22 Şubat 2018 Perşembe

ALDATILAN KİMLİK 1914 -2014 YÜZYILIN HİKAYESİ, BU DEFA DA HOCALI KATLİAMI, BÖLÜM 8

ALDATILAN KİMLİK 1914 -2014 YÜZYILIN HİKAYESİ, BU DEFA DA HOCALI KATLİAMI,  BÖLÜM 8

BU DEFA DA HOCALI KATLİAMI 

Tarihi gelişmeler emperyalistlerin, Türkler aleyhine Ermenileri sık sık kullandığını ayan beyan göstermektedir. Azerbaycan toprakları işgal edildikten sonra İran ve Anadolu’dan getirilen Ermeniler, Türkiye ile Azerbaycan Türklerinin dolayısıyla Türk Dünyasının bağlantısını koparacak tarzda iskân edilmiş; Ermenistan’ın sınırları çok hassas planlarla, fiziki coğrafya olarak Türkiye ile Azerbaycan arasına girecek tarzda çizilmiştir. Perde önünde Ermenilere bağımsız devlet kurmalarında yardım etme senaryosu oynanırken, perde arkasında da kardeş Türkiye ve Azerbaycan Cumhuriyetlerinin bağlantısını koparma hedefleri 
gerçekleştirilmiştir. Bu kapsamda; 

. Ermenistan’ın sınırları Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan’ın bağlantısı kesilecek şekilde konumlandırılmış, 
. Iğdır ilimizle Nahcivan bağlantısı, İran ile Ermenistan’ın kıskacında dar bir alana sıkıştırılmış, 
. Nahcivan-Azerbaycan arasına ise Ermenistan’ın uzantısı olarak bir koridor sokulmuş, bu suretle Nahcivan-Azerbaycan, dolayısıyla Türkiye-Azerbaycan bağlantısı kesilmiş; 
. Bunlar yetmezmiş gibi 1990’lı yılların başında önce “Laçin Koridoru”[9], arkasından da Dağlık Karabağ Bölgesi dâhil, 

[9] Laçin Koridoru, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin sınırları içinde bulunan bölgede, Resmî olarak Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Laçin Rayonu'nun bir parçası olan, Mayıs 1992'de isyancı Karabağ Ermeni güçleri tarafından açılan Ermenistan Cumhuriyeti ile de Dağlık Karabağ’ı birbirine bağlayan geçit bölgesi. 

Laçin, Kubatlı, Zengilen, Cebrail, Fuzuli, Ağdam ve Kelbecer’den oluşan Azerbaycan toprakları, Ermenistan tarafından işgal edilmiş, 

. Tüm bunların sonucu Nahcivan-Azerbaycan, dolayısıyla Türkiye-Azerbaycan izolasyonu iyice pekiştirilmiştir. 
Ermenistan içindeki etnik temizlik işini tamamlayan Ermeniler, komşuları Azerbaycan Cumhuriyeti topraklarına göz dikmişler ve 1990’lı yılların başındaki işgal eylemlerinde isyancı dedelerini aratmamışlardır. Başta Hocalı olmak üzere baskın şeklinde çoluk çocuk, kadın, ihtiyar demeden soykırımlar yapmışlardır. 
Bu vesileyle tüm şehitlerimizi rahmetle anarken, ibretle günümüze kadar olan gelişmeleri de anımsatmak istedik. 

Henüz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği dağılmamıştı. Ermenistan Sosyalist Cumhuriyeti Azerbaycan’a ait olan Dağlık Karabağ Bölgesi’nde Ermeni nüfusunun fazlalığını ve buranın kendisine ait olması gerektiğini iddia ediyordu. Oysa bölge, uluslararası örgütlerin de kabul ettiği gibi tarihi ve hukuki olarak Azerbaycan’a aitti. 

Dağlık Karabağ Bölgesi Meclisi, 1988 yılında ayrılıkçı Ermenilerin oluşturduğu tehdit ve baskı ortamında aldığı kararla Ermenistan’a bağlandığını bildirdi. Bu gelişme üzerine Azerbaycan, bu bölgenin özerk statüsünü kaldırdığını ve Dağlık Karabağ’ı kendine bağladığını ilan etti. Bölgedeki ayrılıkçı Ermenilerin buna cevabı ise bağımsızlık referandumu oldu. Bölgede yaşayan Türklerin katılmadığı referandumdan ayrılıkçı Ermenilerin etkisiyle “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti” adında bir kukla oluşum ile mesnedi olmayan bağımsızlık kararı alındı. 

Tüm bu gelişmeler olurken Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki gerilim iki toplum arasında karşılıklı çatışmaları ve sokak gösterilerini tetikledi, yüz binlerce kişi yaşadığı toprakları terk ederek muhacir (kaçkın) durumuna düştü. Sonunda iki devlet arasında 1991 yılının sonlarında sıcak savaş başladı. Savaş Ermenilerin lehine gelişti. Rusya ve Ermeni Diyasporasının desteğini alan Ermeniler, Dağlık Karabağ bölgesini işgal ettiler. Savaşın henüz başlarındayken Hocalı kasabasında ayrılıkçı Ermeniler ve destekçileri tarafından 20. yüzyılın en yüz kızartıcı katliamlarından bir yapıldı. 

Hocalı kasabası konumu itibariyle Dağlık Karabağ’ın en stratejik tepelerindendir. Bu nedenle Ermeni kuvvetleri için önemli bir askeri hedefti. Kasaba Ermenilerce aylarca top ateşine tutuldu, abluka altına alınarak etrafıyla bağlantısı kesildi. Katliamın gerçekleştiği tarihlerde daha önceden kaçanlar dışında kasabada 3 bin civarında Azeri Türkü bulunmaktaydı. İsyancı Ermeni kuvvetleri, Sovyetlerin Hankenti’ndeki 366. Mekanize Alayının da desteğiyle 25 Şubat’ı 26 Şubat'a bağlayan gecede Hocalı’yı işgal ederek 83 çocuk, 106 kadın ve 70'den fazla yaşlı dâhil olmak üzere toplam 613 kişiyi katlettiler. Ermeni katiller isyancı dedelerine layık olmak için ellerinden geleni yapmışlar, tıpkı onlar gibi hamile kadınlara ve çocuklara vahşet uygulamışlar, öldürdükleri insanların gözlerini oymuşlar, cesetlerini yakmışlardı. 

Eylemlere katılanların itirafları ve diğer görgü tanıklarının ifadeleri, Hocalı’da yapılanların Birleşmiş Milletlerin soykırım kriterlerinden saylan ve “nefret suçu” ve “toplu katliam” kapsamlarına girdiğini göstermiştir: 

. Hocalı’nın işgaline katılan eski ASALA eylemcilerinden Monte Melkonyan, gördüklerini yaşadıklarını anlattığı hatıratında “İşgalin ve burada yapılan katliamın stratejik bir hedef olması yanında, aynı zamanda bir öç alma eylemi” de olduğunu itiraf etmiştir. 
. Hocalı’nın işgalinde toplu kırım yapılmıştır. Saldırıda ölenlerin sayısı Azerbaycan Cumhuriyeti resmî kaynaklarınca toplam 613 kişi olarak bildirilmiş ise 
de kayıplar dâhil edildiğinde katledilen toplam Azerbaycanlı sayısının 1300 kişi olduğu tahmin edilmektedir. İsyancı Ermenilerin geçmişteki sicilleri dikkate alındığında gelecekte kayıp kişilere ait cesetler kim bilir hangi toplu mezarda bulunacaktır. 
. Nitekim bu katliamı yaşayan ve sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan’in yazdıkları, maalesef bizim kanaatlerimizi doğrulamaktadır. Bu gazeteci, “For the Sake of Cross” (Haçın Hatırı İçin) isimli kitabında şu satırları 
aktarmaktadır: "Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. 
Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar “Haç’ın Hatırı İçin” savaşa devam ettiler." 

Hocalı’da yaşanan bu katliama Birleşmiş Milletler gerekli reaksiyonu göster memiş, etkili tedbirler alamamıştır. Buna karşı içerisinde Türkiye’nin de yer aldığı gruplar konuyu telin edici, kınayıcı tepkilerini göstermişlerdir: 

. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyeleri, Arnavutluk, Azerbaycan, Birleşik Krallık, Bulgaristan, Lüksemburg, Makedonya, Norveç ve Türkiye tarafından yayımlanan 324 no’lu Avrupa Konseyi bildirgesinde; “Ermeniler tüm Hocalıları  katlettiler ve tüm şehri harap ettiler” ifadesi geçmiş. 
. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hocalı Katliamı'nı “Dağlık Karabağ'ın işgalinden bu yana gerçekleşen en kapsamlı sivil  katliam” olarak nitelendirmiş. 
. Meksika Senatosu, Pakistan Senatosu, Kolombiya Parlamentosu, Çek Cumhuriyeti Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi ile ABD'nin Teksas, New Jersey, Massachusetts, Georgia eyaletlerinde kabul edilen kararlarda Hocalı Katliamı  "Soykırım" olarak vasıflandırılmıştır. 

Bu katliamın emirlerini verenlerden Taşnaksutyun örgütü liderlerinden Robert Koçaryan, maalesef ödüllendirilircesine önce başbakan daha sonrada Ermenistan Devlet Başkanı yapılmış, diğer sorumlular da Ermenistan’da üst düzey yönetim lere getirilmiştir. 

Elçibey’in Cumhurbaşkanlığı döneminde, AGİT bünyesindeki toplantılarda Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiği vurgulatıldı. Ayrıca Ağdere, Goranboy, Gebedey rayonları ile Laçın ve Cebrayıl bölgelerindeki bazı köyler Ermenilerden geri alındı. Ancak Azerbaycan’da iç karışıklıklar yaşanması, durumu tekrar Ermenilerin lehine döndürdü. Ermeniler saldırılarını sürdürerek ateşkes imzalanana kadar Dağlık Karabağ Bölgesi dâhil, Laçin, Kubatlı, Zengilen, Cebrail, Fuzuli, Ağdam ve Kelbecer’den oluşan Azerbaycan topraklarını işgal ettiler. 

Azerbaycan ve Ermenistan Savunma Bakanları ile Karabağ’daki ayrılıkçı Ermenilerin temsilcileri arasında 9 Mayıs 1994 tarihinde ateşkes imzalandı. Sovyetlerin son döneminde başlayan çatışmalardan bu ateşkese kadar geçen sürede Ermeni saldırıları sonucu; 

. Azerbaycan topraklarının %20'si işgal edilmiş, 
. Binlerce Azerbaycan Türkü hayatını kaybetmiş, binlercesi yaralı ve sakat kalmış, 
. Bir milyon civarında Azerbaycan Türk’ü evini, geçim kaynağı olan arazisi ve hayvanlarını kaybederek göçmen durumuna düşmüş, 
. Milyarlarca lira maddi zarara uğranmış ve 
. Azerbaycan’ın nüfus yapısında önemli değişimler meydana gelmiştir. 

Savaşın başından itibaren Ermenileri destekleyen Rusya, Azerbaycan-Ermenistan sorununun uluslararası platforma taşınmasından rahatsız oldu. 
Türkiye’yi bölgeden uzak tutmak için çaba sarf etti. Ateşkes anlaşmasından sonra da Ermenistan’a olan desteğini sürdürdü. 
Ermenistan’ı silahlandırmaya devam etti. Ermeniler aldıkları silah desteğiyle saldırganlıklarını devam ettirdiler. 

Türkiye gelişmelerde hep dost ve kardeş Azerbaycan’ın yanında yer almıştır. Ermenistan’la yapılan görüşmelerde iyi ilişkileri başlatmanın ön şartı olarak “Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çıkması” koşulmaktadır. İlişkilerin yumuşatılması kapsamında hazırlanan protokolün uygulamaya konması da bu ön şarta bağlanmıştır. Bize göre bu ön şartın kapsamı genişletilmedir. Bilindiği üzere Ermeniler, 

. Bağımsızlık Beyannamelerinin 11. maddesinde Doğu Anadolu illerimizi “Batı Ermenistan” olarak nitelemekte, 
. Doğu Anadolu’yu kaybettikleri bir Ermeni toprağı olarak görmekte ve “bir gün bu toprakları geri alacakları” yolundaki niyetlerini her fırsatta dile getirmektedirler. 

İyi ilişkileri başlatmanın ön şartı, Ermenilerin İşgal Altındaki Azerbaycan Topraklarından çıkmalarına ilave olarak yukarıdaki niyet ve hedeflerinden vazgeçmelerine bağlanmalıdır. 

2005 yılı içerisinde Yukarı Karabağ sorunu ile ilgili Azerbaycan açısından bazı olumlu gelişmeler oldu. Bu gelişmelerin başında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) Yukarı Karabağ’la ilgili aldığı karar yer almaktadır. Britanyalı parlamenter David Atkinson’un okuduğu rapor çerçevesinde Strazburg’da Uluslararası hukuki bir belge niteliği taşıyan karar onaylandı. 
Kararda Ermenistan saldırgan bir devlet, Yukarı Karabağ ise ayrılıkçı bir rejim olarak nitelendirildi. Ayrıca kararın yorumunda, Yukarı Karabağ’ın kendi geleceğini tayin hakkının bulunmadığını belirtildi. 

FELEGİN İŞİNE BAK 

Günümüzde tehcir edilen isyancı Ermenilerin kayıplarına ilişkin olarak her gün birçok haber, kitap ve film gündeme taşınmakta; 

Osmanlı Devleti’nin haklı olarak başvurduğu tehcir uygulaması bir soykırım olarak sunulmaktadır. Fakat bu isyancıların Birinci Dünya harbi yıllarında düşman tarafına geçip devletine ihanet ederek ülkesinde yaşayan Türklere ve özellikle masum sivil halka karşı uyguladıkları ve soykırım olarak adlan dırılabilecek toplu katliamlardan hiç söz edilmemekte. Oysa 1914-1922 yılları arasında Anadolu coğrafyasında 1.189.132 ve Trans Kafkasya’da 413.000 olmak üzere toplam 1.692.132 Türk ve Müslüman, Ruslar ve Ermeniler tarafından katledilmiştir. Diğer yandan katledilen Türk ve Müslümanların yanı sıra yörenin 2.300.000 olan Müslüman nüfusundan 660.000’i topraklarından çıkarılarak mülteci durumuna düşürülmüştür. 

Ermenilerin Ruslarla birlikte yaptıkları korkunç katliamın boyutlarını ABD eski Başkanı Reagan’ın danışmanı Bruce Fein yazdığı makalede vermiştir. Bruce Fein makalesinde “Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara karşı “müthiş” sayılabilecek bir özen gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar, kendi dini özgürlük lerini ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde sürdürdü. Ermeni terör çeteleri Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın 2 milyon civarında olduğu bir gerçek. Ermeni kayıplarının ise 500 bin civarında olduğu araştırmalarla kanıtlandı. Burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD’de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük menfaat sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi 
arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak” tespitlerini yapmıştır. 

Ortaya konulan bütün bu bilgiler Birinci Dünya Savaşı yılları ve sonrasında Anadolu’da ve Kafkasya’da bir Ermeni soykırımı değil, ama bir Türk ve Müslüman soykırımı yaşandığını göstermektedir. Ancak suçluyu mazlum yerine koyma konusunda oldukça başarılı olan Ermeniler, uluslararası toplumu “Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığı” yalanına inandırmak konusunda fazla bir güçlükle karşılaşmamıştır. Batı ülkeleri inanmaya hazır oldukları bu yalanı bahane ederek Türkleri soykırımla suçlayan kararları parlamentolarında kabul etmeye, hatta “soykırım olmamıştır” denmesini suç kabul eden yasaları çıkarmaya başlamıştır. 

Dış dünyada cereyan eden bu haksızlıktan daha vahimi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bazı akademisyenlerin, yazarların ve sanatçıların Ermeni tezlerinin savunuculuğuna soyunmaları, kendi ülkesini ve atalarını soykırım yapmakla suçlamaları olmuş. Üstelik en üst düzeyde bir kısım devlet adamları da bu grupların düzenlediği Türklüğü suçlayıcı iftira kampanyalarına destek 
vermiş. Bunlar, gerçekleri bilmeyen Türk halkının zihinlerinde tereddüt oluşturmuş ve gerek Ermenilerin gerekse Ermeni tezlerini destekleyen yabancı ülkelerin “Türk Devleti’nin en üst kademesini işgal edenler bile Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını kabul ediyor” demeleri suretiyle Türkiye aleyhine menfi propaganda yapmalarına fırsat sağlamıştır. 

GÜNÜMÜZDE ERMENİ EMELLERİ VE İŞBİRLİKÇİLERİ 

Ermeni Emelleri 

Ermenistan Meclisi’nin 23 Ağustos 1990’da onayladığı Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. Maddesinde “Ermenistan Cumhuriyeti 1915 yılında Osmanlı Türkiye’sinde ve Batı Ermenistan’da uygulanan Ermeni soykırımının uluslararası alanda tanınması ve tescilinin sağlanmasını görev olarak kabul etmekte ve bu görevin başarılması nı desteklemekte ve bu faaliyetin arkasında durmaktadır” ifadesi yer almaktadır. Bildiride Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinden “Batı Ermenistan” olarak söz edilmekte, yani bu bölgeler Ermenistan toprağı olarak kabul edilmektedir. Ermenistan Dışişleri Bakanlığı’nın web sitesinde Türkiye Cumhuriyeti topraklarının önemli bir bölümü “Ermenistan” olarak gösterilmektedir. 

Ermenistan Anayasası’nın başlangıç bölümünde “Ermeni halkı, Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’ni, Ermenistan Devleti’nin ve Ermeni milli ruhunun temel ilkeleri olarak kabul eder” ifadesi, 13. maddesinde ise “Ermenistan Cumhuriyeti ’nin armasının Ağrı Dağı ve Nuh’un gemisi ile dört Ermeni Krallığının armasından meydana gelir” ifadesi yer almaktadır. 

Ermenistan Parlamentosu 6 Aralık 1989’da Türkiye’nin Ermenistan ile mevcut sınırının çizildiği 16 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması’nı fesih kararı alarak Türkiye-Ermenistan sınırını kabul etmediğini ilan etmiştir. Nisan 1993’te Ermenistan savunma bakan vekili Vazgen Manukyan, TASS ajansına yaptığı açıklamada, 

. Erivan yönetiminin “sınırların değişmezliği ilkesini” kabul etmediğini, bu ilkenin iki dünya savaşı sonucunda oluşmuş olan Batı ve özellikle Avrupa sınırları için geçerli olduğunu, 
. Eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin ise kalem darbeleriyle çizilmiş olan sınırlarının aynı ilkeler çerçevesinde tanınamayacağını iddia etmiş; 

Erivan’ın Türkiye topraklarındaki yayılmacı politikasını resmi söylemle de pekiştirmiştir. 

Türkiye ile Ermenistan arasında, 10 Ekim 2009’da Zürih’te protokoller imzalandı. Türkiye ve Ermenistan dışişleri bakanlarının Zürih'te protokola imza atmak üzere olduğu sırada, Ermenistan dışişleri bakan yardımcısı Şavarş Koçaryan, “bu günkü Türkiye-Ermenistan sınırının soykırım sonucunda oluştuğunu” öne sürerek "şartlar değiştiği takdirde var olan sınırın yeniden sorgulanabileceğini" açıkladı. Ermenistan başbakanı Tigran Sarkisyan ise protokollerin imza tarihinden bir gün önce yaptığı açıklamada "Protokollerin imzalanmasından sonra Türk tarafından, arşivlerde bulunan tapu kütüklerini açmasını talep edeceğiz. Miras hakkına sahip Ermenilerin davasının arkasında durulacak" demek suretiyle Ermenistan’ın protokollerin onaylanmasının ardından toprak taleplerini gündeme taşıyacağının sinyalini vermiştir. 

Ermeniler tarafından işgal edilmiş olan Karabağ ve diğer Azerbaycan topraklarının işgaline son verilmeden Türkiye’nin Ermenistan’la protokol imzalaması ve sınırlarını açmayı kabul etmesi karşısında Azerbaycan’ın gösterdiği haklı tepki üzerine hükümet protokolü TBMM’ne getirememiştir. 

Protokollerin imzalanmasından sonra Ermenistan Anayasa Mahkemesi 12 Ocak 2010 tarihinde verdiği kararda; 

. Protokollerin yürürlüğe girmesini Türkiye’nin soykırım yaptığını kabul etmesi şartına bağlamış, 
. Aynı zamanda Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini Batı Ermenistan olarak kabul eden yani Ermenistan toprakları olarak gösteren Ermenistan  Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. maddesine de atıfta bulunmuş, 
. Ayrıca protokollerle Karabağ meselesi arasında hiçbir şekilde ilinti kurulamayacağını da hükme bağlamıştır. 

Ermenistan Hükümeti 22 Nisan 2010’da yaptığı açıklamada “Türk tarafının anlaşmayı ön koşulsuz olarak makul bir süre içinde onaylama yükümlülüğünü yerine getirmemesi nedeniyle ulusal parlamentodaki onay süreci anlamsız hale gelmiştir. Bu nedenle süreci askıya almayı gerekli görmekteyiz” ifadesi ile protokolleri askıya almıştır. 

Ermenistan’da bir ilkokul töreninde çocuklara çiğnetilen Türk Bayrağı (Türkiye’nin tüm barışçı tutumu ve gayretlerine karşılık Ermenistan, yeni nesillerini çocukluktan itibaren Türk düşmanı olarak yetiştiriyor.) 


10 Aralık 2011 tarihinde Serj Sarkisyan, Marsilya'da diaspora Ermenilerine hitaben yaptığı konuşmada, “Nazi rejiminin katliamları için diz çöküp 
özür dileyen Alman Başbakanı Brandt gibi, Türk liderlerinin de er ya da geç Erivan'da soykırım anıtı önünde diz çökeceğini” söylemiştir. 


***

ALDATILAN KİMLİK 1914 -2014 YÜZYILIN HİKAYESİ, ULUSLAR ARASI HUKUK, TEHCİR,SOYKIRIM, BÖLÜM 7

ALDATILAN KİMLİK 1914 -2014 YÜZYILIN HİKAYESİ, ULUSLAR ARASI HUKUK, TEHCİR,SOYKIRIM,  BÖLÜM 7


Uluslararası Hukuk, Tehcir, Soykırım, 

Tehcirin uygulandığı dönemde mevcut devletlerin tamamının ceza kanunlarında Ermenilerin işlediği fiiller vatana ihanet kanunu kapsamına girmekte ve bu suçları işleyenler için idam cezası öngörülmektedir. Hal böyle iken Osmanlı Devleti bunların elebaşlarına idam cezası vermek yerine çoğu kez bunları affetmiş ve yabancı ülkelere gidişlerine izin vermiştir. Oysa Osmanlı Devleti ile savaş halinde olan Rusya, kendi ordusundaki Ermenileri, işgal edilen Osmanlı topraklarındaki masum sivil halka karşı uyguladıkları katliam ve çapulculuk nedeniyle idam dâhil çeşitli cezalara çarptırmıştır. İsyancı Ermenilerin işlediği suçların benzerlerini ve hatta daha hafiflerini bile kendi hukukları gereğince idamla cezalandıran ülkelerin Osmanlı Devleti’nin aldığı tehcir kararını soykırıma varan suçlamalarla gündeme getirmeleri düşündürücüdür. 

Uluslararası hukuka göre tehcir ve nakil sözcükleri bireylerin ikamet ettikleri yerlerden, iradeleri dışında ve baskı altında başka bölgelere (uluslararası sınırların ötesine) gönderilmesini ifade etmektedir. Hukuka aykırı sayılabilmesi için tehcirin veya naklin güvenlik veya askeri zorunluluk gibi saiklar olmaksızın yapıldığının kanıtlanması gerekmektedir. Uluslararası hukuka göre bir ülkeyi 
işgal eden devlete bile, “halkın güvenliğinin sağlanma ve askeri ihtiyaçlar nedeniyle işgal ettiği bölge halkını o bölgeden tamamen veya kısmen çıkartma hakkı” tanınmaktadır. Bu ölçülere göre Osmanlı Devleti’nin kendi askeri harekâtını sekteye uğratan ve düşmanla işbirliği yapan vatandaşlarını harekât alanı dışına çıkarması işgal kuvvetlerine tanınan hakkın yanında çok hafif kalmaktadır. 

BM Soykırım Sözleşmesine göre soykırım suçu bir ırkı, grubu yok etme kastıyla işlenir. Ermeni tehcirinin, bu sözleşmede belirtilen soykırım suçunun maddi (Actus Reus) ve manevi (Mens Rea) unsurlarından sayılan şartlardan hiçbirine uymadığı görülmektedir. Tehcir kararı Ermenilerin tamamına değil sadece Gregoryen mezhebinden olan isyancılar için uygulanmış olup, Katolik ve Protestanlar, kamu hizmetinde çalışanlar, menfi faaliyeti görülmeyenler ve ülkenin güvenli bölgelerinde yaşayanlar tehcire tabi tutulmamıştır. Bunların sayısı 380.000 kadardır. 

Konu “Uluslararası Ad Hoc Mahkemeler” [8] tarafından verilmiş olan yargı kararları açısından ele alındığında; bir fiilin soykırım kabul edilebilmesi için “soykırım planı ile birlikte soykırımın gerçekleşmesi ve bunu gerçekleştirecek soykırım kastının bu planla doğrudan ilgili olması” gerekmektedir. Tek başına soykırım planının varlığı bile soykırım suçunu oluşturmamaktadır. 
Dolayısıyla özel olarak soykırım kastı içermeyen ve devletin bekası amacıyla zorunlu olarak alınmış bulunan tehcir kararının soykırım olarak nitelendirile bilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. 

[8] Uluslar arası bir sorunu çözmek için kurulan mahkemeler. 

Bir suçun soykırım suçu olup olmadığının ortaya konmasındaki bir diğer ölçüt de “suçun siyasi gruplara karşı işlenip işlenmediği” hususudur. Her gruba karşı işlenen suç insanlığa karşı işlenmiş sayılırken “soykırım suçunun milli, ırki, etnik ve dini olmak üzere dört gruba karşı işlenmesi mümkündür”; siyasi gruplara karşı işlenen fiiller soykırım kapsamı içine girmemektedir. Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu'nun toprakları üzerinde önce otonomi, sonra bağımsız devlet kurmak için siyasi ve silahlı faaliyetlerde bulunduklarından, siyasi grup niteliğindedir. Bu nedenle Soykırım Sözleşmesi tarafından korunan dört grup arasına girmemektedirler. Daha 1880'lerde Hınçaklar siyasi ve silahlı mücadelelerinin amacı olarak Anadolu'nun doğusunda altı vilayeti kapsayan ve “Vilayat-ı Sitte” denen Erzurum, Van, El-aziz, Diyarbakır, Bitlis ve Sivas'ı kapsayan bölgede bir hayali Ermenistan kurduklarını açıklamışlardı. Bütün bu faaliyetler, Ermenilerin bağımsızlık için silahlı faaliyette bulunan bir siyasi 
grup olduğunu açıkça göstermektedir. Bir siyasi gruba karşı mücadelede işlenen suçların, tabii şayet işlenmişse, hukuken soykırım tanımına girmeyeceği açıktır. 

Diğer yandan Osmanlılarda Nazilerin Yahudilere karşı duyduğu antisemitizme benzer ırkçı bir nefret bulunmadığından; tehcir, Ermenileri grup niteliğiyle yok etme saikıyla de yapılmamıştır. Tehcir kararı İsyancı Ermenilerin 

.  Rus işgal ordularıyla birleşip Osmanlı ordularına karşı yapacakları harekâta ve 
. “Vilayat-ı Sitte” denen doğu bölgesindeki nüfusun %84'ünü oluşturan Türk ve Müslümanları, Balkanlar'daki gibi soykırım boyutlarında bir etnik temizlikle yok etmesine engel olmak için alınmıştır. 

Burada asıl dikkat edilmesi gereken husus Ermeni tehcirinin 1915-1916 yıllarında uygulanmış, BM Soykırım Sözleşmesi’nin ise 1948 yılında çıkarılmış olması hususlarıdır. Ceza hukukunun temel hükmü olan “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesi gereğince “kanunlar ancak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanabilirler”. Aynı şekilde yürürlükten kaldırılan bir 
hukuk kuralı da yeni kuralın yürürlüğe girmesinden sonraki olaylara uygulanamaz. Dolayısıyla ilk kez 1948 yılında tanımı yapılan ve belli sayıda ülkenin onaylamasını müteakip “1951 yılında işlerlik kazanan soykırım fiilinin cezalandırılmasına ilişkin BM sözleşmesinin 1915 yılına götürülerek Ermeni tehciri olayına uygulanması hukuken mümkün değildir”. 

 Kaldı ki Ermeni tehciri soykırım sözleşmesinin yürürlüğe girdiği tarihten sonra vuku bulmuş olsa bile yukarıda izah edildiği üzere ne maddi, ne de manevi unsurları yönünden tehcirin soykırım olarak nitelendirilebilmesi mümkün değildir. Bu gerçeği çok iyi bilen Ermenistan Devleti, Ermeni diasporası ve onları destekleyen ülkeler sözde soykırımın “Türkiye Cumhuriyeti yönetimine kendi 
rızası ile kabul ettirilmesi” gibi kendileri açısından son derece akılcı, ancakTürkiye Cumhuriyeti için son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir yolu izlemektedirler. Ermenilerden özür kampanyası gibi faaliyetler hep bu amaca yönelik çabalardır. Söz konusu çabalara destek verenlerin bu çabaların arka planını görmeleri önem taşımaktadır. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı, Avrupa Adalet Divanı ve Fransa Anayasa Komisyonu Kararları 

“Ermeni soykırımı” iddialarını dayatmaya dönük baskılar, birkaç yabancı ülkenin yerel mahkeme kararına yansımış olsa da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Uluslararası Adalet Divanı(UAD), Avrupa Adalet Divanı (AAD) ve Fransa Anayasa Komisyonu gibi belirleyici uluslararası yargı organlarını etkilememiştir: 

. AİHM ile Fransa Anayasa Komisyonu, “Ermeni soykırımı yoktur” demenin yasayla yasaklanmasını ve bunu diyenlerin cezalandırılmasını “düşünce özgürlüğü ihlali” saymıştır. 
. AAD, “Ermeni soykırımını tanıyan” parlamento kararlarının “siyasi nitelik taşıdığına, hukuki alanda hiçbir geçerliliği bulunmadığına” hükmetmiştir. 
. UAD da, “yabancı ülkelerdeki yerel mahkemelerin başka ülkeleri yargılamalarının uluslararası hukukun ihlali anlamına geldiğine” dikkat çekmiştir. 

Soykırım” tartışmalarında uluslararası yargı organlarınca Türkiye’nin pozisyonuna yakın kararların verilmesi tesadüf değildir. 
Uluslararası yargı organlarının bu kararları bizi, tarihi ve hukuki gerçeklerin “soykırım” iddialarını doğrulamamasına götürmektedir. 

AİHM 17 Aralık 2013 günlü Perinçek-İsviçre kararında, Doğu Perinçek’in “Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere uygulanan politikanın soykırım olarak yorumlanamayacağı” söylemleri nedeniyle İsviçre Mahkemeleri’nde mahkûm edilmesinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin” ifade özgürlüğünü” düzenleyen 10. maddesinin ihlali olduğunu hükme bağlamıştır. Bu hükmün açık 
anlamı, artık “1915 Ermeni tehcirinin soykırım olmadığını söylemenin mahkûmiyet nedeni olmayacağı, olamayacağıdır.” AİHM’ne göre, “Ermeni soykırımı yoktur” denilmesi ifade özgürlüğü kapsamındadır. Cezalandırılamaz. 

Kararın dayandığı gerekçeler AİHM’ne göre; 

. “Ermeni soykırımı” lobisinin yaratmaya çalıştığı “1915 olaylarının soykırım olarak kabulü konusunda dünya genelinde bir görüş birliği olduğu” yolundaki algı doğru değildir. “Soykırım” iddialarının “mutlak kabulü” anlamına gelecek böylesi bir uzlaşma yoktur. 
. 1915 olaylarının soykırım olarak nitelendirilmemesi “Ermenilere karşı nefreti körüklemez”, “Ermenileri aşağılamaz”. Bu nedenle, “soykırım yoktur” demek “tartışma hakkının kötüye kullanımı olmaz.” Cezalandırılması da “Ermenilerin korunması anlamına gelmez.” 
. 1915 olaylarını “soykırım” olup olmadığının “tartışılması kamu yararınadır”. Bu tartışmanın yasa marifetiyle önlenmesi, bu yararı sınırlandıracağı için, herhangi bir ülkenin takdirinde değildir. 
. “Soykırım” son derece net tanımlanmış ve kanıtlanma koşuları açıkça belirlenmiş bir suçtur. Uluslararası yargı içtihatları da bunu doğrulamaktadır. BM İnsan Hakları Komitesi’nin 34. Genel Yorumu, “tarihi meselelerle ilgili fikir açıklamalarını cezalandıran hukuk normlarının, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile uyumlu olmadığına” dikkat çekmiştir. Anılan Sözleşme, geçmişteki olaylarla ilgili beyanların, hatalı ya da doğru olsa dahi yasaklanamayacağını belirtmiştir. 
. 1915 Ermeni olayları tarihsel olarak da hukuki olarak da Yahudilere karşı işlenen Holokost suçlarından farklıdır. Osmanlı Ermenileri ile Alman Yahudileri özdeşleştirilemez. Nazi döneminde Almanya’da Yahudilere soykırım yapıldığına ilişkin kesin, yetkili uluslararası bir mahkeme tarafından da kabul edilen kanıtlar vardır. Yahudi soykırımı bu nedenle tartışılmaz bir tarihi gerçektir. “Ermeni soykırımı” iddiaları ise tartışmaya açıktır. Bir mahkeme kararı da yoktur. Yahudi soykırımı gibi değerlendirilemez. 

Fransa Anayasa Komisyonu, 27 Şubat 2012’de Temsilciler Meclisi ve Senato’da kabul edilen “Ermeni soykırımı” iddialarının reddini suç sayan utanç yasasını iptal etmiştir. Anayasa Konseyi’nin kararında, 

. “iptal edilen yasanın “ifade ve iletişim özgürlüğüne aykırı olduğu” belirtilirken, 
. kökü 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirgesi’ne uzanan ve BM İnsan Hakları Bildirgesi’nin 18. ve 19. maddeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde “düşünce ve anlatım özgürlüğünün” güvence altına alındığı vurgulanmış, 
. Fransa’da “Ermeni Soykırımı” iddialarının yasaya dönüştürülmesinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinin ikinci paragrafında sıralanan ifade özgürlüğü kısıtlama koşullarının hiçbiriyle örtüşmediğini belirtmiş, 
. “Bir parlamentonun kendi tanımladığı suçla ilgili kendisini mahkeme yerine koyamayacağını” vurgulamıştır. 

TERÖR ÇETELERİ KANA DOYMUYORLAR 

1914-1922 yılları Arasında; 

. İstilacı düşman tarafına geçerek kendi devletine ihanet eden, 
. Düşmanla bir olup oturdukları bölgelerde yaşayan Türklere ve özellikle masum sivil halka toplu katliamlar uygulayan, 
. Anadolu coğrafyasında 1.189.132 ve Trans Kafkasya’da 413.000 olmak üzere toplam 1.692.132 Türk’ün ve Müslüman’ın katlinde rol alan eli kanlı Ermeni çetelerinin mirasçıları, -kullanıcılarının düğmeye basmasıyla- 1973-1984 yıllarında onlarca diplomatımızı, vatandaşımızı kalleşçe pusu kurarak şehit ettiler. Aşağıda bu şehitlerimizin isimleri, şehit edildikler yerler ve nasıl şehit edildikleri ile ilgili bilgiler verilmiştir. 

 Bu vesileyle ŞEHİTLERİMİZİ Rahmetle anıyoruz, Katilleri nefretle kınıyoruz. 

Mehmet Baydar - Bahadır Demir, 27 Ocak 1973 - Los Angeles (ABD) 

Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından 27 Ocak 1973'de şehit edildi. 

Elinde bulunan Abdülhamit'e ait bir tabloyu Türkiye'ye armağan etmek istediğini bildirerek, Baydar ve Demir'i Santa Barbara'daki Baltimore Oteline davet eden Yanikiyan, iki diplomatı otelde silahla üzerlerine ateş açarak öldürdü. Cinayetten sonra tutuklanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Yanikiyan, 31 Aralık 1984 tarihinde af ile serbest bırakıldı. Yanikiyan, serbest kaldıktan kısa bir süre sonra öldü. 

Türk diplomatlara karşı ilk saldırı olarak nitelenen bu olay, daha sonra bir cinayetler zincirini başlattı ve örgütlü Ermeni terörüne örnek oluşturdu. 

Daniş Tunalıgil, 22 Ekim 1975 - Viyana (Avusturya) 

20 Şubat 1975'de Beyrut'taki THY bürosu bombalandı. Olayı, Gizli Ermeni Ordusu Esir Yanikiyan Gurubu üstlendi. Olay yerine bırakılan mektupta, "Eylemlerin Türkiye, İran ve ABD'yi hedef alacağı, bu bombalama eyleminin de bir başlangıç olduğu" bildirildi. 

Türkiye'nin Viyana Büyükelçisi Daniş TUNALIGİL, büyükelçiliği basan 3 terörist tarafından şehit edildi. 22 Ekim 1975 tarihinde, otomatik silahlı 3 kişi, Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği'ne girerek kapıdakileri etkisiz hale getirdikten sonra Büyükelçi'nin makam odasına girdiler. Burada Daniş Tunalıgil'e Türkçe, "Siz Sefir misiniz?" diye soran ve "Evet" yanıtını alan saldırganlar, Tunalıgil'i 
otomatik silahlarla taradılar. Tunalıgil, olay yerinde can verdi. 3 terörist, hızla binayı terk ederek, bir otomobille uzaklaştılar. 

İsmail Erez - Talip Yener, 24 Ekim 1975 - Paris (Fransa) 
Türkiye'nin Paris Büyükelçisi İsmail EREZ ve makam şoförü Talip YENER, büyükelçilik yakınlarında şehit edildiler. Büyükelçi Erez'in makam aracı, yerel saatle 13.30 sıralarında Büyükelçilik yakınındaki Sen Nehri üzerindeki Bir Hakeim Köprüsü'nde pusuya düşürüldü. 

İsmail Erez ve makam şoförü Talip Yener, otomatik silahlarla taranarak öldürüldü. Saldırıyı "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi. 

Oktar Cirit, 16 Şubat 1976 - Beyrut (Lübnan) 

Türkiye'nin Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar CİRİT, bir salonda otururken, Ermeni terörizminin kurbanı oldu. Saldırıyı ASALA üstlendi. ASALA ilk kez bu cinayetle adını ortaya attı. 

Taha Carım, 9 Haziran 1977 - Roma (İtalya) 

Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Taha CARIM, büyükelçilik ikametgahının önünde iki teröristin açtığı ateş sonucu öldü. Saldırıyı bu kez "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi. 

Necla Kuneralp - Beşir Balcıoğlu, 2 Haziran 1978 - Madrit (İspanya) 

Türkiye'nin Madrit Büyükelçisi Zeki KUNERALP'in makam aracına 3 terörist tarafından ateş açıldı. Arabada bulunan büyükelçinin eşi Necla KUNERALP ile emekli Büyükelçi Beşir BALCIOĞLU, hayatlarını kaybettiler. Saldırıyı "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi. Bu olayda, ilk kez bir yabancı da Ermeni teröristlerin Türklere yönelik saldırısı sırasında öldü. 
Makam Şoförü İspanyol Atonyo TORRES, teröristlerin kurşunlarına hedef oldu. 

Ahmet Benler, 12 Ekim 1979 - Lahey (Hollanda) 

Hollanda'daki Türkiye Büyükelçisi Özdemir BENLER'in oğlu Ahmet BENLER, silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Olayı bu kez hem "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" hem de ASALA ayrı ayrı üstlendi. 

Yılmaz Çolpan, 22 Aralık 1979 - Paris (Fransa) 

Türkiye'nin Paris Turizm Müşaviri Yılmaz ÇOLPAN, bir teröristin saldırısı sonucu katledildi. Bu olay, Ermeni terörizminin Paris'teki ikinci saldırısı oldu. 
Olaydan sonra haber ajanslarına telefon eden bir kişi, Roma, Madrit ve Paris'teki eylemlerden "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgütün sorumlu 
olduğunu bildirerek, "Türk Hükümeti Ermenilere hak tanımadığı için Avrupa'daki Türk diplomatlarını öldürüyoruz" dedi. 

Galip Özmen - Neslihan Özmen, 31 Temmuz 1980 - Atina (Yunanistan) 

Türkiye'nin Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip ÖZMEN ile 14 yaşındaki kızı Neslihan ÖZMEN, bir teröristin silahlı saldırısı sonucu katledildiler. Galip Özmen'in eşi Sevil ÖZMEN ve oğulları Kaan ÖZMEN olaydan yaralı olarak kurtuldular. Saldırıyı bu kez ASALA üstlendi. 

Şarık Arıyak - Engin Sever, 17 Aralık 1980 - Sidney (Avustralya) 

Türkiye'nin Avustralya Başkonsolosu Şarık ARIYAK ile koruma görevlisi Engin SEVER, Ermeni terörizminin kurbanı oldular. 

1980 yılında ayrıca; 6 Şubat'ta Türkiye'nin İsviçre Büyükelçisi Doğan Türkmen, Bern'de uğradığı saldırıdan yara almadan kurtuldu. 

17 Nisan'da Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Vecdi Türel'in makam aracına ateş açıldı. Türel ve koruma görevlisi Tahsin Güvenç saldırıdan yaralı olarak kurtuldular. 

26 Eylül'de Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Basın Danışmanı Selçuk Bakkalbaşı, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı. 

Reşat Moralı - Tecelli Arı, 4 Mart 1981 - Paris (Fransa) 

Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Reşat MORALI ile din görevlisi Tecelli ARI, Çalışma Ataşeliği'nden çıkıp arabaya binecekleri sırada 2 teröristin saldırısına uğradılar. Moralı saldırı sırasında hayatını kaybederken, din görevlisi Arı, ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede öldü. Saldırıyı ASALA üstlendi. Bu olay ile Ermeni terörizminin, Paris'teki üçüncü katliamı oldu. Türkiye, Türk diplomatlarını etkin bir şekilde korumadığı için Fransa'ya protesto notası verdi. 

M. Savaş Yergüz, 9 Haziran 1981 - Cenevre (İsviçre) 

Türkiye'nin Cenevre Başkonsolosluğu Sözleşmeli Sekreteri Mehmet Savaş YERGÜZ, evine gitmek üzere konsolosluktan ayrıldıktan hemen sonra uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti. Saldırıyı ASALA üstlendi. Olaydan sonra yakalanan Lübnan uyruklu Ermeni terörist Mardiros Camgozyan, 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. 

Cemal Özen, 24 Eylül 1981 - Paris (Fransa) 

Türkiye'nin Paris Başkonsolosluğu ile Kültür Ataşeliği'nin bulunduğu binayı işgal eden 4 ermeni terörist, 56 Türk görevli ve vatandaşı rehin aldı. Teröristler, kendilerine müdahale etmek isteyen güvenlik görevlisi Cemal ÖZEN'i öldürdüler, Başkonsolos Kaya İNAL'ı yaraladılar. Ermeni teröristler, Türkiye'de siyasi tutuklu 12 kişinin salınarak Paris'e getirilmesini istediler. 
İsteklerinin kabul edilmeyeceğini anlayan teröristler 15 saat sonra polise teslim oldular. Türkiye, Fransa'yı bir kez daha uyarırken, Fransa da saldırıyı kınadı. Olayı ASALA üstlendi. Saldırıyı gerçekleştiren 4 Ermeni terörist, Vasken Sakosesliyan, Kevork Abraham Gözliyan, Aram Avedis Basmaciyan ve Agop Abraham Turfanyan, 31 Ocak 1984'de Fransa'da 7'şer yıl hapis 
cezasına çarptırıldılar. Mahkemenin sonucu Türkiye'de büyük tepkiyle karşılandı. 

1981 yılında ayrıca; 2 Nisan'da Türkiye'nin Kopenhag Çalışma Ataşesi Cavit Demir, oturduğu apartmanın asansöründe uğradığı silahlı saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. 

25 Ekim'de Türkiye'nin Roma Büyükelçiliği İkinci Katibi Gökberk Ergenekon, yolda yürürken saldırıya uğradı. Ergenekon, olaydan hafif yaralarla kurtuldu. 

Kemal Arıkan, 28 Ocak 1982 - Los Angeles (ABD) 

Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal ARIKAN öldürüldü. Arıkan'ın katili Taşnak militanı Hampig Sasunyan, müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 

Orhan Gündüz, 5 Mayıs 1982 - Boston (ABD) Türkiye'nin Boston Fahri Başkonsolosu Orhan GÜNDÜZ, uğradığı silahlı saldırıda öldü. 

Erkut Akbay - Nadide Akbay, 7 Haziran - Lizbon (Portekiz) 

Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut AKBAY otomobilinde uğradığı silahlı saldırıda öldü. Otomobilde bulunan eşi Nadide AKBAY, yaralı olarak kaldırıldığı hastanede bir süre sonra yaşamını yitirdi. 

Atilla Altıkat, 27 Ağustos 1982 - Ottawa (Kanada) 
Türkiye'nin Ottowa Büyükelçiliği Askeri Ataşesi Atilla ALTIKAT, silahlı saldırı sonucu öldü. 

Bora Süelkan, 9 Eylül 1982 - Burgaz (Bulgaristan) 

Türkiye'nin Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora SÜELKAN katledildi. 

1982 yılında Ayrıca; 

8 Nisan'daTürkiye'nin Ottawa Büyükelçiliği Ticaret Müşaviri Kani GÜNGÖR, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı. 

21 Temmuz'da Türkiye'nin Rotterdam Başkonsolosu Kemal Demirer'e konutu önünde silahlı saldırı düzenlendi. Demirer, olaydan yara almadan kurtulurken, saldırgan yaralı olarak yakalandı. 

7 Ağustos'ta ASALA'ya bağlı 2 teröristin Ankara Esenboğa Havalimanında düzenlediği silahlı baskında 8 kişi öldü, 72 kişi yaralandı. Bu, Ermeni terörizminin Türkiye'deki ilk eylemi oldu. 

Galip Balkar, 9 Mart 1983 - Belgrad (Yugoslavya) 

Türkiye'nin Belgrad Büyükelçisi Galip BALKAR'a 2 terörist tarafından 9 Mart'ta silahlı saldırı düzenlendi. Olayda ağır yaralanan BALKAR, 11 Mart'ta hayatını kaybetti. Olayda, bir Yugoslav öğrenci de öldü. Saldırıyı yapan Kirkor Levonyan ile Raffi Aleksandr, olaydan tam bir yıl sonra 9 Mart 1984'de 20'şer yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar. 

Dursun Aksoy, 14 Temmuz 1983 - Brüksel (Belçika) 

Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun AKSOY, ermeni teröristlerce katledildi. 

Cahide Mıhçıoğlu, 27 Temmuz 1983 - Lizbon (Portekiz) 

Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği, 5 Ermeni terörist tarafından basıldı ve bina içindekiler rehin alındı. Baskın sırasında büyükelçilik Müsteşarı Yurtsev MIHÇIOĞLU'nun eşi Cahide MIHÇIOĞLU hayatını kaybetti. Portekiz polisi, düzenlediği operasyonla rehineleri kurtardı, 5 teröristi de öldürdü. Saldırıyı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi. Örgüt, teröristlerin öldürülmesi nedeniyle Portekiz Başbakanı Mario Soarez'i ölümle tehdit etti. 

1983 yılında ayrıca; 16 Haziran'da İstanbul Kapalıçarşı'da bir terörist tarafından halkın üzerine ateş açıldı. Olayda 2 kişi öldü, 21 kişi de yaralandı. Saldırgan, olay yerinde öldürüldü. Olayı bir Ermeni teröristin yaptığı anlaşıldı. 

15 Temmuz'da THY'nin Paris Orly havalimanındaki bürosu önünde bomba patladı. Olayda, 2'si Türk, 4'ü Fransız, 1'i Amerikalı, 1'i de İsveçli olmak üzere 8 kişi öldü, 28'i Türk, 63 kişi de yaralandı. Bu olay tarihe "Orly Katliamı" olarak geçti. 

Işık Yönder, 28 Nisan 1984 - Tahran (İran) 

Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Sekreteri Şadiye YÖNDER'in eşi, İran ile Türkiye arasında ticaret yapan işadamı Işık YÖNDER, bir ASALA militanı tarafından öldürüldü. 

Erdoğan Özen, 20 Haziran 1984 - Viyana (Avusturya) 

Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Erdoğan ÖZEN, otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Olayı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi. 

Enver Ergun, 19 Kasım 1984 - Viyana (Avusturya) 

Türkiye'nin BM Temsilciliğinde görevli Enver ERGUN, aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Bu olayı da, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi. 

1984 yılında ayrıca; 27 Mart'ta Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Ticaret Müşavir Yardımcısı Işıl ÜNEL'in otomobiline bomba yerleştirmeye çalışan bir terörist, bombanın elinde patlaması sonucu öldü. 

28 Mart'ta yine Tahran'da Büyükelçilik Başkatibi Hasan Servet ÖKTEM ve Büyükelçilik Ataşe Yardımcısı İsmail PAMUKÇU, evlerinin önünde uğradıkları silahlı saldırıda yaralandılar. 

Coşkun Kırca, 12 Mart 1985- Ottowa (Kanada) 

Ottowa Büyükelçiliğimiz, Kevork Marachelian (Maraşlıyan), Rafi Panos Titizian ve Ohannes Noubarian isimli 3 Ermeni militan tarafından basıldı. Kanada'lı koruma görevlisi Claude Brunelle göğsünden vurularak öldürüldü. Büyükelçi Coşkun Kırca yaralı olarak kurtuldu. 

Bir yıl sonra mahkemeye çıkarılan sanıklar, 25 yıldan önce salıverilmemek şartıyla ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. 
Şubat 2005'te mahkumlardan Kevork Marachelian'ın ailesini ziyaret etmesine izin verildi. 19 Şubat 2010'da Kevork Marachelian ve Ohannes Noubarian, iki ay sonra da Titizian tahliye edildi. 

8 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

ALDATILAN KİMLİK 1914 -2014 YÜZYILIN HİKAYESİ, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ERMENİ KATLİAMLARI BÖLÜM 6

ALDATILAN KİMLİK 1914 -2014 YÜZYILIN HİKAYESİ, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI  ERMENİ KATLİAMLARI  BÖLÜM 6



BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI 

Talat Paşa hükümetinin 8 Ekim 1918’de istifasından sonra, İttihat ve Terakki önderleri “savaş suçlusu” ilan edileceklerini bildikleri için bir Alman gemisiyle 1918’de ülkeyi terk ettiler. Bunlardan Talat Paşa, Cemal Azmi ve Dr. Bahattin Şakir Berlin’de; Sait Halim Paşa Roma'da, Cemal Paşa da Tiflis’te Ermeni militanlarca katledildiler. Enver Paşa ise, Tacikistan’da Ruslara karşı savaşırken şehit düşmüştür. 

İttihat ve Terakkinin son sadrazamı olan Talat Paşa’nın istifasından sonra 13 Ekim 1918 tarihinde Ahmet İzzet Paşa hükümeti iktidara geldi. Yeni hükümet, İtilaf Devletlerinin hoşuna giden kararlar almaya başlamıştı. İtilaf Devletleri yine de 30 Ekim 1918 tarihinde şartları ağır olan Mondros Mütarekesi’ni Osmanlı Devleti’ne imzalattılar. Üstüne üstlük Mütarekenin şartlarına aykırı olarak İstanbul’u işgal edip neredeyse devletin tüm resmî kurumlarını ele geçirdiler. 

Dönüş Kararnamesi 

Ahmet İzzet Paşa Hükümeti tehcire tabi tutulan Ermenilerden isteyenlerin tekrar eski yerlerine dönmeleri için 31 Aralık 1918 tarihli bir kararname çıkardı. 
Bu kararnamede, Ermenilerden dönmek isteyenlerin eski yerlerine nakledilmeleri konusunda ilgili yerlere talimat verildiği ve gereken tedbirlerin alındığı belirtilmektedir. Sadece geri dönmek arzusunda bulunanları kapsayan bu dönüş kararnamesinde aşağıdaki hususlar yer almıştı: 

. Yerlerine iade edileceklerin, yollarda perişan olmamaları ve dönüş mahallerinde mesken ve iaşe sıkıntısı çekmelerinin önlenmesi için gerekli tedbirler alınacak; gidecekleri bölgelerin idarecileriyle irtibat sağlanıp bu konudaki 
tedbirler sağlandıktan sonra sevkiyat ve geri dönüş işlemlerine başlanacaktır. 
. Bu şartlar dâhilinde dönecek olanlara ev ve arazileri teslim edilecektir. 
. Yerlerine daha önce muhacir yerleştirilmiş olanların evleri tahliye edilecek. 
. Açıkta kimse kalmaması için geçici olarak birkaç aile bir arada yerleştirile bilecek. 
. Kilise ve mektep gibi binalarla bunlara gelir getiren yerler, ait olduğu cemaate geri verilecek. 
. Yetim çocuklar, istenildiği takdirde hüviyetleri dikkatlice tespit edilerek velilerine veya cemaatlerine iade olunacak 
. İhtida etmiş olanlar arzu ederlerse eski dinlerine dönebilecekler. 
. Mühtedi Ermeni kadınlardan, bir Müslümanla evli bulunanlar eski dinlerine dönme konusunda serbest bırakılacaklar. 

Eski dinlerine döndükleri takdirde kocasıyla aralarındaki nikâh bağı kendiliğinden bozulmuş olacaktır. Eski dinine dönmek istemeyen ve kocasından ayrılmaya razı olmayanlara ait meseleler ise mahkemelerce halledilecektir. 
. Ermeni mallarından, henüz kimsenin tasarrufunda bulunmayanlar, kendilerine teslim edilecek; hazineye intikal edenlerin iadesi de, mal memurlarının muvafakati ile karara bağlanacak. Bu konuda ayrıca açıklayıcı zabıtnameler hazırlanacak. 
. Muhacirlere satılan mülklerin sahipleri döndükçe, peyderpey bunlara teslim edilecek. 
. Muhacirler, ellerinde bulunan ve eski sahiplerine iade edilecek olan ev ve dükkânlarda tamirat ve ilâveler yapmışlarsa ve arazi ve zeytinliklerde ekim yapmışlarsa, her iki tarafın da hukuku gözetilecek. 
. Ermenilerden muhtaç olanların dönüşlerinde sevk ve iaşe masrafları, harbiye tahsisatından karşılanacak. 
. Şimdiye kadar ne miktar sevkiyat yapıldığının ve bundan sonra her ayın on beşinci ve son günlerinde nerelere ne kadar sevkiyat olduğu bildirilecek. 
. Osmanlı sınırları dışına çıkıp da geri dönmek isteyen Ermeniler, yeni bir emre kadar kabul edilmeyecek. 

Geri dönüş kararnamesiyle ne kadar Ermeni’nin döndüğü hakkında bir açıklama olmamakla beraber, Mondros Mütarekesi'nden sonra, Anadolu'nun daha önce Ermenilerle 
meskûn olan bölgelerinde, önemli miktarda Ermeni nüfusun bulunduğu, hatta bazı bölgelerde işgal kuvvetlerinin desteği ile eskisinden daha fazla sayıda Ermeni’nin yerleştirildiği bilinmektedir. Nitekim Türk İstiklâl Mücadelesi sırasında özellikle Fransızlar tarafından Antep, Maraş ve Adana'ya önemli miktarda 
Ermeni'nin getirildiği, hatta bunlardan Türklere karşı savaşan askerî birlikler ve milis kuvvetler oluşturulduğu bir gerçektir. 

Fransızlarla gelen Ermeniler ve milis kuvvetleri, Fransa'nın desteğinde yöre halkına insanlık dışı muamelelerde bulunmuş, binlerce insanı çocuk, kadın demeden katletmiş, Fransa'nın bu bölgeleri terk etmesiyle Anadolu'dan ayrılmışlardır. Bugün gerek Suriye'de, gerekse Fransa ve Amerika'daki Ermenilerin menşei bunlar ile tehcir sırasında gidenlere dayanmaktadır. 
Bu durum, dolaylı olarak tehcir öncesinde ve sonrasında Ermenilerin bir 
katliama uğramadıklarını gösteren en önemli hususlardan biri olarak değerlendirilmelidir. 

Tehcir Yargılamaları 

İtilâf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında iktidarda bulunan İttihat ve Terakki mensuplarını, 

. İngiliz esirlere kötü davranışlarda bulunmak ve 
. Ermeniler hakkında sevk kararı alıp onlara “katliam” yapmak “suçlarından” cezalandırılmalarını istediler. İttihatçıların cezalandırılmaları konusunda hem hükümete hem de Sultan Vahdettin’e tehditkâr tavırlarla baskı yapmaya başladılar. 

Ülkenin Birinci Dünya Savaşı’na sokulup bunun da mağlubiyetle sonuçlanması ve milletin ekonomik-sosyal buhranlar içinde bulunması, halkta İttihatçılara yönelik öfkenin doğmasına yol açmıştı. İttihat ve Terakki hükümeti mensuplarından, yaşanan olumsuzlukların hesabının sorulması beklenmekteydi. 

Emperyalist amaçlar güden dış baskılar ile içeride oluşan tepkiler ortak bir zeminde buluşunca, İttihatçıların cezalandırılmaları gündeme geldi. İktidara hazırlanan rakip Hürriyet ve İtilâf Partisi mensupları bu ortamı, bir fırsat olarak değerlendirdi. Tüm bunlar İttihatçılara karşı ifrat derecesinde bir tepki oluşturdu. Netice olarak padişah, olağanüstü bir mahkemenin kurulup, İttihatçıların 
yargılanmasını istemek zorunda kaldı. Oluşan şartlarda İttihat ve Terakkinin iktidarı dönemindeki sadrazamdan en alt seviyedeki memurlara kadar görev yapmış olanlar, potansiyel suçlu olarak görülmüşler ve cezalandırılmalarında herhangi bir sınır ve kural tanınmamıştır. 

Ermeni tehcirini ve sözde “katliamını” gerçekleştirenler ile diğer “suçluları” tespit etmek ve sorgulamak amacıyla İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’deki İngiliz Başkumandanlığı, Ermeni Patrikhanesi ve Osmanlı vatandaşlarının kurduğu İngiliz Muhipler Cemiyeti ayrı ayrı listeler hazırladılar. Ayrıca 21 Kasım 1918 tarihinde görevli Tahkik Heyetleri oluşturuldu ve bu heyetler on farklı bölgeye ayrılan Anadolu’nun değişik illerine yollandı. İçlerinde, fazla sayıda gayrimüslim üyelerin yer aldığı heyetler; bir taraftan tehciri, sözde “katliam”ı ve diğer sanıkları sorgularken, diğer taraftan da sorgulamalar sonucu kendilerince “suçlu” gördüklerini tutuklattılar. Tutuklular, 16 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da kurulan Divân-ı Harb-i Örfî mahkemesine yargılanmaları için Harbiye Nezareti Cezaevi’ne hapsedildiler. 

Tutuklananlar arasında valiler, milletvekilleri, ordu komutanları, bakanlar, Hüseyin Cahit Yalçın ve Ziya Gökalp gibi yazarlar da vardı. Dönemin Osmanlı (Tevfik Paşa) hükümeti Danimarka, İsveç, İsviçre, Hollanda ve İspanya elçiliklerine yazılar göndererek yargılamalara yargıç göndermelerini istedi. Ancak İngilizler devreye girerek elçiliklerin bu yazıları kendi ülkelerine göndermelerini engellediler. Amaçları hiç kimseyi karıştırmadan kendilerince yargılamaları yapmaktı. Tevfik Paşa’nın görevden uzaklaştırılıp yerine Damat Ferit Paşa’nın Sadrazam olarak atanmasını sağladılar. Damat Ferit tam bir İngiliz işbirlikçisiydi. O da ilave bir liste hazırlayıp İngilizlere verdi. Tutuklamalar devam etti ve eski yöneticilerin bir bir gözaltına alınmaları devam ettirildi. 

Tutuklamalara ve yargılamalara Osmanlı Devleti vatandaşı olan Rum ve Ermenilerin de büyük destek verdiklerini, İtilâf Devletleri’ne karşı üzerlerine düşen görevleri çok iyi yaptıklarını belirtmek gerekir. Ayrıca, İttihat ve Terakki Fırkası’na karşı sert muhalefet yapan Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın particilik taassubuyla, istemedikleri veya sevmedikleri kişilerin, “Ermeni tehciri”, “öldürme”, “karaborsacılık yapma”, “Ermeni mallarını alma” gibi iddialarla tutuklanmalarına sebep oldukları bir gerçektir. Söz konusu fiillerin hiçbirisini işlememiş şahıslar, bu tür iftiralarla tutuklanıp ceza almışlardır. Bu uygulamalar, Ermeni tehciri ve “katliamı” meselesinden ziyade, İttihatçılara karşı içeride ve dışarıda oluşan siyasî linç girişimi olmuştur. 

Divân-ı Harb-i Örfî mahkemesinin ele aldığı ilk dava, 6 Şubat 1919 tarihinde başlayan “Yozgat Tehciri” yargılamasıdır. Kurulan düzmece bir mahkeme olan Nemrut Mustafa Paşa Divanı’nda adil olmayan ve taraflı bir yargılamayla ilk ceza, Boğazlıyan Kaymakamlığı ve Yozgat Mutasarrıf Vekilliği yapmış olan Mehmet Kemal Bey’e verildi. Kemal Bey, “jandarmalara sürgünleri öldürttüğü, görevini kötüye kullandığı” iddiasıyla suçlanmıştı. Mahkeme, olaylara şahit olduğu iddia edilen bazı Ermenilerin anlattıklarını kanıt saymıştı. Kemal Bey suçlamaların hepsini reddetti, ama yine de idama mahkûm edildi. Karar hemen onandı. Kemal Bey, idam sehpasından Beyazıt Meydanında toplanmış halka “Ben masumum. Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar.” diye seslendi. Kemal Bey’in 10 Nisan 1919’da suçsuz olduğu halde idam edilmesi üzerine, İstanbul’da büyük bir vatansever topluluğu gösteride bulundu. Cenazesine binlerce insan katıldı. İngilizler halkın tepkisinden ürkerek önde gelen İttihatçı tutukluların yargılanmalarını başka bir ülkeye taşımaya karar verdiler. Mevcut ve sonradan tutuklananlar 28 Mayıs’ta yargılanmak üzere Malta’ya götürüldüler. 



Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey 
Kaynak: http://www.kurtulustv.itgo.com/ 

16 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da ve daha sonra Anadolu’nun değişik vilâyetlerin de kurulan " Divân-ı Harb-i Örfî " mahkemelerindeki tehcir davalarında, yaklaşık olarak 86 kişi yargılanmış. Bu 86 kişiden 3’ü vicahen olmak üzere, 16’sı idam cezasına çarptırılmış ve 3’ünün cezaları infaz edilmiştir. Bu üç kişi; Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ve Erzincan’da otelcilik yapan Hafız Abdullah Avni’dir. Geriye kalan 13 kişinin idam kararları gıyaben verilmiş. 3’ü gıyaben olmak üzere 9 kişiye hapis cezası verilmiş, 35 kişi ise beraat etmiştir. Mahkemede yargılanmak üzere adı geçen 3’ünün İngilizler tarafından Malta adasına sürülmesi, 16’sının da mahkemede bulunmamaları veya ölmüş olmaları sebebiyle haklarında herhangi bir karar verilmemiştir. 

Bu sayılara İngilizlerin Malta adasına götürmüş oldukları önde gelen İttihatçılar dâhil değildir. Onların büyük bir kısmı yargılanmanın ortasında alınıp götürülmüşlerdir. Mahkeme, davanın ayrılmasına karar vermiş, bu kişiler için gıyabî yargılama kararı çıkarmamıştır. Zaten onları Malta’ya götürenler de hiç bir suç unsuru bulamadıklarından cezalandıramamışlardır.

Bunların dışında, siyasî sebeplerle Bekirağa Bölüğü’ne getirilen, Diyarbakır valiliği yapmış olup tehcir suçlaması ile burada yatmakta iken firar eder Dr. Reşit Bey intihar etmiş; Talat Bey (Küçük Talat) ile Halil Paşa da hapisten kaçmış, 1 kişi de hapishanede ölmüştür. 19 kişi doğrudan doğruya, 29 kişi şahsî kefalet, 4 kişi nakdî kefalet, 1 kişi de emr-i şifah-î ile serbest bırakılmıştır. 

Ortaya çıkan hükümler, yalancı Ermeni şahitlerin ifadelerine göre, çoğunluğunu gayrimüslim üyelerin oluşturduğu Tahkik Heyetinin hazırlamış olduğu raporlar ve bu raporlara dayanarak iddianame hazırlayan savcıların teklifleri doğrultusunda tahakkuk etmiştir. Tahkik Heyetlerinin, Anadolu’nun değişik bölgelerinden “suçlu” diye birçok masum inansı Divân-ı Harb-i Örfî’ye teslim etmelerine, Damat Ferit Paşa hükümetinin de itiraz ettiği bir vakıadır. Bu hükümlerin ortaya çıkışına, İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilâf Fırkası arasındaki düşmanlığı, İtilâf Devletleri’nin hükümete ve mahkemeye yaptığı baskıyı ve 
mütareke hükümetlerinin aczi de eklenecek olursa, cezaların nasıl verildiği kendiliğinden ortaya çıkar. Dolayısıyla, ceza alanların sayısı kaç olursa olsun, bu sonuçlardan hareketle verilen hükümlere sözde soykırımın bir delili gibi bakma imkânı yoktur. 

Kurtuluş Savaşında Ermeni İsyanları 

Birinci Dünya savaşı sonrası Türk topraklarını paylaşmaya başlayan istilacıların baskısıyla, Suriye-Adana cephesindeki Türk Kuvvetleri Toros dağlarının kuzeyine çekildi. Fransızlar, silahlandırdıkları Ermenilerle Adana, Kozan, Osmaniye, Tarsus, Mersin ve Pozantı’yı işgal ettiler. İngilizler de aynı yöntemle Antep, Maraş ve Urfa’yı işgal etmişlerdi. Daha sonra İngilizler bu 
üç şehri de Fransızlara bıraktılar. 

Böylece Toros geçitlerinden, Fırat nehrinin doğusuna kadar olan alan Fransızların işgali altına girmiş oldu. Fransızlar bu geniş alanı kontrolleri altında tutmak için Suriye ve Güneydoğu Anadolu’daki Ermenileri, “Çukurova Bölgesinde Klikya Ermeni Devleti kuracakları” vaadiyle kandırıp kullandılar. Öncelikle tehcirle Suriye’ye gelen Ermeniler Fransızların yardımıyla Çukurova’ya yerleştirildi. Bunlar ve bölgenin yerleşik Ermenilerinden önemli bir kısmı Fransız ordusuna katılarak Türklere karşı savaştılar. Diğer bir bölümü ise Fransızlar tarafından silahlandırılan çeteler oluşturup Türk yönetimine başkaldırdılar. Türk halkının 
oluşturduğu millî kuvvetler, cephede Fransız ordusuyla, içte ve geride Ermeni çeteleriyle savaşmak durumunda kaldı. Bu dönemde Çukurova Bölgesinde Fransızlarla işbirliği halinde 10.150 civarında silahlı Ermeni devlete başkaldırmış tır. 

Bölgede Ermeni isyanları 7 Mart 1919’da başladı. Fransızlar, Ankara Hükümeti ile 20 Ekim 1920’de Ankara Anlaşması’nı imzalayıp işgal ettikleri Türk topraklarını boşaltmaya başlayınca, isyancı Ermenilerin önemli bir kısmı da yaptıkları katliamlar ve vahşetten sonra bölgede kalamayıp, Fransız ordusuyla birlikte çekildiler. Geriye kalan kalıntılar ise 6 Eylül 1921’e kadar bölgenin değişik yörelerinde çete faaliyetlerine devam etmişlerdir. 

Birinci Dünya savaşı sonunda Kuzeydoğu cephesi Müttefik devletlerin istekleri doğrultusunda Ardeşen-Yusufeli-Oltu-Beyazıt hattına çekilmiş, bunun ötesinde 1918 yılında Ermenistan Cumhuriyeti kurulmuştu. Türk-Rus mutabakatı sağlandıktan sonra 28 Ekim 1920’de Kazım Karabekir komutasında harekete geçen Türk kuvvetleri Ermenistan’ı yenilgiye uğrattı. 1 Aralıkta imzalanan Gümrü Antlaşması’yla günümüzdeki Türkiye-Ermenistan sınırı belirlendi. 

Malta Yargılamaları 

Yukarıda da dediğimiz gibi; Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyin cenazesine binlerce insanın katılması ve bunların gösterdiği tepkiler İngilizleri kaygılandırmıştı. Bunun üzerine yargılamaları başka bir ülkeye taşımaya karar verdiler. Tutuklulardan önde gelen 120 ittihatçıyı 28 Ocak 1919’da bir gemiyle Malta’ya götürdüler. Daha sonra tutuklananları da oraya naklettiler. Malta’ya götürülen tutuklu sayısı 144’e ulaşmıştır. 

Soruşturma İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından yürütülmüştür. Malta'da ve İstanbul'da tutuklu bulunan kişiler hakkında suç kanıtlarının bulunabilmesi için İngilizler tarafından Osmanlı arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmış, tüm 
konsolosluklardan, misyoner cemiyetlerinden destek ve bilgi istenmiştir. Ancak toplanabilen yazılar, yazanların kişisel düşüncelerinden ve tahminlerinden öte fazla bir şey içermemekteydi. Kişisel görüşler de mahkemede delil olarak 
kullanılabilecek belgeler değildi. Ayrıca ifadelerine başvurulan şahitler aynı günde bir kaç şehirde birden olaylarda tanık olduklarını iddia etmekteydiler. O günün koşullarında aynı günde bir kaç şehirde birden bulunmak ve olayları izlemiş olmak mümkün olmadığı için, tanıklıkları mahkemece kabul edilemedi. 

ABD tehcirin yapıldığı dönemde bölgede gözlemciler bulundurmuştur. Bu nedenle ABD'den suçlamalara dair ellerindeki bilgilerin mahkemeye gönderilmesi istenmiş, ABD tarafından da ellerinde suç delili olabilecek hiçbir belge olmadığı 
bildirilmiştir. ABD arşiv raporlarında; Vaşington'daki İngiliz Büyükelçisi R.C Craigie’in, Lord Curzon'a 13 Temmuz 1921'de çektiği mesajda şöyle demektedir: "Malta'da tutuklu bulunan Türkler aleyhine delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey olmadığını bildirmekten üzüntü duyuyorum... Yeterli delil oluşturabilecek hiçbir sorun vaki değildir. Söz konusu raporlar, hiçbir şiddetle, Türkler hakkında Majesteleri Hükümeti'nin halen elinde bulunan bilgilerin takviyesinde yararlı olabilecek delilleri bile ihtiva eder görünmemektedir." 

İngilizler iki sene uğraştıktan sonra, ne İttihat Terakki Hükümeti ne de Malta'daki tutuklular hakkındaki suçlamaları ispat edebilecek nitelikte, mahkemeye sunulabilecek, geçerli delile ulaşamadıkları için yargılama yapamayacaklarını ve sonuçta kimseyi mahkûm edemeyeceklerini anladılar. Malta'daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilemeden mahkeme edilmiş, 29 Temmuz 1921’de İngiliz Kraliyet Başsavcısı yargılananların hepsine beraat kararı vermiştir. En son tutuklu da 1922'de serbest bırakılmıştır. 

Malta Yargılamasını sulandırmak isteyen Ermeni lobisi ve taşeronları, abuk sabuk iddia ve yorumlar yapmışlardır. İnandırıcı olmamaları yanında, çok gülünç de olan bu saçmalıkların özeti aşağıda verilmiştir. 

Ermeni lobisi ve taşeronları, “Sevr’in yürürlüğe girmediğini, Lozan imzalanınca da Malta’daki yargılama sürecinin af kapsamına alınarak kapatıldığını” ileri sürmekteler. Sevr Osmanlı yöneticileri tarafından imzalandı, buna karşın Osmanlı Sultan’ı Vahdettin tarafından imza altına alınmadı. İngilizler ve müttefikleri Sevr’i baz alarak Anadolu’yu işgale başladılar, aynı şekilde İstanbul’daki gayri resmi işgallerini kendilerince resmileştirdiler. Ayrıca, Malta’daki yargılama sürecinin Lozan ile af kapsamına alındığı söylemi insan aklıyla alay etmektir. Yargılama 29 Temmuz 1921’de sonlandırılmış, Lozan ise bundan iki yıl sonra 24 Temmuz 1923’de imzalanmıştır. Lozan imzalandığında ortada Malta ile ilişkilendirilecek bir yargılama yoktur. Dosyalar kapatılmış ve arşive kaldırılmıştır. 

Malta Yargılamasını sulandırmak isteyenler, Sevr Antlaşması’nda öngörülen yetkili uluslararası mahkemenin kurulmadığını, dolayısıyla BM Soykırım Sözleşmesi’nde öngörülen biçimiyle bir yargılamanın yapılamadığını öne sürmektedir. Oysa Yargılama başlamış, yargısal soruşturma tamamlanmıştır. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından yürütülen ve yargılamanın ilk safhası olan soruşturma sonunda, Ermeni ve Hıristiyan Osmanlı vatandaşlarının “toplu olarak öldürüldükleri” gerekçesiyle “bir hukuk mahkemesinde dava açmaya yeterli kanıt” bulunamamıştır. Dolayısıyla “kovuşturmaya gerek görülmemiş” ve “Ermeni kırımı” suçlamaları düşürülüp bu konuda açılan dosya kapatılmıştır. “Kırım” konusunda bir İngiliz mahkemesinin kabul edebileceği nitelikle kanıt bulunsaydı davanın açılacağı, yargılamanın Milletler Cemiyeti tarafından yetkilendirilen bir uluslararası mahkemece sürdürüleceği bilinmektedir. Yargılamayı yapacak mahkemenin nasıl kurulacağı Milletler Cemiyeti’nde bu nedenle konuşulup tartışılmıştır. 

Ermeni lobisinin Malta’yı hedef alan son çarpıtması, “Malta’daki yargılama süreci soykırım suçlamalarını içermiyordu, çünkü o tarihlerde böyle bir suç tanımı yoktu. Dolayısıyla, İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın kararı, günümüzde Ermeni soykırımı iddialarının geçersizliği konusunda hukuki bir referans olamaz” biçimindedir. Bu iddia kendi içinde çelişkilidir. Eğer Malta o tarihte “soykırım” 
tanımı olmadığı gerekçesiyle göz ardı edilip hükümsüz sayılacaksa, böyle bir suç tanımının olmadığı günlerde gerçekleşen olaylar için günümüzün “soykırım” tanımlarıyla suçlamanın yapılmaması gerekir. Malta Yargılamasının hukuki sonuçlarının günümüze taşınması reddedilirken, günümüzün “soykırım” suçunu geçmişe taşımaya kalkışmak çifte standarttır. Hastalıklı bir siyasal kültürün ürünüdür. 

Tehcir Hakkında Yabancılar Tarafından Yürütülen İftira Kampanyaları 

Osmanlı belgelerine ve tehcirin yapıldığı bölgelerde bulunan yabancı gözlemcilerin, “harp içinde olmasına rağmen Osmanlı Hükümeti'nin bu işi büyük bir titizlikle ve iyi bir şekilde yürüttüğünü” yazmış olmalarına rağmen; Ermeniler, tamamen duygusal ve siyasî mülâhazalara dayanan düzmece hikâye ve belgelerin arkasına gizlenmek suretiyle, dünya kamuoyunu aldattılar. 

Tehcir konusunda Batı'da ve Amerika'da günümüze kadar yazılıp çizilenlerin pek çoğu gerçek ve güvenilir belgelere dayanmamaktadır. 
Amerika, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere değişik ülkeler ile çoğu Batı basını, olayları olduğundan farklı bir biçimde çarpıtarak vermiştir. 

Birkaç örnek vermek gerekirse; Silâhlı Ermenilerin 1895’de Berecik’te başlattıkları olaylar sonunda o ilçede “2.000 Ermeninin öldürüldüğü” İngiliz basınında yer aldı. Ancak olay İstanbul’daki yabancı büyükelçilerden oluşan bir kurul tarafından tetkik edildi ve “yalnız beş kişinin” yaşamını yitirdiği belirlendi. Zaten, o tarihte Berecik’te 978 Gregoryen Ermeni ve 8.702 Müslüman vardı.   Bu ve benzeri düzeltmeler Batı basınına yansımadı, diplomatik yazışmalarda kaldı. 

Yine Amerika'nın Mersin'deki konsolosu Edward Natan, “bazı aksaklıklar görülmesine karşılık, sevkiyatın son derece intizamlı bir biçimde sürdürüldüğünü ve kafilelere tren bileti sağlandığını” ülkesinin İstanbul Büyükelçisi Hanry Morgenthau’a yazdığı raporlarında belirtmiş. Hanry Morgenthau bu raporlarda yazılanlarla hiç ilgisi olmayan; Türklere iftiralarla dolu “Ermeni katliamı” hikâyelerine kaynak gösterilen raporlara, günlüklere, mektuplara ve “Büyükelçi Morgenthau’un Hikâyesi” adlı bir kitaba imza koymuştur. 

Morgenthau, New York’ta Yahudi asıllı bir emlakçi iken başkanlık seçiminde Wilson’un[7] yanında yer almış ve daha sonra da İstanbul’a Büyükelçi atanarak ödüllendirilmiştir. 

[7] Sevr Anlaşması’na göre Ermenilere verilmesi planlanan Osmanlı topraklarının sınırlarını teklif eden ABD Başkanı. 

Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını istemekteydi. Raporlarındaki düzmece hikâyeler ile Ermenilerin gözüne girmek; I. Dünya savaşında müttefik olan İngiliz, Rus ve Fransızlara yaranmak; Amerikan kamuoyunu etkileyerek Osmanlı Ermenileri için yardım toplamak, hatta İngiliz emellerine hizmet ederek Amerika’nın İngiltere yanında savaşa girmesini sağlamak istemiştir. Bu iftiracı sahte kahraman güya; 

. Osmanlı Hükümeti'ne rüşvetler vererek bazı Ermenileri satın alıp Amerika'ya göndermiş, 
. İstanbul'daki İngiliz, Rus ve Fransız tebaasını da kurtarmış.. miş… mış… 

Başlangıçta üç yüz binlerden başlayıp, üç milyonlara kadar varan rakamlarla ifade edilen “Ermeni katliamı” hikâyeleri, çoğunlukla Hanry Morgenthau'ın raporları, günlükleri ve mektuplarını kaynak göstererek kitaplarını yazan James (Lord) Bryce'in, Johannes Lepsius'un ve Arnold Toynbee'nin eserlerine ve tüm bunların hepsinden yapılan alıntılarla hazırlanan diğer yayınlara dayandırılmıştır. 

Amerikalı Türkolog Heath H. Lowry, “Büyükelçi Morgenthau’un Hikâyesi” adlı kitabın nasıl yazıldığını incelemiş ve güvenilirlik derecesini sorgulamış, kitap hakkında ilk elden kaynaklara ulaşarak aşağıdaki somut kanıtları ortaya koymuştur. 

Emlakçılık mesleğinden gelen ve İstanbul’da konuşulan dillerin hiçbirini bilmeyen Morgenthau’un en önemli kaynakları 

İstanbul’da büyükelçiliğindeki yakın danışmanı ve çevirmeni olan iki Ermenidir. Bunlardan –daha önce Amerikan Robert Kolej öğrencisi olmuş- Hagop S. Andonian adlı kişi özel yazmanlığını yapmaktaydı. Morgenthau’un belirttiğine göre, kendisi, bu Ermeni olmaksızın yazımlarda hiçbir şey yapacak durumda değildi. Bu zat Morgenthau’un günlüklerini daktilo ediyor, ailesine ve yakınlarına gönderdiği mektupları kaleme alıyor, bunları yaparken de Morgenthau’un sözcüklerini düzeltiyormuş pozunda, tahrik amaçlı hamasi ve duygusal ilaveler yapıyordu. Morgenthau’a faaliyetlerinde yardımcı olan diğer bir kilit Ermeni 
tercümanı ve danışmanı olan Arşag K. Şmavonian’du. Onun resmi görüşmelerin de, misyonerlerle ve diğer toplantılarında bu iki Ermeni’den en az biri kendine eşlik ediyordu. Telgraflarının kaleme alınmasında da gene bunlar yardımcı oluyordu. 

Morgenthau, “Büyükelçi Morgenthau’un Hikâyesi” kitabının yazılmasında “Resmi Osmanlı Belgeleri” isimli düzmece kitabın yazarı Aram Andonian’dan da yardım almıştır. Yazımda katkı sağlayan diğer bir kişi de ABD Dışişleri Bakanı Robert Lansing’dir. Bu zat metinde değişiklikler ve bazı kısımların çıkarılmasını önermiş, buna karşılık kitapta adının geçmemesini istemiştir. Burton J. Hendrick isimli gazeteci ise metne son şeklini vermiştir. Bu kişi hayatı boyunca kitabın kazancının %40’ını istemiş ve almıştır. Yukarıda isimleri verilen iki Ermeni, bakan Lansing ve gazeteci Hendrick’ten oluşan bu iftira ve rant grubu, 
“Morgenthau’un raporlarında, günlüklerinde ve mektuplarında da olmayan değiştirme, ekleme, çıkarma, Talat ve Enver Paşalar gibi Türk yetkililerinin ağzından diledikleri açıklamaları” yaptırma suretiyle Türkleri suçlu göstermeye çalışmışlardır. 

I. Dünya Savaşı sürerken İngilizler, eski kabine üyelerinden C.F.G. Masterman’a “İngiliz Dışişleri Bakanlığı Savaş Propaganda Bürosu”nun direktifleri doğrultusunda hareket eden “Wellington House” basım yayım şirketini kurdurtmuştu. Şirketin görevleri arasında “ABD başta olmak üzere ülkeleri ve kamuoylarını etkileyerek, İngiltere yanında savaşa girmelerini sağlayacak 
propaganda malzemesi üretmek” de vardı. Şirket, ABD ile ilgili olan da dâhil sekiz ayrı şubenin faaliyetlerini koordine ediyordu. 

Çoğunluğu Morgenthau kanalıyla temin edilen yalan ve iftira dolu haberler ile Ermeni ve Hıristiyan misyonerler gibi yandaşların mektup, yazı ve dedikoduları doğruluk dereceleri kontrol edilmeden, İngiliz hedeflerine hizmet edecek hale getirilip basılmakta ve yerel basına servis edilmekteydi. Bu kapsamda James Bryce'in kaleme aldığı, Arnold J. Toynbee editörlüğünü yaptığı “Mavi Kitap” serisi Türkiye aleyhine yürütülecek propagandada kullanılmak üzere yayınlamaya başlandı. Serinin ilk kitabı “Ermeni Kıyımı” adlı propaganda kitabı olmuştur. Arnold J. Toynbee daha sonra “Yunanistan’da ve Türkiye’de Batı Sorunu” 
adlı kitabında “Mavi Kitap”ın savaş koşullarında propaganda amacıyla yazıldığını itiraf etmiştir. 

Almanlar, I. Dünya Savaşı sürerken Kafkas Ermenileri üzerinde etkili olmak istiyorlardı. Bu çerçevede Johannes Lepsius adlı bir misyoneri Ermenilerle iletişim kurma ve bilgi toplama amacıyla İstanbul’a göndermişlerdi. Bu kişi İstanbul’da bir ay kalmış, Anadolu’ya hiç ayak basmamış, sadece Ermeniler ve ABD Büyükelçisi Morgenthau ile iletişim kurmuştu. Tam bir haçlı zihniyetine sahip olan Papaz Lepsius, Morgenthau’dan ve o kanalla Ermeni danışmanların dan öğrendiklerinden yararlanarak “Ermeni mezalimi” konusunda ahkâm kesen, okuyanın dengesini bozacak, içeriği iftira ve yalanlarla dolu yayınlar yapmıştır. 

Amerikan, İngiliz ve Fransız basını yukarıdaki yayınlar kaynaklı dezenformasyon ları Türkler aleyhine bol bol kullanmıştır. "Mavi Kitaplar" olarak bilinen seride Osmanlı ülkesinde bulunduğu iddia edilen 1.800.000 Ermeni’den üçte birinin katledildiği gibi iftiralar yazıldı. The Times'de 20 Eylül 1917'de çıkan bir makalede Türkler "Acımasız bir ezici", "Vicdansız bir zorba", "Gerçek bir barbar" 
olarak suçlandı, tüm dünyayı yakıp yıktıkları ifade edildi. İran'da bulunan İngiliz konsoloslarının raporlarında yer alan 1.000.000 Ermeni’nin öldürüldüğü gibi iddialar, İngiliz parlamentosunda tartışılmış ve Türk Hükümeti'nin protesto edilmesi kararı alınmıştır. Osmanlı Hükümeti, İngiliz iddialarını tekzip etti. Tekzip yazısında Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermeni nüfusunun; hiçbir zaman bir milyona ulaşmadığı, savaştan önceki göçler dolayısıyla daha da azaldığı ifade edilerek iddiaları yalanladı. 

Osmanlı Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Avrupa devletlerinin katliam iddialarına karşı 13 Şubat 1919 tarihinde, “tehcirin soruşturulması ve nedenlerinin tespiti” için 2'şer kişiden oluşan tarafsız hukukçulardan bir komisyon kurulması için İsveç, Hollanda, İspanya ve Danimarka hükümetlerine bir nota verdi. Nota sözlü olduğu için, İngilizlerin sansürü atlatıldı. Bu ülkeler ne yapacaklarını merkez lerine sordular. İspanyol hükümeti bu konuda İngiltere’nin düşüncesini öğrenmek istedi. İngilizler “biz nasıl olsa kendimiz mahkeme kurup yargılaya cağız, zahmetinize gerek yok” dediler. Sonuçta bu dört ülke Osmanlının teklifini reddettiler. 

Siyasi mülahazaları olanların ve sinsi emeller besleyenlerin dışındaki çevreler gerçeğin, Amerikan arşivlerindeki 1919 tarihli iki önemli raporda verildiği gibi olduğunu kabul etmektedirler. Bu kaynaklarda: 

. Yüzbaşı Emory Niles ve yardımcısının, yapılacak yardımlar için Doğu Anadolu’da at sırtında 1426 kilometre dolaşarak yazdıkları raporlarında “esas katliamların rafine yöntemlerle Ermeniler tarafından işlendiği, Müslüman köylerin tahrip edildiği” detayları ile yazılıdır. 
. Gene aynı yıl, Ermenistan’a Amerikan mandası kurma görevi ile gelen General Harbord ve heyeti, “esas Ermenilerin Müslümanları yok ettiklerini ve buna ait Ermeni Ordu emirlerini gördüklerini” yazmışlardır. 

Osmanlı yönetiminin gerçek hedefi soykırım olsaydı, büyük masraflara girmek yerine bulundukları yerlerde Ermenileri imha yoluna gitmez miydi? 
Oysa Devlet; -1915 Mayıs'ından 1916 Ekim ayına kadar yaklaşık bir buçuk yıl devam eden göç ettirme ve yerleştirme sırasında-, yukarıda belirttiğimiz talimatnamelerle ve mahallinde aldığı tedbirlerle, o günün zor şartlarına ve savaş içinde bulunulmasına rağmen, Ermenilerin canlarını ve mallarını koruyabilmiş. Bunun için de idarî, askerî ve malî yönlerden büyük külfetler altına girmiştir. 

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***