28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA BÖLÜM 2
28 Şubat, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı değişikliklerinin yapıldığı bir dönem olarak anılacaktır. 28 Şubat sürecinin ilk müdahalesi, egemenlik hakkına karşı
olmuştur. Bu süreci başlatanlar, halkın oylarının kayda değer bir önemi olmadığı, meclisin yetkili ve önemli bir kurum olmadığını bir kez daha göstermeye
çalışmışlardır.
İkinci müdahale, sivil otoriteye/siyasi iktidara karşı olmuştur. Bu müdahaleyle, parti programlarının önem taşımadığı, hangi parti iktidara gelirse gelsin,
ellerine verilen yönerge doğrultusunda faaliyet göstermek zorunda kalacağı, hükümet politikalarının, hükümet ve meclis-üstü kurumlar tarafından belirleneceği, hatta siyasi iktidarın, belli bir kesime ve partilerine kapalı olduğu, halkın oylarıyla hükümet olsalar bile, iktidar olamayacakları gösterilmeye çalışılmıştır.
“Sivil Otorite”nin by-pass edilmesinden sonra, en büyük darbeye maruz kalan kesim, sivil kuruluşlar olmuştur. 28 Şubat’tan itibaren başlayan sürece kısa bir
göz atacak olursak, (işi siyaset yapmak olan) politikacılar ve siyasi partiler dâhil, dernek ve vakıflara yoğun bir baskı uygulandığı, özellikle insan hakları alanında
faaliyet gösteren bazı dernek ve şubelerinin kapatıldığı, baskınlar yapıldığı, bu Dernek ve Vakıfların hesaplarına el konduğu, yöneticilerinin evlerinin arandığı,
gözlem altına alındığı, kaybolduğu, tutuklandığı, hatta kurşunlandığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Toplumun kılcal damarlarını oluşturan
sivil örgütlerin sindirilmeye çalışılması, çok sesliliğin istenilmediğini göstermektedir.
Mevcut kuruluşlara yönelik baskılar artarken, yeni kurulacak sivil örgütlerin kuruluşları da çeşitli bahanelerle engellenmektedir. Örneğin, Medenî Kanun’a göre kurulan bir Vakıf, ancak, Milli Güvenlik Kurulunun vereceği “onay”la kurulabilmektedir!
28 Şubat’ta, “ Siviliradenin / Sivil otoritenin ” nasıl etkisiz hale getirildiği, Mecliste hangi ortamda yasal düzenlemeler yapıldığı, mevzuattaki (atama, kıdem, terfi... gibi) rutin yetkilerin, nasıl bir baskı aracı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Peki, yürürlükteki hukuk düzeni, böyle bir müdahaleye izin vermekte, onaylamakta mıdır?
Daha da açık bir ifadeyle;
“Yargı, 28 Şubat’a nasıl bir katkı sağlamıştır?” Doğrusunu söylemek gerekirse, anayasaya göre, “bağımsız” ve “tarafsız” bir Yargı, toplum mühendisliğine
soyunanların hukuk dışı uygulamalarına karşı, demokrasinin ve hukuk devletinin en büyük teminatı olabilirdi. Eğer Türkiye’de, kurulduğundan bugüne kadar,
bin bir güçlükle tesis edilen hak ve özgürlükler, bir çırpıda geri alınabilmişse, bunda en büyük pay maalesef yargıya aittir. Kendilerine verilen brifingte, “irtica
tehdidiyle” doldurulan yargı mensuplarının; bundan sonra, önlerine gelen davada, ne kadar bağımsız, ne kadar tarafsız ve ne kadar adil karar verebilecekleri, önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
28 Şubat 1997 darbesi, demokrasi ile ilişki geçmişi pek parlak olmayan merkez medyanın Genelkurmay’ın basın bürosu gibi çalıştığı, seküler sermayenin
hükümeti hedef aldığı, YÖK’ün ve YÖK güdümündeki üniversitelerin üretilen bilgi kirliliğine ve siyasal katle akademik meşruiyet kazandırma çabasına girdiği
bir dönemin sonucudur.
28 Şubat darbesi, 27 Mayıs darbesinden sonra ilk kez ordu-aydın ittifakının yeniden tesis edilmesi nedeniyle önemlidir. Nitekim 12 Mart’ta aydınlarla bağını
kesen, 12 Eylül’de vulgar bir anti-entelektüalizmle siyaset üretmeye çalışan ve siyasal alana müdahale eden ordu, 28 Şubat sürecinde, üniversiteler ve aydınlar üzerinden bir müdahale kanalı yaratmaya çalışmış ve bu ittifak üzerinden siyasal meşruiyet arayışında olmuştur. Ordunun üniversite-aydın bloğu ile kurduğu ittifak 28 Şubat sürecinden sonra da sürmüş, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelişini izleyen süreçte de ordu, bu ittifak üzerinden siyasete müdahale kanalları açmaya çalışmış, ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin arkasındaki geniş toplum desteği nedeniyle başarılı olamamıştır.
28 Şubat darbesi, darbenin hedef öznesinin Refah Partisi olması nedeniyle, Türkiye solunun önemli bir kesimi tarafından sahiplenildi. Özellikle 1990’ların ilk
yarısında Kemalist kimlikleriyle tanınan aydınların katledilmesi, kendini siyaseten solda tanımlayan insanlardaki laiklik hassasiyetlerini arttırmıştı.
Tam da böylesi bir laiklik hassasiyetinin yükselişinin üstüne gelen RP’nin seçim başarıları, 28 Şubat sürecinde asker-sivil siyasal seçkinlerin toplumsal zemin
bulmalarının önünü açmıştır.
28 Şubat sürecini laiklik-şeriat gerilimi üzerinden değil de, asker-sivil bürokrasinin siyasal alanı steril ve makbul (Türk ve laik) tutma amaçları üzerinden okumak ve İstanbul-Anadolu sermayesi arasındaki gerilimli ilişkiyi de akıl tutmak gerekiyor. Şunu teslim etmek gerekir ki, laiklik eksenli her 28 Şubat okuması, doğrudan ya da dolaylı olarak 28 Şubat sürecini meşrulaştıran vesayetçi akılla bağdaşmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi, aynı zamanda bir askeri darbeler tarihidir. Cumhuriyet tarihinin kırk altı yılı2, fiilen, askeri yönetimler,3 sıkıyönetim
ve/veya olağanüstü hal uygulamalarıyla geçmiştir.4
Türkiye’de, 1960 yılından itibaren, neredeyse her on yılda bir askeri darbe gerçekleştirilmiştir. Demokrasinin askıya alındığı darbelerde, TBMM ve siyasi partiler kapatılmış, millet iradesi hiçe sayılmış, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarıyla toplum baskı altında tutulmuş, başta yaşam hakkı olmak üzere, temel insan hakları çiğnenmiştir. Bu itibarla, Türkiye’de demokrasinin yerleştirilememiş olmasında, söz konusu darbeler nedeniyle olağanüstü yönetim şartlarının halkın üzerinde bir tehdit unsuru gibi konuşlandırıldığı ve bu süreçler içerisinde halkın fikir ve vicdan hürriyeti ile ifade özgürlüğünün kısıtlandığı
açıktır. Aslında, Türkiye’deki darbe geleneğinin başlangıcını, çok daha gerilere, Osmanlı Devletine kadar uzatmak mümkündür.5
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti tarihi ile devamı olan Cumhuriyet tarihi, aslında bir modernleşme öyküsüdür. Her ne kadar yerli ve yabancı literatürde
Osmanlı-Türk modernleşmesi, “askeri bir kliğin” güdümünde, toplumun her kurumuna ve sathına yayılmış, tepeden inme bir değişim ve köklü reform girişimi olarak görülmekte ise de gerçekte Türkiye’nin modernleşme süreci, batı dünyasındaki modernleşme süreçleriyle köken itibariyle benzerdir. Yeni bir toplumsal yapının oluşması ve sosyal yapının değişmesini sağlayan iç ve dış göçler neticesi, toplumun ve insanların olaylara bakış açılarının zaman içinde değişmesiyle bireysel ahlakın gelişimi, özbilincinin ve kendi iradesinin farkına varma, özel mülkiyetin gelişmesiyle patrimonyal iktisadi ve ticari yapının geri dönülemez şekilde ortadan kalkması, eğitime önem verilmesi ve bütün bunların sonucu olarak gücünü ekonomideki başat aktör rolünden alan yeni bir orta sınıfın oluşarak avamın yani halkın kalitesinin yükselmesi, bilinci ve kendine olan güvenin artması, kültürüne, kimliğine, tarihine olan saygısı ve hürriyet isteklerin durmaksızın artması… Osmanlı-Türkiye modernleşmesini, batıdaki emsallerinden farklı kılan ise, bütün bu etkenlerin “ Kendi için sınıf ”6 Bilincini taşıyan askeri bir elit tarafından iktidara uzanmak ve ele geçirdikten sonra sıkı sıkıya yapışmak amacıyla bilinçli bir şekilde biçimlendirilmesi, yönlendirilmesi ve yönetilmesidir.7
Anayasa değişmiş, “halkçı” bir grup iktidara gelmiş ancak halk iradesi olan demokrasi yerleşmemiştir.
2. Çarpık Modernleşme Zihniyetinin Defolu Ürünü; 28 Şubat
Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bir baskı aygıtı olarak kalmayıp inşa sürecinin erken dönemlerinde var olan ideolojik aygıtların
yetersiz gelişiminden kaynaklanan boşluğu doldurmuştur. Siyaseten İslamî değil laik ve batılı bir dünya görüşüne dayalı modern bir Türk milli devleti yaratma
projesi olan Kemalizm, pozitivist-ilerici ideallerini gelecek kuşaklara taşımada TSK’dan medet ummuş, Kemalizmin vazettiği ideolojiyi koruyup kollamayı
kendisine görev bilen TSK da modernleşme/batılılaşma projesine devletin yeniden yapılanması haricinde ve ötesinde toplumsal bir boyut atfetmiştir.
Modernleşme sürecini başlatan ve sırtlanan gücün ordu olması, bunu sorunlu bir süreç haline getirmiştir. Ordular ya da militarist ideoloji “demokratik” değildir;
olduğunun bir örneği dünya tarihinde görülmemiştir. Türkiye de bu kuralın bir istisnası olmamıştır. 21. yüzyılın ilk on yıllarını yaşadığımız şu günlerde de,
Türkiye, yabana atılmayacak birçok başarısına rağmen, demokrasi sorununu çözmekte, yani nüfusuna gerçek bir demokrasinin imkânlarını sunmakta başarılı
olamamıştır.[II]
Sürekli ilerleme fikrinin hâkim olduğu Batı medeniyeti, ilkel kabul edilen diğer toplumlar için ulaşılması gereken bir ideal olarak sunulmaktadır.
Her yerde ve her zamanda uygulanabilir olma iddiasıyla kendisine evrensellik atfedilmektedir. Buna bağlı olarak toplumların modernleşmedeki temel amaçları, “Batı”nın tanımladığı şekliyle, muasır medeniyet seviyesini yakalamak olmaktadır.[III]
Türk modernistlerinin de sonuna kadar bağlı kaldıkları bu ideali gerçekleştirmek için ise özel yaşamın en mahrem alanlarına kadar nüfuz etme hedefi güdülmüştür.
Bu amacın başarıya ulaşmasında, din ve dinden kaynaklanan, sosyal hayatın en olağan olaylarına kadar işlemiş “Şeâir-i İslamiye”nin vicdanlar üzerindeki
hâkimiyeti en önemli engel olarak görülmüştür. Özellikle de mahremiyetin simgesi, İslam medeniyetinin Batı medeniyeti karşısında en temel bir farkı olan
tesettür meselesinin çözümü her şeyin önüne geçmiştir. Bu nedenle Türk kadınının modern bir kimlik kazanması, reformların başarısını gösteren bir ölçü olarak kabul edilmiştir. Nilüfer Göle’nin tabiriyle kadın, Kemalistler için Batılılaşmanın mihenk taşı olmuştur. Toplumun dinini, geleneklerini temelinden reforme etmeyi amaçlayan böyle bir hareketin etkili olabilmesi için ise, örgütlü büyük bir güç olan ordunun desteği temin edilmiştir. Tanzimat’tan itibaren modernleşme çabalarında ağırlığını sürekli hissettiren ordu, sivil toplumdan ayrı ve elit bir kimliğe sahip olmanın getirdiği misyonla Kemalist reformların en sadık bekçisi olma özelliğini kimseye kaptırmamıştır.
Laiklik, kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyetinin temel vasfı olarak nitelendiğinden ve sadece devletin değil vatandaşların da “laik” olmaları beklenmektedir. Ancak “laik” ve “laiklik” tanımları anayasa başta olmak üzere hiçbir hukuki metinde yer almadığından özellikle yüksek yargı içtihatlarında da görülebileceği üzere, kişilerin dini inançlarının kamusal alandaki bireysel söz, davranış ve eylemlerine yansıtılması gibi esasında temel insan hakları kapsamında konuşulması gereken konular dahi laiklik ilkesinin çiğnenmesi olarak mütalaa edilmiştir. Bunun arkasında bir tanım yokluğundan ziyade yine anlamı kasden belirsizleştirilmiş bir kavramın, halk iradesinin tezahürünün engellenmesinde bir araç olarak kullanılması gerçeği yatmaktadır.
Laik tez, vatandaşların dini inançlarını soyutlamaları ve yalnızca laik nedenlerle hareket etmelerini öngörür. Diğer bir anlatımla “bu” dünyanın meselelerinin
özerk olduğu ve “öteki” dünyanın meselelerinden ayırt edilebileceğini öne süren bir dünya görüşünü savunur. Ancak bu bakış açısında dindar insanlar aleyhine
bir ayrımcılık yatmaktadır. Laik vatandaşlar bütün ve birleşik bir yaşam sürerken, en derin inançlarını yalıtmaları beklenen dindar vatandaşlar ahlaki tutarsızlığa ve kendinden yabancılaşmaya itilmektedir. Bu, dindar insanların politik amaçlarla inançlarını askıya alamayacakları anlamına değil, bunun için gereken politik soyutlamanın yaşamlarına anlam veren şeylerin değerini azalttığı, onları ahlaki bir pusuladan yoksun bıraktığı ve kendi kendine uygulanacak haksız bir ahlaki sansür gerektirdiği anlamına gelir. Bu türden bir davranış dindar vatandaşlardan beklenemeyeceğinden ve aksi yönde davranmaları gerektiğine dair “zor”a dayalı görüş bu insanlara empoze edilemeyeceği gibi hukuk düzeni içinde evrensel ve anayasal hukuk kurallarına rağmen yer alamayacağından sorunun çözümü, topluma ve devlet düzenine yönelmiş bir iç tehditte yer almaktadır; “ İrtica ”.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder