27 Kasım 2020 Cuma

ABD Gizli Diplomatik Belgelerinde 12 Eylül Darbesi.

 ABD Gizli Diplomatik Belgelerinde 12 Eylül Darbesi. 


“ Terör Tehdidi Türkler için azaldı ama ABD için sürüyor"




İrem Köker
BBC Türkçe
14 Eylül 2018





12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından ABD'nin Türkiye'deki diplomatik misyonlarından Washington'a yapılan yazışmalarda gündeme getirilen en önemli konular arasında güvenlik durumu ve şiddet olaylarının seyri yer alıyor.
Darbenin hemen ardından ABD'li diplomatlar, özellikle sol örgütlerin yeraltına inip, güç topladıktan sonra tekrar eylemlerine başlayacağı yönünde kaygı taşıdığı görülüyor.
Bununla birlikte, 5 Kasım 1980 tarihinde Ankara Büyükelçiliği'nin gönderdiği bir yazışmada, darbenin ardından şiddet olaylarında kaydadeğer bir azalma olduğu ancak bazı sol grupların askeri müdahaleden ABD'yi sorumlu tutmasından dolayı kendilerine yönelik tehdidin ciddiyetini koruduğu belirtiliyor.
BBC Türkçe, 2011 yılında Bilgi Edinme Yasası kapsamında yapılan bir başvuru üzerine gizliliği kaldırılan ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine ulaştı. İlk kez kamuoyuna açıklanan bu belgelerle ilgili haberlerin ilki 12 Eylül darbesinin 38'inci yıldönümü olan Çarşamba, ikincisi ise dün yayımlandı. Bugünkü haber üç günlük boyunca haber dizisinin de son haberi.

12 Eylül sabahı ABD Büyükelçisi: "Askeri liderleri iyi tanıyoruz, endişeye mahal yok"
ABD diplomatik belgelerinde 12 Eylül: "İş adamlarının çoğu havalara uçuyor"
BBC Türkçe'nin ulaştığı belgeler arasında 12 Eylül 1980 ile 5 Kasım 1980 tarihleri arasında ABD'nin Ankara, İstanbul ve İzmir'deki diplomatik temsilciliklerinden Washington'daki Dışişleri Bakanlığı ile diğer ülkelerdeki temsilciliklerine gönderilmiş 10 adet yazışma yer alıyor.

İlk kez kamuoyuyla paylaşılan bu yazışmalardan biri gizlilik sıralamasında en yüksek ikinci derece olan "Gizli" ibaresini; yedi tanesi üçüncü gizlilik derecesi olan "Özel" ibaresini taşıyor. İki yazışma da kamuya açık bilgiler taşıdığı için "Tasnif Dışı" olarak sınıflandırılıyor.



"Güvenlik güçleri aktif durumda ve çok sayıda kişi gözaltında"
"12 Eylül'den bu yana Türkiye'deki iç güvenlik durumu iyileşti" başlıklı 5 Kasım 1980 tarihli "Özel" ibareli yazışma, ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nden Daniel Newberry'nin imzasını taşıyor.
Newberry, bu yazışmada Türkiye'de güvenlik durumunun kaydadeğer ölçüde iyileştiğine dikkat çekiyor:
"Güvenlik güçleri geçmişe kıyasla çok daha aktif durumdalar ve terörist olduğundan kuşkulanılan çok sayıda kişi sorgulanmak üzere gözaltına alındı.
"MGK Genel Sekreteri Haydar Saltık, yabancı gazetecilere düzenlediği basın toplantısında, 12 Eylül'den bu yana güvenlik güçleri tarafından yaklaşık 11 bin 500 kişinin gözaltına alındığını söyledi. Bu kişilerden 6 bin 900'ü tutuklanırken, 3 bin 900'ünün gözaltındaki işlemleri devam ediyor ve 746 hakkında da çeşitli suçlardan hüküm verildi.
"Ayrıca çıkarılan af yasasının ardından geçen üç hafta içinde 160 bin ruhsatsız silahın da teslim edildiğini not etmekte fayda var."
Türkiye'de 1970'li yılların sonunda şiddetlenen iç çatışma, ordunun da darbe için öne sürdüğü gerekçeler arasında yer alıyor.
Darbeden 10 gün önce, 2 Eylül 1980 tarihinde Milliyet gazetesinde yer alan bir haberde, son aylarda günde ortalama 10 kişinin "terör olayları nedeniyle" hayatını kaybettiği bildirildi. Haberde, Milliyet İstihbarat Servisi'nin yaptığı araştırmaya göre, Ocak ile Eylül 1980 arasındaki dokuz aylık dönemde 1.606 kişinin yaşamını yitirdiği ifade edildi.

Bu dönemde, Ağustos, 347 can kaybıyla en kanlı ay oldu. Gazetede yayımlanan tabloda, Mayıs ve Haziran aylarında can kaybı sayısının 200'e yaklaştığı ve Temmuz ayında da 300'ün üzerine çıktığı bilgisine yer verildi.
Milliyet'te Kasım başında yayımlanan bir başka haberde de, 12 Eylül'den sonra "terör olayları nedeniyle" yaşamını yitiren kişi sayısının 67 olduğu ve bunlardan 42'sinin yasa dışı örgüt üyesi olduğunun iddia edildiği belirtildi.


KAYNAK, GAZETE ARŞİVİ. MİLLİYET.COM.TR

"Gazeteler sıkıyönetim komutanlıklarından verilenleri haber yapıyor"
Ancak Newberry, çatışmalarla ilgili verilen rakamların güvenilir olmayabileceği uyarısını yapıyor. Yazışmada, 12 Eylül'den bu yana gazetelerin özellikle de sıkıyönetim komutanlıklarının görev alanına girebilecek konularda "emin olmadıkları şeyleri yazmadıkları" ve yapılan haberlerin de sıkıyönetim komutanlıkları tarafından servis edilen malzemelerin kullanıldığı vurgulanıyor.
Newberry, "Eldeki verilere yönelik kuşkularımıza rağmen, Büyükelçilik 12 Eylül'den sonra Türkiye genelinde iç güvenlik ortamının ciddi şekilde iyileştiğini düşünüyor. Bu düşünce diğer yabancı ve Türkler tarafından da destekleniyor" yorumu yapıyor ve şöyle devam ediyor:
"Şu aşamada genel terör tehdidi bir şekilde azalmış gibi görünse de, Türkiye'de görev yapan Amerikalılara yönelik tehdit ciddiyetini koruyor.
"Türkiye Komünist Partisi'nin radyo yayınlarında 12 Eylül 'Amerikan yapımı darbe' olarak tanımlanıyor ve Türklere çok sert şekilde karşılık verme çağrısı yapıyor.
"12 Eylül'den bu yana ülke genelinde ABD karşıtı birkaç olay yaşanırken, bunlar Amerikalı olarak tanımlanan binaların önüne bomba bırakılmasıyla sınırlı kaldı. ABD'li personele yönelik herhangi bir terör saldırısı yaşanmadı.
"Bununla birlikte, Türkiye'deki teröristler, zaman geçtikçe ve mevcut yönetim altında yaşamaya alıştıkça daha da cesur hale gelebilirler. Bu durumda hem Türklere hem de Amerikalara yönelik tehdit de artar."




"Orgeneral Yüksel, kökü kazınmasa da kontrol altına alınabileceğini düşünüyor"
Yazışmada, 12 Eylül öncesinde yaşanan siyasi şiddet olayları "kendine özgü" olarak tanımlanıyor ve onlarca küçük silahlı grubun yanı sıra bu grupların eylemlerine katılan ya da destek veren binlerce kişi olduğu belirtiliyor.
Ancak ABD'li diplomatların görüştüğü askeri yetkililer ise şiddet olaylarına başvuranları "azınlık" olarak tanımlıyor.
Bu isimlerden birisi de Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Süreyya Yüksel. İzmir Konsolosluğu'ndan 2 Ekim 1980 tarihinde geçilen "Özel" ibareli diplomatik yazışmada, Yüksel'in şiddet olaylarının kontrol altına alınabileceğine dair değerlendirmelerine yer veriliyor:
"Teröristleri ufak bir azınlık olarak nitelendiren Yüksel, terörizmin tamamen kökü kazınamasa da kontrol altına alınabileceğini aktardı.
"Dev-Yol'un tehdit ettiği gibi terörün hükümete meydan okuyacak hale gelip gelmeyeceği yönündeki soruma ise 12 Eylül'ün hemen ardından gelen dönemde bir artış olma ihtimali bulunsa da bunun hiçbir zaman Türkiye için darbe öncesi dönem kadar büyük bir tehlike oluşturmayacağı yanıtını verdi."



KAYNAK,GETTY IMAGES

"Evren Sakarya kadar insanın öldüğü bu sürece örtülü savaş diyor"
ABD'li diplomatlar, darbeden sonra yaptıkları yazışmalarda ordunun yönetime el koyma nedenleri arasında şiddet olayları ve iç çatışmaların rolüne ilişkin değerlendirmeleri de yer alıyor.
Yine Daniel Newberry imzası taşıyan, 19 Eylül tarihli "Gizli" ibareli yazışmada, darbenin lideri olan dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in yaptığı açıklamalarda yaşanan çatışmaların orduyu harekete geçmek zorunda bıraktığını söylediğini belirtiyor:
"Evren, bu olayları ve radikal gruplar nedeniyle ülkede giderek artan kutuplaşmayı göz önünde tutarak, son iki yıl içerisinde 5 bin ölü ve 15 bin yaralıyla Türkiye'nin bağımsızlığında önemli rol oynayan 1921'deki Sakarya Meydan Muharebesi kadar can alan bu şiddet olaylarını 'örtülü savaş' olarak nitelendirdi.
"Evren, hükümetlerin etkisizliği ve mecliste yaşanan tıkanıklığın etkisiyle artan şiddet olaylarının orduya yönetime el koymak dışında başka bir seçenek bırakmadığını söyledi."
Darbeden önceki günlerde dönemin gündemini meşgul eden konulardan biri de Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen hakkında verilen gensoruydu. Aynı dönemde ayrıca Enerji Bakanı Esat Kıratlıoğlu ve Maliye Bakanı İsmet Sezgin hakkındaki gensorular da Meclis gündemine alınmayı bekliyordu.
Adalet Partisi'nin kurduğu azınlık hükümetindeki bakanlara yönelik muhalefet partilerinin verdiği gensorular, bu dönemde Meclis'teki tıkanıklığın ve hükümetin de etkili politikalar yürütememesinin bir sembolü olarak nitelendiriliyor.


"Komuta kademesi teröre ve eylemleri yapanlara karşı harekete geçecek"
Newberry tarafından kaleme alınan yazışmada, Evren ve diğer ordu komutanlarının ülkedeki "anarşi ortamına yabancı ülkelerin etkisi" konusundaki kaygılarının giderek arttığı ifade ediliyor.
Aynı yazışmada, ordunun darbe planlarının eski Başbakan Nihat Erim ve bundan üç gün sonra da Türkiye'deki sendikal hareketin en önemli isimlerinden 
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) kurucusu Kemal Türkler'in öldürülmelerinin ardından Temmuz ayı ortasında "ciddiye bindiğinin 
artık daha net bir şekilde" görüldüğü belirtiliyor.
Nihat Erim, 19 Temmuz 1980 tarihinde İstanbul'un Dragos semtinde Dev-Sol tarafından düzenlenen bir suikast sonucu yaşamını yitirirken, Türkler de 22 Temmuz 1980'de evinin önünde bir ülkücü tarafından vurularak öldürüldü. Bu iki cinayet, 12 Eylül darbesi öncesindeki en önemli kilometre taşları arasında gösteriliyor.
Newberry, aşırı solun eskiye kıyasla daha şiddetli bir şekilde harekete geçebileceğini belirterek, şunları yazıyor:
"Siyasal sistemde büyük bir reformun yanı sıra ordunun mevcut komuta kademesinin terörü ve bu eylemleri yapanları ortadan kaldırmak için ülke çapında harekete geçmesi gerekiyor. Bu işin, önümüzdeki aylarda direnişin ortaya çıkması ve şiddet olaylarının yeniden ortaya çıkmasını engellemeye yetecek kadar hızlı ve kapsamlı yapılabileceğine dair şu aşamada hiçbir gösterge yok.
"Aksine, 1971-73 yılları arasındaki radikal sola kıyasla daha büyük, daha gelişmiş, daha organize ve daha iyi silahlanmış aşırı sol, kurulan geçici hükümeti itibarsızlaştırmak, halkın desteğini azaltmak ve muhtemelen orduyu 'demir yumrukla' baskı kurmaya kışkırtmak için çok ciddi çaba gösterecektir."
Yazışmayı kaleme alan Newberry, Türkiye'yi yakından tanıyan ABD'li diplomatlardan birisi. 1999 yılında yaşamını yitirmesinin ardından Washington Post gazetesi yayımladığı haberde Newberry'den "Türkiye konusunda otorite" olarak bahsediyor.
Newberry, 36 yıl süren diplomasi kariyerinde Türkiye'ye dört defa atandı ve Ankara, Adana ve İstanbul'da görev yaptı. 19 Eylül 1980 tarihli yazışmayı Ankara Büyükelçiliği'nde görevli olduğu sırada kaleme alan Newberry, bundan bir yıl sonra İstanbul Başkonsolosluğu'na atandı ve 1985 yılına kadar bu görevi sürdürdü.


TSK KOMUTA KADEMESİ 

KAYNAK, GETTY IMAGES

12 Eylül 1980'de ne oldu?

TSK, cumhurbaşkanının parlamentoda uzlaşma sağlanamaması nedeniyle aylarca seçilememesi, yaşanan hükümet istikrarsızlığı, ağır ekonomik sorunlar ve yoğun iç çatışmaları gerekçe göstererek 12 Eylül 1980 Cuma günü sabah saat 03:00'te yönetime el koydu.
Ülkenin yönetimi darbeyle birlikte kurulan Milli Güvenlik Konseyi'ne (MGK) devredildi. MGK'nın yayımladığı ilk bildiride, darbenin ordunun "İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini" yerine getirmek adına "emir-komuta zinciri" içinde gerçekleştirildiği belirtildi.
MGK'nın başkanlığına Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren getirildi.
Konsey'de yer alan diğer isimler de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komitanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun oldu.

Konsey'in genel sekreterliği görevini de Orgeneral Haydar Saltık yürütüyordu.
Darbe olduğunda iktidarda Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel başbakanlığındaki azınlık hükümeti bulunuyordu. Bu azınlık hükümetine Necmettin Erbakan önderliğindeki Milliyetçi Selamet Partisi (MSP) ve Alparslan Türkeş'in lideri olduğu Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) dışarıdan destek veriyordu. Ana muhalefette ise genel başkanlığını Bülent Ecevit'in yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) vardı.

Darbenin ardından birçok siyasi parti, sendika ve dernek kapatıldı, yeni bir anayasa hazırlandı, birçok isme siyaset yasağı getirildi ve parlamenter sistemde önemli değişiklikler yapıldı. Darbenin ardından yaklaşık üç yıl sonra, 6 Kasım 1983 genel seçimleriyle demokrasinin yeniden tesisi süreci de başladı.

Adalet Bakanlığı'nın açıkladığı resmi verilere göre, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından toplam 650 bin kişi gözaltına alındı ve 52 bini de tutuklandı. Fişlenen kişi sayısı da 1 milyon 680 bin, vatandaşlıktan çıkartılanların sayısı da 14 bin.
Sıkıyönetim mahkemelerinde 210 bin dava açıldı ve toplamda 230 bin kişi farklı suçlardan yargılandı. Bunların 7 bini hakkında idam cezası istendi.
Bu dönemde, 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevleri nedeniyle, 171 kişi sorguda ve uğradığı işkence sonucu ve 49 kişi de idam edilerek yaşamını yitirdi.
Ancak sivil toplum kuruluşları, gerçekten çok daha fazla kişinin darbeden etkilenmiş olabileceğini söylüyor.

***

12 Eylül 1980’den Günümüze Türkiye.,

 12 Eylül 1980’den Günümüze Türkiye.,








BU YAZI 11/09/2011 TARİHİNDE OKAN YÜKSEL TARAFINDAN YAZILMIŞTIR.

GİRİŞ ve ÖN DEĞERLENDİRME:

 12 Eylül 1980, kuşkusuz, Türkiye siyasal yaşamının önemli dönemeçlerinden bir tanesi ve belki de en önemlisidir. Bu önemli tarihten önce ve sonra yaşanan tüm olay ve olgular Türkiye?nin siyasal yaşamı içinde tam anlamıyla bir kırılmayı yansıtmaktadır. 12 Eylül 1980?de başlayan sürecin günümüze dahi siyasal, ekonomik ve sosyal yansımalarını hissetmek mümkündür. 
Öyle ki 12 Eylül 1980 halen akıllarda olan; üzerine türkülerin, şarkıların, marşların söylendiği, tiyatrolarda oyunların oynandığı, sinemalarda filmlerin gösterildiği, üniversitelerde kitaplarının okunduğu bir tarihtir.
Bu tarih, Türkiye?nin siyasal yaşamında, özellikle de ekonomik ve sosyal yaşamda önemli bir dönemeci, bir dönüşümü ifade etmektedir. Çalışmanın amacı; söz konusu bu dönüşümün günümüze yansımalarını ve özellikle de bu dönüşümden Türkiye?nin siyasal yaşamına düşen payı, bilimsel bir metodoloji izleyerek, literatürde yer alan çalışmalar gözden geçirilerek ve objektif bir bakış açısıyla yansıtmaktır.

    12 EYLÜL 1980 ÖNCESİ TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM:

    Türk Silahlı Kuvvetleri nin 12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye?nin siyasal yaşamına yönelik olarak gerçekleştirdiği müdahaleyi ve sonrasında yaşanan olay ve olguları analiz etmek için, kuşkusuz, Türkiye yi bu noktaya sürükleyen olay ve olguları ortaya koymak gerekmektedir. Bu noktada kısaca da olsa 12 Eylül 1980 öncesini değerlendirmek ve Türkiye nin şartlarını ortaya koymak zaruri bir hal almaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve savaşı kazanan devletlerce paylaşılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu ve Trakya’da kalan toprakları üzerine kurulmuştur. Kuşkusuz bu devletin kuruluşunda silahlı kuvvetlerin üstlendiği rol önemlidir. Dünyanın diğer pek çok devletinde de, örneğin bir Amerika Birleşik Devletlerinde de olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde de kurucular askerlik mesleğini icra eden kişiler arasından çıkmıştır. Fakat dünyanın diğer pek çok devletinin aksine Türk Silahlı Kuvvetleri kuruculuk misyonunun yanı sıra “iç tehditlere yönelik koruma ve kollama” misyonunu da edinerek dönem dönem Türkiye nin yönetimini kendi eline almıştır.
Türkiye?nin kısa tarihine bakıldığında, 1960 yılından itibaren ülkede Türk Silahlı Kuvvetleri?nin doğrudan yönetimi ele alarak siyasal hayata dâhil olduğu dönemlerin olduğu görülür. 1960?dan 1980?e, yani sadece 20 yılda Türkiye, Türk Silahlı Kuvvetleri?nin üç müdahalesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu askeri müdahaleler 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde gerçekleşen askeri müdahalelerdir.

12 EYLÜL 1980 VE TSK’NIN SİYASAL YAŞAMA MÜDAHALESİ:

12 Eylül 1980?de gün henüz aydınlanmamışken, TRT radyolarından yayınlanan İstiklal ve Harbiye Marşı eşliğinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu?nun verdiği “Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama” görevini yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bir kez daha el koyduğunu kamuoyuna duyurmuştur.
Mevcut siyasal, ekonomik ve toplumsal durumun oldukça kötü olması nedeniyle halk tarafından önceleri normal ve hatta kimilerince geç kalmış olarak değerlendirilen bu girişim, ilerleyen zamanda temel hak ve özgürlükler de dâhil olmak üzere baskıcı bir yönetimin izlendiği bir harekete dönüşmüştür. Söz konusu süreçte Süleyman Demirel?in Başbakanı olduğu hükümet ve Türkiye Büyük Millet Meclisi feshedilmiş, sendika ve derneklerin faaliyetleri durdurulmuş ve tüm Türkiye?de sıkıyönetim ilan edilmiştir. 

1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırılmış ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başlamıştır. 12 Eylül 1980 ardından partiler kapatılmış, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutulmuş ve ardından yargılanmışlar ve siyaset yapmaları yasaklanmıştır.

12 Eylül 1980 sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından geniş çaplı tutuklamalar ve özellikle sol görüşlü kesime yönelik operasyonlar başlamıştır. Yapılan tutuklamalar çerçevesinde 650.000 kişi gözaltına alınmış, 1.683.000 kişi fişlenmiş, 7.000 kişi için idam cezası istenmiş, 517 kişiye idam cezası verilmiş ve haklarında idam cezası verilen 50 kişi asılmıştır. “Asılmayıp da beslenen” on binlerce insana hapishanelerde işkenceler yapılmış, ancak sadece 171 kişinin bu işkenceler sonucu, 300 kişinin ise kuşkulu bir şekilde öldüğü belgelenebilmiştir.
Medya ve özellikle dönemin hâkim medya aracı olan gazeteler ve haliyle gazeteciler için de operasyonlar yapılmış, bu operasyonlar çerçevesinde 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istenmiş, gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verilmiştir. Yine aynı dönemde 300 gazeteci saldırıya uğramış, bunlar arasından 3 tanesi öldürülmüştür. Söz konusu ortamda 300 gün boyunca yayın yapılamamış, 39 ton gazete ve dergi ise imha edilmiştir. 13 büyük gazete için toplamda 303 dava açılmıştır.

Eğitim ve üniversiteler de söz konusu müdahalelerden etkilenmiş, 3 bin 854 öğretmen, üniversitelerde görevli olan aralarında Emre Kongar, Murat Belge, Bülent Tanör gibi isimlerin de olduğu 120 öğretim üyesinin işine son verilmiştir. Özellikle üniversitelerde, Yüksek öğretim Kurulu kurularak, “düzen ve disiplin” sağlanmaya çalışılmıştır.

Yüksek öğretim Kurumu?nun faaliyete geçtikten sonra ilk icraatı üniversitelerdeki sol görüşlü akademisyen ve öğrenci gruplarını sindirmek olmuştur. Bu görüşe sahip kişilerin doçentlik ya da profesörlük atamaları yıllarca ertelenmiştir, yine bu özellikle bu kişilerin saç ve sakalları kontrol edilerek öğretim üyelerinin akademik kimlikleri rencide edilmiştir. İşte bu süretçe üniversiteler özgür düşünce, değişim ve gelişimin beşiği olmaktan çıkıp asker devletin bir uzantısı olarak polis-jandarma üsleri haline getirilmişlerdir.
Doksanlı yıllarla birlikte üniversitelerde tehlike olarak görülen sol eğilimin yerini Türkiyede laiklik karşıtı veyahut daha açık tabiri ile irticacı kesim olarak adlandırılan dindar akademisyenler ve öğrenciler almıştır. İhtilal sonrası kadrolarını sol görüşlü akademisyenlerden temizleyip yerlerine milliyetçi-muhafazakâr görüşe sahip akademisyenleri alan Yüksek öğretim Kurumu doksanlı yıllarla birlikte yeniden sol görüşlü akademisyenlere üniversitelerde görev vermeye başlamışlardır.

Türkiye?yi baştan sonra şekillendiren 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi?nin Amerika Birleşik Devletleri?nin bilgisi dâhilinde yapılmış olup, daha önceleri de gündeme gelmiş olmasına rağmen uygun ortamın oluşması beklendiğinden ertelenmek suretiyle malum tarihte gerçekleştiği bilinmektedir.1 Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin söz konusu müdahaleden haberdar olduğu ve darbe gecesi “bizim çocuklar işi bitirdi” anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında Amerikalı ilgililere iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül’de Amerika Birleşik Devletlerinin rolü konusunda ciddi tartışmalara yol açmıştır.

İlk kez Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül 04.00 (1984) adlı kitabında ortaya attığı bu iddia, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın “your boys have done it – senin çocuklar işi bitirdi” anlamındaki konuşması, 12 Eylül müdahalesi içinde Amerika Birleşik Devletleri’nin rolü konusunda toplumun büyük bir bölümü tarafından inandırıcı bulunmuştur.

12 EYLÜL 1980 SONRASI TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM:

12 Eylül 1980 sonrasında Türkiye?nin siyasal yaşamında tam anlamıyla bir normalleşmenin yaşanması uzun yıllar adlı. Şeklen de olsa siyasi hayatın normalleşmesi ise 6 Kasım 1983 tarihli Genel Seçimler ile mümkün olabildi.
6 Kasım 1983?e kadar Türkiye, Milli Güvenlik Konseyi adı altında oluşturulan “askeri hükümet” tarafından yönetilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin aksine, yasama ve yürütme yetkilerini tek bir elde, kendisinde toplamıştır. Milli Güvelik Konseyi?nin başkanı olan Orgeneral Kenen Evren dışındaki konsey üyeleri ise Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı olmuştur. Cumhurbaşkanı?nın görev ve yetkileri de, devlet başkanı sıfatıyla, yine Genel Kurmay Başkanı olan Orgeneral Kenan Evren tarafından üstlenilmiştir.
Milli Güvenlik Konseyi oldukça geniş yetkilerle donatılmıştır. Öyle ki Konsey tarafından çıkarılan her türlü bildiri, karar ve yasanın Anayasaya aykırı olduğunu öne sürmek yasaklanmıştır. 

Ayrıca Anayasaya aykırı olmaları durumunda söz konusu bildiri, karar ve yasaların Anayasa değişikliği ile yürürlüğe girmeleri kararlaştırılmıştır. Böylece genel hukuk teamüllerine aykırı olarak, bu dönemde hiyerarşik yapılanmada bildiri, karar ve yasa, Anayasanın üzerinde konumlandırılmıştır.

Milli Güvenlik Konseyi tarafından 6 Kasım 1983?e kadar yönetilen Türkiye?de dönemin önemli bir yapılanması da Danışma Meclisi olmuştur. 12 Eylül 1980 tarihine kadar hiçbir siyasal oluşumun ve partinin içerisinde yer almamış 160 kişiden oluşturulan Danışma Meclisi?nin de katılımıyla bir Kurucu Meclis oluşturulmuş ve bu meclis yasama faaliyetlerini yürütmüştür. Kurucu Meclis?in bir diğer önemli görevi ise yeni bir Anayasa hazırlamak olmuştur.
Kurucu Meclis tarafından hazırlanan ve halen yürürlükte olan 1982 Anayasası, 10 Ekim 1982 tarihinde kabul edilmiş, Resmi Gazetede yayınlanmış ve 7 Kasım 1982 tarihli referandum sonucu resmen yürürlüğe girmiştir. Katılımın Türkiye ortalamasının çok üzerine çıkıp, %92 seviyelerine ulaştığı söz konusu referandum sonucunda 1982 Anayasası, oylamaya katılanların %91,37?sinin “Evet” oyuyla yürürlüğe girmiştir.2 Türkiye?den tek farklı ses Bingöl ilinden gelmiş ve oylamaya katılan Bingöl halkı %90 oranında “Hayır” oyuyla tüm Türkiye?nin dikkatini kendi üzerine çekmiştir.
Yeni bir Anayasa çerçevesinde siyasal yaşamın yeniden şekillenmeye başladığı dönemin Türkiye?sinde yeni başrol sahipleri, yavaş yavaş siyasi aktörler olmaya başlamıştır. Fakat söz konusu dönemde halen Milli Güvenlik Konseyi?nin egemenliği söz konusudur. Şöyle ki Türkiye siyasetinde rol almak, Milli Güvenlik Konseyi?nin kontrolü ve onayı ile mümkün olabilmiştir. Genel Seçimlerin 1983 yılında yapılmasına karar veren Milli Güvenlik Konseyi, „sınırlı çok partili” yaşama geçme adına veto ve baraj sistemi mekanizmasını kullanmıştır.
6 Kasım 1983 seçimleri öncesinde, bu şartlarda, kurulabilen partiler Milliyetçi Demokrasi Partisi, Halkçı Parti, Anavatan Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi, Refah Partisi, Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi olmuştur.

6 Kasım 1983 Tarihli Genel Seçim ve Anavatan Partisi:

Türkiyenin siyasal yaşamında önemli bir yeri olan 6 Kasım 1983 tarihli Genel Seçim, Askeri Müdahale sonrası yapılan ilk ve %92 oranında gerçekleşen katılım ile Türkiyedeki en yüksek katılımlı ikinci Genel Seçimi olması münasebetiyle özel bir önem arz etmektedir. Bu seçim ile Türkiyenin siyasal yaşamı normalleşme sürecinde önemli bir aşama kaydetmiştir.

Seçimler öncesinde kuruluşu tamamlanan ve yukarıda adlarını saydığımız siyasi partilerin tamamının seçime girmesi mümkün olmamış, bu partilerin birçoğu Milli Güvenlik Konseyi?nin vetosu sonucu seçime katılamamışlardır. Milli Güvenlik Konseyi?nin bu anti-demokratik uygulaması sonrasında 6 Kasım 1983 Genel Seçimleri?ne sadece üç siyasal parti katılabilmiştir: Bunlar, Milliyetçi Demokrasi Partisi(MDP), Anavatan Partisi(ANAP) ve Halk Partisi(HP) dir.

Yapılan Genel Seçim sonrasında, Turgut Özal ın başkanı olduğu ANAP oyların yüzde 45,14 ü ile 211 sandalye sayısına ulaşarak yüzde 52,88 temsil oranı ile tek basına iktidara gelmiştir. Sandıktan ikinci çıkan parti ise HP olmuş, yüzde 30,46 oy, 117 milletvekili ile yüzde 29,32 temsil oranı elde etmiştir. MDP ise beklenenlerin aksine yüzde 23,27 oy, 71 milletvekili ve 17,80 temsil yüzdesi ile üçüncü ve son parti olmuştur.4
Turgut Özal iktidara geldikten sonra politikalarını, Uluslararası Para Fonu, IMF?in direktifleri ve zamanın başbakanı Süleyman Demirel?in emriyle hazırladığı 24 Ocak 1980 Kararları çerçevesinde yürüttü. 1980 yılında kabul edilen 24 Ocak Kararları doğrultusunda liberal politikaları savunan Turgut Özal, girişimciliği, özel mülkiyeti ve özelleştirmeleri destekleyen politikalar izlemiştir. Turgut Özal?a göre değişimin en temel dinamiklerinden birisi sürekli değişen ve dönüşen, yenidünya düzenine ayak uydurma zorunluluğudur.
Turgut Özal?ın devlet felsefesi, devletçilik karşıtı bir ekonomik düzene dayalıdır.5 Dünyadaki konjonktüre uygun olarak Turgut Özal, liberal politikalara dönüş yapmış ve liberal politikalar çerçevesinde Türkiye yeniden şekillenmeye başlamıştır. Türkiye?de ciddi bir özelleştirme çalışması başlatılmış, Cumhuriyet döneminde bin bir zorluklarla var edilen, Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) zarar ettikleri öne sürülerek ve yarattıkları istihdam ve artı değerler görmezden gelinerek özel sektöre bırakılmıştır. Kendisi de bürokrat kökenli olan Turgut Özal, devletin yeniden yapılanması doğrultusunda radikal önlemler alarak bürokrasiden kaynaklanan sorunları gidermeye çalışmıştır.
Küreselleşen ve ülkeler arasındaki siyasal ve ekonomik duvarların kalkmaya başladığı seksenli yılların uluslararası sistemi içerisinde Turgut Özal da Türkiye?yi dışa açarak, bu yönde ciddi adımlar atmıştır. Turgut Özal?ın uyguladığı liberal politikalar sonrasında, çeşitli iyileşmeler yaşanmışsa da beklentiler tam anlamıyla karşılanamamıştır. Örneğin özelleştirmeler yeteri kadar başarılı olamamış, istenilen sürede özelleştirme hamlesi gerçekleştirilememiştir. Ayrıca toplum içerisinde önemli bir yozlaşma başlamış, özellikle bürokraside “benim memurum işini bilir” anlayışı egemen olmuştur. Ekonomik anlamda ise yerli üretim dünya ile rekabet edemez durumda olduğundan, bu süreçte yerli üreticiler hırpalanmış ve dış ticaret dengesi alt üst olmaya başlamıştır. Bu süreç sonrasında Türkiye?de enflasyon kavramı ortaya çıkmış, enflasyonist bir ekonomi doğmuştur.
29 Kasım 1987 Genel Seçimleri ve Türkiye’nin Katılım Oranı En Yüksek Seçimi
Takvimler 29 Kasım 1987 tarihini gösterdiğinde, Türkiye yine seçim sandıklarının başındadır. 29 Kasım 1987 seçimleri, %92,38 katılım oranıyla Türkiye?nin siyaset tarihinde önemli bir yere sahiptir. Nitelim çok partili dönem sonrası yapılan genel seçimlerin hiçbirisinde %92,38 katılım oranı bir daha yakalanamamıştır.
Katılımın böylesine yüksek olmasının başlıca sebebi, şüphesiz 12 Eylül 1980 öncesinde kalan siyasi aktörlerinin de birer birer tekrar Türkiye?nin siyasal sahnesindeki yerlerini almaya başlamalarıdır.
12 Eylül 1980?de yaşanan askeri müdahale sonrası siyaset yapmaları yasaklanan Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan 29 Kasım 1987 seçimlerine partilerinin başında girmişlerdir. Turgut Özal?ın tüm aleyhte çalışmalarına rağmen 6 Eylül 1987 tarihli referandumda halkın %50.16 “Evet” oyuyla, kıl payı da olsa siyasal haklarını tekrar kazanan bu isimler seçimlerin renklenmesini ve Türkiye?nin siyasal yaşamının “bilindik” formunu tekrar kazanmasını sağlamışlardır.
Bu çerçevede 29 Kasım 1987 tarihli genel seçimlere katılan başlıca partiler şöyleydi: 
Süleyman Demirel başkanlığındaki Doğru Yol Partisi, 
Bülent Ecevit başkanlığında Demokratik Sol Parti, 
Aydın Güven Gürkan başkanlığındaki Sosyal Demokrat Halkçı Parti, 
Alparslan Türkeş başkanlığında Milliyetçi Çalışma Partisi, 
Necmettin Erbakan başkanlığında Refah Partisi ve 
Turgut Özal başkanlığındaki Anavatan Partisi.

12 Eylül 1980 sonrası Türkiye?nin siyasal yaşamında var olmaya çalışan MDP ve HP yaşadıkları yenilgi ardından 1987 yılında yapılan bu seçime dahi katılmadılar.
Böylesine çeşitli ve çok sayıda partinin katıldığı 29 Kasım 1987 seçimlerinin sonucu tüm partiler için öğretici oldu: %36,31 oy oranıyla tekrar birinci parti olmasına rağmen ANAP, önceki seçime göre neredeyse %10?luk bir oy düşüşü yaşadı. SHP ise %24,74 oy oranıyla, parlamentoda 99 koltuğa sahip oldu. DYP ise %19.14?lük oy oranıyla 59 sandalye ile parlamentoda yer aldı.
%10?luk seçim barajının altında kalan partiler ise şöyle sıralandı: Bülent Ecevit?in başkanlığındaki DSP %8,53?lük oy oranıyla barajın altında kaldı. Necmettin Erbakan?ın RP?si %7.16 ve Alparslan Türkeş?in MÇP?si ise %2.93 lük oy oranlarıyla parlamento dışı kalan diğer iki parti oldu.6
Yapılan seçimler ve elde edilen sonuç, 12 Eylül?ün izlerinin Türkiye?nin siyasal yaşamından yavaş yavaş silindiğini göstermekte idi. 12 Eylül öncesinin politikacıları yine halk tarafından inandırıcı bulunmuş ve bu isimler seçimlerde ciddi oy toplayarak parlamentoda yerlerini almışlardır.
Seçimde, bir önceki seçime göre, sağ kanatta sayabileceğimiz partilerin oy oranlarında düşüş yaşanmış, soldaki yükselmeye karşın DSP?nin küçük bir oy farkıyla baraja takılması nedeniyle bir önceki parlamentoya kıyasla solun parlamentodaki temsil oranı düşmüştür.
Tekrar hükümeti kurmakla görevlendirilen Turgut Özal, 1983?ten bu tarihe izlediği politikaları izlemeye devam etmiş, SHP ana muhalefet, DYP ise muhalefet partisi görevini üstlenmiştir.
20 Ekim 1991 Genel Seçimleri ve Sonrasında Koalisyon Hükümetleri Dönemi:
Türkiye?de 10 Ekim 1991 Genel Seçimleri ile ANAP dönemi kapanmış, koalisyon hükümetleri dönemi başlamış oldu. %83,93 katılım oranıyla bir önceki seçimlere nispeten halkın seçime olan ilgisinde önemli bir düşüş yaşanmıştır.
Seçimlerin galibi %27,03?lük oy oranıyla Süleyman Demirel?in başkanlığındaki Doğru Yol Partisi olmuştur. Seçimde ikinci parti, %24,01 oy oranıyla ANAP; üçüncü parti %20,75 oy oranıyla SHP; dördüncü parti %16,88 oy oranıyla RP ve beşinci parti %10,75 oy oranıyla DSP olmuştur.7

Seçimin ardından beş partili bir parlamento oluşmuştur. Cumhurbaşkanı, seçimlerin galibi olan DYP?nin başkanı Süleyman Demirel?e hükümeti kurma görevi vermiş ve böylece DYP-SHP koalisyon hükümeti kurulmuştur. Turgut Özal?dan boşalan Başbakanlık koltuğu Süleyman Demirel tarafından doldurulmuştur. Fakat Süleyman Demirel?in başbakanlığı beklenmedik bir şekilde, Cumhurbaşkanı Turgut Özal?ın 17 Nisan 1993 tarihinde vefatı ile son bulmuş ve Süleyman Demirel Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı seçilerek Başbakanlık görevinden ayrılmıştır.

Süleyman Demirel?in ayrılmasıyla boşalan DYP?nin başkanlık koltuğuna oturan isim Tansu Çiller olmuştur. Aynı zamanda Başbakanlık görevini de üstlenen Tansu Çiller, böylece Türkiye Cumhuriyeti?nin ilk kadın başbakanı olmuştur.
Bu süreçte koalisyonun SHP tarafında da hareketli günler yaşanmış, başkan Erdal İnönü?nün yerini önce Murat Karayalçın almıştır. Cumhuriyet Halk Partisi ile birleşen ve CHP çatısı altına giren SHP?de sonrasında Hikmet Çekin başkan seçilmiştir. Buna karşın Murat Karayalçın hükümetteki görevine son vermemiş, hükümet çalışmalarına kendisi devam etmiştir. Daha sonra ise Deniz Baykal genel başkanlığa gelmiş ve Deniz Baykal?ın başkanlığı döneminde DYP-SHP koalisyon hükümeti de son bulmuştur.
DYP-SHP koalisyon hükümetinin son bulması üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, DYP başkanı Tansu Çiller?i hükümeti kurmakla görevlendirmiştir. Bir başarısız denemenin ardından CHP ile tekrar koalisyon hükümeti kuran Tansu Çiller, koalisyon kurulmadan önce verdiği erken seçim sözünü yerine getirerek Türkiyeyi yeni bir seçim atmosferine sokmuştur.

24 Aralık 1995 Genel Seçimleri ve Refah Partisi İktidarı

24 Aralık 1995 tarihinde yapılan seçimler sonrasındaki parlamentodaki partiler değiştirmedi. Fakat bu seçimlere ciddi oy artışı yakalayarak birinci parti olmayı başaran Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi damgasını vurdu. Bu erken seçimin yapılmasının en önemli mimarlarından birisi olan CHP başkanı Deniz Baykal, bu seçimin kaybedenleri arasında oldu.

Yapılan erken seçimin ardından, Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi %21,38 oy oranıyla birinci parti oldu. Seçimlerin sonucunda ikinci çıkan parti %19,65 oy oranıyla ANAP, üçüncü parti %19,18 oy oranıyla DYP oldu. Parlamentonun sol kanadında ise, %14,64 oy oranıyla DSP dördüncü ve %10,71 oy oranıyla CHP ise beşinci parti oldu.8

Parlamentonun böylesine şekillendiği bir atmosferde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma görevini RP lideri Necmettin Erbakan?a verdiyse de Necmettin Erbakan hükümeti kuramayarak görevi Cumhurbaşkanına iade etmek durumunda kaldı. Bu sefer Süleyman Demirel?in görev verdiği isim, ANAP lideri Mesut Yılmaz oldu.

Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller?in koalisyonu kurmak üzere anlaşmalarıyla ANAP-DYP koalisyon hükümeti kurulduysa da bu iki liderin sürekli anlaşmazlığa düşmeleri söz konusu koalisyonun ömrünü kısalttı ve dört ay gibi bir sürede hükümet dağıldı.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından tekrar hükümeti kurmakla görevlendirilen isim RP lideri Necmettin Erbakan oldu. Necmettin Erbakan?ın ve yine Tansu Çiller?in girişimleriyle RP-DYP koalisyon hükümeti kuruldu ve göreve başladı.

Necmettin Erbakan?ın başkanlığındaki bu hükümet başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere toplumun bir kesiminde ciddi rahatsızlıklara neden oldu. Seçim çalışmaları sırasında RP kurmaylarının sarf ettikleri radikal dinci söylemler toplumda laiklik karşıtlığı olarak değerlendirildi ve önemli bir hassasiyetin doğmasına neden oldu.

Necmettin Erbakanın oluşan bu hassasiyeti çok da iyi okuyamayarak iç ve özellikle dış politikada yaptığı “farklı” atılımlar işin daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına neden oldu.
Yine bu dönemde Türkiye?de yaşanan en önemli olaylardan birisi de 3 Kasım 1996 tarihinde, lüks bir Mercedes in Balıkesir in Susurluk ilçesinde karıştığı bir kaza idi. 

Kaza yapan araç içerisinde Abdullah Çatlı, Gonca Us, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak ve İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ ise ölü olarak bulunmuştur. Bu kaza ile Türkiye?de kendini ciddi anlamda hissettiren Polis-Mafya-Siyaset üçgeni tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış, kamuoyu adeta şaşkına dönmüştür.

Dönemin dikkat çeken olayları Susurluk?la da sınırlı kalmamış, RP bünyesindeki kimi isimlerin laiklik karşıtı eylem ve söylemleri kamuoyunun ve özellikle de Türk Silahlı Kuvvetleri?nin dikkatini çekmiştir. Özellikle RP?li Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe?nin “Süslü püslü görünüşüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. İnancımıza saygı duyulmadığı, sövüldüğü bir dönemde, içim kan ağlayarak, bu günkü törenlere katıldım. Belki Başbakan’ın bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Bu düzen değişmeli! Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola, harman ola, Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesin”9 açıklaması ve sonrasında söz alan RP Kayseri Milletvekili Memduh Kılıç?ın “Başkanımızın duygularımıza tercüman oldu” demesi dikkatlerin tekrar RP ve irtica tehdidi üzerinde odaklanmasına neden olmuştur.

Yine bu dönemde Sincan da RP?li Sincan Belediyesince yapılan Kudüs Gecesi adlı etkinlik de sahnelenen oyunlar ve katılan İran Büyük elçisinin konuşmaları Türk Silahlı Kuvvetleri ni oldukça rahatsız etti. Takvimler 4 Şubat ı gösterdiğinde Sincan da tanklar sokaklardaydı. Genel Kurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir yaşananları „ Balans Ayarı? olarak değerlendirdi.10

Türkiye?nin böylesine gergin bir olaylar yaşadığı ve kimilerince “postmodern darbe” olarak nitelenen 28 Şubat sürecine girildiği bu dönem çok değil, 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan Genel Seçim?e kadar sürdü. 19 Nisan 1999 sabahında Türkiye?de iktidar değişmişti.

18 Nisan 1999 Genel Seçimleri ve Solun Yükselişi:

Doksalı yıllar içerisindeki gerçekleştirilen seçimler göz önüne alındığında halkın en yoğun ilgisini çeken seçim 18 Nisan 1999 Genel Seçim?i olmuştur. Yoğun katılımlı, 18 Nisan 1999 tarihli bu seçimin galibi Bülent Ecevit başkanlığındaki DSP olmuştur. Türkiye?de uzun bir dönem sonrasında tekrar sol bir parti en yüksek oy oranıyla parlamentoda yer almıştır. Devlet Bahçeli başkanlığındaki MHP?nin de ikinci parti olduğu bu seçimler, kamuoyu araştırma şirketlerini ciddi anlamda yanılmıştır.
Seçim sonrasında açılan sandıklardan çıkan sonuç şöyle olmuştur: Birinci parti %22,18 oy oranıyla DSP, ikinci parti %17.97 oy oranıyla MHP olurken üçüncü, dördüncü ve beşinci partiler şöyle sıralanmıştır: %15.41 oy oranıyla kapatılan FP yerine kurulan Fazilet Partisi, %13,22 oy oranıyla ANAP, %12,01 oy oranıyla DYP. %8,71 oy alabilen CHP ise baraja takılarak, parlamentoda yer alamamıştır.11
Bu sonuçlar üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma görevini DSP lideri Bülent Ecevit?e verdi. Bülent Ecevit, hükümeti kurmak için MHP lideri Devlet Bahçeli ve ANAP lideri Mesut Yılmaz ile masaya oturdu ve DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti 28 Mayıs 1999 tarihinde kuruldu. Koalisyonun iki büyük ortağı DSP ve MHP?nin 1980 öncesindeki anlaşmaz tavırları ve aralarındaki siyasal çatışmalar sonrasında böylesine bir koalisyon hükümetini kurmaları Türkiye?nin siyasal yaşamında önemli bir aşamanın kazanıldığını göstermekte idi.
DSP liderliğindeki üçlü koalisyon hükümeti, 3 Kasım 2002 tarihine kadar iktidarda kalmayı başardı. Bu süre zarfında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, 10. Cumhurbaşkanlığı görevine bir siyasi değil bir hukukçu olan Ahmet Necdet Sezer getirildi.
Yine üçlü koalisyon döneminde yaşanan doğal afetler ve özellikle 17 Ağustos 1999 depremi Türkiye?yi toplumsal ve ekonomik bir trajedi yaşamaya zorladı. Deprem sonrasında uluslararası yardımların da desteğiyle açılan yaralar birer birer kapanmaya başladı.
Üçlü koalisyon hükümetinin iktidarının son bulmasında önemli etkenlerin başında, şüphesiz, yaşanan ekonomik kriz gelmektedir. Yaşanan kriz Türkiye?de ciddi toplumsal sıkıntıların yaşanmasına neden oldu. Öyle ki Başbakanlık binası önünde bir esnaf “Sayın Başbakanım…” diyerek Başbakanlığa giriş yapmakta olan Bülent Ecevit?in önünde yazarkasasını fırlattı. Gazete ve televizyonlara yansıyan bu görüntü, tüm Türkiye?de zihinlere kazındı.

Bu şartlar altında koalisyonun ikinci büyük ortağı MHP?nin lideri Devlet Bahçeli, 3 Kasım 2002 tarihli erken seçimin önünü açtı. Türkiye artık yeni bir seçim arifesindeydi…

3 Kasım 2002 Genel Seçimleri ve Türk Siyasal Yaşamında AKP’li Yıllar
3 Kasım 2002?de yapılan Genel Seçim %79,10 katılım oranıyla halkın çok da ilgi gösterdiği bir seçim olmadı, hatta 1980 sonrasında yapılan Genel Seçimler arasında en düşük katılım oranı bu seçimlerde görülmüştür. Seçim sonucunda ise Türkiye?nin alıştığı çok partili bir parlamento oluşmadı, aksine iktidar ve muhalefetten oluşan iki partili bir parlamento kuruldu. İkili bir parlamento halkın çok da alışık olduğu bir şey değildi.

Bu seçimlerle birlikte Türkiye?nin siyasal yaşamına iki yeni parti dâhil oldu. Seçim sonrasında ciddi oy oranı alan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Genç Parti (GP) de artık kendinden söz ettirmeye başladılar.

Türkiye?nin siyasal yaşamında kendinden yeni yeni söz ettirmeye başlayan, Necmettin Erbakan önderliğindeki Fazilet Partisi?nden kopan “yenilikçi kanat” tarafından kurulan AKP seçimlerin favori partisi idi.

Açılan sandıklardan çıkan sonuç şöyle oldu: %34,42 oy oranıyla AKP ciddi bir zafer kazandı. Seçimin ikinci kazananı ise %19,40 oy oranıyla CHP oldu. DYP ise bu seçimlerde yoğun bir kampanya yürütmesine rağmen %9,53 oy oranıyla yarım puanla barajı geçemedi ve parlamentoda yer alamadı. Yine %8,34 oy oranıyla MHP, %7,25 oy oranıyla GP ciddi oranda oy almalarına karşın barajı geçemedikleri nedeniyle parlamentoda yer alamadılar. 12

Önceki hükümetin başbakanı Bülent Ecevit?in başkanlığındaki DSP, bu seçimlerde neredeyse öncesinde aldığı oyların tamamını yitirerek, ancak %1,21 oy alabildi.
Seçimin galibi Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer?in hükümeti kurma görevini Abdullah Gül?e vermesiyle 18 Kasım 2002 tarihinde iktidar partisi oldu. Böylece Türkiye?de koalisyon hükümetleri dönemi de son buluyordu.

Abdullah Gül ün başbakanlığındaki hükümet 11 Mart 2003 tarihine kadar görevde kaldı ve sonrasında istifasını sunarak yeni hükümetin kurulmasına önayak oldu. Recep Tayyip Erdoğan?ın, CHP?nin de desteğiyle tekrarlanan Siirt seçimleriyle TBMM?ye sonradan da olsa girmesiyle AKP?nin başındaki isim de değişmiş oldu. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, yeni hükümeti kurma görevini Recep Tayyip Erdoğan a verdi.

Hükümet, Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında, 14 Mart 2002 tarihinde kuruldu ve Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan olurken önceki dönem Başbakanlık koltuğunda oturan Abdullah Gül de Dışişleri Bakanı oldu.

Ana muhalefette ise Deniz Baykal başkanlığındaki CHP vardı. CHP önceki seçimlere nazaran önemli bir oy artışı yakalayarak solun neredeyse tüm oylarını toplamayı başarmış oldu.

Seçimin kaybedenleri ise Türkiye?nin siyasal yaşamında önemli bir döneme damgasını vuran, Türkiye?nin bugüne kadar en önde gelen partileri oldular. 

Bu seçimlerle birlikte DYP, ANAP, FP ve DSP gibi Türkiye?nin siyasal yaşamında önemli bir yere sahip partiler, konumlarını büyük oranda kaybettiler.
AKP yönetiminde Türkiye, AKP?nin doğduğu “milli görüş” düşüncesinin aksine, küreselleşme sürecine son sürat müdahil olmaya çalışmış, tüm ülkede geniş çaplı özelleştirmeler yapılmıştır. Türkiye?nin önde gelen değerleri bu süreçte genellikle yabancıların ellerine geçmiştir. Avrupa Birliği?ne giriş temel hükümet politikaları arasında belirlenmiş ve bu konuda ciddi mesai harcanmıştır.
Her ne kadar yüzü Batı?ya dönük bir parti izlenimi veriyor olsa da AKP, toplumun büyük bir bölümü ve belki de Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından çok inandırıcı bulunmamış ve toplumda çeşitli kaygılar doğmaya başlamıştır. Bu kaygıların bir sonucu olarak başta İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere tüm Türkiye?de düzenlenen “Cumhuriyet Mitingleri”nin bazılarına bir milyonun üzerinde eylemci katılmıştır.

AKP nin içinde bulunduğu durumdan ve bir takım parti üyelerinin eylemlerinden kaygı duyan toplum kesimleri arasında yargı üyeleri de vardır. Bu süreçte AKP?ye yönelik olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kapatılma davası açılmışsa da AKP ceza almasına rağmen kapatılmaktan “kıl payı” kurtulabilmiştir.
Böylesine ciddi bir muhalefetle girilen 22 Temmuz 2007 tarihli seçimlerde AKP iktidarına bir alternatif olarak CHP-MHP koalisyon hükümeti düşünülmeye başlanmıştır.
22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri ve AKP: “Durmak Yok, Yola Devam”
Cumhuriyet mitinglerinin yarattığı atmosferde, bir takım farklı beklentilere rağmen 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan Genel Seçim?in galibi Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AKP oldu.
Seçim sonucunda, %46,58 oy oranıyla AKP birinci parti olurken, %20,88 oy oranıyla CHP ikinci ve %14,27 oy oranıyla MHP üçüncü parti oldu ve %10?luk seçim barajını aşarak parlamentoda kendine yer buldu. %5,42 oy oranıyla DP, %3,04 oy oranıyla GP ciddi oylar almalarına rağmen barajı aşamayan partiler arasında kaldılar.13

Bu seçimlere parti çatısı altında girmeyen Demokratik Toplum Partisi (DTP), bağımsız adaylar göstererek, dolaylı bir yoldan da olsa %10 seçim barajını aşarak parlamentoda grup kuracak kadar sandalyeye sahip oldu.

Bir önceki seçimlere göre ciddi bir oy artışı yakalayan AKP, bu başarısına rağmen %10?luk seçim barajını aşan MHP ve ayrıca DTP çatısı altında birleşerek grup kuran bağımsız adaylar nedeniyle parlamentodaki sandalye sayısında düşüş yaşadı.

Yaşanan ekonomik krize ve artan teröre rağmen kamuoyu araştırma şirketlerince halen favori parti gösterilen AKP, 2002?den beri izlediği politikalarla geride kalan sekiz yılda Türkiye?yi baştan aşağı yeniden şekillendirdi. Bugün, Türkiye’de ciddi bir politik değişimin yaşandığı noktasında Türkiye’nin neredeyse tamamı hemfikir. Politik üst yapıda yaşanan söz konusu değişim/dönüşüm şüphesiz ekonomik ve kültürel alt yapıyı da baştan sona şekillendiriyor. Türkiye’de egemen güçler de sokaktaki vatandaş da değişti, değişiyor!

Yaşanan Değişimin/Dönüşümün Lokomotifi, şüphesiz sekiz yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi. Sekiz yıllık iktidarı süresince AKP, Türkiye’yi kendi programına göre yeni bir şekle sokmayı büyük ölçüde başardı. Öncesinde marjinalleştirilmeye çalışılan AKP, sonrasında sistemin merkezindeki kurum ve kuruluşları marjinalleştirerek kendisini neredeyse tek sistem partisi haline getirdi. Ergenokon sürecinde yaşananlar özellikle buna hizmet etti, muhalifler sistemden ayıklanarak ve marjinalleştirilerek sistem AKP’ye uyduruldu.


Okan Yüksel.,

1988'de Adana'da doğdu. Uludağ Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler, Anadolu Üniversitesi'nde Medya ve İletişim öğrenimi gördü. 2011'de Olay TV'de 
dış haber editörü olarak gazeteciliğe başladı. 2014'te Al Jazeera Turk'e katıldı. 
Blog, makale ve haber dallarında 6 ödülü bulunuyor. 
Politik Akademi'nin genel koordinatörlüğünü üstleniyor.

https://politikakademi.org/2011/09/12-eylul-1980den-gunumuze-turkiye/


***

18 Kasım 2020 Çarşamba

Başbakan Davutoğlu ABD Başkan Yardımcısı Biden'le Görüştü

Başbakan Davutoğlu ABD Başkan Yardımcısı Biden'le Görüştü 


Özdemir Akbal

 

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Irak bağlantılı gelişmeler hakkında ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile telefon görüşmesi yaptı.

 

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Irak bağlantılı gelişmeler hakkında ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile telefon görüşmesi yaptı.

Başbakan Davutoğlu, Irak bağlantılı gelişmeler hakkında karşı tarafın talebi üzerine ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile telefon görüşmesi yaptı. Başbakan Davutoğlu, DAEŞ terör örgütüyle mücadele kapsamında Başika’da kurulmuş olan eğitim tesisinde 2015 Mart ayından bu yana yürütülen eğitim faaliyeti ve buradaki eğitimcilerin ve kampın güvenliği için alınan tedbirler konusunda Biden’ı bilgilendirdi. Başbakan Davutoğlu, görüşmede Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü ve egemenliğini büyük bir hassasiyetle savunduğunu ve aynı hassasiyeti tüm ülkelerden beklediğini vurguladı. Türkiye’nin DAEŞ’le mücadele bağlamında dost Irak Hükümeti’ne, Bağdat’la eşgüdüm içerisinde katkı vermeye devam edeceğini ifade eden Davutoğlu, bu hususları bir mektupla Başbakan Ebadi’ye ilettiğini ayrıca, halihazırda Bağdat’ta bulunan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu ve Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Hakan Fidan’ın Başbakan Ebadi ve Dışişleri Bakanı Caferi ile bir araya gelmekte olduğunu da kaydetti.

Başbakan Davutoğlu ve ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın gelişmelere göre yeniden temas etme hususunda mutabık kaldığı kaydedildi.

·    

http://www.aydin24haber.com/basbakan-davutoglu-abd-baskan-yardimcisi-biden-ile-gorustu-147600h.htm

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/amerika-arastirmalari-merkezi/abdnin-suriye-politikasindaki-donusum

 

 

15 Kasım 2020 Pazar

Libya, Suriye, Irak ve PKK.. BÖLÜM 2

Libya, Suriye, Irak ve PKK.. BÖLÜM 2



Libya, Suriye, Irak, PKK, Prof.Dr. Sait Yılmaz ,Fransa, Mısır, Suudi Arabistan, BAE , Ürdün, Fransızlar, Total, Hafter,

Irak’ta artık İran istenmiyor.. 

Irak‟ta İran sahada güçlü, arkasında olduğu Haşdi Şabi ve Kataib Hizbullah gibi milis güçleri ile dengeleri değiştirebiliyor. ABD ise siyasi ve ekonomik bakımdan vazgeçilmez. 
Bağdat‟ta ABD‟nin dünyadaki en büyük elçiliği bulunuyor. 
Şu anda Irak Parlamentosu‟ndaki İran yanlısı milletvekilleri ABD askerlerinin ülkeden gitmesi için karar çıkarmaya çalışıyorlar. Ancak, ABD desteği olmazsa Irak biter, bu yüzden aslında halka yönelik bir gösterişten öte bir şey değil. 

İran, Irak‟ı kelimenin tam anlamı bir kuruş vermeden kullanıyor. Ekonomisi kötüye gittikçe daha çok sömürüyor, geçen yıl Irak‟tan 35-40 milyar dolar götürdü. İran, öncelikle ABD yaptırımlarına karşı Irak‟taki durumu şantaj unsuru olarak öne sürüyor. İran yanlısı milisleri besleme işi de Irak ekonomisinin sırtına yüklenmiş. 
Geçen sonbaharda Bağdat‟ta görülen sokak gösterilerinde pek çok kişi öldü ve 
yaralandı Her ne kadar olayların arkasında Batılı güçler olduğu söylense de bu bir yere kadar doğru. Irak halkı, ülke yönetiminin hırsızlık ve yolsuzlukları kadar, maaşların ödenmemesinden, başta elektrik olmak üzere alt yapının yetersizliğin den bıkmış durumda. 

Petrol ihraç eden ülkede halk petrol bulamıyor. 
Yönetimin arkasında İran olduğu için de bu ülkeyi suçluyorlar. Irak halkı, İran‟ın 
ülkeyi din istismarı ile sömürdüğünü, ayrıca mezhep, etnik ve bölgesel çatışmalara neden olduğunu düşünüyor. Irak halkı ne istiyor? 
- Halk ne İran‟ı ne de ABD‟yi, bağımsız bir Irak istiyor. 
- Ülkede her devletin bir bölgeyi işgal etmiş kendi silahlı grubu var. Irak halkı, 
hükümetin kontrolünde olacak tek bir Irak Ordusu olsun istiyor. 
- Mevcut siyasetçilerden hiçbirini istemiyorlar. Dürüst, namuslu, ayırımcı olmayan, 

Irak‟ı bir bütün olarak gören siyasetçileri bekliyorlar. Halk her an tekrar sokaklara dökülebilir, onları frenleyen COVİD-19 oldu. Salgın çıkmasaydı daha kötü şeyler olabilirdi ama halk her an tekrar sokağa dökülmeye hazır. 
Ekonomi çok kötü ve sokak savaşı başlayabilir. Güneydeki bu savaş İran yanlısı Şii milisler ile Irak yanlısı Şii halk arasında yani Şiilerin kendi içinde olacak. 
Irak’ın kuzeyinde durum ve sahipsiz Türkmenler.. 
Irak‟ın kuzeyinde üç ayrı ülke çekişmesi var; ABD ve Türkiye, Türkiye ve İran, ABD ve İran, ABD‟nin Irak‟ın kuzeyinde en çok dikkat ettiği yer Türkiye sınırındaki Ovaköy Sınır kapısı ve Türkiye‟nin bu kapıyı açmasına hep engel oldu ve olmaya devam ediyor. Bu kapı açılırsa Türkiye‟den Bağdat‟a doğrudan ticaret yolu açılır. Ama asıl neden bu yol açılırsa, Irak‟ın Kürt bölgesinden Suriye‟nin kuzeyindeki PKK trafiği ve silah ikmali kesilir. 
    2003 yılında başlayan harekâtta ABD birlikleri Barzani ile birlikte buradaki Türkmenleri güney Irak‟a sürdüler. Halen ABD, Erbil‟e uçaklarla indirdiği silah ve cephaneyi Nişabur‟a kurduğu köprü üzerinden Suriye‟deki YPG/PKK‟ya taşıyor. 
İran, Irak‟ın kuzeyinde İran sınırına yakın Talabani bölgesi üzerinden etkisini 
sürdürüyor. O da Suriye-Irak sınırı boyunca bir Türkmen bölgesi olmasını istemiyor çünkü Suriye ve Lübnan ile bağlantısı kopabilir. 2017 yılında Musul‟u havadan bombalayan ABD, sözde IŞİD ile mücadele ediyor gibi gözüküp, onbinlerce Türkmen‟in ölümüne yol açarken şehri de harabe haline getirdi 5. 
Her şeyini bırakıp kaçanlar da daha sonra ABD destekli IŞİD tarafından öldürüldü. Daha sonra Musul‟a gelen Şii milis güçler burayı kontrol altına aldı ve şehirden kaçmak zorunda kalan Türkmen ya da Arapların geriye dönmesine müsaade etmiyor. 
Türkiye‟nin Irak‟ın kuzeyinde üzerine oynayabileceği üç grup vardı; 
- Türkmenler, 
- Sünni Araplar, 
- Kürt gruplar (Barzani). 
Türkiye, kendine Irak politikalarında Şii yönetime karşı koz olarak Barzani‟yi seçti. Bağdat‟taki merkezi yönetimin askerleri kuzeye gelemediği için PKK‟ya karşı işbirliği için Barzani‟den medet umuldu. Irak ve Suriye‟deki Kürt silahlı gruplar Türkiye‟yi her zaman sırtından vurmuşlardır. Barzani ailesi kişisel çıkarlarının peşindedir. PKK‟ya karşı istese de bir harekât yapamaz zaten hiç yapmamıştır. Çünkü kendine bağlı halk PKK‟yı “savaşçı” olarak görmekte, sempati beslemektedir. 
Irak‟ta %10-15 Kürt ve %10 civarında yani 3.5 milyon Türkmen yaşıyor ve bunların çoğu Türkiye‟nin güneyinde Musul ve Suriye sınırına yakın bölgelerde idi. 

Türkiye, 2003 yılında 1 Mart Tezkeresi‟ni reddedince Türkmenler sahada sahipsiz kaldı. Bu bölgeler ABD tarafından Kürtlere sunuldu ve yapılan birçok (ABD-Barzani) askeri harekâtı ile zaten silahsız olan Türkmenler ya öldürüldü ya da güney bölgelere göç etmek zorunda bırakıldı. 

Türkmenler için ne yapılmalı? 

Bugün Irak‟ta bir etnik grubun güçlü olması için iki şart var. Birincisi bir büyük 
devletin arkasında olması, ikincisi silahlı koruma gücünün olması. Arapların (S.Arabistan), Şiilerin (İran) ve Kürtlerin (ABD) hatta az miktardaki Hıristiyan azınlıkların arkasında güçlü destek var ama Türkmenlerin yok. Bu yüzden, Kürtler Bağdat‟tan her istediğini almakta. 

Örneğin yeni kurulan Irak hükümeti gene etnik ve dini esaslara göre bölündü. 
22 Bakanlığın; 12‟si Şii, 6„ sı Sünni (Arap), 3‟ü Kürt, 1‟i dini azınlıklara verildi. 

Bu dini azınlığın nüfusu Türkmenlerden çok daha az olmasına rağmen, Türkmenlere milletvekilliğini Şiiler engelledi. Türkmenlerin içinde hem Şii hem Sünni olduğu bahane edilerek kendilerini (Türkmenlikle alakası olmayan) Şii ve Sünnilerin temsil ettiği yalanı söyleniyor. 

Türkmenler 2003‟den sonra Türkiye‟yi yanında hissedemediler. Silahlı bir güçleri de olmadığı için kimse tarafından dikkate alınmıyor. Suriye‟de olduğu gibi Irak‟ta da Türkmenlerin esamesi okunmuyor. Sünni bakış, Suriye‟de olduğu gibi Irak‟ta da en çok Türkmenleri vurdu. 

Peki, Türkmenler için ne yapılmalı? Irak Türkmenlerinin Türkiye‟den istekleri şu şekilde sıralanabilir; 
(1) Kendi silahlı milis güçlerinin olması (Şu an sadece Kerkük bölgesinde sınırlı bir güç var ama resmiyeti yok). 
(2) Türkiye‟nin açık siyasi desteği (Türkiye‟nin Irak‟a yönelik uzun vadeli ve net bir politikası yok). 
(3) Irak‟ın parçalanması ya da federal bir ülke olması ihtimaline karşı Türkmen bölgesinin şimdiden kurulması. 

Türkiye, bölgede güçlü olduğu sürece onlar da güçlü olma potansiyeli taşıyacaklardır. 
Ancak, Türkmen bölgelerinin homojenliği kaybolmuştur. Şu an Türkiye, Suriye‟dekinin aksine denklemin içinde değil dışındadır. Suriye ve Irak arasındaki bölgede Türkmen bölgesinin kurulması ve Türk Silahlı Kuvvetleri‟nin Suriye‟nin kuzeyinde olduğu gibi burada bir tampon bölge oluşturması, ABD‟nin planlarını büyük ölçüde bitirecektir. 

ABD ve Suudiler Irak’ı bölmek istiyor.. 

Irak Anayasası gereği, Parlamento Başkanlığı Sünni Araplara, Cumhurbaşkanlığı 
Talabani (Kürt) grubuna, başbakanlık Şiilere ve kuzeydeki Kürt Özerk Bölgesi ise Barzani grubuna verilmiş durumdadır. Şimdiki Cumhurbaşkanı Talabani Partisin den Berhan Salih, ABD ve İngilizlerin adamı. Sünni Arapların en önemli ismi Irak Parlamento Başkanı Muhammed Halbusi. Ancak, dolandırıcının biri ve bu göreve gelmek için 30 milyon dolar rüşvet verdiği biliniyor. Yani Halbusi, peşinden gidilecek biri değil. 

Sünni Arapların Türkiye ile işbirliği yaparak bölünme konusunda Bağdat‟taki Şii 
yönetimini tehdit ettiği bazen basına yansıyor. Öte yandan, Irak Parlamento Sözcüsü Kerim Alawi‟ye göre Irak‟taki tüm bölünmeler ABD‟den kaynaklanıyor ve Bağdat‟taki Amerikan büyükelçiliği “ böl ve yönet ” için çalışıyor 6. 

Son bölünme planlarına gelince; Irak‟taki gelişmelerin ilginç bir başlangıcı var. 
Haziran 2019‟da Irak‟ın Sünni kesiminden bazı politikacılar ve iş adamları Ürdün‟deki Suudi büyükelçiliğine davet edilir. Orada Suudi Arabistan‟ın Körfez İşleri Bakanı Thamer bin Sabhan tarafından karşılanırlar. Gündemde Irak‟ın kuzeyindeki Kürt Yönetim Bölgesi‟nin hemen güneyinde bir Sünni özerk bölgesi kurulması planı vardır 7. 

Bu plan yeni değildir ama Irak‟ın etki sahasında tutmak için ABD‟liler tarafından Suudiler ile yeniden piyasaya sürülür. Sünni bölgesinin kurulacağı Anbar‟da Irak petrolü ve doğal gazının %31‟i bulunmakta. ABD, eğer Irak‟tan çıkacak olurlarsa Suriye‟de ellerinde tuttukları petrol bölgesini Anbar‟da bulunan dört Amerikan üssünden desteklemeyi, belki de birleştirmeyi planlıyor. Planın arkasında İran‟ın etkisini kırmak için Irak‟ın bölünmesi var. 

Ancak, Anbar‟ın çoğu çöl ve nüfusu az; iki milyon. Buraya Filistin‟den göçme 
getirmeyi düşünüyorlar. Yani Sünni özerk bölgesi, Trump‟ın Yüzyılın Anlaşması dediği İsrail‟in göçmen tahliye problemine de yardım edecek. Ancak, Irak‟ın orta kesimindeki Anbar Sünni olsa da diğer iki vilayet Salah al-Din ve Nineveh tamamı Sünni değil. Bu yüzden, önce Anbar sonra diğer Sünni çoğunluklu vilayetler düşünülecek. 



Harita 2: Sünni Bölgeler Anbar, Salah al-Din ve Nineveh 

 Toplantı anlaşma ile sonuçlanır ama düzenleyici olan Ürdün istihbaratı kendi 
topraklarının Irak‟a karşı komplo üssü olmasından memnun olmaz. Ürdün önceki Irak başbakanı Abdul Mahdi‟nin kendilerine verdiği petrol desteğine çok müteşekkir olmuştur ve nihayetinde toplantı ile bilgiler ona sızdırılır. Mahdi‟nin bu dönemde aslında Salman ile arası iyidir ve bir süre konuyu gizledikten sonra Riyad‟ta bir toplantıda gündeme getirir. Salman her zaman olduğu gibi kendisinin yapmadığı yalanını söyler. Ancak, birkaç hafta sonra Amman‟da ikinci bir toplantı yapılır ve bu sefer ABD ve İsrail temsilcileri de katılır. ABD temsilcisi toplantıda bir saat kalır ve ayrılırken Suudi temsilcisine “Eğer yapmak istiyorsanız, buyrun” der. 

Son gelişmeler durumu değiştirir ve şimdi ABD tamamen bu planın arkasında. Son toplantıda BAE temsilcisinin de olması, Suudilerin planı sadık müttefiki BAE‟ye devrettiği şeklinde yorumlanır. Böylece Suudiler yalan söylemeye devam edecektir. Parlamento‟daki Sünniler hükümeti zayıflatma çalışmalarına başlar ve Sünnilerin şikâyetlerini gündeme taşırlar. İkinci toplantı da Bağdat‟a sızdırılınca Suudilerin bu işte ciddi olduğu anlaşılır. Sahne arkasındaki tartışmalar Paris‟te yapılmıştı. Irak karşılığında Suudileri Şii vilayetlerini ayaklandırmakla tehdit eder. 
 Üçüncü toplantı Dubai‟de yapılır ama daha kamuya açıktır. Gelinen aşamada Anbar vilayeti Kürtler gibi özerk bir bölge isterken, resmi yetkililer bu planı reddediyorlar. Kasım Süleymani suikastı ve yaşanan füze krizi sonrasında İran, bu plana karşı çıkarken, son haftalarda yeni gelişmeler görülüyor. Irak içindeki ABD hareketleri ve yeni Irak başbakanının kimliği bir şeylerin değişeceğini gösteriyor. 

Sonuç.. 

Libya, Suriye ve Irak‟taki gelişmelere bakarak, ortaya çıkan yeni oyun planları 
üzerinde durduk. ABD‟nin Ortadoğu‟da kafası karışık gibi gözüküyorsa da aslında yönetim içindeki iki grubun çekişmesi var; 
- Trump tarafı, COVİD-19 ve ekonominin gittikçe kötüye gitmesi ile meşgul ve zaten Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore dururken Ortadoğu‟nun tırı-vırı işleri ile uğraşmak istemiyor. 

Üstelik ABD tarafında Ortadoğu konusunda büyük bir bıkkınlık var. 
- Pentagon-CIA tarafı ise Kürt projesinden vazgeçmiyor, uzun zamandır ördükleri alt yapıyı korumak için sahada kalmak istiyor. Gerekirse Irak‟ı bölmeyi ya da bir iç savaş daha başlatmayı göze alıyorlar. 

ABD, her an çekip gidebilir ama gitmeden önce özel temsilci James Jeffrey, ortalığı toparlamak, zararı azaltmak ve elde güçlü alt yapılar tutmak peşinde. 
Türkiye için ise çok önemli görevler var; 
- Libya‟da kaybeden tarafta olmamak için Akile Salih kartına da oynamalıyız. 
Bununla da kalmayıp, Libya‟nın enerji kaynakları ile ilgili oyuna da dâhil olmalıyız. 
 - Suriye‟de doğru politika; PKK‟yı elimine edecek doğru adam ile anlaşmaktır. 
Bu adres ABD, Rusya veya Barzani değil; Esat‟ın kendisidir. Aksi takdirde Suriye‟de 10-15 sene daha çakılı kalabiliriz. 
- Suriye ve Irak Kürtlerini birleştirme tuzağına düşmemeliyiz. 
- Irak ve Suriye arasında, Sincar bölgesi de dâhil, de facto bir tampon bölge kurup yerleşmeli ve burayı asıl sahibi Türkmenler ile inşa etmeliyiz. 
 - Irak‟ın bölünmesi ve böylece Ankara Anlaşması‟nın kadük olması halinde, Türkiye‟nin ahdi haklarımızı özellikle Misak-ı Milli içinde koruması için kararlı ve hazırlıklı olmamız gerekir. 

 DİPNOTLAR;

1 Elijah J. Magnier, Iraq Facing a Great US Threat: Expanding the US’ “Harir” Military Base in Iraqi 
Kurdistan, Global Research, (April 29, 2020). 
2 Thomas Abi-Hanna, Rumblings of Islamic State Resurgence in Iraq, Stratfor, (May 19, 2020). 
3 Emily Hawthorne, A Monumental Task Awaits Iraq’s New Government, Stratfor, (May 15, 2020). 
4 David Hearst, Revealed: The Secret US-Iran Deal that Installed Kadhimi in Baghdad, Middle East Eye, (May 14, 2020). 
5 Stephen Lehman, US Resurrecting ISIS in Iraq? CRG, (January 13, 2020). 
6 Juan Cole, Trump Bombs Shiite Militia in Shiite-Ruled Iraq, Informed Comment, (March 13, 2020). 
7 David Hearst, Ruling Amid Ruins: The Plot to Break Up Iraq, Middle East Eye, (January 23, 2020). 


***