın alınan kararların uygulanması, son aşamanın ise askeri bir darbe olacağı açıkça dile getirilmektedir. Özetle, söz konusu brifinglerin 28 Şubat kararlarının uygulamasına zemin hazırlama/hazırlatma toplantıları olduğu sonucuna varılabilir.

Burada, dikkatleri çeken hususlar ise; demokratik yolla seçimle işbaşına gelmiş ve asker tarafından PKK kadar tehlikeli olduğu ileri sürülen Refah Partisinin ve 
“irticai kesimin” askerin birinci tehdit önceliği haline gelmesi, diğeri ise askerin demokrasiden yana olduğunu söylemekle birlikte müdahaleden bahsetmesidir. 
Bir başka deyişle, demokrasiden yana olduğunu, demokratik kurumlara müdahale ederek göstermeye çalışan bir silahlı kuvvetler söz konusudur.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder