22 Şubat 2018 Perşembe

ALDATILAN KİMLİK 1914 -2014 YÜZYILIN HİKAYESİ, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ERMENİ KATLİAMLARI BÖLÜM 6

ALDATILAN KİMLİK 1914 -2014 YÜZYILIN HİKAYESİ, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI  ERMENİ KATLİAMLARI  BÖLÜM 6



BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI 

Talat Paşa hükümetinin 8 Ekim 1918’de istifasından sonra, İttihat ve Terakki önderleri “savaş suçlusu” ilan edileceklerini bildikleri için bir Alman gemisiyle 1918’de ülkeyi terk ettiler. Bunlardan Talat Paşa, Cemal Azmi ve Dr. Bahattin Şakir Berlin’de; Sait Halim Paşa Roma'da, Cemal Paşa da Tiflis’te Ermeni militanlarca katledildiler. Enver Paşa ise, Tacikistan’da Ruslara karşı savaşırken şehit düşmüştür. 

İttihat ve Terakkinin son sadrazamı olan Talat Paşa’nın istifasından sonra 13 Ekim 1918 tarihinde Ahmet İzzet Paşa hükümeti iktidara geldi. Yeni hükümet, İtilaf Devletlerinin hoşuna giden kararlar almaya başlamıştı. İtilaf Devletleri yine de 30 Ekim 1918 tarihinde şartları ağır olan Mondros Mütarekesi’ni Osmanlı Devleti’ne imzalattılar. Üstüne üstlük Mütarekenin şartlarına aykırı olarak İstanbul’u işgal edip neredeyse devletin tüm resmî kurumlarını ele geçirdiler. 

Dönüş Kararnamesi 

Ahmet İzzet Paşa Hükümeti tehcire tabi tutulan Ermenilerden isteyenlerin tekrar eski yerlerine dönmeleri için 31 Aralık 1918 tarihli bir kararname çıkardı. 
Bu kararnamede, Ermenilerden dönmek isteyenlerin eski yerlerine nakledilmeleri konusunda ilgili yerlere talimat verildiği ve gereken tedbirlerin alındığı belirtilmektedir. Sadece geri dönmek arzusunda bulunanları kapsayan bu dönüş kararnamesinde aşağıdaki hususlar yer almıştı: 

. Yerlerine iade edileceklerin, yollarda perişan olmamaları ve dönüş mahallerinde mesken ve iaşe sıkıntısı çekmelerinin önlenmesi için gerekli tedbirler alınacak; gidecekleri bölgelerin idarecileriyle irtibat sağlanıp bu konudaki 
tedbirler sağlandıktan sonra sevkiyat ve geri dönüş işlemlerine başlanacaktır. 
. Bu şartlar dâhilinde dönecek olanlara ev ve arazileri teslim edilecektir. 
. Yerlerine daha önce muhacir yerleştirilmiş olanların evleri tahliye edilecek. 
. Açıkta kimse kalmaması için geçici olarak birkaç aile bir arada yerleştirile bilecek. 
. Kilise ve mektep gibi binalarla bunlara gelir getiren yerler, ait olduğu cemaate geri verilecek. 
. Yetim çocuklar, istenildiği takdirde hüviyetleri dikkatlice tespit edilerek velilerine veya cemaatlerine iade olunacak 
. İhtida etmiş olanlar arzu ederlerse eski dinlerine dönebilecekler. 
. Mühtedi Ermeni kadınlardan, bir Müslümanla evli bulunanlar eski dinlerine dönme konusunda serbest bırakılacaklar. 

Eski dinlerine döndükleri takdirde kocasıyla aralarındaki nikâh bağı kendiliğinden bozulmuş olacaktır. Eski dinine dönmek istemeyen ve kocasından ayrılmaya razı olmayanlara ait meseleler ise mahkemelerce halledilecektir. 
. Ermeni mallarından, henüz kimsenin tasarrufunda bulunmayanlar, kendilerine teslim edilecek; hazineye intikal edenlerin iadesi de, mal memurlarının muvafakati ile karara bağlanacak. Bu konuda ayrıca açıklayıcı zabıtnameler hazırlanacak. 
. Muhacirlere satılan mülklerin sahipleri döndükçe, peyderpey bunlara teslim edilecek. 
. Muhacirler, ellerinde bulunan ve eski sahiplerine iade edilecek olan ev ve dükkânlarda tamirat ve ilâveler yapmışlarsa ve arazi ve zeytinliklerde ekim yapmışlarsa, her iki tarafın da hukuku gözetilecek. 
. Ermenilerden muhtaç olanların dönüşlerinde sevk ve iaşe masrafları, harbiye tahsisatından karşılanacak. 
. Şimdiye kadar ne miktar sevkiyat yapıldığının ve bundan sonra her ayın on beşinci ve son günlerinde nerelere ne kadar sevkiyat olduğu bildirilecek. 
. Osmanlı sınırları dışına çıkıp da geri dönmek isteyen Ermeniler, yeni bir emre kadar kabul edilmeyecek. 

Geri dönüş kararnamesiyle ne kadar Ermeni’nin döndüğü hakkında bir açıklama olmamakla beraber, Mondros Mütarekesi'nden sonra, Anadolu'nun daha önce Ermenilerle 
meskûn olan bölgelerinde, önemli miktarda Ermeni nüfusun bulunduğu, hatta bazı bölgelerde işgal kuvvetlerinin desteği ile eskisinden daha fazla sayıda Ermeni’nin yerleştirildiği bilinmektedir. Nitekim Türk İstiklâl Mücadelesi sırasında özellikle Fransızlar tarafından Antep, Maraş ve Adana'ya önemli miktarda 
Ermeni'nin getirildiği, hatta bunlardan Türklere karşı savaşan askerî birlikler ve milis kuvvetler oluşturulduğu bir gerçektir. 

Fransızlarla gelen Ermeniler ve milis kuvvetleri, Fransa'nın desteğinde yöre halkına insanlık dışı muamelelerde bulunmuş, binlerce insanı çocuk, kadın demeden katletmiş, Fransa'nın bu bölgeleri terk etmesiyle Anadolu'dan ayrılmışlardır. Bugün gerek Suriye'de, gerekse Fransa ve Amerika'daki Ermenilerin menşei bunlar ile tehcir sırasında gidenlere dayanmaktadır. 
Bu durum, dolaylı olarak tehcir öncesinde ve sonrasında Ermenilerin bir 
katliama uğramadıklarını gösteren en önemli hususlardan biri olarak değerlendirilmelidir. 

Tehcir Yargılamaları 

İtilâf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında iktidarda bulunan İttihat ve Terakki mensuplarını, 

. İngiliz esirlere kötü davranışlarda bulunmak ve 
. Ermeniler hakkında sevk kararı alıp onlara “katliam” yapmak “suçlarından” cezalandırılmalarını istediler. İttihatçıların cezalandırılmaları konusunda hem hükümete hem de Sultan Vahdettin’e tehditkâr tavırlarla baskı yapmaya başladılar. 

Ülkenin Birinci Dünya Savaşı’na sokulup bunun da mağlubiyetle sonuçlanması ve milletin ekonomik-sosyal buhranlar içinde bulunması, halkta İttihatçılara yönelik öfkenin doğmasına yol açmıştı. İttihat ve Terakki hükümeti mensuplarından, yaşanan olumsuzlukların hesabının sorulması beklenmekteydi. 

Emperyalist amaçlar güden dış baskılar ile içeride oluşan tepkiler ortak bir zeminde buluşunca, İttihatçıların cezalandırılmaları gündeme geldi. İktidara hazırlanan rakip Hürriyet ve İtilâf Partisi mensupları bu ortamı, bir fırsat olarak değerlendirdi. Tüm bunlar İttihatçılara karşı ifrat derecesinde bir tepki oluşturdu. Netice olarak padişah, olağanüstü bir mahkemenin kurulup, İttihatçıların 
yargılanmasını istemek zorunda kaldı. Oluşan şartlarda İttihat ve Terakkinin iktidarı dönemindeki sadrazamdan en alt seviyedeki memurlara kadar görev yapmış olanlar, potansiyel suçlu olarak görülmüşler ve cezalandırılmalarında herhangi bir sınır ve kural tanınmamıştır. 

Ermeni tehcirini ve sözde “katliamını” gerçekleştirenler ile diğer “suçluları” tespit etmek ve sorgulamak amacıyla İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’deki İngiliz Başkumandanlığı, Ermeni Patrikhanesi ve Osmanlı vatandaşlarının kurduğu İngiliz Muhipler Cemiyeti ayrı ayrı listeler hazırladılar. Ayrıca 21 Kasım 1918 tarihinde görevli Tahkik Heyetleri oluşturuldu ve bu heyetler on farklı bölgeye ayrılan Anadolu’nun değişik illerine yollandı. İçlerinde, fazla sayıda gayrimüslim üyelerin yer aldığı heyetler; bir taraftan tehciri, sözde “katliam”ı ve diğer sanıkları sorgularken, diğer taraftan da sorgulamalar sonucu kendilerince “suçlu” gördüklerini tutuklattılar. Tutuklular, 16 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da kurulan Divân-ı Harb-i Örfî mahkemesine yargılanmaları için Harbiye Nezareti Cezaevi’ne hapsedildiler. 

Tutuklananlar arasında valiler, milletvekilleri, ordu komutanları, bakanlar, Hüseyin Cahit Yalçın ve Ziya Gökalp gibi yazarlar da vardı. Dönemin Osmanlı (Tevfik Paşa) hükümeti Danimarka, İsveç, İsviçre, Hollanda ve İspanya elçiliklerine yazılar göndererek yargılamalara yargıç göndermelerini istedi. Ancak İngilizler devreye girerek elçiliklerin bu yazıları kendi ülkelerine göndermelerini engellediler. Amaçları hiç kimseyi karıştırmadan kendilerince yargılamaları yapmaktı. Tevfik Paşa’nın görevden uzaklaştırılıp yerine Damat Ferit Paşa’nın Sadrazam olarak atanmasını sağladılar. Damat Ferit tam bir İngiliz işbirlikçisiydi. O da ilave bir liste hazırlayıp İngilizlere verdi. Tutuklamalar devam etti ve eski yöneticilerin bir bir gözaltına alınmaları devam ettirildi. 

Tutuklamalara ve yargılamalara Osmanlı Devleti vatandaşı olan Rum ve Ermenilerin de büyük destek verdiklerini, İtilâf Devletleri’ne karşı üzerlerine düşen görevleri çok iyi yaptıklarını belirtmek gerekir. Ayrıca, İttihat ve Terakki Fırkası’na karşı sert muhalefet yapan Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın particilik taassubuyla, istemedikleri veya sevmedikleri kişilerin, “Ermeni tehciri”, “öldürme”, “karaborsacılık yapma”, “Ermeni mallarını alma” gibi iddialarla tutuklanmalarına sebep oldukları bir gerçektir. Söz konusu fiillerin hiçbirisini işlememiş şahıslar, bu tür iftiralarla tutuklanıp ceza almışlardır. Bu uygulamalar, Ermeni tehciri ve “katliamı” meselesinden ziyade, İttihatçılara karşı içeride ve dışarıda oluşan siyasî linç girişimi olmuştur. 

Divân-ı Harb-i Örfî mahkemesinin ele aldığı ilk dava, 6 Şubat 1919 tarihinde başlayan “Yozgat Tehciri” yargılamasıdır. Kurulan düzmece bir mahkeme olan Nemrut Mustafa Paşa Divanı’nda adil olmayan ve taraflı bir yargılamayla ilk ceza, Boğazlıyan Kaymakamlığı ve Yozgat Mutasarrıf Vekilliği yapmış olan Mehmet Kemal Bey’e verildi. Kemal Bey, “jandarmalara sürgünleri öldürttüğü, görevini kötüye kullandığı” iddiasıyla suçlanmıştı. Mahkeme, olaylara şahit olduğu iddia edilen bazı Ermenilerin anlattıklarını kanıt saymıştı. Kemal Bey suçlamaların hepsini reddetti, ama yine de idama mahkûm edildi. Karar hemen onandı. Kemal Bey, idam sehpasından Beyazıt Meydanında toplanmış halka “Ben masumum. Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar.” diye seslendi. Kemal Bey’in 10 Nisan 1919’da suçsuz olduğu halde idam edilmesi üzerine, İstanbul’da büyük bir vatansever topluluğu gösteride bulundu. Cenazesine binlerce insan katıldı. İngilizler halkın tepkisinden ürkerek önde gelen İttihatçı tutukluların yargılanmalarını başka bir ülkeye taşımaya karar verdiler. Mevcut ve sonradan tutuklananlar 28 Mayıs’ta yargılanmak üzere Malta’ya götürüldüler. 



Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey 
Kaynak: http://www.kurtulustv.itgo.com/ 

16 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da ve daha sonra Anadolu’nun değişik vilâyetlerin de kurulan " Divân-ı Harb-i Örfî " mahkemelerindeki tehcir davalarında, yaklaşık olarak 86 kişi yargılanmış. Bu 86 kişiden 3’ü vicahen olmak üzere, 16’sı idam cezasına çarptırılmış ve 3’ünün cezaları infaz edilmiştir. Bu üç kişi; Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ve Erzincan’da otelcilik yapan Hafız Abdullah Avni’dir. Geriye kalan 13 kişinin idam kararları gıyaben verilmiş. 3’ü gıyaben olmak üzere 9 kişiye hapis cezası verilmiş, 35 kişi ise beraat etmiştir. Mahkemede yargılanmak üzere adı geçen 3’ünün İngilizler tarafından Malta adasına sürülmesi, 16’sının da mahkemede bulunmamaları veya ölmüş olmaları sebebiyle haklarında herhangi bir karar verilmemiştir. 

Bu sayılara İngilizlerin Malta adasına götürmüş oldukları önde gelen İttihatçılar dâhil değildir. Onların büyük bir kısmı yargılanmanın ortasında alınıp götürülmüşlerdir. Mahkeme, davanın ayrılmasına karar vermiş, bu kişiler için gıyabî yargılama kararı çıkarmamıştır. Zaten onları Malta’ya götürenler de hiç bir suç unsuru bulamadıklarından cezalandıramamışlardır.

Bunların dışında, siyasî sebeplerle Bekirağa Bölüğü’ne getirilen, Diyarbakır valiliği yapmış olup tehcir suçlaması ile burada yatmakta iken firar eder Dr. Reşit Bey intihar etmiş; Talat Bey (Küçük Talat) ile Halil Paşa da hapisten kaçmış, 1 kişi de hapishanede ölmüştür. 19 kişi doğrudan doğruya, 29 kişi şahsî kefalet, 4 kişi nakdî kefalet, 1 kişi de emr-i şifah-î ile serbest bırakılmıştır. 

Ortaya çıkan hükümler, yalancı Ermeni şahitlerin ifadelerine göre, çoğunluğunu gayrimüslim üyelerin oluşturduğu Tahkik Heyetinin hazırlamış olduğu raporlar ve bu raporlara dayanarak iddianame hazırlayan savcıların teklifleri doğrultusunda tahakkuk etmiştir. Tahkik Heyetlerinin, Anadolu’nun değişik bölgelerinden “suçlu” diye birçok masum inansı Divân-ı Harb-i Örfî’ye teslim etmelerine, Damat Ferit Paşa hükümetinin de itiraz ettiği bir vakıadır. Bu hükümlerin ortaya çıkışına, İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilâf Fırkası arasındaki düşmanlığı, İtilâf Devletleri’nin hükümete ve mahkemeye yaptığı baskıyı ve 
mütareke hükümetlerinin aczi de eklenecek olursa, cezaların nasıl verildiği kendiliğinden ortaya çıkar. Dolayısıyla, ceza alanların sayısı kaç olursa olsun, bu sonuçlardan hareketle verilen hükümlere sözde soykırımın bir delili gibi bakma imkânı yoktur. 

Kurtuluş Savaşında Ermeni İsyanları 

Birinci Dünya savaşı sonrası Türk topraklarını paylaşmaya başlayan istilacıların baskısıyla, Suriye-Adana cephesindeki Türk Kuvvetleri Toros dağlarının kuzeyine çekildi. Fransızlar, silahlandırdıkları Ermenilerle Adana, Kozan, Osmaniye, Tarsus, Mersin ve Pozantı’yı işgal ettiler. İngilizler de aynı yöntemle Antep, Maraş ve Urfa’yı işgal etmişlerdi. Daha sonra İngilizler bu 
üç şehri de Fransızlara bıraktılar. 

Böylece Toros geçitlerinden, Fırat nehrinin doğusuna kadar olan alan Fransızların işgali altına girmiş oldu. Fransızlar bu geniş alanı kontrolleri altında tutmak için Suriye ve Güneydoğu Anadolu’daki Ermenileri, “Çukurova Bölgesinde Klikya Ermeni Devleti kuracakları” vaadiyle kandırıp kullandılar. Öncelikle tehcirle Suriye’ye gelen Ermeniler Fransızların yardımıyla Çukurova’ya yerleştirildi. Bunlar ve bölgenin yerleşik Ermenilerinden önemli bir kısmı Fransız ordusuna katılarak Türklere karşı savaştılar. Diğer bir bölümü ise Fransızlar tarafından silahlandırılan çeteler oluşturup Türk yönetimine başkaldırdılar. Türk halkının 
oluşturduğu millî kuvvetler, cephede Fransız ordusuyla, içte ve geride Ermeni çeteleriyle savaşmak durumunda kaldı. Bu dönemde Çukurova Bölgesinde Fransızlarla işbirliği halinde 10.150 civarında silahlı Ermeni devlete başkaldırmış tır. 

Bölgede Ermeni isyanları 7 Mart 1919’da başladı. Fransızlar, Ankara Hükümeti ile 20 Ekim 1920’de Ankara Anlaşması’nı imzalayıp işgal ettikleri Türk topraklarını boşaltmaya başlayınca, isyancı Ermenilerin önemli bir kısmı da yaptıkları katliamlar ve vahşetten sonra bölgede kalamayıp, Fransız ordusuyla birlikte çekildiler. Geriye kalan kalıntılar ise 6 Eylül 1921’e kadar bölgenin değişik yörelerinde çete faaliyetlerine devam etmişlerdir. 

Birinci Dünya savaşı sonunda Kuzeydoğu cephesi Müttefik devletlerin istekleri doğrultusunda Ardeşen-Yusufeli-Oltu-Beyazıt hattına çekilmiş, bunun ötesinde 1918 yılında Ermenistan Cumhuriyeti kurulmuştu. Türk-Rus mutabakatı sağlandıktan sonra 28 Ekim 1920’de Kazım Karabekir komutasında harekete geçen Türk kuvvetleri Ermenistan’ı yenilgiye uğrattı. 1 Aralıkta imzalanan Gümrü Antlaşması’yla günümüzdeki Türkiye-Ermenistan sınırı belirlendi. 

Malta Yargılamaları 

Yukarıda da dediğimiz gibi; Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyin cenazesine binlerce insanın katılması ve bunların gösterdiği tepkiler İngilizleri kaygılandırmıştı. Bunun üzerine yargılamaları başka bir ülkeye taşımaya karar verdiler. Tutuklulardan önde gelen 120 ittihatçıyı 28 Ocak 1919’da bir gemiyle Malta’ya götürdüler. Daha sonra tutuklananları da oraya naklettiler. Malta’ya götürülen tutuklu sayısı 144’e ulaşmıştır. 

Soruşturma İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından yürütülmüştür. Malta'da ve İstanbul'da tutuklu bulunan kişiler hakkında suç kanıtlarının bulunabilmesi için İngilizler tarafından Osmanlı arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmış, tüm 
konsolosluklardan, misyoner cemiyetlerinden destek ve bilgi istenmiştir. Ancak toplanabilen yazılar, yazanların kişisel düşüncelerinden ve tahminlerinden öte fazla bir şey içermemekteydi. Kişisel görüşler de mahkemede delil olarak 
kullanılabilecek belgeler değildi. Ayrıca ifadelerine başvurulan şahitler aynı günde bir kaç şehirde birden olaylarda tanık olduklarını iddia etmekteydiler. O günün koşullarında aynı günde bir kaç şehirde birden bulunmak ve olayları izlemiş olmak mümkün olmadığı için, tanıklıkları mahkemece kabul edilemedi. 

ABD tehcirin yapıldığı dönemde bölgede gözlemciler bulundurmuştur. Bu nedenle ABD'den suçlamalara dair ellerindeki bilgilerin mahkemeye gönderilmesi istenmiş, ABD tarafından da ellerinde suç delili olabilecek hiçbir belge olmadığı 
bildirilmiştir. ABD arşiv raporlarında; Vaşington'daki İngiliz Büyükelçisi R.C Craigie’in, Lord Curzon'a 13 Temmuz 1921'de çektiği mesajda şöyle demektedir: "Malta'da tutuklu bulunan Türkler aleyhine delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey olmadığını bildirmekten üzüntü duyuyorum... Yeterli delil oluşturabilecek hiçbir sorun vaki değildir. Söz konusu raporlar, hiçbir şiddetle, Türkler hakkında Majesteleri Hükümeti'nin halen elinde bulunan bilgilerin takviyesinde yararlı olabilecek delilleri bile ihtiva eder görünmemektedir." 

İngilizler iki sene uğraştıktan sonra, ne İttihat Terakki Hükümeti ne de Malta'daki tutuklular hakkındaki suçlamaları ispat edebilecek nitelikte, mahkemeye sunulabilecek, geçerli delile ulaşamadıkları için yargılama yapamayacaklarını ve sonuçta kimseyi mahkûm edemeyeceklerini anladılar. Malta'daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilemeden mahkeme edilmiş, 29 Temmuz 1921’de İngiliz Kraliyet Başsavcısı yargılananların hepsine beraat kararı vermiştir. En son tutuklu da 1922'de serbest bırakılmıştır. 

Malta Yargılamasını sulandırmak isteyen Ermeni lobisi ve taşeronları, abuk sabuk iddia ve yorumlar yapmışlardır. İnandırıcı olmamaları yanında, çok gülünç de olan bu saçmalıkların özeti aşağıda verilmiştir. 

Ermeni lobisi ve taşeronları, “Sevr’in yürürlüğe girmediğini, Lozan imzalanınca da Malta’daki yargılama sürecinin af kapsamına alınarak kapatıldığını” ileri sürmekteler. Sevr Osmanlı yöneticileri tarafından imzalandı, buna karşın Osmanlı Sultan’ı Vahdettin tarafından imza altına alınmadı. İngilizler ve müttefikleri Sevr’i baz alarak Anadolu’yu işgale başladılar, aynı şekilde İstanbul’daki gayri resmi işgallerini kendilerince resmileştirdiler. Ayrıca, Malta’daki yargılama sürecinin Lozan ile af kapsamına alındığı söylemi insan aklıyla alay etmektir. Yargılama 29 Temmuz 1921’de sonlandırılmış, Lozan ise bundan iki yıl sonra 24 Temmuz 1923’de imzalanmıştır. Lozan imzalandığında ortada Malta ile ilişkilendirilecek bir yargılama yoktur. Dosyalar kapatılmış ve arşive kaldırılmıştır. 

Malta Yargılamasını sulandırmak isteyenler, Sevr Antlaşması’nda öngörülen yetkili uluslararası mahkemenin kurulmadığını, dolayısıyla BM Soykırım Sözleşmesi’nde öngörülen biçimiyle bir yargılamanın yapılamadığını öne sürmektedir. Oysa Yargılama başlamış, yargısal soruşturma tamamlanmıştır. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından yürütülen ve yargılamanın ilk safhası olan soruşturma sonunda, Ermeni ve Hıristiyan Osmanlı vatandaşlarının “toplu olarak öldürüldükleri” gerekçesiyle “bir hukuk mahkemesinde dava açmaya yeterli kanıt” bulunamamıştır. Dolayısıyla “kovuşturmaya gerek görülmemiş” ve “Ermeni kırımı” suçlamaları düşürülüp bu konuda açılan dosya kapatılmıştır. “Kırım” konusunda bir İngiliz mahkemesinin kabul edebileceği nitelikle kanıt bulunsaydı davanın açılacağı, yargılamanın Milletler Cemiyeti tarafından yetkilendirilen bir uluslararası mahkemece sürdürüleceği bilinmektedir. Yargılamayı yapacak mahkemenin nasıl kurulacağı Milletler Cemiyeti’nde bu nedenle konuşulup tartışılmıştır. 

Ermeni lobisinin Malta’yı hedef alan son çarpıtması, “Malta’daki yargılama süreci soykırım suçlamalarını içermiyordu, çünkü o tarihlerde böyle bir suç tanımı yoktu. Dolayısıyla, İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın kararı, günümüzde Ermeni soykırımı iddialarının geçersizliği konusunda hukuki bir referans olamaz” biçimindedir. Bu iddia kendi içinde çelişkilidir. Eğer Malta o tarihte “soykırım” 
tanımı olmadığı gerekçesiyle göz ardı edilip hükümsüz sayılacaksa, böyle bir suç tanımının olmadığı günlerde gerçekleşen olaylar için günümüzün “soykırım” tanımlarıyla suçlamanın yapılmaması gerekir. Malta Yargılamasının hukuki sonuçlarının günümüze taşınması reddedilirken, günümüzün “soykırım” suçunu geçmişe taşımaya kalkışmak çifte standarttır. Hastalıklı bir siyasal kültürün ürünüdür. 

Tehcir Hakkında Yabancılar Tarafından Yürütülen İftira Kampanyaları 

Osmanlı belgelerine ve tehcirin yapıldığı bölgelerde bulunan yabancı gözlemcilerin, “harp içinde olmasına rağmen Osmanlı Hükümeti'nin bu işi büyük bir titizlikle ve iyi bir şekilde yürüttüğünü” yazmış olmalarına rağmen; Ermeniler, tamamen duygusal ve siyasî mülâhazalara dayanan düzmece hikâye ve belgelerin arkasına gizlenmek suretiyle, dünya kamuoyunu aldattılar. 

Tehcir konusunda Batı'da ve Amerika'da günümüze kadar yazılıp çizilenlerin pek çoğu gerçek ve güvenilir belgelere dayanmamaktadır. 
Amerika, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere değişik ülkeler ile çoğu Batı basını, olayları olduğundan farklı bir biçimde çarpıtarak vermiştir. 

Birkaç örnek vermek gerekirse; Silâhlı Ermenilerin 1895’de Berecik’te başlattıkları olaylar sonunda o ilçede “2.000 Ermeninin öldürüldüğü” İngiliz basınında yer aldı. Ancak olay İstanbul’daki yabancı büyükelçilerden oluşan bir kurul tarafından tetkik edildi ve “yalnız beş kişinin” yaşamını yitirdiği belirlendi. Zaten, o tarihte Berecik’te 978 Gregoryen Ermeni ve 8.702 Müslüman vardı.   Bu ve benzeri düzeltmeler Batı basınına yansımadı, diplomatik yazışmalarda kaldı. 

Yine Amerika'nın Mersin'deki konsolosu Edward Natan, “bazı aksaklıklar görülmesine karşılık, sevkiyatın son derece intizamlı bir biçimde sürdürüldüğünü ve kafilelere tren bileti sağlandığını” ülkesinin İstanbul Büyükelçisi Hanry Morgenthau’a yazdığı raporlarında belirtmiş. Hanry Morgenthau bu raporlarda yazılanlarla hiç ilgisi olmayan; Türklere iftiralarla dolu “Ermeni katliamı” hikâyelerine kaynak gösterilen raporlara, günlüklere, mektuplara ve “Büyükelçi Morgenthau’un Hikâyesi” adlı bir kitaba imza koymuştur. 

Morgenthau, New York’ta Yahudi asıllı bir emlakçi iken başkanlık seçiminde Wilson’un[7] yanında yer almış ve daha sonra da İstanbul’a Büyükelçi atanarak ödüllendirilmiştir. 

[7] Sevr Anlaşması’na göre Ermenilere verilmesi planlanan Osmanlı topraklarının sınırlarını teklif eden ABD Başkanı. 

Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını istemekteydi. Raporlarındaki düzmece hikâyeler ile Ermenilerin gözüne girmek; I. Dünya savaşında müttefik olan İngiliz, Rus ve Fransızlara yaranmak; Amerikan kamuoyunu etkileyerek Osmanlı Ermenileri için yardım toplamak, hatta İngiliz emellerine hizmet ederek Amerika’nın İngiltere yanında savaşa girmesini sağlamak istemiştir. Bu iftiracı sahte kahraman güya; 

. Osmanlı Hükümeti'ne rüşvetler vererek bazı Ermenileri satın alıp Amerika'ya göndermiş, 
. İstanbul'daki İngiliz, Rus ve Fransız tebaasını da kurtarmış.. miş… mış… 

Başlangıçta üç yüz binlerden başlayıp, üç milyonlara kadar varan rakamlarla ifade edilen “Ermeni katliamı” hikâyeleri, çoğunlukla Hanry Morgenthau'ın raporları, günlükleri ve mektuplarını kaynak göstererek kitaplarını yazan James (Lord) Bryce'in, Johannes Lepsius'un ve Arnold Toynbee'nin eserlerine ve tüm bunların hepsinden yapılan alıntılarla hazırlanan diğer yayınlara dayandırılmıştır. 

Amerikalı Türkolog Heath H. Lowry, “Büyükelçi Morgenthau’un Hikâyesi” adlı kitabın nasıl yazıldığını incelemiş ve güvenilirlik derecesini sorgulamış, kitap hakkında ilk elden kaynaklara ulaşarak aşağıdaki somut kanıtları ortaya koymuştur. 

Emlakçılık mesleğinden gelen ve İstanbul’da konuşulan dillerin hiçbirini bilmeyen Morgenthau’un en önemli kaynakları 

İstanbul’da büyükelçiliğindeki yakın danışmanı ve çevirmeni olan iki Ermenidir. Bunlardan –daha önce Amerikan Robert Kolej öğrencisi olmuş- Hagop S. Andonian adlı kişi özel yazmanlığını yapmaktaydı. Morgenthau’un belirttiğine göre, kendisi, bu Ermeni olmaksızın yazımlarda hiçbir şey yapacak durumda değildi. Bu zat Morgenthau’un günlüklerini daktilo ediyor, ailesine ve yakınlarına gönderdiği mektupları kaleme alıyor, bunları yaparken de Morgenthau’un sözcüklerini düzeltiyormuş pozunda, tahrik amaçlı hamasi ve duygusal ilaveler yapıyordu. Morgenthau’a faaliyetlerinde yardımcı olan diğer bir kilit Ermeni 
tercümanı ve danışmanı olan Arşag K. Şmavonian’du. Onun resmi görüşmelerin de, misyonerlerle ve diğer toplantılarında bu iki Ermeni’den en az biri kendine eşlik ediyordu. Telgraflarının kaleme alınmasında da gene bunlar yardımcı oluyordu. 

Morgenthau, “Büyükelçi Morgenthau’un Hikâyesi” kitabının yazılmasında “Resmi Osmanlı Belgeleri” isimli düzmece kitabın yazarı Aram Andonian’dan da yardım almıştır. Yazımda katkı sağlayan diğer bir kişi de ABD Dışişleri Bakanı Robert Lansing’dir. Bu zat metinde değişiklikler ve bazı kısımların çıkarılmasını önermiş, buna karşılık kitapta adının geçmemesini istemiştir. Burton J. Hendrick isimli gazeteci ise metne son şeklini vermiştir. Bu kişi hayatı boyunca kitabın kazancının %40’ını istemiş ve almıştır. Yukarıda isimleri verilen iki Ermeni, bakan Lansing ve gazeteci Hendrick’ten oluşan bu iftira ve rant grubu, 
“Morgenthau’un raporlarında, günlüklerinde ve mektuplarında da olmayan değiştirme, ekleme, çıkarma, Talat ve Enver Paşalar gibi Türk yetkililerinin ağzından diledikleri açıklamaları” yaptırma suretiyle Türkleri suçlu göstermeye çalışmışlardır. 

I. Dünya Savaşı sürerken İngilizler, eski kabine üyelerinden C.F.G. Masterman’a “İngiliz Dışişleri Bakanlığı Savaş Propaganda Bürosu”nun direktifleri doğrultusunda hareket eden “Wellington House” basım yayım şirketini kurdurtmuştu. Şirketin görevleri arasında “ABD başta olmak üzere ülkeleri ve kamuoylarını etkileyerek, İngiltere yanında savaşa girmelerini sağlayacak 
propaganda malzemesi üretmek” de vardı. Şirket, ABD ile ilgili olan da dâhil sekiz ayrı şubenin faaliyetlerini koordine ediyordu. 

Çoğunluğu Morgenthau kanalıyla temin edilen yalan ve iftira dolu haberler ile Ermeni ve Hıristiyan misyonerler gibi yandaşların mektup, yazı ve dedikoduları doğruluk dereceleri kontrol edilmeden, İngiliz hedeflerine hizmet edecek hale getirilip basılmakta ve yerel basına servis edilmekteydi. Bu kapsamda James Bryce'in kaleme aldığı, Arnold J. Toynbee editörlüğünü yaptığı “Mavi Kitap” serisi Türkiye aleyhine yürütülecek propagandada kullanılmak üzere yayınlamaya başlandı. Serinin ilk kitabı “Ermeni Kıyımı” adlı propaganda kitabı olmuştur. Arnold J. Toynbee daha sonra “Yunanistan’da ve Türkiye’de Batı Sorunu” 
adlı kitabında “Mavi Kitap”ın savaş koşullarında propaganda amacıyla yazıldığını itiraf etmiştir. 

Almanlar, I. Dünya Savaşı sürerken Kafkas Ermenileri üzerinde etkili olmak istiyorlardı. Bu çerçevede Johannes Lepsius adlı bir misyoneri Ermenilerle iletişim kurma ve bilgi toplama amacıyla İstanbul’a göndermişlerdi. Bu kişi İstanbul’da bir ay kalmış, Anadolu’ya hiç ayak basmamış, sadece Ermeniler ve ABD Büyükelçisi Morgenthau ile iletişim kurmuştu. Tam bir haçlı zihniyetine sahip olan Papaz Lepsius, Morgenthau’dan ve o kanalla Ermeni danışmanların dan öğrendiklerinden yararlanarak “Ermeni mezalimi” konusunda ahkâm kesen, okuyanın dengesini bozacak, içeriği iftira ve yalanlarla dolu yayınlar yapmıştır. 

Amerikan, İngiliz ve Fransız basını yukarıdaki yayınlar kaynaklı dezenformasyon ları Türkler aleyhine bol bol kullanmıştır. "Mavi Kitaplar" olarak bilinen seride Osmanlı ülkesinde bulunduğu iddia edilen 1.800.000 Ermeni’den üçte birinin katledildiği gibi iftiralar yazıldı. The Times'de 20 Eylül 1917'de çıkan bir makalede Türkler "Acımasız bir ezici", "Vicdansız bir zorba", "Gerçek bir barbar" 
olarak suçlandı, tüm dünyayı yakıp yıktıkları ifade edildi. İran'da bulunan İngiliz konsoloslarının raporlarında yer alan 1.000.000 Ermeni’nin öldürüldüğü gibi iddialar, İngiliz parlamentosunda tartışılmış ve Türk Hükümeti'nin protesto edilmesi kararı alınmıştır. Osmanlı Hükümeti, İngiliz iddialarını tekzip etti. Tekzip yazısında Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermeni nüfusunun; hiçbir zaman bir milyona ulaşmadığı, savaştan önceki göçler dolayısıyla daha da azaldığı ifade edilerek iddiaları yalanladı. 

Osmanlı Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Avrupa devletlerinin katliam iddialarına karşı 13 Şubat 1919 tarihinde, “tehcirin soruşturulması ve nedenlerinin tespiti” için 2'şer kişiden oluşan tarafsız hukukçulardan bir komisyon kurulması için İsveç, Hollanda, İspanya ve Danimarka hükümetlerine bir nota verdi. Nota sözlü olduğu için, İngilizlerin sansürü atlatıldı. Bu ülkeler ne yapacaklarını merkez lerine sordular. İspanyol hükümeti bu konuda İngiltere’nin düşüncesini öğrenmek istedi. İngilizler “biz nasıl olsa kendimiz mahkeme kurup yargılaya cağız, zahmetinize gerek yok” dediler. Sonuçta bu dört ülke Osmanlının teklifini reddettiler. 

Siyasi mülahazaları olanların ve sinsi emeller besleyenlerin dışındaki çevreler gerçeğin, Amerikan arşivlerindeki 1919 tarihli iki önemli raporda verildiği gibi olduğunu kabul etmektedirler. Bu kaynaklarda: 

. Yüzbaşı Emory Niles ve yardımcısının, yapılacak yardımlar için Doğu Anadolu’da at sırtında 1426 kilometre dolaşarak yazdıkları raporlarında “esas katliamların rafine yöntemlerle Ermeniler tarafından işlendiği, Müslüman köylerin tahrip edildiği” detayları ile yazılıdır. 
. Gene aynı yıl, Ermenistan’a Amerikan mandası kurma görevi ile gelen General Harbord ve heyeti, “esas Ermenilerin Müslümanları yok ettiklerini ve buna ait Ermeni Ordu emirlerini gördüklerini” yazmışlardır. 

Osmanlı yönetiminin gerçek hedefi soykırım olsaydı, büyük masraflara girmek yerine bulundukları yerlerde Ermenileri imha yoluna gitmez miydi? 
Oysa Devlet; -1915 Mayıs'ından 1916 Ekim ayına kadar yaklaşık bir buçuk yıl devam eden göç ettirme ve yerleştirme sırasında-, yukarıda belirttiğimiz talimatnamelerle ve mahallinde aldığı tedbirlerle, o günün zor şartlarına ve savaş içinde bulunulmasına rağmen, Ermenilerin canlarını ve mallarını koruyabilmiş. Bunun için de idarî, askerî ve malî yönlerden büyük külfetler altına girmiştir. 

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder