27 MAYIS'TAN 12 MART 'A NADİR NADİ, YAZILARI, BÖLÜM 5
YERİNDE BİR ÖNERİ
Yakın geçmişin olayları gösteriyor ki bir memlekette totaliter bir yönetim kurmaya kalkışan hürriyet düşmanları ilk önce o memleketteki hukuk düzenini yıkmayı iş edinmektedirler. Kâğıt üzerinde pek parlak bir Anayasa hazırlanmış olabilir, hattâ o Anayasa resmen yürürlükte de bulunabilir. Fakat keyfine buyruk bir rejimin peşinde koşanlar bu gibi engelleri aşmakta büyük bir güçlüğe rastlamamaktadırlar. Bir yumrukla anayasayı parçalamaya cesaret edemeseler de bir süre temel kanunları zedeleyici icraata başvurarak, sonra anayasaya açıkça aykırı kanunlar ve kararnameler çıkararak halkı alıştıra alıştıra heveslendikleri rejimi bir gün bir olup bitti haline getirebilmektedirler. Bir defa böyle bir rejim yerleşti mi, artık adalet mekanizmasını bütün bütün ele geçirmek, yani şefin iradesini o memlekette kanun haline getirmek hiç de güç bir iş sayılamaz.
Gerek fertler, gerek milletler ve gerek dünya barışı için büyük bir felâket olan bu durumu önlemek amacıyla düşünülen bütün tedbirler şimdiye değin boşa çıkmış, ne eski Milletler Cemiyeti, ne yeni Birleşmiş Milletler Teşkilâtı yeryüzünde keyfî idarelerin zaman zaman kurulup yürütülmesine engel olamamıştı. En tanınmış hukukçuların başbaşa vererek kılı kırk yararcasına hazırladıkları İnsan Hakları Beyannameleri, bir diktatör bozuntusunun üflemesiyle devrilmiş gitmiştir.
Avrupa Konseyi çerçevesi içinde kurulan Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, bu uğurda yıllardır harcanan gayretlerin en umut vericisi görünüyor. Kâğıt üzerinde kalan imzalardan insanlara pek bir hayır gelmediğini gören Avrupa milletleri temsilcileri bu komisyonu kurmakla duruma daha pratik bir çözüm şekli bulunabileceğini düşünmüşlerdir. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Avrupa Konseyi statüsü ve Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi hükümleri ile sınırlı olarak vazife görecek ve üye devletler arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları belli bir usule göre çözmeye çalışacaktır. Bütün üye devletler komisyonun yetkilerini tanımışlardır. Zaten bu yetkileri tanımaksızın Avrupa Konseyinde temsil edilmeye imkân yoktur. Ancak Komisyona devletler hukuku tarihinde bir dönem noktası sayılması gereken bir başka yetki daha verilmiştir ki bunun kabulü devletlerin isteğine bırakılmıştır. Bugüne kadar on Avrupalı devlet tarafından tanınan bu yetki, İnsan Hakları Komisyonunu bireysel şikâyetleri de incelemekle görevli kılmaktadır. Örneğin, Danimarka'da koğuşturmaya uğrayan bir Türk vatandaşı, ora mahkemelerinde yargılandıktan ve hakkındaki hüküm kesinleştikten sonra, isterse (Danimarka bu husustaki anlaşmayı imzaladığı için) Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurup haksızlığa uğradığını iddia ederek hakkını arayabilir. Aynı şekilde bir Danimarkalı vatandaş da kendi adalet mekanizmasını yanlış hüküm vermiş olmakla aynı komisyona şikâyet edebilir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti böyle bir yetkiyi henüz tanımadığı için burada haksızlığa uğradığını sanan Türkler ve yabancılar böyle bir mahkemede haklarını aramak imkânından yoksundurlar.
Kocaeli milletvekili Profesör Nihat Erim'in Millet Meclisi Başkanlığına sunduğu kanun teklifi Mecliste görüşülür ve onaylanırsa bundan böyle Türkiyemiz ve Batı Avrupa hukuku ailesine katılmış olacak, o ailenin her bakımdan daha yakın bir üyesi durumuna girecektir. Ben, şahsen ilk günden beri bu konuda olumlu bir karar alınması gerektiğine inanıyor, ileri sürülen bahanelerin yersizliği üzerinde duruyordum. Biz sömürgeleri olan bir millet değiliz. Topraklarımızın üzerinde yaşayan her Türk uyruğuna kanun gözünde eşit haklar tanımışızdır. Anayasa ve İnsan Haklarına aykırılığı belirtilen bütün kanunları eleyip yürürlükten kaldırmaya da kararlıyız. Hukuk devleti özlemi içinde yıllardır çırpınıp duruyoruz.
O halde rejimimizin hukukiliğini ve hürriyetçiliğini perçinleyecek olan böyle bir teklifi onaylamakta neden tereddüde düşelim?
Ulusal egemenlik dediğimiz kavram, İkinci Dünya Savaşından beri anlamını değiştirmiş, ''uluslar arasında tek başına olmak'' vasfını yitirerek ''uluslar arasında, uluslarla beraber eşit haklara sahiplik'' niteliğini kazanmıştır. Yoksa bu terim hâlâ eski anlamına bağlı kalsa idi, bugün Türk topraklarında NATO ve CENTO tesislerine yer verilmesi havsalaya sığar mı idi?
Bizce Sayın Erim'in teklifi pek yerindedir. Bu teklif kanunlaştığı takdirde yarın herhangi kötü niyetli bir iktidarın Türk adliyesine göz dikmesi ihtimalleri -bütün bütün yok olmasa bile- herhalde çok güçleşecek, ''görülen lüzum üzerine'' hâkimlerimizin istikbali ile oynamak isteyenler, bu işe girişmeden önce bir hayli düşünmek zorunda kalacaklardır.
10.12.1961
HAYIR, DEVRİM BİTMEDİ
Eski bir Millî Birlik Komitesi üyesinin sözlerine alınan iki milletvekili hükümete bir sözlü soru önergesi veriyorlar. 27 Mayıs devrimi bitti mi, bitmedi mi? Öğrenmek istedikleri bu. Hükûmet adına soruyu cevaplandırmak üzere kürsüye gelen Bakan ''bitti'' diyor. Milletvekilleri rahat bir nefes alıyorlar. Biz de onlarla beraber rahat bir nefes alsak.
- Oh, ne iyi, işte en yetkili ağızdan işitiyoruz, 27 Mayısta başlayan devrim demek bitmiş. Hani ''dikkatli olunuz, daha bitmedi!'' diyenler vardı da. Ne ise, şükürler olsun! Tanrı bundan böyle bizi öylesine fırtınalardan korusun!
Diyebilsek.
Bunu diyemediğimiz için biz rahat nefes alamıyoruz ve göğsünü şişirerek Tanrıya şükürler eden geniş yürekli vatandaşlara biraz daha hayretle bakıyoruz. Başlanmış bir devrimin en nazik anlarını yaşadığımızın bilinci içinde yüreğimiz zaman zaman kabına sığmaz oluyor. Amaca doğru kan tere bulanarak milletçe koşarken ayağımıza çelme takanların, bizi yolumuzdan alıkoymayı iş edinenlerin inatçı gayretleri karşısında bu yarışı nasıl başaracağımızı üzülerek düşünüyoruz.
Yanlış anlaşılmasın, söz konusu ettiğimiz devrim 27 Mayıs devrimi değildir. Biz 19 Mayıs 1919'da başlayan ve Türkiye'yi kurtarmayı, kurtardıktan sonra da çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı amaç bilen Atatürk devriminden söz ediyoruz. Yirminci yüzyılın en ilginç, en dinamik hamlelerinden biri olan, Asya ve Afrika'daki sömürge halkları tarafından örnek diye göz önünde tutulan o büyük devrimi biz kendi hesabımıza artık tamamladığımızı iddia edebilir miyiz?
Toplum düzenimiz üzerine aklın egemenliğini kuracağız, dedik. Yurdumuzun bütün kaynaklarını değerlendireceğiz, üretim gücümüzü alabildiğine arttıracağız, vatandaşları bilgice, sağlıkça güçlendireceğiz, sosyal adalet ilkelerini her gün daha iyi koşullar altında gerçekleştireceğiz, dedik. Bilimde, teknikte ilerleyeceğiz, sanatta yükseleceğiz, dedik. Uygarlık çorbasında karınca kararınca bizim de tuzumuz bulunacak, dedik.
O günden bugüne değin kırk yılı aşkın bir zaman parçası aktı, geçti. Bu süre içinde koskoca bir Dünya Savaşı oldu. Milletler birbirine girdi, milyonlarca insan öldürüldü. Savaşın da kamçıladığı büyük buluşlar insanlığa yeni olanaklar sağladı.
Biz hep bunların dışında kaldık. Savaşa girmedikse de buluşlara da katılmadık. Onlardan yararlanmayı bile beceremiyoruz. Kırk yıl öncesine kıyasla bizi Batıdan ayıran uzaklık, daralmak şöyle dursun, belki daha da genişledi. Üretim gücümüz artan nüfusumuza yetmez hale geldi. Vatandaşlarımızın yüzde yetmişi hâlâ okuma yazma bilmiyor. Hani herkese eşit yetişme imkânları sağlayacaktık. Bir buçuk milyon Türk çocuğunu henüz ilkokulun nimetlerinden bile yararlandıramıyoruz. Sosyal adaletin s'sini gerçekleştirdiğimizi söyleyebilir miyiz? Bin yıl önceki metodlarla tarım yapan, bin yıl önceki hayatı yaşayan bölgelerimiz yurt düzeyinde hâlâ geniş bir yer kaplıyor.
27 Mayıs devrimi, boğazına kadar politika oyununa daldığı için bu durumu göremeyen bir zümreye karşı girişilmiş bir uyarma, şöyle hafiften bir dürtükleme hareketi idi. Yeni Anayasa hazırlanıp seçimler yapıldığına, hükûmet de kurulduğuna göre o dürtükleme faslı da herhalde kapanmış olmalıdır. Fakat bu yeniden uykuya dalmak için bir sebep mi sayılacaktır? 19 Mayısta Atatürk'ün Samsun'a çıkması ile başlayan ve onun ölümüne kadar hayrete değer bir hızla gelişen büyük devrimler hamlesi yarı yolda duracak mıdır?
Bilmeyenler varsa öğrensinler ki Türkiye için bundan böyle durmak, hatta duraklamak felâket demektir. Devrimin bittiğini ve biteceğini aklımızdan çıkaralım. Onu bir an önce kendi amacı yolunda eski hızına nasıl kavuşturacağız, bunu düşünelim.
22.12.1961
HANGİSİ YERİNE OTURDU Kİ?
Birkaç gün önce yaptığı bir konuşmada af meselesine dokunan Başbakan İsmet İnönü, ''Bir defa hükûmet yerine otursun, affı sonra düşünürüz'' gibilerden bir söz söyledi. Biz de Sayın İnönü'nün dileğine uyarak bugünlük af meselesini bir yana bırakıyor, yalnız şu yerine oturmak eylemi üzerinde bir parçacık durmak istiyoruz.
Hükûmetin yerine oturması, bir memlekette toplum düzeni kurulmak ve işleri iyi yürütebilmek için şüphesiz önemlidir. Hükûmet yerine oturmadıkça ne ulus olarak topumuz, ne de birey olarak her birimiz ne yapacağımızı bilemeyiz. Yarınımıza karşı güvenimiz sarsılır, rahat düşünemez, rahat karar veremez oluruz. Boşlukta sallanıyormuşuz gibi tatsız bir duyguya kapılırız. Onun için siyasal kararsızlık içinde bocalayan milletler bu duruma bir an önce son verip hükûmeti güçlendirmek, ya da güçlü bir yeni hükûmete kavuşmak uğruna ellerinden gelen gayreti esirgemezler. Bizim parlamentomuzun sağduyulu üyeleri de haftalardan beri bu yolda takdire değer bir çaba harcıyorlar. En kısa zamanda başarıya ulaşmaları yürekten dileğimizdir.
Fakat bir an düşünelim. Yurdumuzda şimdiye dek yerine oturmayan yalnız hükûmet midir? Rejimimizin temel direği olan müesseseler yerlerine oturmuşlar mıdır? Layiklik, Cumhuriyetçilik, İnsan Hakları, Batı uygarlığı gibi Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kavramlar üzerinde partilerimiz bir fikir birliğine varmışlar mıdır? Adalet cihazımız yerine oturmuş mudur? Millî eğitim sistemimize bir yön verilebilmiş midir? Musikimiz, kültürümüz, hatta birbirimizle anlaşmak için biricik araç olarak kullandığımız güzelim dilimiz yerine oturmuş mudur?
Soruları istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. göreceksiniz ki bir toplumu toplum yapan başlıca müesseselerden hiçbiri bizde yerli yerine oturmuş değildir. Sakat bir demokrasi anlayışı ile giriştiğimiz çok partili hayat deneyinden bu yana, Atatürk ilkelerinden her biri tehlikeli bir şekilde baltalanmış, bunun sonucu olarak da milleti şuraya buraya iten çeşitli akımlar zaten güçlükle kurulmasına çalıştığımız sosyal ve ekonomik dengeyi daha başlangıçta sarsmıştır.
Bizde hükûmet şöyle dursun, ondan evvel rejim de, devlet de hâlâ yerlerine oturamamışlardır. Öldüğü günden beri bu gazetede ''Atatürk'ün izinden ayrılmayalım'' diye haykırışımızın nedeni de Türk milletini muhtaç bulnduğu iç dengeye kavuşturmak isteğinden ibarettir. Yeryüzünde doğuş şartlarını inkâr eden, tarihten aldığı hızı kendi eli ile kesip de yine ayakta durabilen bir demokrasi örneği gösterilemez. Fransız devrimi yapılalı yüz yetmiş yıl oldu. Fransa'da artık kralcı bir partinin başarı kazanmasına, krallık rejimini geri getirebilmesine imkân yoktur. Öyle olduğu halde dün de bugün de Fransa'da kralcı partilerin kurulması hâlâ yasaktır. Bundan ötürü de orada kimse hürriyetsizlikten dert yanmamıştır.
Biz ise, Atatürk'ün bu memlekette Batılı anlamı ile bir hürriyet rejiminin yaşayabilmesi için ön şart olarak ortaya koyduğu temel ilkelere ilk fırsatta el ve dil uzatılmasını demokrasinin şanından sandık. Daha doğrusu işi ters tuttuk. Devrim ilkelerine dayanarak gerçek demokrasiye gidecek yerde ilkin demokrasiyi ilân edip sonra o ilkelerin baltalanmasına göz yumduk.
Şimdi ne yapacağız? Kuvvetli bir hükûmet uzun ve sürekli çalışma sonunda rejimi de, devleti de başlıca müesseseleri de yavaş yavaş yerine oturtabilir. Fakat bu, demokratik geleneklere oldukça aykırıdır. Normal hürriyet yönetimlerinde hükûmet kendi gücünü rejimden alır ve öyle yerine oturtur. Rejim zaaf içinde yüzerken hükûmet nasıl kuvvetlenecektir? Ne diyelim. Tanrı sorumlulara yardımcı olsun, yahut bir başka deyimle, Atatürk ilkeleri hiç değilse bundan böyle hepimize doğru yolu göstersin!
24.12.1961
DEVLET VE DEVLETÇİLİK
İlk sayısı birkaç gün önce yayımlanan Yön dergisinde yüzelli kadar aydının imzaladığı bir bildiri okudum. Atatürk devrimleriyle amaç edindiğimiz Batı uygarlığına bir an önce hangi yoldan ulaşabileceğimizi açıklayan bu bildiride yüzelli aydınımız ortak inançlarını dört uzun madde halinde sıralamıştır. Sayın aydınlarımızın dedikleri özet olarak şu: Ekonomi alanında hızla kalkınmadıkça Batıya yaklaşmamız bir hayaldir. Bugünkü perişanlık böyle sürüp giderse, artan nüfusun da baskısı altında toplu bünyemiz yarın çok derin sarsıntılara uğrayabilecektir. Ne yapıp yapmalı, üretim gücümüzü bir an önce arttırmalıyız. Bu ise milletçe bir kalkınma felsefesini benimsememize bağlıdır. Türkiye'de özel teşebbüsle devlet teşebbüsü karma bir sistem olarak beraber yaşamalı, fakat yeni bir devletçilik anlayışını ''amaçlara erişmek için mutlaka başvurulması gereken şuurlu devlet müdahalesi'' şeklinde formüle ediyorlar.
Yukarıya özetini çıkardığım kalkınma felsefesinin birçok yönlerden büyük bir gerçek payı taşıdığına şüphe yoktur. Ekonomisi geri kalmış bir ulus, ne kadar çırpınırsa çırpınsın, uygarlık yolunda yerinde saymaya, hatta gerilemeye mahkûmdur. Bu gerçeği Atatürk Millî Kurtuluş Savaşının ertesinde ''iktisadî zaferlerle tetviç edilemeyen askerî zaferler payidar olamazlar'' sözleriyle o güne değin kimsenin gösteremediği bir cesaretle dile getirmiştir. Bugünkü dünyamızda da ekonomik kalkınmalar öyle kendiliğinden oluvermiyor. Sayın aydınlarımızın bildiride iyice belirttikleri gibi şuurlu bir devlet müdahalesine her zaman ihtiyaç var. Fakat gelgelelim bizde devlet kavramı Batılı anlamı ile kafalarımıza henüz oturmamış ki, ilkin onun şuurundan, sonra da ''şuurlu müdahalesi''nden söz edilebilsin. Toplum hayatında devlet her şeyden önce belli ve sürekli bir düzenin ifadesidir. Vatandaşlar o düzen içinde neler yapıp neler yapamayacaklarını bilmelidirler. Devlet varlığının bireylere sağladığı bu önbirliği sosyal dengenin ilk şartlarından biridir. Toplum düzenini yürüten kurallar bir kısım vatandaşları memnun etmeyebilir, zamanla bu vatandaşlar memlekette çoğunluk haline de gelebilirler. O takdirde kuralları yeni şartlara göre ayarlamak gerekir. Devlet gücünü ellerinde tutanlar bunu yapmazlarsa millet gittikçe artan sıkıntılara, belki de devrim halinde patlak veren sarsıntılara uğrar. Herhalde hukukî anlamıyla bir yerde devletin yerleştiğini iddia edebilmek için orada şöyle, ya da böyle, fakat mutlaka belli ve sürekli bir düzen kurulu olması şarttır.
Biz ise bugüne değin devletçiliğimizin sınırlarını çizmiş, ekonomi alanını bir yana bırakalım, hukuk alanında bile devletin nerelere müdahale edip edemeyeceğini belirtmiş değiliz. açıkçası, tıpkı padişahlar devrinde gibi, bugün dedevletle iktidarı bir tutuyor gibiyiz. İktidarın ancak devlet düzenini yürütecek bir araç olduğunu unutuyoruz. Böyle olunca ister tek, ister çift, ister dört parti ile yönetilelim, iş başına geçip de orada biraz güç bulanlar ne münasip görürlerse yapabileceklerini sanıyorlar. Size iki küçük örnek: Devletçi olmakla beraber C.H.P. özel mülkiyete saygı duyduğunu söyleyen bir parti idi. Bir gün tuttu, bütün medenî dünyayı hayrete düşüren, hatta savaş halindeki milletleri bile bize karşı birleştiren bir kanun çıkararak bir kısım vatandaşların malını mülkünü zaptetti. Buna karşılık, liberal geçinen düşük iktidarın hukuk dışı davranışlarında nerelere kadar vardığını ayrıca söylemeye bilmem lüzum var mı? Batılı devlet anlayışında bir bakanın, bir yüksek memurun özel bankalara telefonla emir vererek bir siyasal parti hesabına ''bağış'' toplayabilmesi akla sığar mı?
Bunları yazmaktan maksadım, sayın aydınlarımızın hızlı kalkınmamız için şart koştukları ''şuurlu devlet müdahalesi''ni gerçekleştirmekte çekeceğimiz güçlükleri belirtmektir. Devlet müdahalesinin sınırları ve derecesi önceden kesin olarak açıklanmadıkça ekonomik kalkınmamıza hız vermek, hatta bu kalkınmayı bir düzene koymak bence imkânsızdır.
Bir de bugünkü çok partili demokratik sistem içinde devletçi bir ekonomi anlayışını parlamentoya kabul ettirmek var, Sayın İnönü'nün bile özel sektöre geniş imkânlar vaat ettiği bir ortamda bu güçlüğü çözmek de ayrı bir dava.
1962 YILI
5.1.1962
HAK VERİLİRSE TAM VERİLİR
İzmir'de işçi temsilcileriyle görüşen Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, grev hakkı ve toplu sözleşme konularının artık bir parti programı meselesi olmaktan çıktığını, doğrudan doğruya bir anayasa meselesi haline geldiğini söylemiştir. Doğrudur. Yeni anayasamızda açıkça tanındığına göre çalışma hayatı ile ilgili başlıca işçi haklarını kanunlaştırmaktan sakınmak, bakanın dediği gibi Anayasayı çiğnemek anlamına gelecektir. Bugünkü şartlar altında Meclis çoğunluğunu elde tutan iki büyük partinin, hatta öteki partilerin bu meseleyi sürüncemede bırakacaklarını sanmıyoruz. Batı memleketlerinde sosyal adalet kavramından da, önce demokratik hayatın vazgeçilmez ilkelerinden sayılan temel işçi hakları bu yakınlarda bizde de herhalde kanunlaşacaktır.
Böylece onyedi yıldır kurmaya çalıştığımız hürriyet düzeni yolunda en önemli hamlelerden birini yapmış olacağız. Şimdiye değin içinde köylüsü, işçisi, zengini, fakiri her sınıftan milyonlarca adamı barındıran, ekonomik ve sosyal inançları itibarıyla ikiz kardeşler gibi birbirine benzeyen partilerimiz, bundan böyle kendilerine kesin bir yol çizmek, sosyal davalarımızı hangi metodlarla çözebilecekleri hususunda açık bir karara varmak zorunda kalacaklardır.
Fakat bunun için işçi haklarıyla ilgili olarak çıkarılacak kanunların tam manasıyla Batılı ölçülere uyması, birtakım dolambaçlı mantık yaldızları arkasında göz boyayıcı bir oyuncağa benzememesi gerektir.
Örneğin, bir süredir şartlı grevden söz edildiğini duyuyoruz. Bu hakkın ''birtakım şartlar altında'' özel sektör işçilerine tanınacağı, devlet işçilerinin hiçbir şekilde grev yapmalarına kanunî imkân verilmeyeceği de alttan alta ileri sürülüyor. Grev yapmanın şartları nedir? Bir grev hareketi hangi mekanizmaya göre işler? Nasıl başlar, nasıl biter? bunlar, Batı mevzuatında en ince noktalarına kadar tespit edilmiş, üzerinde artık hiç tartışılmayan konulardır. ''Biz bize benzeriz'' formülüne dayanarak grevi imkânsız kılacak birtakım yeni hükümlerle ortaya çıkarsak, herhalde işçileri değil, olsa olsa kendimizi aldatmış ve sosyal dengeyi koruyacak yerde bütün bütün sarsmış oluruz. Bu noktaları dikkatle göz önünde bulundurmalı ve demokratik Batı mevzuatını kendimize daima rehber bilmeliyiz.
Devlet ve özel sektör işçilerine gelince, bu da ayrıntılı hükümlere güç tahammül eden bir konudur. Nerede çalışırsa çalışsın, işçi işçidir. İşveren ise, ister devlet, ister özel kişi olsun, niteliği itibarıyla işçinin karşısında ilk önce bir işverendir. Türkiye'deki işçilerin ezici çoğunluğu ise ya doğrudan doğruya Devlet Babanın, ya da iktisadî devlet teşekküllerinin hizmetinde görev yüklenmiştir. İtiraf edelim ki bugüne değin patron olarak devlet hiç de iyi bir not almamıştır. Elli milyar liralık muazzam bir serveti yönetmekten sorumlu bulunan devlet, rasyonel işletme metodlarına bir türlü yanaşmadığı için hemen daima zarar eder. Zararlarını da bütçeden, yani milletin sırtından kapattığı için bu onun pek umurunda değildir. Her yıl açık veren milyonluk devlet işletmeleri tabiatıyla işçileri mümkün mertebe düşük ücretlerle çalıştırmak ister. Onların haklarını savunmak için girişecekleri grev hareketlerini de ''vatan, millet, kamu çıkarı'' gibi tılsımlı sözcüklere sığınarak önlemeye kalkışır.
Memleketteki ekonomik sıkıntıların baskısı altında biz bu mantığın bu sefer yürüyeceğine inanmıyoruz. Grev hakkı, hiç değilse ana çizgileriyle Batı demokrasilerindeki ölçülere uygun olarak yürürlüğe girecektir. ilk büyük anlaşmazlıklarla ilk büyük güçlükler de her halde devlet sektöründe patlak verecek veya devlet işletmeleri rasyonel metodlara kavuşarak yurdumuzda sosyal denge kurulacak, ya da başarısızlık sonunda bu iş yürütülemeyecektir.
Memurların durumunu da genel olarak çalışanların hakları dışında mütalâ etmeye elbette imkân bulunmayacaktır.
İşçi haklarının onaylanması ile çok partili demokratik deneyin en nazik anlarını yaşayacağımıza şüphe yoktur.
14.1.1962
KAR HELVASI
El uzatılmamış tümen tümen sosyal ve ekonomik davalarımız bir kenarda beklerken, bizim politikacılar ''demokrasi yapacağız!'' diye onaltı yıldır birbirlerinin başını yemeye çalışıyorlar. Sadece birbirlerinin başını yeseler mesele yok. İçinde fikir yerine hırs, kin, menfaat, öç alma duyguları ve sönmez bir iktidar iptilâsı fokurdayan kafalar yok olunca millet de rahat bir nefes alır, onaltı yıllık kuru gürültüden kurtulurdu. Fakat öyle olmuyor. Ara yerde el değmemiş davalar birbiri üzerine yığıldıkça, bunların çözümü ihtimali zayıflıyor, vatandaşın acısı da o oranda büyüyor, katlanması güç bir hal alıyor.
Bizim aldandığımız nokta, demokrasiyi bir oy mekanizmasından ibaret farzedişimizdir. Oysa, bu mekanizmanın ancak belli bir medeniyet iklimi içinde bir anlam taşıyabileceğini bir türlü aklımıza getirmek istemiyoruz. insana insan olarak değer vermeyen, onu dogmatik kalıplara bağlı bir otomat farzeden, Ortaçağımsı inançları milliyetçilik sayan, halkı aydınlatmak isteyenlere komünist damgasını yapıştıran ve oy avcılığı uğruna Atatürk devrimlerini inkâr etmekten çekinmeyen bir ortamda, ne derseniz deyiniz, hürriyet düzeninin kurulduğuna kimseyi inandıramazsınız.
Kalkınmak için milletçe fedakârlığa katlanmak gerektiğini yazıp çiziyoruz. Eşit, ölçülü, verimli olması bakımından bu fedakârlığın derecesi, sınırları ve süresi üzerinde tartışıldığı var mı? Ne gezer! Kimi politikacıların ortaya attığı ödenek meselesi yüzünden Parlamentoda bu konulara hâlâ sıra gelmiş değildir. Uygarlık yolunda ilerlemek, fertlerimizin çalışma gücünü arttırmak için eğitim seferberliğine hız vermek lüzumundan söz ediyoruz. Bunun metodu ve programı üzerinde fikir yürütüldüğü duyuluyor mu? Oy meraklısı baylar otuz bin kişilik yobaz ordusu savaş gücünden düşmesin kaygusu ile davayı uyutturmaya niyetlidirler. Gelecek seçimlerde onlarla işbirliği yapacaklar, onların dini politikaya âlet etmekte üstünlüğü denenmiş tekniklerini bir daha kullanacaklardır. Toprak reformunu bir an önce gerçekleştirmek lüzumu üzerinde hepimiz birliğiz. Yıllardan beri bunu istiyoruz. Anayasada bile bu davanın çözümüne yarayacak maddelere yer verdik. Fakat anayasada yer almakla bir dava elbette kendiliğinden çözülmez. Bu, dikkat ve bilgi isteyen, memleket realitelerini ön planda tutacak uzun, yorucu çalışmalara bağlı bir iştir? Hani? Kim uğraşıyor bu işle? Doğudaki kıtlık yakında Batı'ya kayacak, aman tedbir alalım! diye bağıranlara karşı hangi politikacının ciddî olarak yerinden kımıldadığı görülüyor? Çünkü, malûm ya, Doğudaki ağaları gücendirmemeli. Bunlardan her biri beş bin, on bin, yirmi, otuz bin, belki de daha fazla oy sahibi. Birinin hatırı kırılırsa bir sürü oy hop karşı tarafa geçecek. Böylesine bir tehlike ile karşılaşmaktansa, varsın, hayvan sürüleri bir süre yemsizlikten kırılsın, millî servet erisin. Bugün buğdayımızı yollayan Amerika, yarın etimizi de düşünür. Ama taş çatlasa Amerika'dan oy gelmez. Onu bize yalnız ağa sağlayabilecektir. Yaşasın ağa! Yaşasın ağasının sözünden çıkmayan sevgili seçmen! Demokrasi dediğin işte böyle olur. Millî budur. Eğitimdi, öğretimdi, toprak ve orman davaları idi, sosyal adaletti, senin üzerine çullanan sözde Atatürkçüler bu vatanı sevmeyen kişiler. Bunlar geleneklerimizi yıkmak, seni kandırmak, rahatını kaçırmak istiyorlar. Sakın bunlara inanayım deme. Bunlar tüm komünist!
Biz bu yaygara ortasında onaltı yıldanberi hürriyet içinde kalkınma hamlesinin edebiyatını yapmakla meşgulüz. Sayın edebiyatçılarımız, ''Böyle hürriyet olmaz, hürriyet içinde böyle kalkınılmaz. Atatürk ilkelerine sarılalım, uygarlık yolundan ayrılmayalım!'' diyenlere sadece küfürle ve hakaretle karşılık veriyorlar.
İşin tuhafı içimizde bütün bu yapılanları demokrasinin ta kendisi sananlar da var.
20.1.1962
PARADOKS
Baştan başa bir uygarlık davasının çözüm savaşı olarak ele alabileceğimiz Atatürk devrini ''kapalı rejim'' diye adlandırmaya benim dilim varmıyor. Atatürk'ün kurduğu rejim, bir denge rejimi idi. Batı uygarlığı çerçevesi içinde yüz yıllar boyunca kendiliğinden gelişen ve dinsel, bilimsel, sosyal ekonomik çeşitli oluşların bugünkü durağı diyebileceğimiz çağdaş demokrasi düzenine biz 1923 yılında bir referandumla, ya da serbest seçimlerle ulaşamazdık. Bu gerçeği iyi bildiği içindir ki Atatürk, Tanzimattan beri aydınlar arasında her biri ayrı ayrı tartışma konusu edilen, fakat bir türlü gerçekleştirilemeyen ileri fikirleri toplu olarak ele almış, bugün kendi adı ile andığımız devrim hamlelerini kısa zamanda başarmıştır. Bu köpre devrimleri geliştirip tüm millete mal etmek için hiç değilse, bir iki kuşaklık bir eğitim ve sindirim devrine ihtiyaç vardı. Bu süre içinde yurt huzurunu korumak ancak bir denge ile mümkün olabilirdi. Batı demokrasilerinde yüzyıllar boyunca kendiliğinden meydana gelen dengeyi Atatürk böylece basit bir takım yasaklara sağladı. Örneğin, bizde komünizm yasak edildi, buna karşılık ırkçılık turancılık gibi aşırı sağ akımlara da izin verilmedi. Bu iki kutup arasında kalan Türkiye Cumhuriyeti toprakları ile sınırlı milliyetçilik çerçevesi içinde, milletin kalkınmasına yarayacak sağlı sollu ekonomik ve kültürel her türlü fikir hareketleri alabildiğine serbest bırakıldı. Bunun gibi, öteden beri bütün ileri hamlelerimizi köstekleyen ümmetçilik ve şeriatçılık propagandaları da yasak edildi, ama, buna karşılık dindarları gücendirebilecek aşırı din aleyhtarı yayınlara da engel olundu. Kimse kimsenin vicdanı üzerinde baskı yapamıyor, kimse falan filanca zorlanmadığı gibi, kimsenin ibadetine karışılmıyordu.
Bu, şüphesiz Batı demokrasilerinde kendiliğinden kurulu dengenin tıpkısı değildi, Atatürk'ün iradesine dayanıyordu ve toplumumuz Batı uygarlık ilkelerini benimseyinceye dek bu dengeyi korumaktan biz sorumlu idik. İngiltere devleti cumhuriyetçi de değildir, halkçı da değildir, hatta laikte değildir. Fakat orada demokrasi ilkeleri, yüzyıllar boyunca öylesine kök salmıştır ki hiçbir aşırı akım, kurulu dengeyi temelinden sarsamamaktadır. İngiliz hükümdarı, resmen Anglikan kilisesinin başkanıdır. Böyle olduğu halde başka bir dinin de, masonluğun da, dinsizliğin de İngiltere'de propagandasını yapmak serbesttir. İngiltere'de mülkiyet hakkı mukaddestir. Buna karşılık bu hakkı yıkmak isteyen Komünist Partisi, kanunun himayesi altında dilediği gibi çalışabilmektedir.
Çok partili hayata geçerken biz ne yaptık? Batı demokrasilerinde gördüğümüz örneklere uyduk mu? Hayır, uymadık. Komünizmi biz kanun dışı bırakırken ırkçılara, turancılara buyur ettik. Vicdan hürriyetinin sol kanadına söz hakkı tanımazken şeriatçılara, medresecilere, gericilere, alabildiğine tavizler verdik. Bir yanan cumhuriyetçiliğimize, devrimciliğimize, halkçılığımıza, devletçiliğimize toz kondurmadığımızı söylerken, beri yandan Köy Enstitülerini kapattık, toprak reformunu unuttuk, kadın haklarını hırpaladık ve çıkarcı bir yobaz azınlığının vicdanlar üzerine baskı yapmasına göz yumduk. Böylece ya iktidara geçmek, ya da orada kalmak uğruna Atatürk'ün vaktiyle o kadar emekle kurduğu toplum dengesini kendi elimizle bozduk.
Öylesine bozduk ki, 27 Mayıs'ta ordu yetişip de ''dur!'' demeseydi, Atatürk ilkelerinden geriye ne kaldı ise az daha onu da tarihe gömecektik.
Şimdi, hürriyet düzeninin yeniden kuruluşu sırasında aynı hataların işlendiğini görüyor ve üzülüyoruz. Demokrasi her şeyden önce bir denge rejimidir. Bunun açığı kapalısı olamaz. Toplumun yapısı o dengeyi kendiliğinden kurabilecek bir güce vardı ise, o zaman bırakılm fikirler ve menfaatler Batı'da olduğu gibi teşkilâtlansın ve serbestçe çarpışsın. Yok eğer denge kendiliğinden kurulamıyorsa, bunu Atatürk ilkeleriyle sıkısıkıya desteklemekten başka çaremiz yoktur. Aksi takdirde, hem ''açık rejim''e bağlılıktan söz etmek, hemde profesör Ali Futa Başgil'in senatörlükten ayrılış sebeplerini bize anlatmak epecye zahmetli bir iş olur.
21.1.1962
BİZİMKİ HERHALDE ARALIK OLMALI!
Fransızların bir atasözü ''Bir kapı ya açık, ya da kapalı durmalıdır'' der. Bu sözle belirtilen düşünceyi pek benimsemiş olmalı ki, iki defa arka arkaya yaptığı radyo konuşmalarında Sayın İnönü, bir üçüncü alternatif diye pekâlâ ileri sürülebilecek ''aralık kapı'' sistemine hiç değinmeksizin onyedi yıldır kapalı rejimi bırakıp açık rejime geçtiğimiz tezini ısrarla savunuyor.
Oysa, içinde yaşadığımız rejimin daha ziyade bir ''aralık kapı'' rejimi olduğu akla gelebilir. Hem de öyle bir aralık kapı ki, çeşitli kuvvetler onu önden, arkada boyuna itiştiriyorlar. Kapı belli bir açıklıkta, şu kadar enli bir vücudan girmesini sağlayacak, daha genişlerini engelleyecek gibi durmuyor. Onyedi yıldır üzerine abanılan kapı, bu gidişle korkarım ne ardına kadar açılacak, ne de bütün bütün kapanacak, fakat belki menteşelerinden fırlayarak devrilecektir. Bu ölçüsüz çekişmeler arasında Tanrının bir gün evimizi kapısız bırakmamasını dileyelim.
Sayın Hükümet Başkanının ekonomik durumumuz üzerine radyoda yaptığı konuşma, vatandaşlarımızı ne denli aydınlattı, bilmiyorum. Herhalde benim kafamı burgulayan bir çok soruların cevapsız kaldığını söylemek zorundayım. Plân, program, yatırım, sosyal adalet, güzel şeyler. Fakat bunlar nasıl ve ne yolla gerçekleşecek? Vatandaşların millî kalkınmamız uğruna katlanacakları fedakârlıktan eşitlik prensibi sağlanacak mı? Fiyat yükselişleri bundan böyle durdurulabilecek mi? Bütün tedbirlere rağmen hayat pahalılığı artarsa ne yapılacak? İşçilere grev hakkı yakında tanınacağına göre, özel sektörde ve devlet sektöründe maliyet kontrolü mekanizmasına hükümet nasıl hâkim olabilecektir?
İşte bir yığın soru ki, aralık kapımızın kaderi üzerinde en az siyasal davalar kadar rol oynayabilecek bir güçtedir. Baş davamızın bir üretim davası olduğuna şüphe yoktur. Ne yapıp yapmalı ürünlerimizi arttırmaya bakmalıyız. Bir tarım ülkesi olduğumuz halde buğdayımızı, etimizi Amerika'dan beklemek umut kırıcı bir duruma benzer. Köylerden şehirlere doğru gittikçe hızlanan akın acaba sadece nüfus artışından doğma bir sonuç mudur? Tahıl fiyatlarının bugünkü şartlara göre çok düşük bırakılması üretim hacmini daraltan ve köylüyü tarladan kaçıran sebepler arasında sayılamaz mı? Toprak Mahsulleri Ofisi'nin alım satım tarifelerini yükseltmekte büyük sakıncalar bulunduğunu biliyorum. Fakat şayet bugünkü üretim yetersizliğinde fiyat ayarsızlığının da bir rolü varsa, Türk ekonomisini içine düştüğü çıkmazdan ne yolla kurtaracağız? Bu konuda Sayın İnönü'den aydınlatıcı düşünceler dinlemeyi isterdik.
Plânlı yatırım alanına da lüzumundan fazla bel bağlamak acaba doğru mudur? Sayın Başbakanın deyimi ile plân, kapalı ve açık rejimlerde olmak üzere ayrı tekniklere bağlı,hatta ayrı anlamlar taşıyan bir kavramdır. Kapalı bir rejimde yürütülen plânlı yatırım politikası kesin çizgili, kaskatı prensipler üzerine kurulabilir. Çünkü herhangi bir noktadan tahminler yanlış çıktığı zaman, (ki bu daima mümkündür) zarara uğrayacak olan halk kitlesi sesini çıkaramaz. O, ağzı var dili yok bir zavallıdır. Acıyı sineye çeker. Fakat vatandaşların serbestçe teşkilatlanabildiği, parlamenter sistemlerde plânlı yatırım politikaları oldukça yumuşak ve esnek bir zemin üzerine kurulmalıdır ki her hangi bir aksayış, bir tahmin hatası, bir beklenmedik olay karşısında, genel yürüyüşü değiştirmemek şartı ile durumu kurtarmak mümkün olabilsin.
Bu bakımdan demokratik düzene uygun olarak yönetilen memleketlerde kalkınma planlarını kamuoyunun önünde daha ilk günden tartışmak âdettir. Böylece iktidar ne yapıyor, ona karşı muhalefet ne diyor, seçmen vatandaş açıkça görür. Seçim vakti geldiği zaman da oyunu ona göre kullanır.
Biz ise hazırlandığı söylenen plânlar hakkında henüz bilgi edinmiş değiliz. Ne Büyük Millet Meclisi'nde, ne de basında bu konuya dokunulduğunu görmüyoruz. Her halde aralık kapımızın açılacağı günü bekliyor olmalıyız. Hadi hayırlısı!
24.1.1962
TARAFSIZ İDARE DERKEN TARAFLI OLMAYALIM
Sayın İnönü'nün deyimi ile ''açık rejime'' geçtiğimiz onyedi yıldanberi hangi parti iktidarı elinde tutarsa, muhalefette kalanlar ağız birliği ederek daima tarafsız bir idare özlemini dile getiriyorlar. Devlet yönetimine partizanlık zihniyeti sızmalarının kötü sonuçlarını 1950-1960 yılları boyunca gözlerimizle bir daha gördükten sonra, yurt huzurunu bozan, vatandaşlar arasındaki ahenk havasını bulandıran ve giderek demokrasiyi temelinden sarsan bu kötü hastalığa karşı kendimizi ne denli korumaya çalışsak yeridir.
27 Mayıs'tan bu yana, kimi arkadaşlar, devlet dairelerinde ve devletle ilgili müesseselerde eski DP kalıntılarına karşı yeter derecede enerjik bir temizleme kampanyası açılmadığından şikâyetçidirler. Onlara sorarsanız bir çok önemli yerlerde hâlâ düşük iktidar kayırması bir takım partizanlar vardır. Bunlar ya pusuya yatmış fırsat kollamaktadırlar, ya el altından küçük sabotaj hareketleriyle oyalanmaktadırlar, ya da hiçbir işe yaramadıkları için milletin parasını bir hizmet karşılığı olmaksızın, boşuna almaktadırlar.
Arkadaşları haklı çıkaracak örnekler belki vardır. Açık rejimin şartlarından biri de açık konuşmak olduğuna göre bunları teker teker ortaya koymak, sorumluları uyarmak, idarenin partizan unsurlardan temizlenmesine yardım etmek iyi olur kanısındayım.
Fakat, gazetelerimizde fazla yankı uyandırmamakla beraber, yukarıki şikâyetlere tamamıyla zıt bir başka şikâyet konusunun vatandaşlar arasında için için huzursuzluk yarattığını görüyorum. Bu da 27 Mayısla başlayıp daha ziyade alt basamakları kapsayan bir haber verme ve öç alma (ihbar ve intikam) eğiliminin şimdiye değin birçok masumları yaktığı, hatta zamanla dinecek yerde yukarı basamaklara da sızarak ters yönden aynı partizanlık zihniyetinin devamına yol açtığı iddiasıdır. İki yıldır yurdumuzun siyasal havasında başgösteren gelişmeye bakılacak olursa, bu iddianın arkasında da azımsayamayacağımız bir gerçek payı bulunduğunu kabul etmek gerekiyor. 27 Mayıstan hemen sonra yayımladığı bir genelge ile C.H.P. Sayın Genel Başkanı İnönü bu konuda teşkilatı uyarmaya çalışmış, öç alma duygularından sakınılmasını, düşük parti saflarında görev almış, ya da o partiye oy vermiş vatandaşlara karşı şefkat ve anlayış gösterilmesini istemişti. Yazık ki o genelge her yerde beklenen etkiyi yapamadı. Devrim yönetiminin genç ve az tecrübeli sorumluları üzerine gizliden gizliye bir ''haber verme'' hücumu yurt ölçüsünde aldı, yürüdü. Kişisel düşmanlarını zarara sokmak, meslekteki rakiplerini sindirmek amacı ile hareket eden adamlar, çok defa kendilerini gizleyerek, devrim sorumlularını bir ''ihbar'' yağmuruna tuttular. İstanbul bankalarındaki özel kasalar açıldığı takdirde yüz elli milyon dolarlık mı, üç yüz milyon dolarlık mı, saklı bir döviz stoku bulunacağına kadar neler neler söylendi. Oysa birbirine paralel olarak yapılan bu ''ihbarlar'' üzerine kasalar açıldığı zaman bulunan dövizin tutarı sadece bin beş yüz dolardan ibaret kaldı. Bu yüzden halkın bankalara karşı güveni sarsıldı, memleket ekonomisi milyonlarca dolarlık zarara uğradı.
Daha kötüsü, partizan zihniyet eski hızı ile devam etmek eğilimini hemen hemen hiç yitirmedi. Bugün bile idare amirlerine, yüksek müessese sorumlularına çeşitli kollardan başvurularak ''falan eski demokrattır, atınız filan bizdendir, alınız'' tarzında tesirler yapıldığını duyuyoruz.
Bu gibi müdahalelerin bizi aradığımız huzura kavuşturamayacağını, ''tarafsız idare'' ilkesini bu yoldan gerçekleştiremeyeceğimizi artık öğrenmeliyiz. Devlet yönetiminde sorum yüklenen politikacılar, her şeyden önce idare mekanizmasındaki yüksek görevlilerin objektif çalışmalarına güvenmek durumundadırlar. Bunlar vatandaşa eşit muamele yapabilmek için gönülleri rahat olmak gerekir. Bu da iktidar hükûmetinin ''tarafsız idare'' ve ''vatandaşa eşit işlem'' prensibine içten sarılması ile mümkündür.
Şurada burada kalmış eski partizanları temizleyelim derken devlet gemisini yeni partizan ordularıyla dondurmayalım.
25.2.1962
BARAJ, FABRİKA VE ADAM
Sırası geldi de yazıyorum: Geçenlerde Paris'te katıldığım gazeteciler toplantısında büyük Fransız bilim adamı Jacques Rueff, (NATO'nun ekonomik meseleleri) konulu güzel ve ilginç konuşmasını yaparken bir aralık bizim durumumuzdan da söz açtı:
- ''NATO üyesi oldukları halde iktisaden geri kalmış milletler var. Atlantik ailesini bir bütün olarak ele aldığımız zaman bunu yadırgamamız gerekir. Nasıl Fransa'nın, İtalya'nın, hatta Birleşik Amerika'nın nispeten fakir bölgeleri bulunuyor ve bu devletler o bölgeleri kalkındırmak için gayret harcıyorlarsa, NATO çerçevesi içindeki geri kalmış milletlere de yardım etmek şarttır.''
dedi ve arkasından ilâve etti:
- Bununla beraber ben geri kalmış milletlerin kalkınmalarının barajlar yükseltmek, fabrikalar kurmakla gerçekleşivereceğini sanmıyorum. Bu, her şeyden önce bir eğitim, bir adam yetiştirme davasıdır!''
Rueff'in bu sözlerini dinlerken bir daha Atatürk'ü hatırladım, onun tuttuğu davaya olan inancım içimde bir daha tazelendi.
Körpe rejimin temellerini atarken büyük önder neden her davanın üstünde bütün gücü ile devrim hamlelerine girişmişti? Çünkü o herkesten iyi biliyordu ki bu milletin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması ancak yeni bir dünya görüşünü bu topraklar üzerine yaymakla gerçekleşebilecekti. çağımıza uygun insanlar yetişebilmemiz sadece çağımızın tekniğini değil, o tekniği yaratan ve yaşatan düşünce kaynaklarını da benimsememize bağlı idi. Demokratik düzenin temeli bildiğimiz vicdan ve söz hürriyeti, serbest tartışma, serbest seçim müesseseleri böyle bir dünya görüşünün ışığından yoksun kaldığı sürece boşuna, hatta tersine dönen çarklar olmaktan öteye geçemezlerdi.
1923'ten 1938'e kadar bu uğurda elinden geleni yaptı. Cumhuriyetin ilk yıllarında, orduyu bir yana bırakırsak, üç beş düzineyi bulmayan müspet kafalı bilim ve ihtisas adamlarımızın sayısı on beş yıl içinde iki sıfırlı, üç sıfırlı rakamlarla çarpılacak derecelere yükseldi.
Cumhuriyet devrinde kurulan müesseseler şüphesiz Atatürk'ten sonra da Atatürkçü kuşakların sayısını arttırmaya devam etmiştir ve edecektir. Yalnız, ne varki çok partili hayata geçeliberi akıntısına kapıldığımız yanlış bir demokrasi anlayışı, ters yönde hızla gelişen direnmeleri başıboş bıraktığı için eğitim davamız hem duraklamış, hem de tehlikeli bölünmelere uğramıştır. Böylece, çağdaş uygarlık düzeyine yaklaşma hamlelerimiz baltalanmakta, yavaşlamaktadır ve kalkınma gücümüz bu yüzden kırılmaktadır.
Dünyanın bütün demokrasilerinde en büyük tartışmalar, en şiddetli çatışmalar ekonomik konular üzerinde olur. Çünkü sosyal davaların özü gibi, sosyal dengenin temeli de her şeyden önce ekonomiktir. Bugün kapalı rejmi diye adlandırılan Atatürk devrinde, millî ekonomimizi ilgilendiren çeşitli meseleler basında da, Parlamentoda da rahatça tartışılırdı. Hatta bu meseleleri belli ideoloji açılarından ele alan bilimsel gayretlere de sık sık rastlanırdı.
Şimdi sorarım size! Çok partili hayata geçtiğimiz onyedi yıldanberi vatandaşları en yakından ilgilendirmesi gereken ekonomik sorunların ciddî ve metodlu bir şekilde ele alındığını gördünüz mü? Partilerimiz arasında kayda değer bir ekonomik görüş ayrılığı var mıdır? Basında, ya da Meclis'te halkın ekonomik dertleriyle yakından ilgili tartışmalara kaç kez tanık oldunuz?
Bir oy avcılığıdır tutturmuşuz, birbirimizi ve devrimleri hırpalayıp duruyoruz. Ekonomik gelişmemizin kaderini sadece dış yardımlara bağlamış bir halimiz var.
- Amerika yardım ederse, bu yılı atlattık!
diye umuda kapılıyor, yardımı alınca da:
- Gelecek yıla Allah kerim!
diyoruz. Kalkınmamızın da, demokrasimizin de, çağdaş uygarlık koşullarına ulaşmamızın da yalnız ve yalnız Atatürk ilkeleri sayesinde gerçekleşebileceğini nedense bir türlü aklımıza getirmek istemiyoruz.
Adamın onbeş yılda yaptığını, onyedi yılda yine de bütün bütün yıkamadık. Şimdilik en büyük tesellimiz bu!
28.2.1962
YANLIŞ TEŞHİSTEN SAKINALIM
Onyedi yıldanberi ''kapalı rejim'' şartlarını bırakıp ''açık rejim''e ulaştığımızı Sayın İnönü daha geçenlerde söylemişti. Aradan bir kaç hafta ya geçti, ya geçmedi, şimdi 27 Mayıs devrimini korumak amacı ile sıkı kanun yasaklarına başvurulduğunu haber alıyoruz. Bu da gösteriyor ki içinde çırpındığımız rejim davası, bir kapıyı açıp kapamak gabi basit hareketlerle çözülebilecek cinsten değildir ve Türkiye'yi aradığı huzura kavuşturmanın birinci şartı, on yedi yıldır sürüp giden huzursuzluk kaynaklarını bulmaktan ibarettir. Bu itibarla 22 Şubat olaylarını bir kaç subayın kişisel yükselme hırsına bağlamak, sosyal hastalıklarımıza bir defa daha yanlış bir teşhis koymamıza yol açar. Yanlış teşhisler sonunda alınan tedbirlerin ise, herhangi bir derdimize çare olmak şöyle dursun, dertli başımızı büsbütün karıştırdığını görüp duruyoruz.
Buna benzer bir davranışa düşük iktidar tarafından çıkarılan Atatürk kanunu hazırlanırken rastlamıştık. Buna Heykel Kanunu demek belki daha doğru olurdu. Çünkü yanlış teşhis yüzünden davanın özü unutulmuş, sadece belirtileri üzerinde bir takım yasaklarla olumlu bir sonuca varılabileceği düşünülmüştü. O sıralarda ben burada açıkça Heykel Kanunu'na karşı gelmiştim. Atatürk heykeline kazma ile saldıran yobazların maksadı açıktı: Bunlar, taş ve tunçtan yapılma bir takım sembollerin arkasında devrim ilkelerine diş bilediklerini, asıl devrimleri yıkmak istediklerini yüzümüze çarparcasına haykırıyorlardı. Gençliğin ve ordunun tepkisinden çekinen o zamanki iktidar ne yaptı? Heykel Kanunu çıkarmak suretiyle sembollere dokunmayı yasak etti, fakat demokratik hürriyetler paravanası sayesinde devrimlerin el altından didik didik didiklenmesine açıkça imkân sağladı. Eski iktidarı adım adım doğru yoldan uzaklaştıran, her türlü kötülüklere, hukuk dışı davranışlara sürükleyen, sonunda ona meşruluğunu kaybettiren işte bu sahte, ruhsuz ve temelsiz demokrasi anlayışı olmuştur.
Şimdi biz ne yapmak istiyoruz?
Bir kanun çıkararak (imâ yolu ile dahi olsa) 27 Mayıs devrimini lekelemek isteyenleri ağır cezalara çarptıracağız, 27 Mayıs'a dil uzatılmasını yasak edeceğiz. Peki, nedir bu 27 Mayıs? Devrim şartları içinde ilerlemek, bireylere ait hak ve hürriyetleri gerçekleştirmek, milletçe kalkınmak ve çağdaş uygarlık düzeyine bir an önce ulaşmak isteyen Cumhuriyet Türkiye'sinin onyedi yıllık ıstırabının dile geldiği şahlanış olarak ele almadığımız takdirde 27 Mayıs'ın bir anlamı kalır mı?
27 Mayıs'a dokunmayacaksın, Yüksek Adalet Divanının cezaya çarptığı adamları savunmayacaksın, düşük iktidarı övmeyeceksin! Pekâlâ, klasik demokrasi ilkelerine ve açık rejim şartlarına uymasa da bu yasakların yürürlüğe konduğunu kabul edelim. Bunlara uyulmakla 17 yıldır Türkiyemizi gerisin geriye Ortaçağa doğru sürükleyen şartlar değişecek mi? 27 Mayıs dil uzatamayan ırkçılar, gericiler ve şifa bulmaz Atatürk düşmanları devrim ilkelerini çiğnemeye eskisi gibi devam etmeyecekler mi? Bunlar, vicdan hürriyetine saldırmayacaklar mı? Kadın haklarını çuvala doldurup içindeki kadınla birlikte bir köşede çürütmeyecekler mi? Şeyhler ve ağalar kendi ekonomik çıkarları uğruna bütün yeniliklere karşı ağız dolusu küfür etmeyecekler mi? Halkı aydınlatmak uğruna göze alınacak her olumlu teşebbüsü bunlar ve ortakları profesyonel politikacılar elbirliğiyle daha başlangıçta hançerlemeyecekler mi?
Türkiye Cumhuriyetini içine saplandığı çıkmazdan kurtarmanın biricik yolu, bence 27 Mayıstan ziyade devrim ilkelerini korumaya çalışmakla bulunabilecektir. Bizi en kısa yoldan Batı demokrasilerine ulaştırabilecek tek yol da aynı yoldur.
7.3.1962
MEHMET, KULAĞIN NERDE?
Ankara'da gazetecilerle konuşan Sayın Devlet Başkanı, son Tedbirler Kanunundan söz ederken, yurdumuzda bu gibi tedbirleri gereksiz kılan bir ortam yaratıldığı gün kanunun yürürlükten kaldırılabileceğini açıklamış.
Bu düşünce beni de düşündürdü. Adına demokrasi denilen toplum düzeni her şeyden önce bir ortam meselesi olduğuna göre, Sayın Gürsel'in ne demek istediğini kendi kendime sordum. Çok partili hayata atıldığımızdan beri gerisin geriye ters işleyen bir rejimde yaşadığımıza inandığım için Sayın Devlet Başkanının özlediği ortamı nasıl yaratabileceğimiz konusu üzerinde durdum. 27 Mayıs devrimini korumak amacı ile yürürlüğe konan yeni tedbirlerin ışığında el ele veren politikacılarımız bundan böyle ne gibi bir yol tutmalıdırlar ki yurdumuz demokratik bir ortama kavuşsun ve yürürlükteki yasaklara kısa zamanda artık lüzum kalmasın?
Bu sorunu kurcalarken, Cumhuriyet Türkiye'sini yaratan devrim hamleleriyle ilgili anılar yarı silik bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Saltanatın yıkılması, Halifeliğin kaldırılması, din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, Öğretim Birliği Kanunu, Medeni Kanun, Lâtin harfleri, kadın hakları ve bizi Batı uygarlığına ulaştıracak büyüklü küçüklü bütün devrim hamlelerini, kopuk ve yarım yamalak da olsa, hatırlamaya çalıştım.
Bu devrim hamleleri, kanun halinde vaktiyle yürürlüğe konurken Sayın İnönü şimdiki gibi yine yönetim organının başında bulunuyor ve herhalde onların lüzumuna yürekten inanıyordu. Kanun zoru ile ve demokratik olmayan metodlarla alınan o tedbirler sayesinde biz en kısa zamanda eski çağdan yeni çağa atlamak savında idik. Halkımız karanlıktan kurtulacak, toplum olarak daha yaratıcı bir güce kavuşacak, ekonomi yönünden ilerleyecek ve böylece gerekli demokratik hürriyet ortamı yurdumuzda kurulacaktı.
Vatandaşı bilgisizlik içinde bırakmakta çıkarı olan her türlü sömürgenlere, yobazlara ve gericilere karşı devrim hamlelerini koruyacak tedbirler alınmıştı. Bunları Türk Ceza Kanunu'nun maddeleri arasında hâlâ görebiliriz. Resmen bugün de yürürlüktedirler.
Fakat çok partili hayata geçerken, nedense bu maddeler dumura uğradı. Devrimleri bir keyif ve heves uğruna ya da Atatürk'e hoş görünmek için değil de yurdumuzu gerçek demokrasiye kavuşturmak amacı ile başardığımızı söylediğimiz halde, işe koyulmak üzere kollarını sıvayan Sayın İnönü, yapmak zorunda olduğunun tam tersini yaptı: Devrim kanunlarına karşı atılıp tutulmasına, hatta o kanunların çiğnenmesine göz yumdu. Ekonomik haklarını aramasını henüz bilmeyen fakir ve masum halk önünde iktidar savaşına girişen politikacılar rahatça dini politikaya karıştırdılar, 27 yıllık Cumhuriyet Türkiyesini, devrimleri yerin dibine batırdılar, hatta Atatürk'e dil uzatmaktan çekinmediler. Böylece, Sayın Devlet Başkanının yurdumuzda yaratılmasını özlediği demokratik ortamdan biz daha başlangıçta, bundan on yedi yıl önce uzaklaşmaya başladık. 27 Mayıs, işte bir vakitler dünyayı hayran bırakan Türk mucizesini hayal olup tarihe karışmak tehlikesinden kurtarmak amacı ile Türk ordusunun başardığı bir devrim hareketidir. Bu devrimi, Atatürk çağının devrimlerinden ayrı olarak düşünmeğe imkân yoktur.
Şimdi biz 27 Mayıs'ı koruyacağız diye özel bir kanun çıkaracak yerde 27 Mayıs'ı zorlayan o idare-i maslahatçı, tavizci ve gericiliğe göz kırpan ikiyüzlü tutuma bir son versek daha rasyonel, daha etkili, sosyal gereklerimize daha uygun bir yol tutmuş olmaz mı idik? dini politikaya karıştırmıyan, devrim ilkelerini kötülemiyen, aykırı davranırsa ceza görecek olan bir adam, 27 Mayıs'a zaten nasıl dil uzatabilirdi?
Hadi, bir defa o kanun çıktı; bari bundan sonra olsun T.C. Kanunu'nun devrimlerle ilgili koruyucu yasaklarını sıkı sıkıya uygulayabilsek! Sayın Devlet Başkanının beklediği demokratik ortamı başka yoldan yaratabileceğimize ben inanmıyorum. Arada boşa giden her günün de bizi o özlediğimiz ortamdan biraz daha uzaklaştırdığına hiç şüphem yok.
21.3.1961
HA KAPALI OLMUŞ, HA AÇIK!
Kapalı rejim şartları içinde yaşadığımız yıllarda tek parti idaresinin iyi bir sistem olmadığı düşüncesini savunmak yasaktı. Bu düşünceyi yaymaya kalkışan gazeteciler suçlu gibi işlem görürlerdi. Açık rejim şartlarına kavuştuğumuz 27 Mayıs devriminin ikinci yılında ise çok partılı idareye herhangi bir şekilde dil uzatmak son Tedbirler Kanunu ile yasak edilmiştir. Yasağı dinlemiyenlere suçlu işlemi uygulanacaktır.
Bir sosyolog gözü ile bakıldığı zaman, birbirine zıtmış hissini veren şu iki yasağın, aslında aynı zihniyete işaret sayılması gerektiği derhal anlaşılır. Bu ''bana dokunanı yakarım'' ve ''benim dediğim olacak!'' zihniyetlerinin tâ kendisidir. Bir memlekette şekil değişiklikleri yoluyla öz değişikliğine varmanın güçlüğünü böylece bir daha açıkça görüyoruz. Kapalı rejim diye sonradan kötülenen tek parti yönetimi başlangıçta ne için kurulmuştu? Türkiye'yi en kısa yoldan çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için değil mi? Bir uygarlık savaşı demek olan o yönetim şartları içinde elbette bir takım davranışlara yasak konacaktı. Fes yasağı, Arap yazısı yasağı, üfürükçülük, falcılık yasağı gibi. Batı demokrasilerinde bu yasaklardan hemen hiç birine başvurulmaz. Çünkü Batı milletleri çağdaş uygarlığı, adım adım ilerliyerek yüzyıllar boyunca kendileri yaratmışlardır. Bu milletler, bizim gibi kalıplaşmış bir toplum düzenini yıkıp yeni bir düzene kısa zamanda ayak uydurmak davası ile hiç bir zaman karşılaşmamışlardır. İngiltere'de Arap yazılı İngilizce gazete basınız, kimse okumaz. O toplumun içinde bir yazıdan başka bir yazıya geçmek diye bir devrim gereği şimdiye dek görülmemiştir ki, Fransa'da istediğiniz kadar dincilik, ya da dinsizlik propagandası yapınız, aldırmazlar. Çünkü orada vicdan hürriyeti ta onsekizinci yüzıldanberi toplumun vicdanına sinmiştir. Devletin layikliği kanunundan ziyade insanların hoşgörürlüğüne dayanmakta, gücünü oradan almaktadır. Bundan ötürü değil midir ki, kimi Batılı devletler resmen layik olmadıkları halde, vicdan hürriyeti oralarda yasak zoru ile değil, kendi parıltısı ile dimdik ayaktadır.
İmdi, kapalı rejimi bırakıp açığına geçerken biz elbette her şeyden önce devrim şartlarını korumak zorunda idik. Çağdaş Batı uygarlığının bir eseri olan demokratik yönetimi Türkiye'de gerçekleştirmek, siyasal partilerimizi Batılı anlamı ile halkın menfaati uğruna iktidar savaşına çıkış birer kurul haline getirebilmek için buna zorunlu idik.
Böyle yapamadık. Bu yüzden hem rejim soysuzlaştı, hem de -daha kötüsü- bizi kısa yoldan çağdaş batı uygarlığına yaklaştırmasını beklediğimiz devrim ilkeleri yurdumuzda zayıfladı, sallantılı bir hal aldı.
27 Mayıs, işte bu tehlikeyi önleme amacını güdüyordu. Devrimler yıkılmaktan kurtarılacak ve çok partili demokratik yönetim Batıdaki örnekleri andırır, olumlu, yapıcı bir hayata kavuşacaktı. 27 Mayıs hareketi, Anayasa dışı davranışlariyle meşruluğunu yitiren bir iktidarı devirmişti. Elbette hiç bir devrim, kendi eliyle yıktığı zihniyetin rahatça toparlanarak bir gün kollarını sallaya sallaya ortaya çıkmasına göz yumamazdı. Böyle şey olmazdı.
Ne yazık ki 27 Mayıs sonrası devrinde politikacılar bu noktayı da unuttular. Devrim ilkelerin zedeleyici eski kısır çatışmalara eklenen 27 Mayıs düşmanlığı Kurucu Meclis sırasında da, referandum kampanyası boyunca da, hatta yeni Anayasa'ya uygun yüksek organlar kurulduktan sonra da devam etti durdu.
Son Tedbirler Kanunu ile nihayet bu tehlikeye bir çare bulmak gerekirdi. Kanunu hazırlıyanlar da amaçlarının bu olduğunu tekrar söylediler. Fakat gelin görün ki yürürlüğe konan tedbirler fiiliyatta, çok partili rejimin ruhunu değil, sadece adını korur gibidir. Devrim düşmanları devrime karşı sinsi yıpratmalarını şimdilik el altından yine sürdürüyorlar. 27 Mayıs düşmanları kem küm ederek yutkunurken, bir yandan gırtlaklarını ayarlıyor, bir yandan da ne demek istediklerini yarım ses aşağıdan da olsa, yine anlatıyorlar.
Bu şartlar altında, şimdiki açık rejimin İkinci Dünya Savaşı boyunca yaşadığımız kapalı rejimden temelli bir farkı var mı? Bu rejim memlekete yararlı olabilir mi? Bu metodla Atatürk ilkelerini yaşatmak, onlara Batı uygarlığı yönünde başkalarını ve yenilerini katmak mümkün mü? Aralarında kayda değer bir ekonomik görüş ayrılığı bulunmayan, hatta ekenomik konularını tartışmaya değer bile saymıyan partilerin sayısını çoğaltmakla yurdumuzu gerçek bir hürriyet iklimine yaklaştırabilir miyiz?
Bu soruları objektif ölçülerle ele alıp incelemeye kalkışmak, son Tedbirler Kanunun'nun ışığında, bir yazarı suç işlemeye kadar götürebilir.
29.3.1962
KADİRLİ OLAYININ ARDINDAN
Kaymakamlarından ayrılmak istemiyen kadir bilir Kadirli halkı, Ankara'ya gönderdiği bir heyet vasıtasiyle Başbakana başvurmuş. İçişleri Bakanı'nın kaymakam hakkındaki kararının bir daha incelenmesini rica eden heyete sayın İnönü, dünkü gazetelere göre şöyle bir cevap veriyor:
''- Kadirli Kaymakamının tâyini meselesi, İçişleri Bakanı'nın normal tasarrufu altındadır. Bence yapılacak bir işlem yoktur.''
Bütün umut kapılarını birden kilitleyen bu kesin cevabın gazetelere yanlış aksetmiş olmasını gönül çok isterdi. Zira açıkrejim şartları içinde halkla beraber halk için çalışmak amacı ile iş başına geldiğini söyliyen bir Hükümet Başkanı'ndan halk temsilcilerine karşı böylesine bir davranışı doğrusu beklemezdik. İsmet İnönü gibi devlet hizmetinin en yüksek basamaklarında uzun yıllar tecrübe görmüş bir kişi elbette bilir ki yurt ölçüsünde geniş yankılar doğuran her tasarruf, yalnız ilgili Bakanlığı değil, Başbakanı da, hatta sırasına göre, tüm hükümeti de sorumlu kılabilir. İdare hukuku yönünden İçişleri Bakanı yüzlerce kaymakamın nakil ve tayin işleri hakkında tam bir yetkiye sahip olabilir. Fakat, kamu oyuna değer veren açık rejimlerde kimi zaman öyle durumlarla karşılaşılır ki bir mahalle bekçisinin kaderiyle bütün bir hükümet, yakından ilgilenmek zorunda kalabilir.
Kaymakam Mehmet Can'ın, nakli olayı yalnız Kadirli'de değil, bütün yurt düzeyinde gürültülü tepkilere yol açmıştır. Basında konu ile ilgili olarak bir takım iddialar ortaya atılmıştır. Kaymakamın yapıcı ve olumlu bir şekilde çalıştığı, kanun ışığında halka yararlı hizmetlerde bulunduğu, kısa zamanda büyük başarılar elde ettiği yazılmıştır. Ama bu hizmetler kimi ağaların hoşuna gitmemiştir. Çıkarı bozulan adamların, kaymakamı Kadirli'den uzaklaştırmak için her çareye başvuracağı olaydan önce gazetelerde iddia edilmiştir. Kendisi de oralı olan, İçişleri Bakanı'nın bir takım etkilere kapılabileceği açıkça ileri sürülmüştür.
Sonra, yazılanların daha mürekkebi kurumadan, söylenenlerin kelimesi kaybolmadan, bakıyorsunuz, kaymakam, henüz bir buçuk yıl önce geldiği ilçeden alınıyor, bir dama taşı gibi pat diye başka, uzak bir ilçeye atanıyor. Olay vatandaşları üzüyor. Kadirli halkı, kadını ile, erkeği ile, bir buçuk yıl içinde bunca iş çıkaran kaymakamdan ayrılmak istemiyor. İlgililere telgraflar yağdırılıyor. ''Hiç değilse yarım kalan eserleri tamamlasın da öyle alınsın'' deniyor.
Sayın İnönü'den özür dilerim ama, bu işlemi, bir Bakanlığın normal tasarrufları arasında saymak için bir insan, gerçek halk yönetimine değil, belki daha ziyade soyut demokrasi fikrine bel bağlamış olmalıdır gibi geliyor bana.
Karma hükümetteki İçişleri Bakanı'nı sayın İnönü kendi isteği ile seçip yanına almamıştır. Bakan, iki parti arasındaki işbirliği şartlarından biri olarak şüphesiz Paşanın rızasına uygun olarak, fakat onun iradesi dışında hükümete girmiştir. Bu durumda sayın Topaloğlu'nu her türlü tasarruflarında serbest bırakmak suretiyle Başbakan, acaba koalisyon dengesini bozmamak kaygısında mıdır? Bu takdirde, kurmaya çalıştığımız hürriyet rejimini yurdumuzda ruhsuz bir şekil halinde soysuzlaşmaktan nasıl kurtarabileceğizdir?
- Bir kaymakam oradan oraya atanmış. Ne çıkar yani?
Deyip geçmiyelim. Halkın sesine kulak asmıyan idareler kısa zamanda halkın sevgisini kaybetmeğe mahkûmdurlar. Şimdi sayın İnönü, istediği kadar ''kaymakamın tayini meselesi, Bakanın tasarrufu altındadır. Ben karışmam!'' desin, Kamu vicdanı, İçişleri Bakanı'nın imzaladığı tayin emrinin altında onun da imzasını görecektir.
Hukuk ve politika gerçekleri yönünden olayın anlamı da bundan ibarettir.
8.4.1962
YÖNSÜZ PARTİLER REJİMİ
Cumhuriyet Halk Partisi, Parti Meclisi'nin geçen gün yaptığı toplantıda iki genç üye, Bülent Ecevit ile Turan Güneş, ilginç birer konuşma yaparak arkadaşlarını uyarmaya çalışmışlar. Genç politikacıların kanısına göre, çok partili hayata geçirildiğinden beri, CHP, eski devrimci yönünü yitirmiş, seçimlerde fazla oy toplamak kaygusu ile taviz vere vere fikir bakımından zayıflamıştır. Oysa, partinin devrimcilik, halkçılık, devletçilik gibi milletimizi kısa zamanda kalkındırmaya yarıyacak kesin ilkeleri vardır. Politik hesaplara dayanarak bu ilkelerin bir köşeye itilmesi doğru değildir. Halen nisbî temsil usulünü kabul ettikten sonra, seçmenlerin tümünü birden memnun etmeğe kalkışmak yetersizdir. C.H.P., kuruluş amaçlarını göz önünde tutarak kendine bir yön seçmeli ve ona doğru cesaretle yürümelidir.
Ecevit ve Güneş, bu yönün yurdumuzda iktisaden zayıf kütlelere, küçük çiftçiye ve çalışanlara umut verecek, onlara ''işte bizim partimiz!'' dedirtecek bir şekilde ayarlanması gerektiği düşüncesindedirler.
İki üyenin ateşli bir dille savundukları bu düşüncenin parti meclisinde pek öyle sıcak duygularla karşılanmadığı söyleniyor. Partisiz bir yazar olarak bu bizi ilgilendirmez. Ne var ki, yurt gerçekleri açısından baktığımız zaman biz Güneş'e ve Ecevit'e yerden göğe kadar hak veriyoruz. Eğer demokrasi çeşitli menfaat zümrelerinin Parlamentoda sesini duyurup yurt yönetimine katılması anlamına geliyorsa, bu gün Türkiye'de demokratik bir rejimin yürürlükte bulunduğunu iddia etmek doğrusu biraz güç olur. Seçmen çoğunluğunu meydana getiren az topraklı ve topraksız köylülerle işçiler, bugün Mecliste kaç milletvekili tarafından temsil edilmektedirler? Bütün Meclis üyelerinin Güneş ve Ecevit gibi onların kaderi ile ilgilendiklerini farzetsek bile, prensip olarak bir parti çıkıp da kendini onlara mal etmedikçe, böylesine bireysel (ferdî) davranışlar ne anlam taşır?
Her zaman dediğim gibi biz işi daha başlangıçta yanlış tutmuşuz. Demokrasiyi Mecliste çoğunluk sağlamaya yarar bir mekanizme sanıyoruz. Çıkış noktamız bu olunca, partimizin ilkelerini falan bir yana bırakıyor, bütün gayretimizle Meclise elden geldiği kadar fazla sayıda temsilci sokmaya bakıyoruz. Hangi çevreler bize oy kazandıracaksa onlara hoş görünmeyi iş ediniyoruz. Bu yüzden, seçim kampanyaları daha ziyade duygusal bir hal alıyor. Seçmen kütleleri, kendi çıkarlarının bilinci ile belli bir takım ilkeler değil, fakat herhangi bir şekilde etkisi altında bulundukları adaylara oy vermek durumunda kalıyorlar. Öyle ki, kısa süreler içinde bir milletvekilinin bir kaç kez parti değiştirmesi bile bizde yadırganmaz bir davranış sayılıyor. Öyle ya, neden yadırgansın? Ha Hacı Hasan demişler, ha Hasan hacı, ne çıkar bundan?
Sayın Genel Başkanın tavsiyesi üzerine şimdi kendine yeni bir baş aramak ödevi ile karşılaşan C.H.P, iki değerli üyesi tarafından ortaya atılan teklifi, ne dereceye kadar benimsiyecek, bilemem. Bildiğim bir şey varsa, siyasal hayatımızın on yedi yıldır bir türlü yolunu bulamıyan soyut demokrasi denemeleri çıkmazından kurtularak bir an önce yapıcı bir fikir ortamına kavuşması için seçmen karşısına kesin ilkelerle çıkacak ve o ilkelerin savunucusu olarak Mecliste yer alacak yeni bir parti anlayışına şiddetle ihtiyacımız olduğudur. Bu anlayışı benimsiyen bir parti, kısa zamanda büyük başarılar elde edecek, hatta öteki partilere de ışık serperek yönlerini bulmak hususunda onlara yardımcı olacaktır. Gerçek demokrasiye de zaten ancak bu yoldan varabiliriz.
17.4.1962
6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder